IV. BÖLÜM
ÜÇÜNCÜ BUNALIM DÖNEMİNİN ÇELİŞMELERİ
|
A) EMPERYALİSTLER ARASI ÇATIŞMA
1) EMPERYALİSTLER ARASI ENTEGRASYONUN OLUŞMASI
3. Bunalım Döneminde olay ve süreçlere yön veren çatışmalardan
biri de emperyalistler arası çatışmadır. Bu çatışma,
genel bunalımın 1. ve 2. Aşamalarında topyekün paylaşım
savaşlarıyla sonuçlandı. Emperyalist dönüşümle birlikte,
dünyanın ekonomik ve siyasal anlamda paylaşılması tamamlanmıştı.
Böylece emperyalistlerin birbirlerinin pazarlarına yönelmeleri
ve bu temelde yükselen rekabetin giderek boyutlanması
gündeme geliyor, sonunda çelişme antogonizma kazanıyor
ve paylaşım savaşları başlıyordu.
Ancak, 3. Bunalım döneminde ilişkilerin ve çelişmelerin
niteliği, bu tür basit bir olasılığı ortadan kaldırdı.
Savaş, sosyalist blok ve sömürge, yarı-sömürgeleri kapsayan
anti-emperyalist kalkışmalarla sonuçlanmıştı. Buna ABD'nin
sahip olduğu nükleer güce, önce SSCB'nin, sonra diğer
emperyalist ülkelerin sahip olmalarıyla ortaya çıkan
ve topyekün savaş durumunda, dünyanın savaşan taraflarla
birlikte yok olma noktasına varması olasılığı verili
koşullarda ortadan kalkmış oldu.
Emperyalistlerin kendi aralarında bir paylaşım savaşına
tutuşmalarının, örneğin, Almanya ve Japonya'nın güçlenerek
dünya pazarlarından pay istemeleri sonucunda patlak
verecek bir dünya savaşının, genel anlamıyla emperyalizme
kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Dünyanın toptan yok
olması tehlikesi bir yana, yalnızca ulusal kurtuluş
hareketlerinin kazanmış olduğu boyut ve sosyalizm olguları
bile, topyekün bir paylaşım savaşını engellemeye yeterliydi.
Böyle bir savaş, emperyalist zincirin zayıflaması anlamına
geliyordu. İlk savaşta SSCB doğarken, ikincisi dünyanın
1/3'ünün emperyalizme kapanması ve sosyalizme yönelmesi
ile sonuçlanmıştı.
Üçüncü bir savaş, aynı zamanda emperyalizmle sosyalizm
ve ezilen halkların savaşı anlamına geleceğinden, ayrı
ayrı kamplara bölünmüş emperyalistlerin birbirleriyle
savaşa tutuşmaları, bir yandan sosyalist ordularla savaşmaları
ve tüm bunlara karşın pazarlarını ellerinde tutabilmeleri
olacak şey değildi. Buna bir de nükleer silahların eklenmesi,
emperyalistler arası çatışmanın aldığı biçimi ortaya
çıkardı: Bu, emperyalistler arası entegrasyondu.
2. Dünya Savaşı'nın emperyalizm açısından yol açtığı
sonuçlara yukarda değinmiştik. Savaş, dünyanın ekonomik
ve siyasi dengelerini alt üst etti. Savaşın entegrasyona
neden olan sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz:
a) Avrupa'da savaşın yarattığı büyük bir yıkım vardı.
Avrupa ülkelerinin üretim kapasitesinde zayıflama söz
konusuydu. Almanya, Fransa ve İtalya hemen hemen tümüyle,
İngiltere ile Japonya büyük oranda tahrip olmuşlardı.
Bu ülkelerin hiç biri hem ülkelerini onaracak hem de
ABD ile rekabet edecek sermayeye sahip değildi. Almanya,
İtalya ve Japonya zaten müttefik güçlere koşulsuz teslim
olmuşlardı. Bunun sonucu müttefiklerin yaptırımlarına
boyun eğmekten başka bir anlam taşımıyordu. Fransa,
savaşı kazanmış görünmesine karşın, daha savaşın başında
yarıştan düşmüştü. İngiltere ise, sanayi işletmelerini
savaşın yıkımından korumayı başarmıştı; ne var ki, savaşın
giderleri İngiltere'yi kendi sermayesiyle sanayi işletmelerini
harekete geçirmekten yoksun bırakacak kadar zayıf düşmüştü.
Bunun yanında, sömürgecilik İngiltere'nin gereksinmelerini
artık karşılamaya yetmez olmuş, sömürgelerde yükselen
halk hareketleri ayrı bir sorun durumuna gelmişti.
b) Sosyalist blokun doğumunun emperyalizme genel anlamda
vurduğu darbelerin etkileri, özellikle Avrupa'da yoğunlaşmıştı.
Örneğin, Almanya'nın ikiye bölünmesi, Almanya için sanayi
ve tarım arasındaki dengenin ve değişim olanaklarının
ortadan kalkması anlamına geliyordu. Dahası, tüm Avrupa
ülkelerine egemen olan sosyalizm dalgası, Avrupa'yı
ABD'nin nükleer silahlarla desteklenen askeri gücüne
sığınmaya itmişti. ABD, bu siyasal havayı, 'soğuk savaş'
yıllarında pekiştirecek, soğuk savaşı, ekonomik ve siyasi
hegemonyasını güçlendirmenin bir aracı olarak etkin
bir biçimde kullanacaktı.
c) Savaştan doğrudan zarar görmeyen, savaş yıllarını
kendi iç örgütlenmelerini tamamlayarak geçiren ve savaş
sonrasında belli bir sermaye kapasitesiyle ortaya çıkan
ülkeler vardı. Kanada, Avustralya ve İsveç gibi bu tip
ülkeler, ABD için değil ama, diğer emperyalist ülkeler
için rakip olabilirlerdi ve rekabetin alanı daralırken
rekabetlerin çoğalması; güçlerin birbirine yakın olan
rakiplerin kendilerinden çok daha güçlü olanın önünde
eğilmeleri sonucunu doğuracaktı. Eşitsiz gelişim yasası
bir kez daha işlemiş, ABD'yi öne fırlatırken, geçmişte
hesaba katılmayan yeni ülkeler sıçrama yaparak kervana
katılmışlardı.
d) İngiltere ve Fransa'nın borçları tasfiye edilmişti.
Ne var ki bu iki ülke restarasyon sorunları nedeniyle
kısa sürede tekrar büyük borçların altına girmişler
ve savaş yıllarında zaten yeterince belirginleşmiş olan
ABD üstünlüğünü kabullenmek, onun hegomanyasına girmek
zorunda kalmışlardı.
e) Savaş Avrupa'nın tüm ülkelerin alt üst eden bir enflasyonla
koşut sürmüş ve Avrupa ülkelerinin kendi dinamikleriyle
istikrara ulaşabilmeleri, -özellikle kısa vadede- olanaksızlaşmıştı.
Daha yükseklere uçan enflasyon, ABD sermayesine karşı
direnme güçlerini ortadan kaldırıyordu. Nitekim, kısa
sürede bir "dolar" kıtlığı başlamıştı bile.
Çünkü, yüksek enflasyon, bir anda ABD dolarını tek güvenilir
para birimi yapmıştı.
Sonuç olarak, Avrupa ülkeleri ekonomik anlamda ABD'ye
borçlu ülkeler durumuna gelirlerken, bu durum siyasal
düzeyde, ABD'nin sistemin jandarmalığını üstlenmesi
biçiminde şekilleniyordu. Bu rol ifadesini, Truman Doktrini'nde
bulacaktı. Truman Doktrini, ABD'nin savaş sonrası rolünü
belgeleyen bir olaydır. ABD Başkanı, H.S. Truman'nın
12 Mart 1947 tarihli konuşmasına dayanan doktrin, "Amerika
kıtasının sömürgeci Avrupalıların saldırılarından korunması,
Amerikan Amerikalıların, Avrupa'nın Avrupalıların olması
ve bu kıtalar hükümetlerinin birbirlerinin işlerine
karışmamaları" biçiminde, ABD'nin 5. Başkanı Monroe
tarafından ifade edildi. Emperyalist dönüşümle birlikte,
ABD etki alanı olarak Latin Amerika'nın seçilmesine
dayanak yapılan Monroe doktrini'nin terk edilmesi ABD
ideolojisinin artık yalnızca Amerika kıtasının değil
tüm, dünyanın jandarmalığını üslenmesi anlamına geliyordu.
Konuşmasında komünizme açık savaş ilan eden Truman,
böylelikle komünizmi ABD’nin baş düşmanı ilan ediyor
ve ‘soğuk savaş’ı başlatıyordu. Baş düşman SSCB idi.
Artık 1. ve 2. Bunalım dönemlerinde olduğu gibi bir
emperyalist ülkenin dünya ölçüsündeki rakipleri, diğer
emperyalist ülkeler değil, sosyalizmdi. D iğer emperyalist
ülkeler ise sürecin dayattığı koşulların bir sonucu
olarak, en güçlü emperyalist ülkeyle onun jandarmalığını
kabul ederek entegrasyona gitmişlerdi.
Truman Doktrini, gerçekte daha savaşın başında biçimlenmiş
ve savaş süresince ABD’nin attığı her adım bu amaca
yönelmişti. Nitekim Truman Doktrini’ni resmen açıkladığı
konuşmasından bir yılk önce Ocak 1946’da Kongre’ye yolladığı
mesajda, dünyanın en güçlü devleti olarak olanca güçlerinin
ve tüm olanaklarının “bir tek ödevin gerçekleştirilmesi”
yoluna harcanmasını istemişti: “Bu ödev, uluslararası
olayların gelişmesine ABD’nin en büyük ölçüde etki yapmasını
sağlamaktır”.
Hedefin bu biçimde saptanmasının ardından, bu yönde
kurumlaşmaya gidilecek ve entegrasyonun söz konusu kurumlaşmalarla
pekiştirilmesi amaçlanacaktı. Bu kurumlaşmaları genel
çizgileriyle de olsa belirlemek gerekiyor:
MARSHALL PLANI:
Genel çerçevesi Truman Doktrini’de ifade edilen ve ABD’yi
emperyalist-kapitalist sistemin jandarması yapan yeni
ilişkilerin, ekonomik düzeyde verilebilecek örneklerin
başında Marshall Planı ve ona bağlı kurumlaşmalar gelir.
Plan, Avrupa ve Japonya’nın çıkarlarına uygun reorganizasyon
planından başka bir şey değildi. Ve zamanla içeriği
genişleyerek, sosyalist ülkelerin dışındaki tüm ülkeler
için geçerli bir kurallar bütününe dönüştü.
5 Haziran 1947’de ABD Dışişleri Bakanı General G.C.
Marshall, Avrupa’nın sosyalizm için elverişli bir ortam
yarattığını, ikinci savaş ile birlikte, tek ülkeli dünya
sisteminin, çzok ülkeli bir sosyalist bloka dönüşmesinin
verdiği ürküntüyle, Batı Avrupa ülkelerini komünizm
tehlikesine karşı koruma ve set oluşturma, aynı zamanda
Batı Avrupa ülkelerini denetim altına alma ve bu ülkelerin
ekonomilerinin emperyalist kapitalist zincirin içinde
reorganizasyon amacıyla kendi adıyla anılacak Marshall
Planını ortaya atmıştı.
Başlangıçta biçimsel olarak devet edilen SSCB, 27 Haziran’da
toplanan Paris Konferansı’nı 2 Temmuz’da terkederken,
Marshall Planı’nın gerçekte sahip olduğu amacı, tüm
dünyaya ilan edecekti. 12 Temmuz’da ABD emperyalizmiyle
birlikte 16 Avrupa ülkesi, Marshall Planı’nın uygulanması
konusunu görüşmek üzere toplanıyor ve ABD tarafından
İngiltere ve Fransa’ya önerilen Alman ekonomisinin yeniden
düzenlenmesi konusunda anlaşıyorlardı. 1 Nisan 1948’de
ABD Kongresinde kabul edilerek yürürlüğe giren ve 1952
yılına kadar sürecek olan Marshall Planı doğrultusunda
oluşturulan kurumlar şöyleydi: OEEC (Ekonomik İşbirliği
Örgütü) : 12 Temmuz 1947’de Paris’te toplanan “16’lar
Konferansı”, Marshall yardımından ilk elde yararlanacak
ülkeleri bir araya getirmişti. Bu ülkeler Nisan 1948’de
OEEC’yi kurdular. OEEC’nin görevi, Marshall Planı’nın
önereceği sektörleri saptamak ve ECA (Avrupa Ekonomik
İşbirliği Yönetim)ne iletmekti.
ECA: ABD Başkanına bağlı bir yöneticinin denetimindeki
örgüt, çeşitli yan komiteler aracılığıyla ABD sermayesinin
yöneleceği alanları saptıyor ve reorganizasyonun bu
amacından sapmamasından sorumlu olarak, Marshall Planı’nı
yönlendiriyordu.
Marshall Planı’nın işleyişi ise, çeşitli biçimlerde
gerçekleşmekteydi. Buna göre:
a) Doğrudan yardımlar: Bunlar, söz konusu plan içinde
olan ülkelere dolar olarak doğrudan doğruya yapılan
yardımlardı. Bu işlem, borçlandırma yoluyla ya da kredi
ile koşullu olarak yapılmaktaydı. Kredi yoluyla yapılanlar
uzun vadeli olup, hibe ile yapılanlar karşılıksız yardımlardı.
Ancak bunlar mal şeklinde olup yardım gören ülkenin
ulusal parasıyla ifade edilen “karşılık paralar” hesabına
bloke edilmekteydi.
b) Endirekt yardımlar: Doğrudan yardımlarda geçerli
olan ABD patentli malları alma zorunluluğu, bu yardımlarda
söz konusu değildi. Endirekt yardımlar, tiraj hakları,
başlangıç kredileri, özel kaynaklar gibi değişik biçimlerde
görülmekteydi.
c) Teknik yardımlar,
d) Karşılıklı yardımlar,
e) Özel yardımlar: Genellikle karşılıklı paralardan
ayrılan “Marshall Planı özel girişim fonu” bu tür yardımların
kaynağını oluşturmaktaydı. Özel girişimi canlandırmaya
çalışan bu işlerlik doğrudan doğruya yapılan yardımlardın
çok, karşılıklı para akışı biçiminde sürmekteydi.
f)Off Shore: Bu sistem 1951’di petlek öirin Kore Savaşı
ile gelişti. “Off Shore Siparişleri Programı”denilen
bu yardım, endirekt bir nitelik taşımakta ve ABD’nin
dışardan sağladığı emtiayı ifade etmekteydi.
Marshall Planı’nın yürütülüşünde kavranması gereken
yaratılmaya çalışılan görüntüye karşın, olayın “yardım”
olmaktan uzak niteliğidir. ABD’den yardım alan devletler,
ülkesine yerleşmiş olan ABD yardım heyetine isteklerini
bildirmekteydi. Heyet, istekleri Washington’daki merkeze
iletiyor, burada uygun görülmesine bağlı olarak eğer
sermaye istemi söz konusuysa gönderiliyor, yok eğer
emtia istemi söz konusuysa istenen emtia ABD piyasasından
satın alınıyor ve yine ABD gemileriyle gönderiliyordu.
“Yardım” miktarı ve yardımın hangi alanlara yöneltileceği
konusundaki tartışmalar, ABD’ye söz konusu ülkelerin
ekonomisini denetleme olanağı vermekteydi. İster sermaye,
ister emtia “yardımı” olsun, karşılığında “yardım” alan
ülkenin merkez bankasında, ABD adına hesap açılıyordu.
Karşılıklı paralar denilen bu fonun kullanılışı, ABD
iznine bağlı olduğundan, ABD’ye ikinci bir müdahale
olanağını sağlamaktaydı. ABD,bu olanaklardan, bir yandan
kendi sermayesinin çıkarlarını geliştirmek, yardım alan
ülkenin sanayisini, kendisi için tehlikeli olmayacak
sektörlere yöneltmek biçiminde yararlanıyordu.
OOEC’nin kurulmasının ardından, ABD tarafından ilk ağızda
aktarılan 5 milyar dolar, planın tamamlandığı 1952 yılında,
13,812 milyar doları bulmuştu. En büyük payını sırasıyla
İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Japonya’nın aldığı
bu sermaye, değişik oranlarlada olsa, Avrupa’nın kapitalist
sistem içinde yer alan diğer ülkelerine ve bu arada
Türkiye’ye de yansıyordu. Böylece emperyalizm sürecinde
ilk kez bir emperyalist ülkenin diğerlirine yüklü miktarda
sermaye aktarması ve bu ülkelerin ekonomik nabızlarını
denetimine alması gibi bir durumla karşılaşılmış olunuyordu.
Bu, entegrasyonun olanca çıplaklığıyla gözler önüne
serilmesinden başka birşey değildi. 1961 yılında, Marshall
Planı çerçevesinde eşgüdüm işlevini yüklenmiş olan OEEC’nin
artık işlevini tamamladığı ve resterasyonun gerçeklik
kazandığı düşüncesiyle, bu kuruluş lağvedilecek, yerine
OECD kurulacaktı. ABD ve Kanada’nın da katıldığı OECD,
ABD egemenliğinin kurumsal düzeyde ifadelerinden biri
olarak kurulmuş olmasına karşılık, ABD’nin rolünün 1970’lerde
sarsılmasıyla etkisini yitirmiştir.
IMF (ULUSLARARASI PARA FONU) VE YENİ PARA SİSTEMİ:
IMF’nin kuruluş gerekçesi, tekel öncesi kapitalizmi
sarsan 1815 krizi sonrasında, 1821’de İngiltere tarafından
başlatılan ve sonrasında diğer ülkelerce de kabul edilen
Altın Standardı sistemine değişik bir şekilde dönecekti.
Altın Standardı sistemi, gümüş para standartının yerini
almıştı. Ve bir ülkenin paralarının, sahip olduğu altın
miktarına bağlanması anlamına geliyordu. Buna göre ülkeler,
birimlerini, sabit bir altın miktarıyla ifade ederek
(örneğin, 1 sterlin=10 ons altın gibi), merkez bankası
banknotlarını bu sabit kur üzerinden altına çevirmeyi
kabul ediyordu. Ama emperyalist dönüşümle birlikte,
söz konusu sistem alt üst olmaya başladı. Emperyalistler
arası rekabet, emperyalist ülkelerin olaya öncelikle
yeniden paylaşım çatışması temelinde bakmalarını getirince,
2. Bunalım döneminde altın standardı sistemi çökmüş,
sonuçta uluslararası ticaret çıkmaza girmişti.
ABD bu kez tümüyle kendi denetiminde olması koşuluyla
sistemi yeniden oluşturmaya yöneldi. Gerçekte bu yönde
hazırlıklara daha 1941 yılında başlayan ABD, 1944’de
savaşın sonucunun artık belli olmaya başladığı bir aşamada,
Bretton Woods kasabasında bir konferans toplayarak sistemi
yeniden oluşturdu. IMF, bu konferans sonucu kurulan
iki uluslararası kuruluştan biridir.
27 Aralık 1945’de resmen kurulan IMF, ABD Maliye Bakanı
Yardımcısı White’ın hazırladığı plana göre oluşturulmuştu.
Plan doları uluslararası ödeme aracı olarak belirleme
esasına dayanıyordu. Bu plana diğer ülkelerin tepkileri
cılız oldu. Örneğin İngiltere’nin Keynes’e hazırlattığı
ve ABD’nin olası hegemonyasını dengeleme amacına yönelik
kapsamlı planı, ABD’nin mali gücü karşısında yetersiz
kalmıştı. Sonuçta çıkan karar, doların değerinin altınla
ifade edilmesi (bir ons altın=35 dolar) ve ABD dışında
kalan tüm ülkelerinin paralarının ABD doları üzerinden
hesaplanması biçiminde oldu. Ayrıca ABD,yabancı merkez
bankalarının ellerindeki doları istendiği anda resmi
fiyat üzerinden altına çevirmeyi taahhüt ediyordu.
IMF'nin burada detaylarına girmeyeceğimiz karmaşık prosödürü
bu temel üzerinde yükseldi. Ve etkinlikleri bu sistemi
korumaya yöneldi. Yani IMF bir uluslarüstü kuruluş,
tüm kapitalist ülkelerin merkez bankalarının üzerinde
yükselen bir soy banka gibi görünse de, ABD liderliğine
uygun olarak yaratılan bir kurum oldu. Dolayısıyla dünya
ekonomisi üzerindeki etkileri de entegrasyonun işleyişine
ya da ABD ile diğer emperyalist ülkelerin ilişkilerine
bağlı olarak değişen özellikler taşıdı. IMF'nin yeni
sömürgeci yöntemler açısından yüklendiği role, yeni
sömürgecilik bölümünde yer vereceğiz.
IBRD (Dünya Bankası): IMF ile aynı gün kurulan IBRD,
ABD jandarmalığında oluşturulan entegrasyonun bir diğer
önemli kurumudur. IMF'nin rolü, doların denetimine uygun
zemin oluşturmak, kısa vadeli kredilerle para sistemini
korumak olurken, IBRD, doların egemenliği yolunda, ABD
sermayesinin kendini üretebilmesi için, uzun vadeli
krediler vermektir. Böylece, dünya ülkelerinin ekonomilerinin
ABD'nin çıkarlarına uygun olarak biçimlenmesi sağlanmaktadır.
Doğrudan kendisinin ya da kendisine bağlı örgütlerin
(Uluslar arası Kalkınma Birliği - IDA, Uluslar arası
Finans Kurumu - IFC, Ekonomik Kalkınma Enstitüsü - EDI
vb.) verdiği krediler yanında, emperyalist tekellere
yol göstericilik yapmak ve perspektif yaratmak gibi
işlevleri olan IBRD, uzun bir süre Avrupalı ülkelerin
ABD politikası doğrultusunda reorganize edilmelerinde
önemli yol oynamış ve Marshall Planı'na uygun biçimde
hareket etmiştir. IBRD'nin yeni-sömürgeci etkinliklerine
daha sonra değineceğiz.
NATO VE ABD'NİN ASKERİ HEGEMONYASI:
11 Haziran 1948'de ABD Kongresi NATO'nun kuruluşunu
haber veren bir karar almıştı. Buna göre, Amerika kıtası
dışında da olsa, ABD'nin ulusal güvenliğini ilgilendiren
bölgesel ve diğer ortak anlaşmalara katılmak için ABD
hükümetine tam yetki verilmişti. Bu doğrultuda hızlandırılan
çıkarlar yaklaşık bir yıl sonra meyvesini verecek ve
4 Nisan 1949'da ABD ve Kanada ile 10 Avrupa ülkesi NATO,
(Kuzey Atlantik Paktı)yu kuracaklardı. Türkiye ve Yunanistan'ın
1952'de Batı Almanya'nın 1953'de katılmasıyla 15 devleti
kapsayan NATO'ya son olarak İspanya katılmıştı. ABD'nin
Truman Doktrini ile birlikte sosyalizme karşı başlattığı
'soğuk savaş'ın simgesi militarist bir örgüt olan NATO,
emperyalist-kapitalist kamp içinde yer alan ülke ordularının
ABD Genel Kurmayı'nın emrine verilmesi anlamına gelmekteydi.
Başkomutanlığını her zaman ABD generallerinin yaptığı
NATO'nun ardından dünyanın başka bölgelerinde de benzeri
paktlarla (CENTO, CEATO) ABD'nin militarist örgütlenmesini
yaygınlaştıracaktı.
Kapitalist sistem ve özellikle ABD, 1950'li yıllara
önemli bazı olaylarla birlikte giriyordu. Dönüm noktasını
SSCB'nin 1949'da atom bombasını yapmaya başlamasının
oluşturduğu ve ABD'nin nükleer tekeline son verdiği
'soğuk savaş' ortamının Kore savaşıyla daha da derinleşmesi,
ABD'yi söz konusu ortamı tekrar değerlendirmeye ve elde
ettiği sonuçlara göre hareket etmeye itiyordu.
ABD'nin çıkardığı sonuçlardan hareketle oluşturduğu
stratejinin ilk ayağını, nükleer silah tekelinin son
bulmasıyla ve toptan savaş stratejisinin kendi içinde
yok edici bir nitelik kazanması nedeniyle bu seçeneğin
terk edilmesi oluşturdu. Bu stratejinin yerine "savaşın
içinde dolaşma" biçiminde de tanımlanan "sınırlı
savaş"düşüncesi ön plana çıkmaktaydı. Bunu sağlayabilmek
için, dünyanın en stratejik yerlerindeki bir dizi ülke,
kapitalist militer sistem içine sokularak SSCB’nin kuşatma
altına alınmasına çalışılıcaktı.
İkincisi, özellikle Batı Avrupa orduları, ABD Genel
Kurmayı’nın emrinde bütünleştiriliyordu. Böylece, NATO’nun
askeri gücü oluşturuluyordu. Hem Batı Avrupa tek bir
savaşın savunma alanı olarak planlanıyor, hem de birçok
geniş alanın ABD üsleri ile doldurulmasının koşulları
oluşturuluyor ve bu ülkelerin stratejik karar alma mekanizmaları
doğrudan ya da dolaylı bir biçimde Pentegon’un emrine
giriyordu.
Üçüncüsü, oluşturulan bu atmosfer, F. Almanya ve Japonya’nın
sahip oldukları potansiyelin Pentagon tarafından kullanılmasını
sağlamaktaydı. Bu iki ülke dünyanın gözünde faşizmin
ve emperyalist saldırganlığın simgesiydi. SSCB’nin nükleer
teknoloji kullanmaya başlamasını ve Kore savaşını, ‘soğuk
savaşı’ derinleştirme yolunda kullanan ABD, bu gerekçelerle
söz konusu ülkeleri de militer amaçları doğrultusunda
kullanmaya başlayacak ve F. Almanya’yı 1955 yılında
NATO’ya alacaktı.
2 -ENTEGRASYONUN İLK YILLARI
Entegrasyonun oluşmasıyla birlikte, burjuva iktisatçılarınca,
uzun refah dönemi olarak adlandırılan dönem başladı.
Bu ilk yılların siyasi anlamda kazandığı içerik ise,
bir önceki bölümde genel çizgileriyle değindiğimiz soğuk
savaş oldu.
Entegrasyonun ilk yıllarının göreceli bir refah içermesi
kuşkusuz raslantı değildi. Ve çeşitli nedenlere dayanıyordu.
Ancak, burjuva ideologlarca kapitalizmin sosyalizme
üstünlüğü olarak yorumlanan bu refah, 1960’lı yılların
ortalarına doğru çatlayacak ve yerini, 1970’li yıllar
boyunca tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük depresyon
alacaktı. Depresyonun siyasal düzeyde de somutlaşması
gecikmeyecek ve önce Küba Devrimi, ardından gelen Vietnam
Devrimi en az ekonomik depresyon kadar sert ve boyutlu
bir siyasal boşluk doğuracaktı.
Savaştan en az zararla çıkan ABD sermayesi, Truman Doktrini
ve Marshall Planı doğrultusunda Avrupa’yı kendi gereksinimlerine
uygun biçimde reorganize etmeye yönelmişti. Bu durum,
doğal olarak sürekli bir etkinlik, yeni iş alanlarının
açılması ve yüksek bir gelişme temposu yakalanması,
ağır sanayi ve ara sanayi bağlamında yoğun bir üretim
anlamına geliyordu.
ABD sermayesi açısından olay, Avrupa ekonomisinin, ABD’nin
koşullandırdığı biçimlenmesinin dışında bazı yönleri
de içermekteydi. Savaştan çıkmış ve yıkılmış Avrupa’nın
işsiz orduları, ABD tekelleri için ucuz işgücü anlamına
geliyordu.
Böylece, çok stratejik alanların dışında kalan bir çok
alanda, üretimi doğrudan Avrupa’da kurulan fabrikalarda
gerçekleştirmek, ABD tekelleri için giderek daha cazip
olmaya başladı. Öte yandan bilimsel ve teknolojik devrimin
açtığı ufuklar, böyle bir üretim politikasını karlı
kılıyor, ve daha önceden bu tür etkinlikleri engelleyen
nedenler ortadan kaldırılıyordu. Örneğin, jet motorun
bulunması ve yaygın kullanımı, hava taşımacılığının
gelişmesini ve kargo seferlerinin başlamasını getirmiş,
böylelikle ayrı kıtalarda gerçekleştirilen üretimin
pahalıya mal olmasına neden olan ulaşım engeli , dolaşım
sürecini hızlandırması anlamında ortadan kalkmış ve
sermayenin kendisini daha hızlı biçimde üretmesinin
koşullarını oluşturmuştur.
Bu durum, sermayenin uluslararasılaşması sürecinin hızlanması
anlamına geliyordu. Uluslararası tekeller, kuşkusuz
emperyalist dönüşümle birlikte yaygınlık kazanmış bir
olguydu. Ama başat bir özellik durumuna gelmesi, 3.
Bunalım Dönemiyle birlikte başladı. Artık merkezi ABD’de
bulunan tekeller, Almanya, İngiltere, Japonya gibi ülkelerde,
o ülkelerin ucuz işgücünü kullanarak üretim yapıyorlar
ve ürünlerini ABD dahil olmak üzere, dünya pazarlarına
aktarıyorlardı. Gidereek söz konusu tekeller Avrupa
ülkeleri ve Japonya’da sürdürdükleri üretimden elde
ettikleri kazancı, o ülkelerde de değerlendirme ve yeniden
üretmeye yönelecek, o ülkelerden buldukları işbirlikçilerle
iç içe girecek ve hatta bazı tekeller merkezlerini Avrupa
ya da Japonya’ya taşımayı tercih edeceklerdi.
Böylece, merkezi yönetimi ABD’de (ya da başka ülkelerde),
fabrikaları başka ülkelerde, hammadde kaynakları daha
başka ülkelerde olan çok uluslu tekeller, daha fazla
yaygınlaştı ve entegrasyonun ekonomik göstergelerinden
biri oldu. Artık çıkarları herhangi bir devletin ya
da ulusun yanında olmayan, yalnızca anti-komünist olmak
özelliğinde birleşen tekeller, sistemin denetimini ele
geçirme yolunu tuttular. Örneğin, Standart Oil adlı
petrol şirketi, bir yandan ABD’de petrol çıkarıp bunu
yine ABD’de bulunan rafinerilerde arıtarak pazarlıyor,
öte yandan hareket noktası petrol olan ama süreç içinde
petrol dışı alanlara da yönelen ve her geçen yıl biraz
daha genişleyen yan şirketler kuruyor, çeşitli alanlarıa
el atıyor, bu alanların her birinde gerçekleştirdiği
üretim için değişik ülkelerden değişik ortaklar bularak
sermayesini geneşletiyordu. Bu, ABD çıkışlı tekelin,
ABD’nin ulusal iradesinin belli ölçülerde dışına çıkması
ve gideerek uluslarüstü bir konsorsiyum karakteri kazanması
anlamına geliyordu.
Sürecin bir diğer özelliği de devletin ekonomik yaşam
içinde aktif olarak üstlendiği roldü. Bu özellik gerçekte
2. Bunalım Döneminde ABD’de başlamış ve faşist ülkelerde
ses bulmuştu. Tekel öncesi kapitalizm döneminde ve 1.
Bunalım Döneminde, devletin rolü daha çok kendi tekellerinin
çıkarlarını savunmak ve bu temelde politika yürütmek,
savaşmak, tekellerin sömürüsüne uygun zemin oluşturmaktı.
2. Bunalım Dönemiyle birlikte, devlet, ekonomik yaşamın
aktif bir unsuru olarak pazara giriyor ve ekonomik politikaların
saptanmasında edilgen kalmaktan çıkıyordu. Keynes tarafından
teorik temeli oluşturulan bu yaklaşım, kapitalist üretimin
anarşik niteliğinin aşılması ve depresyonların önlenmesi
anlamını taşıyordu. Ancak bu olgu, yani devletin ekonomik
politikaların belirlenmesindeki rolü, bir taraftan baraj,
liman, havaalanı yapımı gibi büyük yatırımları finanse
ederek ekonominin aktif bir unsuru olması, kapitalizme
istikrar kazandırma çabasından kaynaklanmaktaydı.
Ama zamanla başka noktalardan açıklar patlak verecek
ve depresyondan kurtuluş yolu olarak 1980’li yıllarda,
bu kez devlet müdahalecliğini “asgariye indiren” politikalar
öne çıkacaktı. Çünkü geçen yıllar ve pazarın doymasına
koşut olarak, yeni yeni sorunlar çıkarmış, devletin
varlığıyla ortaya çıkan korumacı karakter, yüksek bir
enflasyon oranını kaçınılmaz kılmış, olay depresyon
nedenlerinden biri olmuştur.
Bu durumda entegrasyonun ilk yıllarının verdiği “refah”
görütüsünün ilk iki nedenini bilimsel ve teknolojik
devrimin açtığı ufuklar ve dolayısıyla üretim araçlarının
evrimi ile ucuz işgücü olarak özetleyebiliriz, Üretim
araçlarının giderekgelişmesi e her defasında daha az
emeği gerektiren sonuçlar doğurması, artı değer sömürüsünün
artması ve daha önceden iki, üç işçinin yaptığı işi,
bir tek işçinin yapabilmesi gibi bir sonuç doğuyor;
öte yandan aynı zamanda yeni tüketim malları ve bunların
pazarlarının yaratılması, işsizliğin yaygınlaşmasını
da engelliyordu. Ayrıca ucuz işgücü kullanmak gibi bir
avantaj vardı.
Başlangıçta Avrupa ve Japon işçi sınıfları bu duruma
araç olurken, süreç içinde Avrupa’nın reorganizasyonuna
koşut olarak, eşitsiz gelişme yasasına uygun şekilde
sıçrama yapan F. Almanya, Japonya gibi ülkeler gelişiyor,
kendileri yeni ucuz işgücü pazarlarına yöneliyorlardı.
Japonya’nın G. Kore’den, Almanya’nın Türkiye, Yunanistan
vb. ülkelerden, Fransa’nın Cezayir’den ucuz işgücünü
ülkelerine çekmeleri bu şekilde başladı.
Çok uluslu tekeller, artık kendileri için cazip işgücünü
başka ülkelerde aramaya başladılar. Bilimsel ve teknolojik
devrimin ürünü yeni üretim araçları, nitelikli emeğe
dayanan gereksinmeyi giderek azaltıyor ve daha az nitelikli
emek, daha çok iş yapar duruma geliyordu.
“Refah” olayının üçüncü bir nedeni olarak da, hammaddelerin
göreceli ucuzluğunu gösterebiliriz. Entegrasyonun ilk
yılları boyunca, emperyalizm yüksek bir teknoloji ile
yeni sömürgelerdeki yer altı kaynaklarını, sanayi üretimi
içingerekli hammaddeleri tam anlamıyla talan etmelerini
ve üretim gerçekleştirildikten sonra, yüksek fiyatlarla
pazarlamalarını getirmişti. Üretim politikasının, hammaddelerin
ucuzluıu temelinde oturmasına dönüşen bu durum, ilerde
ciddi sorunların kaynaklarından biri olacaktı.
1960’ların ortalarına gelindiğinde, burjuva ideologlarının,
kapitalizmin sosyalizme üstünlüğü olarak niteledikleri
“refah” denilen olgunun geçici olduğu, savaş sonrası
yıkımın sağladığı olanakların ve bilimsel teknolojinin
etkisiyle sağlanan göreceli istikrarın alttan alta depresyonu
hazırladığı anlaşılmıştır. 1965’de başlayan süreç, 1967’de
iyice kızışmaya başlamış ve 1971’de depresyon patlak
vermişti. Göreceli istikrar döneminde farkedilmeyen
çatlak öylesine derindi ki, her önlem başka bir noktada
verilen açık anlamına gelecek, ekonomik çöküntünün siyasal
çöküntüye dönüşmesini engelleyebilmek için, 80’li yıllara
damgasını vuracak yeni bir soğuk savaş başlatılacaktı.
3) EMPERYALİSTLER ARASI ÇATIŞMANIN DERİNLEŞMESİ
Açık ABD hegemonyası yaklaşık 20 yıl sürdü. 1947’den
57’ye kadar geçen on yıl bu durumun yerleşmesi sürecini
oluşturuyordu. İzleyen on yıl ise, diğer ülkelerde ABD
yatırımlarının genişlemesi ve Batı Avrupa ülkelerinin
çoğunda, Japonya’da ve daha az ölçüde de daha az gelişmiş
ülkelerde yatırım ve üretim patlaması biçiminde gerçekleşmişti.
ABD ve İngiltere gibi ülkelerin üretim kapasitelerinin
ve uluslararası ticaret içindeki paylarının artışı,
örneğin bir Almanya’ya da Japonya’nın düzeyinde değildi,
yine de geçmiş dönemlerle kıyaslandığında olağanüstüydü.
Buna karşılık bu döönem aynı zamanda emperyalistler
arası çatışmanın derinleşmesi sürecini içermekteydi.
Entegrasyon, ABD’nin diğer emperyalist ülkeler üzerindeki
hegemonyası temelinde oluşmuştu. Ancak 1955’de Avrupa’nın
ve Japonya’nın reorganizasyonunun büyük oranda tamamlanması,
aynı zamanda bu ülkelerin ABD hegemonyasına karşı hareketlenmesi
anlamına gelmekteydi. Çünkü, her şeye karşın, reorganizasyon,
Truman ve Marshall Planlarında başlangıçta ekseni belirlenen
çerçevede gelişmemişti.
Öncelikle, sermaye bir kez daha vatansız olduğunu kanıtlamış
ve nerede kar gördüyse orayı kendine vatan bellemişti.
Bu durum, ABD ve İngiltere’de yaygınlaşan çok uluslaşmanın,
kısa sürede diğer emperyalist ülke tekellerine de yansıması
sonucunu getirmiş, bu arada özellikle Almanya ve Japonya,
ülkelerindeki ABD teknolojisini kendi ucuz işgüçlerinin
yoğun sömürüsü yoluyla evrilmişlerdi. Askeri harcamalardan
muaf tutulmalarını bir avantaj olarak kullanan bu iki
ülke, siyasal düzeyde ABD’nin tümüyle etkisinde görülmelerine
karşın, ekonomilerindeki patlamayla kendi etkilerini
artırmış ve 1970’lere, ABD’nin dünya pazarlarındaki
en büyük iki rakibi olarak girmişlerdir.
Emperyalistler arası çatışmanın derinleşmesini 1957
ile başlatmak yanlış olmaz. Bu tarihte AET kurulmuştu.
18 Nisan 1951’de Batı Almanya, Belçika, Lüksemburg,
Hollanda, İtalya ve Fransa, bir anlaşma ile üye ülkeler
arasında kömür ve çelik sektörlerinde tam bir serbest
değişimi kabul ettiler. CECA’yı (Avrupa Kömür ve Çelik
Birliği) adlı birliğin kurulmasıyla sonuçlanan bu anlaşma,
ABD ile Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın arasındaki
entegrasyondan daha ileri bir adımdı. Çünkü Avrupa ülkelerinin
ABD’ye karşı oluşturdukları bir entegrasyondu ve ABD’den
bağımsızlışma eğilimini ifade ediyordu. CECA’yı izleyen
ilk adım aynı ülkelerin 25 Mart 1957’de Roma anlaşmasıyla,
Avrupa Ekonomik Topluluğu (Ortak Pazar - CEE)’nu kurmaları
oldu. Altı ülke bu kez yalnızca belirli mal gruplarını
ya da belirli sektörleri değil, bütün ekonomik etkinlikleri
kapsayan geniş ölçekli bir entegrasyon oluşturmuşlardı.
Bir toplumsal fon ve bir de yatırım bankası oluşturan
AET’nin temelini gümrük birliği oluşturmaktaydı. Bununla
mal alışverişlerinin tümünü kapsayan ve üye devletler
arasında, ithalat ve ihracattan alınan gümrük vergileriyle
eş etkili bütün vergileri yasaklayan ve üçüncü ülkelerle
ilişkilerinde ortak bir gümrük tarifesinin uygulanmasına
dayanan bir işlerlik oluşturmuşlardı.
AET, başlangıçta kendisine siyasal birlik oluşturma
görevini saptamıştı. AET, Avrupa Birleşik Devletleri
yolunda bir adım olacaktı. Bununla birlikte, başlangıçta
on yılda ulaşacağı sanılan bu amaca, kuruluştan günümüze
kadar uzanan süreç içinde ulaşılamayacak, üye ülkelerin
içinde bulundukları ekonomik koşullar, bu politikanın
uygulanmasını güçleştirecek ve giderek engelleyecekti.İlk
kez 10 Haziran 1979'da Avrupa Parlementosu, doğrudan
seçimler yoluyla oluşturuluyor, ne varki yaptırım gücü
olmuyordu. Aynı şekilde 1970'de hazırlanan Werner Raporu
doğrultusunda saptanan ve tek bir birim, tek bir devlet
gibi hareket etmenin yolunu açacağına inanılan ortak
para politikası düşüncesi hayata geçemeyecekti.
Başlangıçta altı ülke tarafından oluşturulan ve Euroatom
adlı ülkelerin nükleer teknoloji alanında dayanışmasını
içeren kuruluşla desteklenen AET, süreç içinde İngiltere,
İrlanda, Danimarka, Yunanistan, İspanya ve Portekiz'in
katılımasıyla genişleyecekti. Söz konusu genişleme,
ABD'den bağımsızlaşma eğiliminin yaygınlaşması anlamını
içerirken aynı zamanda bir ülke gibi hareket edebilmenin
koşullarını ortadan kaldırıyordu. Böylece ortak ülke
amacının yerini giderek Avrupa Topluluğu olgusu aldı.
Eşitsiz gelişme yoluyla büyük bir hamle yapan F. Almanya'nın
nüfuzunu yayma girişiminin bir ürünü olarak değerlendirilebilecek
AT, bugün ABD ya da Japonya karşısında öne geçebilmenin
getirdiği bütünlükten çok uzaktır.
Başlangıçta var olan F.Almanya'nın ekonomik, Fransa'nın
siyasi üstünlüğüne dayanan uzlaşma, süreç içinde bu
ülkelerin çıkarlarının birbiriyle çatışmasına dönüşmüş
ve İngiltere'nin de katılmasıyla çatışma keskinleşmiştir.
Örneğin Fransa'nın 1966 yılında NATO'nun askeri kanadından
çekilmesi, diğer AET ülkelerinden destek bulmamıştır.
Sermayenin çok uluslaşması sürecinin kapitalist dünyayı
bir bütün olarak dünya pazarına belli ölçülerde dönüştürmesine
karşın, bu sürecin tamamlanması ve olayın siyasal düzeydeki
ayrılıkların ortadan kaldırılamaması, depresyonu derinleştiren
nedenlerden biri olmuştur. Çok uluslaşma ve onunla çelişen
siyasal farklılaşma, her zaman değişik kaygılardan hareket
eden tavırları getirirken, uluslar arası tekellerin
buna eklenen çıkar çatışmaları, yeniden paylaşım yolunda
oldukça ilginç bir karakter kazandırmıştır.
Bir yandan AET'nin oluşması, ve F.Almanya'nın ekonomik
yükselişi ve Fransa'nın giderek ekonomik alana da yansıyan
siyasal farklılaşma çabasının, öte yandan Japonya'nın
hızla evrilmesinin ABD'de yarattığı rahatsızlık; emperyalistler
arası çatışmanın çeşitli görüntüleridir.
ABD'nin savaş sonrası tüm hesapları, kendi hegomanyası
altında oluşan entegrasyona süreklilik kazandırmaya
ve bu temelde kurumlaşmaya , yeni bir olayın hukukunu
yaratmaya yönelikti. Bunun ilk adımı, uluslar arası
bir para sistemi oluşturmak ve doları altına çevrilebilir
tek para olarak kabul ettirip uluslar arası ticaret
birimi durumuna getirmek olmuştu. Başlangıçta sınırsız
avantajlar sağlayan bu durum, süreç içinde çeşitli sorunlar
doğurmaya başladı.
1958 yılından itibaren, ekonomik durumlarındaki iyileşme
oranını yükselten Avrupa ülkeleri ve Japonya, IMF'nin
öngördüğü konvertibliteye geçmiş ve Bretton Woods sistemi
tam anlamıyla işlemeye başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda
Avrupa ve Japonya ile ABD'nin durumlarının önemli oranda
dengelendiği dönemdi. Bu arada, ABD'nin dış ödeme açıklarının
artması, başlangıçta hesaba katılmayan sonuçlar doğurmuş,
Avrupa ülkelerinin merkez bankalarında dolar rezervleri
hızla yükselmeye başlamıştı. Bu durum söz konusu ülkelerin
ekonomilerini onarmalarına ve güçlendirmelerine koşut
olarak, sermaye ve emtia ihraçlarının artarak ithalatlarını
geride bıraktığı bir döneme denk düşüyor ve ABD'nin
doların altına çevrilebilir niteliğinden gelen banker
ülke olarak elde ettiği büyük avantaja karşı kullanabilecekleri
bir koz elde etmelerini sağlıyordu.
ABD'nin bütçe açığı vermeye başlaması ve geçen yılların
açığı giderek büyütmesinin çeşitli nedenleri vardı.
her şeyden önce, ABD, dünyayı denetimi altında tutmanın
yolunu sürekli bir silahlandırmaya dayandırmıştı. Silahlanmayı
hem SSCB'ye ve ulusal kurtuluş hareketlerine ve hem
de hegemonyası altındaki ülkelere karşı bir koz olarak
kullanan ABD, bir yandan SSCB ile rekabeti sürdürürken,
öte yandan diğer emperyalist ülkeleri girişimlerine
ortak etme çabasındaydı.
Müttefik ülkeleri konvansiyonel silah sanayilerini geliştirme
yolunda desteklemesine karşın, nükleer silah teknolojisine
onları karıştırmaya hiç niyetli değildi. Çünkü nükleer
teknoloji onun için aynı zamanda entegrasyon için de
üstünlüğü elde tutmanın bir aracıydı.
Ancak, bu konumu sürekli tutmanın faturası oldukça kabarıktı.
Öte yandan dünyayı denetleme e ulusal kurtuluş hareketlerini
engelleme çabasının ABD'ye getirdiği masraf da az değildi.
İkinci önemli nedense, sermayenin uluslararasılaşmasının
hesap edilmeyen sonuçlarıydı.
Uluslararasılaşma, metropollerdeki ve yeni-sömürgelerdeki
toplumsal ve endüstriyel ilişkileri değiştirerek, kapitalist
dünya pazarının birliğini yeniden sağlamayı tartışmasız
bir biçimde başarmıştı. Uluslararası sermaye, yeniden
ABD'ye dönüyor, ABD dış alanlarda yeni yeni yatırımlara
yöneliyordu. Giderek uluslar arası ticaretin yarısına
yakını bu tür çok uluslu tekellerin denetimine girmişti.
Bu oran, yeni sömürge ülkelerde %70-80'i bulmaktaydı.
Bunun sonuçlarından biride büyük miktarlarda doların
ABD dışında ve özellikle Avrupa'da birikmesi oldu. Çok
uluslu tekeller kazanıyorlardı, ancak bu arada ABD bütçesindeki
çatlak derinleşiyordu.
Ellerine geçen avantajı değerlendirme yolunu tutan Avrupa
ülkeleri -özellikle Fransa- harekete geçerek 1965'den
itibaren ellerindeki dolarları altına dönüştürmeye başlıyorlar
ve "ortak altın fonu"ndan ayrılıyorlardı.
O aşamaya kadar, ABD dışına akan dolarlar, likidite
talebiyle uyum durumunu az çok koruduğu için sorun büyük
görünmüyordu. Tersine bu durum uluslar arası ticaretin
yıllık ortalama %7,5 gibi büyük bir oranda büyümesine
yardımcı olmuştur. Ama, 1965'den sonra değişim başladı.
Fransa'nın girişimi sonucu Avrupa Merkez Bankalarının,
kendi paralarının değerlerini korumak gerekçesiyle dolardan
kaçmaları ve devalüasyonu beklenen paralara yönelmeleri
ya da devalüasyonu beklenenlerden kaçış gibi nedenlerle
spekülasyonun yoğunlaştığı sıralarda, büyük miktarlarda
dolar satın almak zorunda kalmaları gündeme geldi. Merkez
Bankalarının kasalarında dolarların birikmesi, ulusal
para politikalarının hedeflerinden saptırılması, ABD'nin
altın rezervleri ile ABD dışındaki dolar miktarı arasındaki
dengeyi alt-üst etti. Kısacası, dolar güvenilir olmaktan
çıktı.
Öte yandan, ABD'nin bütçe açığı büyümeyi sürdürmekteydi.
Son olarak gündeme gelen VietnamSavaşı, sorunu daha
da büyütmüştü. 1968 Mart'ında Washington'da yapılan
toplantıda, Avrupalı emperyalistlerin dolar krizi karşısında
ABD'ye yardımı bir kez daha reddetmeleri üzerine, 1961'de
oluşturulmuş olan "ortak altın fonu" anlamını
yitirmişti . Olay ABD ekonomisinin tam büyük bir depresyona
girmesinden başka bir şey değildi. ABD'nin dışında büyük
bir dolar piyasasının oluşması, buna karşılık ABD'nin
bütçe açıklarına ve ödeme güçlüğüne bir çözüm olarak
enflasyona yönelmesi ekonomik güçlüklerin bir depresyona
dönüştürmüştü. ABD, çareyi Eylül 1971'de doların altına
çevrilebilirliğine son vermekte buldu. Bu kararı devalüasyon
izleyecekti.
Böylece ABD, Bretton Woods'da oluşan sistemi tek taraflı
olarak bozuyordu. Bu, emperyalist-kapitalist ülkelere
karşı açılmış bir ekonomik savaştı. Söz konusu kararın
açıklanmasından sonra ABD mali çevrelerinde oluşan tepkileri
örnekleyecek olursak, durumu daha somut biçimde aktarmış
olacağız:
"Programı övüyorum... bu Marshall Planı liberalizmin
sonu, Nixon pragmacılığının başlangıcıdır. ABD'nin dünyadaki
en güçlü ekonomik varlık olduğunu ve ekonomik gücümüzü
kavradık. Uluslar arası ticaret ve parasal hareketlerimizin
gerçek hedefi Japonlardır. Bundan sonra Japonlar aldıklarından
daha fazlasını vermek zorunda kalacaklardır, yoksa karşı
saldırılara katlanacaklardır" (52) "ABD dramatik
bir darbe ile tüm dünyaya yayılan zayıf dolar söylentilerine
rağmen nasıl güçlü olduğunu göstermiştir. ABD dolar
ve altın arasındaki bağlantıyı kurup, ve %10'luk bir
gümrük vergisi uygulayarak kimin Gulliver ve kimin Liliputlular
olduğunu göstermiştir... Liliputlar, Batı Almanya, Japonya,
İngiltere ve öteki sanayileşmiş ülkelerdir." (53)
"Uluslar arası para sisteminde sinirler gergin,
1960'ların son yıllarında sistemi birbiri ardına gelen
bunalımlarda bir arada tutmuş olan işbirliği ruhu (işbirliği
ruhu, temelde ABD hegemonyasının kabulü sözlerinin nazik
şeklidir-Sweezy, Magdof) şimdiki karışıklık ne kadar
uzun sürerse, ülkelerin kendi başlarına ayrılmaları,
daha fazla sermaye denetimine ve ticaret engellemesine
gitmeleri tehlikesi o kadar büyüktür." (54)
Başkanın söylevinin gecesinde, bu ülkedeki en güçlü
kişilerden biri şöyle dedi: "Biz akıllıyız, biz
rekabet edebiliriz ve biz en büyüğüz. Direksiyon bizim
elimizde ve elimizde olması gerekir." (55)
Ancak tüm bu umutlara karşın ABD ödemeler dengesi açık
vermeyi sürdürüyordu. ABD çıkışlı tekeller artık uluslar
arası ticarette tüm sermayeleriyle ABD kar hanesine
yazılmıyorlardı. Örneğin, ABD çıkışlı bir tekel, başka
bir ülkede gerçekleştirdiği üretimin sonucunda, o ülke
adına ABD'ye ihracatta bulunabiliyor ve elde ettiği
karı yeniden çevre ülkelerde değerlendirme yolunu tutabiliyordu.
Bu eğilimin yaygınlık kazanması, ABD dışında oluşan
dolar piyasasının sürmesine neden oluyordu. Daha önemlisi,
depresyonla yan yana gelen askeri harcamaların artışı
olgusuydu. Liderlik, tüm dünyayı denetleme çabası, her
yıl daha da artan askeri masraflar anlamına gelmekteydi
ve Vietnam Savaşı başlı başına ağır bir faturaydı. Böylece
olay giderek doların güvenilirliğini yitirmesine dönüşmüştü.
1973 yılında gerçekleştirilen %10 oranlı devalüasyon
durumu değiştirmeye yetmeyecek ve depresyon öncesi bir
ons altın 36 dolar üzerinden işlem görürken, bu oran
önce 38 dolara ve sonra 42.2 dolarak düşecekti.
Sonuçta olay, ellerinde dolar bulunduran ülkelerin bunu
altına çevirmeye yönelmeleriyle tam bir dolardan kaçışa
dönüşecek ve 1 ons altının değeri 100 doları bulacaktı.
Bunun üzerine 1973 Mart'ında Avrupa borsaları iki hafta
süreyle kapatıldı. Borsalar yeniden açıldığında, diğer
emperyalistler ABD'yi karşılarına alarak doları dalgalanmaya
bıraktılar. Bu gelişme, 1944 yılında Bretton Woods'ta
oluşturulan uluslar arası para sisteminin çökmesinden
başka bir şey değildi.
Yeni para sisteminin oluşması, 1978'i buldu. 1976'da
başlayan SDR adlı sistemin geliştirilmesiyle 1978'de
son biçimini alan sistem, bir anlamda ABD hegemonyasıyla
diğer emperyalist ülkeler arasındaki çatışmanın oturduğu
yeni zemini simgelemekteydi. SDR sistemi, uluslar arası
rezerv kıtlığına ve bir ölçüde de dağılım eşitsizliğine
çözüm olmak, değeri giderek azalan dolarla birlikte
diğer emperyalist para birimlerinin de ortak değer ölçüsünün
belirlenmesinde pay sahibi olabilme amaçlarının bir
ürünüydü. Buna göre dünya ticaretinde ağırlığı olan
16 paranın ortalaması, ortak değer olarak kabul edilmekteydi.
SDR, 1970-75 arasında toplam rezervlerin %45 oranında
yükselme göstermesinin ardından , altının revalüasyonuyla
birlikte, bir rezerv olmaktan çok, ortak bir ölçü birimine
dönüştü.
4 - DEPRESYON
Depresyonun patlak vermesi ve diğer emperyalistlerarası
entegrasyonun, para sisteminin çökmesi, siyasal düzeyde
de ses bulmakta gecikmedi. Depresyon, uluslar arası
bir devrim dalgasıyla koşut gelmişti. Küba Devrimi,
Vietnam Devrimi ve diğerleri, öte yandan ulusal kurtuluş
hareketlerinin bu dalganın bir parçası olarak yükselişi,
depresyonu derinleştiriyordu. Entegrasyon, hegomonik
konumuna uygun olarak gereksindiği ideolojik dayanağı,
soğuk savaş yıllarında oluşturmuş ve anti-komünist bir
çerçevede demokrasi ve özgürlük bayraktarlığını üstlenmişti.
Vietnam savaşı ise bu ideolojiye indirilmiş çok ağın
bir tokattı. ABD'nin saldırgan ve hegomanyacı karakteri
bu halk savaşı sırasında tüm çıplaklığıyla teşhir olmuştu.
Olay giderek tüm dünya halklarına mal oluyor, "Yankee
Go Home" sloganı dilden dile, ülkeden ülkeye yayılıyordu.
Öyle ki, sonuçta ABD'de savaş aleyhtarlığı yükselecek
ve ABD'nin Vietnam'a saldırı gerekçeleri kendi kamuoyu
açısından inandırıcılığını yitirecekti. ABD yenilgiyi
kabullenerek Vietnam'dan çekilmek zorunda kaldığında,
kendi halkının gözünde bile inandırıcılığını, güvenilirliğini
önemli oranda zedelemiş, dünya halkları nezdinde emperyalist
karakteri teşhir olmuştu. Geriye kalan, yıkılmış prestij,
ölü bir demokrasi bayraktarlığıydı.
Aynı dönem, dünya ağır bir petrol şoku yaşıyordu. Sanayilerini
ucuz hammadde ve üçüncü dünyanın bu temelde yağmalanmasına
dayandıran emperyalistler, yeni bir sarsıntıyla karşı
karşıya kaldılar. Petrol şoku, "refah" denilen
dönemi ve bu dönemin göreceli istikrarını bir yönüyle
hammaddelerin ucuza elde edilmesine dayandıran emperyalizmin,
yaşadığı depresyonun derinleşmesi anlamına geliyordu.
Ve elbette emperyalizm petrol şokunu atlatmanın yolunu,
yükü yeni-sömürge ülke halklarına yıkarak bulacaktı.
Petrol şoku, genellikle yanlış değerlendirmelere kaynaklık
etmiştir. Yarattığı ilk sarsıntının sonrasında, artan
petrol fiyatları, emperyalistlere zarar vermek bir yana,
belli açılardan yararlı da olmuştur. Petrol fiyatlarındaki
yükselmenin, emperyalizm tarafından denetimli olarak
başlatıldığı gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ama belli bir
aşamadan sonra emperyalizmin olayı denetim altına aldığı
da bir gerçektir. Petrol fiyatlarındaki yükselme, en
başta uluslar arası petrol tekellerinin kar hanesinde
olağanüstü kabarma yaratmış ve petrol tekelleri, hem
hammadde çıkaran hem de işleyen konumlarıyla dünyanın
en büyük tekelleri arasına girmiş, diğer sektörlere
el atma şanslarını yükseltmişlerdir.
OPEC ülkelerinin hiç birinin ağır sanayine sahip olmaması,
petrol tekellerinin bu alana, en azından ticari akışı
denetleme bağlamında girmelerine hizmet etmiştir.
Petrol şokunu ilk atlatan ülke ABD'dir. Petrol tüketiminin
önemli bir bölümünü kendi kaynaklarından sağlayan ABD,
sanayi ürünlerine zam yapma yolunu tutarak, faturayı
diğer emperyalistlere ve yeni-sömürgelere yüklerken,
Japonya, ve Avrupalı emperyalistlerin, İngiltere dışında
hiç birinin petrol kaynaklarına sahip olmamaları, şoktan
daha çok etkilenmelerini getirmiştir. Onlar da, ABD'nin
izlediği yolu en temelde benzer biçimde izleyerek olayın
getirdiği yükü hafifletmiştir.
Böylece emperyalizmin petrol fiyatlarındaki ani yükselişi
bir olanak olarak kullanma ve fiyatları yükseltme anlamında
bir avantaja dönüştürürken, olan yeni-sömürgelere olmuştur.
Çok büyük bir bölümü petrol yataklarına sahip olmayan
yeni-sömürgeler, hem petrolü ve hem de sanayi ürünlerini
katlamış olarak almak durumunda kalmışlardır. Uzun vadeli
sonuçları açısından, petrol fiyatlarındaki yükselme,
(yarattığı ilk şok bir yana bırakılacak olursa) depresyonun
yükünü dünya halklarının sırtına yükleme yolunda, emperyalizm
tarafından bir olanak zeminine dönüştürülmüştür. Bu
yaklaşım ise, özellikle petrol tekellerinin hızla yükselmesine
hizmet etmiştir.
Aynı sürecin koşut ve bağlantılı özelliklerinden biri
de enflasyonun dünya çapında yaygınlaşması olmuştur.
Nixon döneminde başlatılan uygulamalarla ABD’yi depresyondan
kurtarma çabası, diğer ülkeler açısından, ellerinde
milyonlarca doların kalması ve giderek değerini yitirmesi
demekti. Kapitalist dünya doyuyor, ülkelerin ödemeler
dengeleri bozulyor, dış borçlar hanesi kabarırken tekellerin
borç ve öz sermayeleri arasındaki ölçü, tehlikeli biçimde
oynaklık gösterir duruma geliyordu. Böylece üretimin
pazarlanamaması sorunu büyüyor, genel kar oranı düşüyordu.
Tüm bu olguların yan yana gelmesi, ekonomik toplumsal
ve siyasal düzeylerde bir depresyon anlamına geliyordu.
Depresyonun boyutları, 1. ve 2. Dünya Savaşlarını doğuran
nedenlerden ağırdı. Ancak sık sık belirttiğimiz gibi
top yekün bir paylaşım savaşı artıkk olanaksızlaşmıştı.
ABD çözümü, hegemonyasını sürdürme yolunda ısrar etmekte
bulurken, ABD’nin faturayı kendilerine de yükleyen yaklaşımına
karşın, örneğin bir Almanya ve Japonya savaşa yönelmiyorlar,
artan gereksinmelerine e dünya pazarlarından daha çok
pay istemelerine çözüm olarak yeniden paylaşım savaşını
seçemiyorlardı. Çünkü savaşın, savaşan yanlara hiç bir
yarar getirmeyeceği ve hatta onları yoksulluğa sürükleyeceği
açıktı. Dolayısıyla, 1970’li ve 1980’li yılları kapsayan
ve genellikle ekonomik savaş olarak nitelenen gelişmeler
antagonizma kazanamadı, açıktan bir çatışmaya dönüşemedi.
Depresyonun ekonomik yanını, pazarların giderek daraldığı
koşullarda, elde bulunanların doyması, hızla büyüyen
uluslararası tekellerin durumunun bu sarsıntı ortamını
derinleştirici bir işlev yüklenmesi oluştururken, siyasal
yanını ise ABD’nin hegemonya görüntüsünün yediği darbe
oluşturuyordu. Vietnam Savaşı ile başlayan bu süreç,
entegrasyon içinde aynı rolü üstlenebilecek başka bir
gücün olmamasının da etkisiyle, tüm sistemi sarsan boyutlara
yükseldi.
ABD’nin hegemonyacı özelliklerini terketmemesi, buna
karşılık diğer emperyalistlerin bu duruma karşı giderek
artan biçimde direnmeleri, diğer çeşitli etmenlerle
yanyana geldiğinde, entegrasyon içinde ciddi bir boşluğa
neden oldu. Savaş sonrasında emperyalist ülkelerde muhafazakar
nitelikli burjuva partiler yürütme gücünü ele geçirmeşlerdi.
Özellikle Avrupa’da Komünist partilerin artan etkinliklerini
engellemenin bir aracı olarak kullanılan bu iktidarlar,
ABD hegemonyası altında ekonomilerini geliştirebilmek
gibi bir çaba içinde olmalarına karşın, siyasal düzeyde
genellikle ABD’nin ‘büyük ağabey’ rolünü kabullenmişlerdi.
Vietnam Savaşı ile başlayan süreç tüm dünyada ABD’nin
teşhiri yanında daha başka çeşitli sorunları da tartışma
gündemine sokmuştu. Bu sorunların başında ise, insan
hakları ve demokrasi sorunları geliyordu. Olay giderek,
emperyalist kapitalist sistem ülkelerinde insan haklarına
ve burjuva düzeyde de olsa demokrasi sorunlarına duyarlı
bir kamuoyunun oluşmasına ve bu kamuoyunun etkinlik
ve yaptırım gücü kazanmaya başlamasına dönüşmüştü. Yaygınlaşan
bu eğilim, Avrupa işçi sınıfının ve orta tabakalarının,
toplumsal güvenceleri ortaya çıkaran programlarıyla
ilgi çeken sosyal demokrat partilere yönelmelerinin
nedenlerinden biri oldu. Sözü edilen sosyal demokrat
partiler, kuşkusuz klasik sosyal demokrat niteliklerinin
hiç birine sahip değillerdi. Bununla birlikte yine de
insan hakları ve toplumsal güvenceler sorunlarında da
muhafazakar partilerden bir adım önde idiler.
Aslında Avrupa ülkelerinde iktidar partilerinin değişmelerinin
asıl yönünü ABD aleyhtarlığı oluşturuyordu. Bu partileri
iktidara getiren neden, ABD’nin teşhiri süreciydi ve
anti-Amerikan bir yapıyla uzaktan yakından ilgileri
olmamalarına karşın onları iktidara getiren seçmen kitlesinin
ABD hegomanyasına karşı tavrıydı. Diğer partilerin ABD
ile özdeşleşmiş görüntüleri, koşullar daha radikal bir
dönüşümü henüz olası kılmadığı için ancak bu tür değişime
izin veriyordu.
Ne varki, bu değişiklikler de soruna hiç bir çözüm getiremedi
ve entegrasyonu sarsan siyasal depresyon sürdü. ABD,
özellikle askeri gücünü ön planda tutarak, dünya pazarları
üzerindeki etkinliğini yitirmeye başlamasına karşın,
hegemonyacı devlet olmayı sürdürüyordu. Buna karşılık
Japonya ve Avrupa ülkeleri, ekonomik düzeyde, dünya
sanayi üretimi içindeki ve uluslararası ticaret içindeki
payları bağlamında ABD hegemonyasını sarstıkları halde,
olayı açıktan bir yeniden paylaşım savaşı çatışmasına
dönüştüremediklerinden, ABD hegemonyasına siyasal düzeyde
ortak olabilecek dinamizmden uzak görünüyorlardı.
Söz konusu siyasal boşluk ortamı uzun süre kendini hissettirdi.
Burada önemli olan nokta, siyasal depresyon olgusunu
bir bütün olarak değerlendirebilmektir. Olayı tek başına
emperyalisler arası çatışmanın bir sonucu olarak almak
eksik ve giderek yanlış olur. Çünkü olayın bir diğer
halkasını da dünya pazarlarının emperyalizme karşı isyanı
biçiminde almak zorundayız.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, Vietnam savaşı bu bağlamda
bir dönüm noktası olmuştur. Vietnam’a Kamboçya ve Laos’un
eklenmesi, ABD’nin yenilmez görüntüsüne vurulmuş ağır
darbeler oluyordu. Ama iş bununla bitmedi. Emparyalizme
karşı onun dayattığı üretim biçimini yıkmaya yönelik,
onun toplumsal, siyasal ve ideolojik düzeyde yolaçktığı
sonuçlara karşı genel bir isyan, dalga dalga tüm dünyaya
yayılıyordu. Emperyalist ülkelerde bile 1968 olaylarında
ifadesini bulan bu dalga, çeşitli ülkelerde değişik
düzeylerde ses buluyor ve anti-emperyalizm giderek kendine
daha güçlü bir temel yaratıyordu.
Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin sosyalizme dönük karakterinden
yola çıkarak, böyle bir devrim dönüşümünü gerçekleştiremeyen
başka ülkelerde daha değişik biçimlerde tavırlar oluştu.
‘Bağlantısızlar’ hareketine bu temelde bakmalıyız. Olay
emperyalizme ekonomik anlamda kapıları kapamak yoluyla
gerçek bir bağımsızlık hareketine dönüsemedi ama söz
konusu siyasal boşluk ortamını pekiştirici bir işlev
yüklendi. Sonuçta emperyalistler arası çatışma salt
ekonomik düzeyle sınırlı kalmıyor, siyasal düzeye de
yansıyor ve 3. Bunalım Döneminin ayıredici özelliklerinden
biri olan, ezilen halkların hareketliliği olgusu ile
bütünleşince, ekonomik depresyon siyasal bir depresyona
dönüşüyordu.
Depresyonun üçüncü boyutu, toplumsal düzeyde oluştu.
Tüm bir sistemi sarsan ekonomik ve siyasal depresyonun
toplumsal düzeyde de ifadesini bulmaması zaten olanaksızdı.
Toplumsal çöküntü, ekonomik ve siyasal çöküntüyle aynı
temellerde oluştu ve onlara koşut özellikler taşıdı.
“Refah” denilen 20 yıllık uzun dönem, tıpkı ekonomik
ve siyasal düzeylerde olduğu gibi toplumsal düzeyde
de çöküntünün koşullarını olgunlaştırıyordu. Sonuçta,
refahın dorukta olduğunun düşünüldüğü bir dönemde depresyon
patlak verdi.
3. Bunalım Dönemi, Amerikan tipi yaşam biçiminin, Amerikan
kültürünün, tüm sistem ülkelerine egemen kılınması yolunda
bir çabayla başlamıştı. Genel Sosyalist yükselişi engelleme
çabası, Amerikan pragmacılığını öne çıkarmayı ve bu
temelde oluşturulan yoz bir kültürü empoze etmeyi getirmiş
ve bu yapay seçenek soğuk savaş yılları boyunca yerleştirilmişti.
Kabul etmek gerekirki, ABD savaştan yüksek bir prestijle
çıkmıştı. Avrupa’ya bir kurtarıcı tavrıyla giren Yankee,
Alman faşizminin dört yıl boyunca ezdiği halkların gözünde
bir yönüyle gelecekle, geleceğin umutlarıyla bütünleşiyordu.
Ağızlarında cikletleriyle kadınlara ipekli çorap hediye
eden Coca Cola çocukları, binlerce yılın Avrupa kültürünü
sarsmayı ve değerlerini parçalamayı başarmıştı.
Feodalizm dönemini yaşamayan bir temelde oluşan ABD,
burjuva bireyciliğinin, bireycilik felsefesi pragmatizminin
kalesiydi. İnsanlara salt kendi dünyasıyla ilgilenmeyi
gereksiz ve anlamsız gösteren Amerikan bireyciliğini
tüm dünyaya mal etmek çabası hiç kuşkusuz uzun vadede
önemli toplumsal çatlaklara kaynaklık edecekti.
ABD kültürünün yarattığı insan tipi, toplumsal olaylara
duyarsızlık temeline dayanıyordu. İnsanın sorunu salt
kendi varlığı olunca, olaylara ilgisi çevresiyle sınırlı
kalıyor, parça bütüne tercih ediliyordu. Kendi biriminde
uzmanlaşan birey, bütünün içinde ele alındığında ayrıntılar
denizinin içinde boğulmaya mahkumdu. Bu temelde oluşan
toplumsal doku, Taylorizmde ifadesini bulan bir dinamizme
kaynaklık etmesine karşın, zayıflığı da aynı zamanda
bu özelliklerinden kaynaklanıyordu.
Yarattığı duyarsız insan tipi, ABD'yi ciddi bir toplumsal
muhalefet olgusundan uzak tutuyordu. Tekel öncesi kapitalizmin
çöküntü aşamalarında dönem dönem etkili olabilen toplumsal
muhalefet olgusu, yine de hiçbir zaman Avrupa'daki boyutlarına
ulaşamamıştı. Feodalizme ve süreklerine karşı mücadele
içinde olan ihtilalci geleneğin Avrupa ezilen sınıf
ve katmanlarına kazandırdığı dinamizmden uzak olan ABD
ezilenleri, emperyalist dönüşümle birlikte dönem dönem
kabaran ihtilalci yanlarını tümden yitirdiler. ABD'nin
dünya pazarlarından en büyük payı alan ülke durumuna
gelmesi sonucu, ABD ezilenlerinin ondan aldıkları pay
küçük de olsa, pragmatizmle bütünleşince onları gericileşmeye
itti.
ABD artık neredeyse-gerçek nitelikte- muhalefet hareketinden
yoksun bir toplum olmuştu. Çünkü Amerikan bireyciliğinin
toplumsal ve siyasal olgulara muhalefet anlayışı da,
genel hayat felsefesinin bir sonucu olarak bütüne değil,
parçaya muhalefete dönüşmüştü. Bir bütün olarak toplumsal
yapılanmaya muhalefet olgusu çok cılız kalırken, her
türlü eleştiriye karşın, her çözümü sistem içinde arayan
yaklaşım egemen olmuştu.
Sonuçta ortaya çıkan insan tipi; en büyük emeli olarak
yıllarca İngiltere'yi görmeyi düşleyen üniversite öğrencisinin
günün birinde, "İngiltere'yi altı üstü adaymış"
dediği bir insan tipi; halk ise, 1986 yılında ABD Libya'yı
bombaladıktan sonra, Washington'da başka bir nedenle
çalan alarm düdüklerinden korkarak, "Libyalılar
ABD'yi bastı" diye sığınaklara doluşan halk oldu.
Bu kültür ve bu felsefenin dünya ülkelerine empoze edilme
çabası, kaçınılmaz biçimde önemli sancıları getirdi.
ABD kültürü, uzun yıllar o boş, o yapay haliyle dünya
ülkelerinde baş tacı edilmeye çalışıldı, edildi. Hollywood'un
büyük paralarla finanse ettiği filmler, Amerikan kültürünün
bir numaralı yayılma aracı oluyor; sert ve üstün adam
Yankee ile güzel ve aptal kadın kültürü yayılıyordu.
1956 yılında Cannes Film Festivaline giden yazar Marguette
Duras, Avrupa'nın en ünlü kadın oyuncularının, limana
demirlemiş ABD askeri gemisinin deniz piyade erlerinin
peşinde koşmalarını şaşkınlıkla karşılayacak ve Amerikan
insanının böylesine yüceltilmesinin nedenini soracaktı.
Olay yeni-sömürgelere yansıdığında daha trajik boyutlara
ulaşmaktaydı. Amerikan filoları geldiğinde, Amerikan
erlerine iyi hizmet vermek için genelevleri düzenlemek
ve temizlemek, yeni-sömürge ülkelerin ortak yazgısıydı(!)
Bu ülkelerin generalleri için söylenen "General
üniformalı Amerikan çavuşları" esprisi hiç de temelsiz
değildi. Amerika, üsleriyle, tesisleriyle yatırımlarıyla
sistemin tüm ülkeleri için içsel bir olgu durumuna geliyor,
"coniler" üstün adamlar gibi o ülkelerde,
ülke işbirlikçisinin kendi kendini aşağılamasının simgesi
olarak sırıtıyorlardı.
Bu gerçek ve mutlak bir yabancılaşmaydı.
Toplumsal üretim bir nesnelleştirme sürecidir. Ekonomik
yapılar, teknoloji, siyasal yapılar, ideolojik ve töresel
yapılar, bu nesnelleştirme sürecinin sonucudurlar. Tüm
bunlar, insanın doğayla ve insanın insanla olan üretim
sürecindeki ilişkilerinden doğar. Bunu, değişik bir
biçimde; "insan bu yapılar içinde, toplumsallaşarak
insan olur" şeklinde de ifade edebiliriz.
Ancak, özel mülkiyetin ve sömürünün olduğu toplumlarda
nesnelleştirme süreci; aynı zamanda yabancılaşma, yani
belli tarihsel koşullarda insan ve toplum etkinliklerinin
ürünlerinin (emeğin, paranın, toplumsal ilişki sonuçlarının,
insanın özelliklerinin ve yeteneklerinin) bu etkinliklerden
bağımsız ve bunlara egemen kılınması sürecidir.
Ya da onların özlerinde olduklarından değişik bir biçimde
kavranması süreci ve şeyleşme, yani insanın kendisini
insan yapan bilinçlilik, özgürlük, aktiflik gibi niteliklerini
yitirerek bir eşya, bir şey durumuna dönüşmesidir. Üretim
araçlarından yoksun bırakılan insanın insanlıktan çıkmış
gibi görülmesi, kullanılması sürecidir.
Yabancılaşma ve şeyleşme; eski toplumun bağrından doğan
yeni bir sınıfın, egemen sınıfla giderek çelişmesi ve
çatışmasıdır. Bu yabancılaşma,insanın yarattığı nesneler
arası zorunlulukların insana egemen olmasından başka
bir şey değildir.
Hemen belirtelim ki, bu zorunluluklar her zaman geçerli
sonsuz zorunluluklar değil, belirli süreçleri kapsayan
zorunluluklardır, geçicidir. Daha açık bir tanımlama
ile; bir üretim biçimi çerçevesi içinde geçerli olan
yapılar, kurumlar, ilişkiler, değerler, düşünceler,
bir başka üretim biçimi için geçerli değildir.
Buradan şu çıkarıma varılır: yabancılaşmanın aşılabildiği,
toplumda var olan çelişmelerin eski toplumu yıkarak
onu olumsuzlayabildiği sürekli gelişmeyle, özgürlüğün
olası olduğu bir üretim biçimine ve topluma ulaşılabilir.
Amerikan toplumunda doyma noktasına gelmiş olan yabancılaşma,diğer
ülkelerde kolayca kendisine bir gelişme temeli buldu.
Örneğin, Amerikan insanı karşısında en çok zavallılaşanların
Almanlar olması bir raslantı değildir. Alman faşizmini
iktidara getiren nedenlerden biri de yabancılaşma ve
şeyleşmenin bu ülkede kazandığı boyutlardı. Almanya,
hiç kuşkusuz burjuva değerlerin ve bireyciliğin Avrupa'da
en güçlü olduğu ülkeydi ve bu olgu, yitirilmiş bir savaş,
kanayan bir vicdan ve kırılmış bir onurla birleşince,
F.Almanya, Amerikan insanına ve kültürüne kendisini
teslim etmek ve rekabete böyle bir düzeyden başlamak
zorunda kaldı.
Amerikan'ın sistemin diğer ülkelerindeki yabancılaşmayı
ve şeyleşmeyi daha da derinleştirme, bu yönde bir ayna
bir gösterge olan kültürünün ve hayat felsefesinin,
tüm çürümüşlüğüne ve bomboşluğuna karşın yarattığı,
kendisine yüceltici ve üstün özellikleri yakıştıran
ve bu arada ezdiği ülkelere ve insanlara kendi kendini
aşağılama olanağı veren niteliği, işte böyle bir temelde
gelişti ve dünyayı etkiledi.
Söz konusu yapay üstünlük imajı ve bunun şaşırtıcı etkisi,
aynı zamanda zayıf yanını, ABD kültürünün "Aşil
Topuğunu" oluşturuyordu. Bu topuğu oklayan Aleksandro,
Vietnam halkı oldu.
" Sert ve üstün" Amerikan adamına, Uzak Asya'nın
Mütevazi insanının attığı tokat öyle etkiliydi ki, Yankee
tepetaklak inişe geçti ve 20 yıldır hala aşılamayan
depresyon olanca çıplaklığıyla açığa çıktı. Depresyonun
ekonomik ve siyasal sonuçları ağırdı. Ama olayın iki
boyutu kadar derin bir üçüncü boyutu vardı; Toplumsal
Depresyon...
Vietnam Savaşı ile birlikte ABD aleyhtarlığı, giderek
anti - emperyalist bir temele oturarak yayıldı. 1968
olaylarını bu denli etkili kılan nedenlerin başında
hiç kuşku yok Vietnam Savaşı'nın olaylara ivme veren
faktörleri gelmekteydi.
68 olayları, bir anlamda ABD hegemonyasına, yabancılaşmaya
ve şeyleşmeye tepkiydi. "Gençlik Olayları"
nitelemesine karşın, olayların sarsıcı etkisi süreç
içinde kendini gösterdi ve ardı ardına gelen patlamalar,
insan hakları ve demokrasi sorunlarını tartışma gündemine
getirdi. ABD'nin sorgulanmasıyla başlayan depresyon,
giderek tüm bir sistemin sorgulanmasına dönüşüyordu.
Kuşkusuz olay, yalnızca ABD hegemonyasına tepkiyle sınırlansa
yeterince etkili olmaz ve bir depresyona dönüşmez, toplumsal
hareketliliğin dönem dönem kabarmasının örnekleri olarak
kalırdı. Ne var ki, gelişmeler, Vietnam Savaşı bağlamında
ABD'nin teşhiri ve '68 olayları'yla sınırlı kalmadı.
Uzun yıllar süren "refah" döneminin sorunları,
ekonomik bir depresyonu doğurmuş ve yüksek enflasyon
ve devalüasyonlar at başı gitmeye başlamış, yeniden
paylaşım çatışması antagonizma kazanmasa da, ekonomik
düzeyde ilişkiler kıran kırana bir görünüm almış, siyasal
düzeyde yankılar genişlemiştir. Bu sürecin kaçınılmaz
ürünleri olarak zamlar ve işsizlik kendini göstermiştir.
Kapitalist üretim, belli oranda işsizliği her zaman
benimsemiştir. Çünkü işsizlik onun için yedek bir sanayi
ordusu, işçi kalkışmalarına karşı bir sigorta anlamına
geliyordu. Ancak depresyonla birlikte olay 'yedek sanayi'
boyutlarını aşmaya ve ciddi toplumsal sorunların kaynağı
olmaya dönüşmüştü. Özellikle ABD ve İngiltere'de baş
gösteren işsizlik, kısa sürede savaş sonrasının en yüksek
oranlarına ulaşıyor ve giderek ünlü 1929-32 depresyonunu
geride bırakan ölçüleri buluyor, %10'larla, %15'lerle
ifade ediliyordu.
Yeni-sömürge ülkelerde ise durum hiç kuşkusuz daha sert
boyutlardaydı. İşsizliği artıran bir diğer neden de
bilimsel ve teknolojik devrimin eseri yeni üretim araçlarıydı.
Yüksek teknolojinin ürünü her araç, bir işin geçmişe
oranla daha az insan tarafından gerçekleştirilmesi demekti.
Sosyalist ülkelerde üretim planlı bir gelişme esnasına
dayandığı için çözüm, açığa çıkan işçilerin başka sektörlere
aktarılması ya da işgününün kısaltılması oluyordu.
Kapitalizmin anarşik ve sermaye birikimini esas alan
niteliği ise, kendi varlığının gereği olarak bir tek
seçeneği olası kılıyordu; işten çıkarma... İşsizliği
artıran bir diğer etmen de bazı sektörlerin artık önemini
yitirmesi olmaktaydı. Özellikle madencilik ve demiryolculuk
gibi çok sayıda işçiyi istihdam eden sektörlerin giderek
cazip olmaktan çıkması, kitle olarak işten çıkarmaları
getiriyor, işsiz sayısı durmadan kabarıyordu.
Olay bir süre sonra yalnızca İngiltere ve ABD için tehlike
olmaktan çıkarak sistemin tüm ülkelerini sardı. Bir
zamanlar gelişmenin tüm yükünü omuzlayan yabancı işçiler
artık emperyalistler için yüke dönüşüyor ve işsizlik
öncelikle bu kesime darbe vuruyordu.
Öte yandan işçi hareketinin tavrını, işgününün kısalması
ya da yeni istihdam alanlarının yaratılması gibi çözüm
yollarının gündeme getirilmesini zorlayan bütünlüklü
ve politik bir tavır geliştirme perspektifine dayandıramaması,
emperyalizme kendi istikrar reçetelerini yürürlüğe sokma
olanağı verecekti. Bu yönde başlatılan direnişler ise
yeterince etkili olmayı başaramadı.
Yine de işsizlik çeşitli düzeylerde etkilerini ortaya
koymakta gecikmedi. Amerikan bireyciliğinin etkileri
depresyonla birlikte iyice açığa çıkmıştı. Saniye başına
düşen öldürme, yaralama, gasp, tecavüz gibi suçlarda
dünya ortalamasını birkaç kez katlayan ABD'de toplumsal
sorunlar, örgütlü ve politik karakterli bir muhalefete
dönüşemiyor, amaçsız ve vulger karakterli şiddet, toplumun
bir parçası oluyor ve hızla yükseliyordu. Avrupa ülkelerinde
ise olay daha değişik boyutlar kazanmıştı. "Sosyal
Demokrasi" nin söz konusu tepkiyi kendi potasına
aktarması, ancak geçici bir olgu olabilmişti.
Avrupa sol hareketi, bu depresyonu devrimci bir güce
dönüştürebilme yeteneğinden yoksundu. Geçen uzun yıllar,
SBKP'nin bağlaşığı partilere bürokratik nitelikler kazandırmış,
devrimci nitelik yerini reformizme bırakmıştı.
1968 olaylarına müdahale ederek önderliği yüklenmek
gibi görevler karşısında yetersiz kalmak, ülke gerçeklerine
dayanan politikalar üretmek yerine revizyonist kalıplara
sınırlı kalınması, partilerin gerileme sürecine girmesindeki
köşe taşlarıydı. Bir kısmının SBKP çizgisinden uzaklaşmaları
ise ancak gerilemelerini hızlandıran bir faktör olma
işleviyle çakıştı.
Özellikle İngiltere ve Fransa'da çok geniş olmasa da
belli bir tabana sahip olan Troçkistler ise durmadan
bölünen ve giderek kronik bir hal alan SSCB düşmanlığı
ve bürokratizm eleştirilerinin dışında etkinliği olmayan,
devrimci özden uzak kümeler olmaktan öteye gidemediler.
Bu boşluk ortamında çeşitli tepkilerle büyüyen 68 patlamasının
süreği silahlı örgütler ise Avrupa'da 'dar ve sol )
nitelik imajı içinde kaldılar. Yalnızca kuzey İrlanda
ve Bask'daki ulusal hareketler daha çaplı ve uzun soluklu
bir eksene oturabildiler.
Solun gelişmesine uygun bir atmosfer olmasına karşın,
sol hareketin bütünlüklü ve uzun vadeli dinamiklere
oturabilen yapılara sahip olamaması ve bu bağlamda oluşan
boşluk; Yeşiller,Alternatifçiler gibi çevreleşmelerin
gelişmesine yol açtı. 80'li yıllarda etkin olacak damgasını
vuracak olan 'Barış Hareketi', bu kanaldan serpildi.
Bu arada neo-faşist eğilimlerin güçlenmeye başlamaları
da hiç kuşkusuz, toplumsal depresyonun bir göstergesi
oldu.
5 - İSTİKRAR SAĞLAMA ÇABALARI
1971 ve 73 yıllarında yapılan devalüasyonlar ABD'yi
düze çıkarmaya yetmiyor, bu arada 1973'de ABD, Vietnam
yenilgisini resmen kabul ederken, bir yıl geçmeden patlak
veren Watergate Skandalı, ABD'nin yaşadığı sarsıntıyı
boyutlandırıyordu. Başkan Nixon'un istifasına kadar
giden olaylar dizisi, ABD'nin hegemonyacı özelliklerine
vurulmuş yeni bir darbe oluyordu.
ABD 70'li yıllarda, dünya çapında yaşanan 10 yıllık
sarsıntıya karşın askeri üstünlüğünü kullanarak hegemonyacı
rolünü sürdürdü. Öte yandan her şeye karşın, emperyalist
ülkelerin teknolojik alandaki en ilerisi olma özelliğini
korudu. Nükleer teknolojideki üstünlüğü ve uzay teknolojisine
diğer emperyalistleri ortak etmemekte kararlı davranması,
onun hegemonyacı özelliklerini sürdürmesine hizmet etti.
İngiltere ve Fransa'nın bu hegomonyaya karşı ortak girişimlerde
bulunması ve bu yolda örneğin, "Concorde"
uçaklarında simgelenen ürünler vermeleri ise, kendileri
için yarardan çok zarar getiren parlak örnekler olmayı
aşamadı. İngiltere'nin Harrier uçakları, Fransa'nın
Exocet füzeleri ya da Almanya'nın Leopard tankları örneklerinde
ifadesini bulan savaş sanayileri ise, ABD'nin nükleer
teknolojisiyle donatılmış askeri gücünün yanında sönük
görünümler sundu.
1980'li yıllara, hem ABD ve hem de diğer emperyalist
ülkeler; depresyonu aşamamakla birlikte, sosyalist yükselişi
ve bağımlı ülkeleri sarsan devrim dalgasını durdurmayı
başararak girmişlerdir. Bu, siyasal düzeydeki depresyonun
yerini, bir resesyona (durgunluk) bırakması olarak kabul
edilebilir. Ekonomik düzeyde yaşanan büyük çatışmaya
karşın dünya devrimci güçleri bütünlüklü davranmaktan
uzaktı. Böylece depresyondan çıkma yolunda, emperyalist
saldırı başlamış oldu.
Bu saldırının, genellikle 1980 yılında Reagan'nın ABD
Başkanlığına seçilmesiyle başladığı kabul edilmektedir.
Ve bizce yanlış değildir. Burada olay, Reagan'ın olağanüstü
yeteneklere sahip olmasından değil (ki Reagan'ın nitelikleri
bunun tam tersidir), koşulların emperyalist saldırı
dalgasını ancak bu dönem olası kılmasından kaynaklanmaktadır.
Reagan'ın seçilmesinden önce, 1971 ve 73 devalüasyonlarının
ardından, 1979'da yeni bir fiyat şoku yaşanmıştı. Birbirleriyle
çatışma durumundaki emperyalist güçler, artan enflasyon
oranına karşı, monetarist önlemlere yönelmişti. 1929-32
depresyonundan kurtulabilmek için, çareyi Keynesçi önlemlerde
bulan kapitalizm, bu kez Keynes'in önermeleriyle yol
açtığı depresyondan kurtuluşu, tam karşıtı bir modelle,
monetarizmde arıyordu.
Monetarizmi, en kısa biçimiyle, deflasyonist önlemlerle,
yani parasal sınırlamalarla ekonominin daraltılması
olarak özetleyebiliriz. Ancak, daha az zararlı çıkmak
çabası bu kez bütçe sınırlamalarının yapılamamsına neden
olunca, işsizlik iyice yaygınlaşacak ve pazarda talebin
düşmemesi, yeni bir şok dalgası getirecekti. Olay, Helmut
Schmidt'in "felaket" , Kissinger'in "Batı'nın
ekonomisi ve demokrasisinin bunalımı" dediği bir
nitelik kazanmıştı.
Reagan'da simgelenen ve Reaganizm olarak adlandırılan
model, ekonomik düzeyde, monetarizmin sürdürülmesiydi.
Enflasyonu önlemenin bir yolu olarak parasal sınırlamalara
gidiliyor ve yüksek faiz oranlarıyla dolar şişiriliyor,
yüksek ama yapay bir değer oranına ulaşılıyordu. Bunlara
karşın Reagan'ın politikası esas olarak 1970'li yıllara
damgasını vuran devrim dalgasının bastırılmasına yönelik
emperyalist saldırı noktasında odaklaştı. Reagan'la
birlikte silahlanma sanayine yönelik harcamalar emperyalizm
açısından gerilemenin çeşitli örnekleriyle doluydu.
Bununla birlikte, depresyon genişledikçe olayın ulaşabileceği
sınırlar da yavaş yavaş ortaya çıkmıştı. Bu sonuçlardan
ilki, dünya devrimci güçlerinin emperyalizme son verecek
dinamiklere sahip olmakta yetersiz kalmaları ve entegrasyonun
her şeye karşın varlığını sürdürmesiydi.
SBKP, emperyalizme öldürücü darbeyi revizyonist reçetelerde
ararken, ÇKP Marksizmden adım adım uzaklaşan bir noktaya
savrulmuştu. Nitekim depresyonun en sert olduğu bir
dönem de, Nixon Çin'e gidiyor ve kendi deyimiyle SSCB'ye
karşı, Çin kartını kullanıyordu. Çin ise olaydaki mantığını,
"yükselen düşman SSCB'ye karşı yıpranan ve teşhiri
tamamlanan düşmanın kullanılması" biçiminde açıklamaktaydı.
Bir süre sonra AEP'nin (Arnavutluk Emek Partisi) de
ayrı baş çekmeye başlamasıyla sosyalist sistem (ÇKP
ve AEP’nin daha sınırlı etki alanları olsa da) üç başlı
bir görüntü yarattı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin
yükselmesi, bu bağlamda sağlanan başarıyla oranlamaya
vurulduğunda, sosyalist sistemin bütünlüğünü yitirmesinin
etkisiyle emperyalizmi yok etme yolunda etkileri sınırlı
oluyordu.
Dünya halklarının emperyalizme karşı isyanı, 1977 Camp
David anlaşmasıyla büyük bir darbe yedi. Anlaşma, emperyalizmin
can damarı ortadoğu’da yaşama gücü bulması ve İsrail’in
geleceğinin güvence altına alınmasını sağlıyordu. İran
Hareketi ve Nikaragua devrimi, 70’li yılları sarsan
dalganın gerileme dönemini karşılayan son iki olgu olacak
ve yerini 80 yılları kapsayan karşıdevrimci dalganın
üstünlüğüne bırakacaktı.
Bir diğer olgu da, entegrasyonun her şeye karşın yaşamayı
sürdürmesiydi. Emperyalistler arası entegrasyon, depresyon
boyunca hiç kuşkusuz ciddi çalkalanmalar yaşamış, derin
çatlaklarla karşı karşıya kalmıştı. Öyle ki, emperyalizmin
I. ve II. Bunalım Dönemlerinde yaşadığı ve savaşlarla
sonuçlanan rekabet ve çatışmalar, III. Bunalım Döneminde
fazlasıyla vardı. Ancak bu olgular emperyalistler arası
çatışmaya antagonizma kazandırmaya yetmedi. Sistem,
bu tür bir savaşı kaldıracak güçte olmadığının bilincindeydi.
Asıl önemlisi, ABD’nin yıprandığı koşullarda, hegemonyacı
konumunun alternatifi çıkamadı. Almanya ve Japonya’nın
ekonomik düzeyde aldıkları yola karşın, bunu siyasal
düzeyde de ABD’ye karşı dönüştürebilecek durumda olmamalarının
en önemli faktörü, silah güçlerinin yetersizliğiydi.
Depresyon boyunca ABD ile en çok çatışan iki ülke olmaları,
ülkelerindeki ABD varlığına tavır almalarını sağlayamamış,
ABD askeri ve sivil varlığıyla bu ülkelerin içinde bir
olgu olmayı sürdürmüştü. Fransa 1966 yılında NATO’dan
ayrılmasına ve örneğin doları sarsan hamleyi başlatmasına
karşın ABD’nin alternatifi olacak güç ve zenginlikten
uzaktı. İngiltere ise, emperyalistler arasında ancak
beşinci sırada sayılabilecek bir düzeyde kalmıştı.
ABD, depresyon boyunca siyasal üstünlüğü hiç terketmedi.
Vietnam Savaşı ile tepe taklak inişe geçmesi ve 1971’de
depresyona tutulan ilk ülke olması gerçeği değiştirmeye
yetmedi. Giderek çürüyen toplumsal dokusuna ve siyasal
düzeyde yaşadığı yaklaşık 10 yıllık bunalıma rağmen,
1980’lerde saldırganlığa yöneliyor, bunun bir gereği
olarak silahlanma olağanüstü bir düzeye çıkarılıyor,
kaba bir anti-komünizmle bütünleştiren bu saldırgan
politika, depresyonun temel ilacı olarak kabul ediliyordu.
Bu durumun çok yönlü amaçları vardı. Emperyalizm depresyonun
tüm yükünü dünya halklarının sırtına yükleyecekti. Bunun
ise yeni-sömürge ülkelerde durulmaya başlayan devrim
dalgasını yeniden alevlendireceği mutlaktı. Dolayısıyla
bu nedenle işler daha baştan sıkı tutuluyor ve her türlü
devrimci girişimin başının ezilmesi amaçlanıyor, bunun
bir gereği olarak da, sosyalist sistem ülkeleriyle ilişkiler
hızla gerginleşiyordu.
Reagan’la başlayan saldırı dalgası, yeni sömürge ülkelerin
tekinde bile parlemantarizmin gölgesinin kalmaması kuşkusuz
rastlantı değildir. Grenada belki özgüvenini kazanmasının
bir aracı olma işlevini yüklendi. Bu dönem boyunca bir
tek ülkede bile devrim olmadı, karşı devrim dalgası
ise tüm dünyayı sardı. Emperyalizm, dünya halkları çatışmasının
genel çizgileri bu temelde yükseldi.
Politikanın eksenine saldırganlığı koyan ABD monetarizmi,
depresyonu atlatma yöntemi olarak saldırganlığı seçti,
dedik. Ancak hastalık uygulamalarda değil, sistemin
kendisinde, kapitalizmin anarşik niteliğinde yattığından,
bir süre sonra “Reagonomi” ilk açıklarını vermeye başladı.
Doların yüksek faiz oranları, yeni sömürge ülkeleri
inanılmak borçlar altına sokmuştu. Aynı biçimde diğer
emperyalist ülkelerde, yeni sömürge ülkelere okadar
olmasada yük altına girmişlerdi. Bunun sonucu, ABD ihracatının
düşmesi oldu. ABD bankaları, verdikleri borçların karşılığını
alamamk tehlikesiyle karşılaşırken, uluslararası tekeller
üretimi pazarlayamamanın sancılarını çekiyorlardı. Silah
ve petrol tekelleri hızla gelişmeyi sürdürüyorlardı
ama, tek başlarına sistemin sorunlarını karşılamaları
olanaksızdı. Sonuçta sadece 1983 yılında ABD bütçesinin
verdiği açık; 30 milyar doları aştı. Nitekim ABD, 1985’ten
başlayarak monetarist önlemleri gevşetmeye yöneldi.
Bu ise 1980 öncesi sorunları yeniden gündeme getirdi.
Monetarist politika, İngiltere’de de Thatcher ile başlamıştı.
Para arzının denetlenmesine dayanan Thatcher politikası,
kamu sektörünü özel sektöre devretmeyi ve ihracatı desteklemeyi,
İngiltere’yi uluslararası tekeller için cazip bir alana
dönüştürmeyi amaçlamıştı. Bununla birlikte bu politikada
aşırı bir işsizlik ve para arzınını daralması gibi sonuçlar
ortaya çıkmış, patlak veren spontane kalkışmalar Thatcher’a
zor günler yaşatmıştır. Reagan benzeri siyasal niteliğini,
İngiltere’nin geleneksel tutuculuğu ile bütünleştiren
Thatcher, yeniden dağıtım politikalarıyla ve seçim bloğu
dışında baskıyla ve temel hakların inkarı yoluyla, siyasal
destek için yeni temeller oluşturmaya çalıştı. Bu niteliği
Thatcher iktidarına, yer yer faşizmi karşılayan günümüzün
en gerici iktidarlarından biri olma özelliği kazandırdı.
Fransa’da 1981 yılında iktidara geçen “sosyalist” tandanslı
iktidar, çözümü ekonomiyi daraltmakla değil, genişletmekle
görmüştü. Ancak olay, diğer emperyalist ülkelerle koordineli
biçimde yürümediğinden (ki bu olanaksızdı) cari hesaplar
açık verecek ve frankın değeri hızla düşecekti. Sonuçta
“sosyalist” (!) iktidar bir yıl içinde söz konusu denemeyi
terkediyor ve monetarizmi karşılayan uygulamalara dönüyordu.
Japonya, “refah” dönemi boyunca, büyük bir hızla gelişmiş
ve askeri harcamalardan “muaf” tutularak cezalandırılmasını,
kendisi için bir avantaja dönüştürmüştü. Ancak 1971’den
başlayarak Japonya ekonomisi durgunluğa giriyor ve ABD
başta olmak üzere diğer emperyalist ülkelerin Japonya’ya
karşı korumacı önlemlere yönelmeleri, bu ülkeyi büyük
bütçe açıklarına itiyordu. 1979 şokunun ardından ekonomisini
genişletecek dinamizmi bulamaması, ardından ABD’nin
Reagonomi’sinin Japonya zararına sonuçları, onları da
depresyona ortak etti.
Aynı şeyler aşağı yukarı F. Almanya içinde geçerliydi.
Yaşadığı kimlik bunalımına karşın, dünya pazarlarından
önemli pay alarak gelişen F. Almanya, 1979’da daha fazla
direnemeyerek depresyona ortak oluyordu. Bunun ilk sonucu,
SDP’nin iktidarı yitirmesi oldu. Yeni gelişen iktidar,
uygulamalarıyla işsizliği yaygınlaştırma ve faturayı
özellikle yabancı işçilere yükleme yolunu tuttu.
İtalya, zaten pek parlak olmayan ekonomik durumunun
üstüne binen yüklerden monetarist uygulamalarla çıkma
çabalarına yönelirken, zengin bir ülke olmasına karşın
ABD ile bütünleşen ekonomik yapısı Kanada’yı da depresyona
ortak yapıyor, Hollanda, İsveç, İsviçre ve Avusturya
gibi sistemin diğer önde gelen ülkeleride ekonomilerini
genişletme yoluyla depresyonu atlatmaya çalışıyorlardı.
SONUÇ
Özetlemek gerekirse, emperyalistler arası çatışmanın
III. Bunalım Döneminde aldığı biçim entegrasyon olmuştur,
şeklinde sorunu tanımlayabiliriz. Savaş sonrası koşullar,
ABD’yi diğer emperyalist ülkelerin önüne itmiş ve hegemonyacı
devlet durumuna getirmiştir.
Almanya, Japonya ve İtalya zaten ABD tarafından işgal
edildiklerinden, oluşturulan yeni konjonktüre direnme
olanağı bulamazken, İngiltere ve Fransa savaştan, kısa
vadede kendilerini toparlayamayacak ölçüde zayıf çıktıklarından,
ABD’nin hegemonyacı rolüne emperyalist kapitalist kamptan
ciddi bir direnme gelmemiş, savaş yıllarında iç birikim
olanaklarını artırarak güçlenen Kanada, İsveç, Avustralya
gibi ülkeler de durumu kabullenmişlerdir.
İzleyen süreç, ABD’nin söz konusu konjonktürü yerleştirme
çabalarını içermiş, Bretton Woods Konferansında doları
altına çevrilebilir tek para birimi durumuna getiren
ABD, Truman Doktrini ile sosyalizme ve dünya halklarına
karşı bir soğuk savaş başlatmıştır. Bu atmosferi, entegrasyonu
yerleştirmenin bir aracı olarak kullanmış ve Marshall
Planı’nı yürürlüğe sokarak, sistem ülkelerinin ekonomilerini
kendi yararına reorganize etmeye yönelmiştir. İMF, İBRD,
OECD, GATT bu yönde oluşturulan kural ve ilkeler bütününün
simgeleri olacaktır.
Savaş sonrası ilk 10 yıl, entegrasyona uygun reorganizasyonu
gerçekleştirmeyi içerirken, izleyen 10 yıl, ABD hegemonyasını
pekiştirme sürecini içerecektir. Sistem ülkelerinin
iç pazarlarının sürekli gelişmesi, bu 20 yıla göreceli
bir istikrar kazandırmış, ancak pazarların doymasına
bağlı olarak ekonomik durgunluk (resesyon) başlamış
ve bir çöküntüye (depresyon) dönüşmeye yüz tutmuştur.
Emperyalist dönüşümle birlikte başlayan sermayenin uluslararasılaşması
sürecinin özellikle yoğunlaşması da dönemin bir diğer
özelliği olmuş, entegrasyon ve yeni sömürgecilik olguları,
çok uluslu tekellere gelişme olanağı sağlamıştır.
1967’den başlayarak sorun olmaya başlayan enflasyon
ve aşırı dolar bolluğu, ABD’nin kendi altın yedeklerini
döviz pazarında kullanmasına bağlı olarak Bretton Woods
sistemini yıkıma götürmüştür. Avrupalı emperyalistlerin
F.Almanya önderliğinde oluşturduğu AET’nin, Japonya’nın
artan etkisini durdurma çabası, ABD’yi ve beraberinde
sistemin diğer ülkelerini depresyona sürüklemiştir.
Aynı döneme denk düşen Vietnam Halk Savaşı ABD’nin teşhirini
sağlayınca, üste gelen ve birbirini tamamlayan olaylar,
ekonomik depresyonu, siyasal ve toplumsal depresyonun
izlemesini getirmiş, entegrasyon derin çatlaklar vermiştir.
Bununla birlikte, 1971-73 ve 1979’da en uç örnekleri
görülen depresyonun, 1980’li yıllar boyunca sürmesine
ve emperyalist ideologlarca bir afet olarak nitelenmesine
karşılık, entegrasyon yaşamını çatlaklarıyla birlikte
sürdürmüş, çözülmemiş ve ABD’nin hegemonyacı niteliği,
belli değişikliklerle de olsa devam etmiştir. Askeri
üstünlüğünü bir koz olarak kullanan ve 1980’li yıllarda
sosyalizme ve dünya halklarına karşı bir haçlı seferi
başlatan ABD, bugün de entegrasyonun yapıştırıcı gücü
olma özelliğini korumaktadır. Almanya, Japonya gibi
ülkelerin dünya pazarlarındaki paylarının artması, (bu
ülkelerin ABD teknolojisine erişememeleri ve özellikle
nükleer ve uzay gibi stratejik sektörlerde ABD karşısında
yetersiz kalmaları nedeniyle) ABD hegemonyasına alternatif
olmalarına yetmemiştir.
Depresyon bugün de aşılabilmiş değildir. Örneğin uluslararası
emperyalist-kapitalist para sistemi, Bretton Woods sisteminin
çökmesinden sonra anarşik bir biçim kazanmış ve belli
ilke ve kurallara dayandırılmaya çalışılmasına karşın,
ifadesini SDR’de bulan bir kümelenme olmaktan öteye
gidememiştir.
Emperyalizmin, depresyonun bütün yükünü dünya halklarının
sırtına yüklemesi, tüm üçüncü bunalım dönemini kapsayan
ulusal kurtuluş hareketlerini hızlandıran bir etmen
olmuş ve bir devrim dalgası olarak niteleyebileceğimiz
hareketlilik, depresyon boyunca emperyalizmi sarsmıştır.
Ancak dünya sosyalist blokunun parçalanmış olması ve
sosyalist sistemin revizyonist yaklaşımların denetiminde
olması, devrimci güçlerin depresyonu emperyalizmi yok
edecek bir olguya dönüştürmesini engellemiştir. Elindeki
nükleer gücü kullanan ABD, 1980’li yıllarda devrim dalgasını
boğmayı ve karşı devrimleri yaygınlaştırmayı başarmıştır.
Bugün de depresyonun sürmesine karşın, devrimci güçler
olayı emperyalizmi kısa vadede yok etmede kullanacak
iç bütünlükten ve dinamiklerden yoksun görünmektedirler.
Entegrasyon, hiç kuşkusuz emperyalistler arası yeniden
paylaşım çatışmasının sona ermesi anlamına gelmemektedir.
Çatışma dönem boyunca sürmüştür. Ancak aradaki çelişmenin
antagonizma kazanmaması, açıktan bir yeniden paylaşım
savaşını engellemiştir. Ulusal kurtuluş hareketlerinin
boyutları ve sosyalizmin maddi gücü emperyalistler arası
çelişmenin antagonizma kazanmamasını doğurmaktadır.
Yani emperyalistler hem birbirleriyle hem de dünya devrimci
güçleriyle savaşacak ve pazarlarını koruyabilecek durumda
değildir. Buna nükleer silahlanmanın eklenmesi ve topyekün
bir savaşın kazananı olmayacak ve dünyayı yok edebilecek
sonuçlara yol açması tehlikesi, savaşı olasılık olmaktan
çıkarmıştır. Bugün emperyalistlerin aralarında kamplara
bölünerek savaşa tutuşmaları olasılığından çok,teorik
olarak ifadesini SSCB ve ABD’de bulan bir sosyalizm-emperyalizm
savaşı tartışması sözkonusudur. Ancak nükleer silahlanma
ve hem emperyalizmin hem de reel sosyalizmin bu süreçteki
özellikleri, bu tip bir çatışmayı engellemektedir.
Entegrasyon, dogmacı anlayışlar dışında herkesin kabul
ettiği bir gerçektir. İkinci dünya savaşı sonrasında
oluşturulan kuramlar tutmamıştır. Savaş sonrasında,
başta SBKP olmak üzere sosyalist çevrelerde oluşan genel
kanı; İngiltere, Fransa ve özellikle de Almanya ve Japonya’nın
kendilerini toparlamalarına bağlı olarak, ABD hegemonyasından
kurtulmak için hareketlenmeleri ve dünya pazarlarından
pay istemeleri sonucu, yeni bir paylaşım savaşının çıkacağı
yönündeydi.
Nedir ki hayat bu yaklaşımı doğrulamadı. Diğer emperyalistlerin
kendilerini toparlamaları ve dünya pazarlarındaki paylarını
artırmaya yönelmeleri, bir paylaşım savaşı doğurmaya
yetmedi. 1970’ten sonrası gerçek bir ekonomik savaştı,
ancak bu düzeyi hiçbir zaman aşmadı.
Ekonomik çatışmanın boyutları, I. ve 2. Dünya Savaşlarını
getiren nedenlerden daha da sertti, ama bu durum savaşı
doğurmak bir yana emperyalistlerin sosyalizme ve dünya
halklarına karşı bir blok olarak hareket etmelerini
bile engellemedi. Fransa’nın göstermelik biçimde NATO’nun
askeri kanadından çekilmesi gibi olaylar ancak istisnai
kalırken, emperyalizm var olmak için her koşulda entegrasyona
bağlı kaldı.
Bu konudaki yanılgılar, çelişmeyi ve antogonizmayı,
bu ikisi arasındaki bağlantıyı çözümleyememekten kaynaklanıyordu.
Buna göre emperyalistler arası çelişme, sürekli bir
çatışma anlamına gelmekteydi. Ve bu çatışmanın tek çözümü
de antagonizma kazanmasıydı. Oysa antagonizma, çelişmenin
bir anıdır ve her çelişmenin antagonizma kazanması olanaksızdır.
Öncelikle olay ve süreçlere yön veren çelişmeler, ancak
daha başka çelişmelerle bağlantıları ve karşılıklı etkileri
incelendikten sonra doğru biçimde çözümlenebilir. 3.
Bunalım Döneminde emperyalistler arası çelişmeler bir
baş çelişmeler olma özelliğini yitirmemiştir ama aynı
dönemde sosyalizmle emperyalizm çatışması ve emperyalizmle
dünya halkları arasındaki çatışmaların da baş çelişme
niteliğini taşımaları, emperyalistler arası topyekün
bir paylaşım savaşının koşullarını objektif olarak sıfırlama
noktasına düşürmüştür.
Sonuçta, entegrasyonun gerçekliği kendisini kabul ettirmiş
ve sosyalist çevrelerde de kabullenilmiştir. SBKP’de
bu durum giderek resmi görüş haline gelmiş ve savaşın
emperyalistler arası bir savaş değil, emperyalizmle
sosyalizm savaşı olabileceği belirlenerek, dünyayı yok
edebilecek böyle bir savaşı engelleme çabası, SSCB dış
politikalarının eksenine yerleştirilmiştir.
Savaşın çıkacağı savını sürdüren ÇKP ve AEP ise konuyu,
SSCB’nin sosyal emperyalist olduğu görüşünü eksen olarak
açıklamaya çalışmış ve emperyalistler arası savaş mantığını,
ABD-SSCB savaşı biçiminde formüle etmişlerdir.
Bunların yanısıra entegrasyonun, paylaşım savaşlarının
tümüyle ortadan kalkması anlamına gelmediğini bir kez
daha vurgulayalım. Emperyalist-kapitalist sistem ülkeleri
arasında cereyan edecek topyekün savaşlar, bölgesel
savaşlara, çatışmalara dönüşmüştür. İngiltere ve Arjantin’in
perdenin önünde boy gösterdiği Falkland ya da İran-Irak
savaşı bu durumun örnekleridir.
B) SOSYALİZM-KAPİTALİZM ÇATIŞMASI
Büyük Ekim Devrimi ile başlayan sömürüden kurtuluş ve
sınıfsız bir topluma doğru ilerleme kavgası, çağımızın
kimliği olmuştur. Çağın tanık olduğu bilimsel ve teknolojik
devrimin açtığı ufuklar elbette insanlığın ilerlemesine
katkıda bulunmuştur. Ne var ki, bu anlamda ve daha değişik
boyutlarda sağlanan gelişmeler, ancak sınıfların ortaya
çıkmasıyla birlikte yok olan, gerçek özgürlüğün yeniden
sağlanabilmesi, sömürü ve sınıf olgularının ortadan
kalkmasıyla anlam kazanacak, insanlık asıl büyük atılımını
sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya ulaştığında yapacaktır.
Çağdaş süreçte ilerleme, haklı olarak sosyalizme özdeştir.
Genel anlamıyla dünyada sosyalizm güçlü, uluslararası
bir olgudur. Gelişmiş bir ekonomiye, güvenilir bir siyasal
ve askeri potansiyele dayanmakta- bütün hatalı algılamalara
ve pratiklere rağmen- sağlam bir bilimsel temelden faydalanmaktadır.
İnsanlığın 1/3’ünden çoğunu, insan ile toplumun düşünsel
ve manevi zenginliklerinin daha uyumlu biçimde serpilip
gelişmesi yolunda ilerleyen pekçok ülkeyi ve halkı temsil
etmektedir.
Sosyalizm, ne ezenlerin ne de ezilenlerin, ne sömürenlerin
ne de sömürülenlerin içinde bulunduğu, sosyalist adalet
ilkelerine dayalı yeni bir yaşama biçimidir. Kollektivizm
ve karşılıklı kardeşçe yardımlaşma, özgürlük düşüncelerinin
zaferi, toplumun her üyesinin haklarının ve yükümlülüklerinin
birbirinden ayrılmaz birliği, bireyin onuru, gerçek
bir insancıllık, onun ayırdedici özellikleridir.
Sosyalizm bütün insanlığa sunulmuş gerçek bir olanaktır.
Sosyalizm öyle ülkelerde doğup kurulmuştur ki, bu ülkeler
o sırada ekonomik ve toplumsal açıdan ileri ülkeler
olmaktan çok uzaktaydılar.
Hayat tarzları, tarihsel ve ulusal gelenekleri açısından
da birbirlerinden çok farklıydılar. Ama her biri kendine
özgü yolu bularak, bu yeni toplumsal sistem doğrultusunda
ilerledi.l Böylece aynı ekonomik temelin somut görünümleri
açısından sonsuz çeşitlilikleri ve nüansları konusunda
Marks'ın daha önceden söylediklerini doğruladılar. Ama
bu yol ne dümdüz ne de basitti.
Geri kalmış ya da iflas ettirilmiş bir ekonomiyi yeniden
düzenlemek, milyonlarca insanın temel eğitimini sağlamak,
onları barındırmak, beslemek, ücretsiz tıbbi yardımda
bulunmak son derece güç olmuştu. Yeni toplumsal görevler,
emperyalizmin aralıksız askeri, ekonomik, siyasal ve
psikolojik baskısı, savunma için büyük çaba göstermek
zorunluluğu, olayların akışı üzerinde, bunların niteliği
üzerinde yansımaktan geri kalmıyordu. Bütün bunlar,
siyasal yanlışlıklar yapmadan, çeşitli subjektivist
sapmalar olmadan gerçekleşmeyecekti ve belki de sosyalizm
tarihi açısından endişe verici gerilemeler gündeme gelebilecekti.
Bu nitelikleri, daha ileri bir toplumsal yapılanma olarak
sosyalizmle, ondan sistem olarak geride olan, yaşayabilmeye
uğraşan kapitalizm arasında kaçınılmaz çatışmayı getirdi.
Söz konusu çatışma, 3. Bunalım Döneminin başlıca çelişkisinden
biri oldu.
Gerçekte bu çelişmenin daha uzun bir geçmişi vardı.
Rusya'da Büyük Ekim Devrimi'nin gerçekleşmesi ve dünyanın
toplumsal ve siyasal anlamda bölünmesiyle birlikte,
hem olaylara yaklaşım ve hem de hareket etme anlamında,
kapitalizmden temelde farklı olan, ondan her anlamda
ileri bir toplumsal yapılanma yolunun açılmasıyla, söz
konusu çatışma başlamıştı.
Bu durum tarihsel bir gerekliliğin kaçınılmaz bir sonuçlarıdır.
Gelişmelerin belirli bir aşamasında, toplumun maddi
üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri
var olan üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler.
Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler,
onların engelleri durumuna gelirler. O zaman bir toplumsal
devrimler çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman
üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla alt üst eder...
Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin
en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir. (Bireysel karşıtlık
anlamında değil, toplumsal varlık koşullarından doğan
karşıtlık anlamında) Bununla birlikte burjuva toplumun
bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşılığı
çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. (56)
Bu karşıtlığın çözümü komünizmdir. Komünizmle birlikte,
kapitalizm ve ona özgü çelişmeler sona erecek, yerini
daha ileri bir toplumsal yapılanma ve ona özgü çelişmeler
alacaktır.
Komünizm düşüncesi, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum sistemi,
sınıfların ortaya çıkmasıyla birlikte doğmuş ve çağlar
boyunca çeşitli biçimlerde dalga dalga yayılan ve süren
halk hareketlerinde, isyanlarında dolaylı ya da dolaysız
neden ve amaç olmuştur. Ancak komünizm düşüncesi bilimselleşmesi
ve olgunlaşması, ücretli kölelik sisteminin ortaya çıkması
sürecinde olmuştur. Komünizm amacına yürüyerek örgütlü
ve disiplinli, devrimci bir sınıfın, çalışanların ve
sömürülenlerin yeni bir toplumsal düzen yaratma eylemi
içinde sermayenin boyunduruğunu parçalama savaşını yönetmeye,
bizzat bu savaş boyunca zaferi korumaya ve sağlamlaştırmaya,
sınıfları tümüyle ortadan kaldırmaya yetenekli tek sınıfın,
proletaryanın oluşmasıyla birlikte, komünizm düşüncede
var olabilmiştir. Ve bilimsel açıklık kazanması, siyasal,
ekonomik ve ideolojik bağlamda uygun zemini, kapitalizm
koşullarında olgunlaşmasına koşut olarak Marks'la birlikte
başlamıştır.
İngiliz ekonomizminin, Fransız sosyalizminin ve Alman
felsefesinin güçlü geleneklerini, kendisini besleyen
kaynaklar olarak alan Marks, bu kaynaklardan hareketle
bir sistem olarak kapitalizmi çözümleyip, çelişki ve
ilişkilerini saptadıktan sonra, sınıfsız bir topluma
giden yolu göstermiştir. "Kapitalist toplumdan
komünist topluma dönüşüm sosyal geçiş dönemini gerektirir.
Bu da proletaryanın devrimci dönüşümünden başka bir
şey olamaz" (57).
Sosyalizm, bu söz konusu süreci, proletaryanın devrimci
diktatörlüğü dönemini karşılayan bir toplumsal sistemdir
ve bu niteliğiyle komünist toplumun alt aşamasını oluşturur.
Sosyalizm süreci, sınıflar kavgasının sona ermesi anlamına
gelmez, tersine sınıflar kavgasının yeni biçimlerde
sürmesi demektir.
Proletarya diktatörlüğü, zafere ulaşmış, siyasal iktidarı
ele geçirmiş proletaryanın , yenilmiş ama henüz yok
edilmemiş, direnmeyi bırakmak şöyle dursun, temden hızlandırmış
ve direncini yoğunlaştırmış burjuvaziye karşı savaşıdır.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki proletarya diktatörlüğü,
giderek halkın sosyalist demokrasisine dönüşür. Proletarya
diktatörlüğünde gerçekleştirilen demokrasi tarzı bizzat
proletaryanın sınıfsal yapısından, hedeflerinden, ve
görevlerinden doğar ve biçimlenir.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı
korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın
mutluluğunu sağlamak yolunda ilerler. Proletarya bunları
ancak bütün çalışanların ve demokratik güçlerin sağlam
ittifakıyla ve geniş halk kitlelerinin desteğiyle gerçekleştirir.
İşte bu nedenle işçi sınıfının, kentlerin ve köylerin
proleter olmayan tabakaları ve her şeyden önce de köylülerle
ittifakı, proletarya devletinin en yetkin ev sağlam
demokratik ifadesini oluşturur.
Sosyalist eylemin yükselişi sürecinde, en önemli köşe
taşlarından birini Paris Komünü oluşturur. Fakat proletarya
iktidarı, Paris Komünü'nde ancak geçici bir olgu olabilmiş
ve 72 gün yaşadıktan sonra yenilmiştir. Marks ve Engels,
Paris Komünü'nü hazırlıksız bulmuş ve özellikle iç savaş
çıkarmamak gerekçesiyle zayıf durumdaki karşı-devrimin
ezilmesini, iktidarı ele geçiren Merkez Komitesinin
aşırı bir titizlikle yetkilerinin erken bir biçimde
devretmesini eleştirmekle birlikte, onu proletarya diktatörlüğünün
ilk örneği olarak tanımlamış ve tüm güçleriyle desteklemişlerdi.
Söz konusu eleştirilere neden olan hataları yüzünden
yenilen Paris Komünü, Marks ve Engels'in eleştirileri
ve nitelemeleriyle birlikte, sonraki devrimler için
esin kaynağı ve dersler bütünü olacaktır.
Marks ve Engels için sosyalizm her şeyden önce sanayileşme
sorunun çözümlemiş ileri kapitalist ülkelerin bir sonraki
durağıydı. Buna göre sosyalizm, ancak Avrupa'nın ileri
ülkelerinde, ABD ve Rusya'nın gündeminde olabilirdi.
Ve Marks'ın ilgi alanını sürekli bir devrime dönüşememesinden
sonra, İngiltere oluşturmuştu. Kapitalizmin henüz dünyayı
sarmalamadığı dönemin koşulları içinde, tek tek ülkelerde
sosyalizm düşüncesi yerine kapitalist ülkelerin birbirlerine
koşut olarak sosyalist devrimlere sahne olmaları ve
ardından sosyalizmin bir dünya sistemine dönüşmesi öngörülmekteydi.
Emperyalist dönüşümle birlikte, kapitalizm bir dünya
sistemi durumuna geldi. Artık proletarya devrimi bütün
ülkelerde birden patlak verecek görüşü gerilerde kalmıştı.
Emperyalizm ekonomik otarşiyi yıkarak, ulusla ekonomileri
dünya ekonomisi denilen bir zincirin parçaları durumuna
getirmişti Ve sistemin bütünü açısından bütün ülkelerde
devrimin objektif koşulları olgunlaşmamış düzeyde de
olsa vardı. Bu nedenle ilk proletarya devriminin kapitalizmin
en çok gelişmiş ülkelerde gerçekleşeceğini beklemek
yanlıştı.
Marks ve Engels'in tekel öncesi dönem için geçerli olan
önermeleri, emperyalist dönemle birlikte geçerliliğini
yitirmişti. Artık ilk proleter devrimi, kapitalizmin
en çok geliştiği ülkede değil, emperyalist zincirin
en zayıf halkasında patlak verecekti. Çünkü proletarya
devrimi, dünya emperyalist zincirinin kırılmasının bir
sonucu olarak doğacaktı. Devrim sürecine giren ülkenin,
sermaye cephesini yaran ülkenin, kapitalist anlamda
daha çok gelişen ülkelere oranla daha az gelişmiş olması,
bununla birlikte kapitalizm çerçevesi içinde olması
pekala mümkündü.
20.yy.'ın başlarında Rusya'nın sahip olduğu koşullar,
Marks ve Engels'i Avrupa'da sürekli devrim durumunun
geldiği düşüncesine iten 1848 Almanya'sına benzer özellikler
taşıyordu. Rusya, tıpkı 1848'in Almanya'sı gibi gecikmiş
bir burjuva devriminin eşiğindeydi. Ama Lenin, hazırlanması
ve zafere ulaştırılması gerekenin sosyalist devrim olduğunu
söylemekteydi. Çarlığın düşmesi sosyalist devrimin önündeki
engelleri kaldıracaktı. Çünkü Rusya'nın özgül koşullarında
burjuva demokratik devrim, çok kısa bir süre içinde
proletarya devrimine dönüşebilirdi.
Rusya'nın sanayideki gelişmesi büyük oranda yabancı
sermayeye bağlıyldı. Ulusal burjuvazinin görece zayıflığının
nedeni de buydu. İşçi sınıfı sayıca azdı. Ama birkaç
büyük kentte ve büyük fabrikalarda yoğunlaşması yüzünden,
büyük bir özgül ağırlığı vardı. O halde bu sınıf öncü
bir rol oynayabilirdi. İşçi sınıfı, çalışan köylüler
ve Çarlığın ezdiği halklarla ittifak halinde, büyük
toplumsal dönüşümlere hazırlanmaktaydı.
Rusya'da devrimin ilk ayağı 1905 yılında patlak verdi.
Bu devrim, Rusya'nın politik sisteminde bazı değişiklilkler
getirdi. her şeyden önce Çar, meşrutiyet anlamına gelen
bir anayasayı ve yasama meclisinin kurulmasını kabul
etmişti. Ama 1907'den başlayarak olayların durulması,
Çarlığın verdiği "demokratik" hakları yeniden
gasbetme avantajını verecekti. Demokratik devrimin ikinci
ayağını 1917 Şubat Devrimi oluşturdu. Tarihin tanıdığı
en görkemli eylemlerin biri olan Şubat Devriminden sonra
Bolşeviklerle (Şubat Devriminde aynı saflarda yer aldıkları)
diğer çeşitli sol tadanslı partilerin yolları ayrıldı.
Bolşevik Partisi devrimi ileri götürmek, sosyalist bir
devrimle tamamlamak amacındaydı. Diğer partilere göre,
önce kapitalizm gelişmeli, sosyalist devrim de bu temelde
yükselmeliydi.
Sonuçta Lenin'in önemli çabalarıyla MK içinde 2'ye karşı
10 oyla ayaklanma kararının çıkmasının ardından, burjuvazi
içi çelişkileri ve ayaklanma anını çok iyi hesaplayan
Lenin'in insiyatifinde Sovyetler Kongresi'nin açılacağı
günün gecesi (6-7 Kasım gecesi) başlayan ayaklanma,
çok az bir kayıpla başarıya ulaştı. Lenin, büyük devrimi
ve programı ilan etti.
'Yoldaşlar, Bolşeviklerin durmadan zorunluluğunu gösterdikleri
işçi ve köylü devrimi gerçekleşmiştir.
Rusya'nın tarihinde yeni bir evre açılmaktadır ve bunun
için Rus Devrimi, sonunda sosyalizmin zaferine varacaktır.
Gündemimizdeki görevlerden biri, savaşa hemen son verme
zorunluluğudur.
Uluslar arası demokrasiye önerdiğimiz adil ve ani barış,
dünyanın proleter kitleleri içinde, her yerde canlı
bir yankı bulacaktır.
Büyük arazi sahipleri mülkiyetini kaldıracak, bir tek
kararname ile köylülerin güvenini kazanacağız. Üretimde
gerçek bir işçi devletini kuracağız" (58)
Ayrıca, devrimin ilk adımı ancak atılmıştır. Devrimi
yerleştirmek,uzun ve özverili, çetin yolu aşmayı gerektirecektir.
"Rusya'da başlamak kolay, ama sürdürmek daha güçtür.
Batı ülkelerinde ise başlamak zor ama sürdürmek daha
kolaydır" (59).
İç savaşın sonunda, ülkenin sahip olduğu manzara ise,
hiç iç açıcı değildir. Ekonomik durum yürekler acısıdır.
1920 yılında, sanayi üretimi savaş öncesine göre (1913)
3,5 kat gerilemiş, bazı sektörlerde yok denecek düzeye
inmiştir. Tarımsal üretim üç kat gerilemiştir. 1921-22
yılı rakamlarıyla 2,5 milyon insan açlık çekmektedir.
Açlık nedeniyle ölenlerin sayısı 5-8 milyondur. Yalnız
iki milyon insan salgın hastalıklardan ölmüştür. Toplam
olarak savaş kurbanlarının sayısı (Birinci Dünya Savaşı,
iç savaş ve kırımların kurbanları) 13 milyonu aşmaktadır.
Böylesi koşulların üzerinde yükselen sosyalist inşayı
kavrayabilmek, çağımızı sarsan olayı, sosyalizmi ve
onun kapitalizmle çatışmasını kavrayabilmek için özellikle
gereklidir. Çünkü sosyalizmin geleceğini belirleyen
dönem, SSCB'de sosyalizmin inşaa dönemidir.
Ekim Devriminden sonra, Bolşevik parti içindeki ilk
büyük ideolojik ve politik çatışma, savaş komünizmi
döneminde başlamıştır. Savaş komünizmi çok zorlu bir
dönemdi. Emperyalistlere ve beyaz orduya karşı savaş,
1. Dünya Savaşının getirdiği yıkımı daha da boyutlandırmış,
Rusya'yı orta çağ düzeyinde bir noktaya çekmiş, açlık
ve salgın milyonlarca insanı ölüme götürmüştü. Bu koşullarda,
proletarya diktatörlüğünün uygulamalarına yönelik tartışmalar
hemen başladı. Sorunun odağını, sosyalist demokrasi
ideallerinden ve programı belirleyen ilkelerden taviz
vermeden sendikalar ve kitleler ile ilişkilerin nasıl
olacağı konusu oluşturuyordu.
Tartışma proletarya diktatörlüğü, proletarya demokrasisi
ve geçiş dönemi ekonomisinin tartışılmasına dönüşüyordu.
Sorunların çözümünü disiplinli uygulamalarda gören Troçki
ve Buharin'in sol yaklaşımları, askeri proletarya diktatörlüğü
anlayışı temelinde yükselmekteydi. Buna göre üretim
ve iş sorunları savaş komiserliğine bağlanmalı, askeri
mekanizma sivil çalışma seferberliğini zorlayıcı bir
araç olarak kullanılmalıydı. İşçilerin asker kabul edilmesi
ve emir komuta ilişkisi içinde çalıştırılması, disiplinsizler
için ceza müfrezeleri kurulmasını savunan "sol"
sapmaya göre sendikaların rolü, işçi sınıfını temsil
etmek değil, disiplin sağlamaktı. Parti ise, kitlelerin
öncüsü olmakla sınırlanmamalı, yönetici, denetleyici
ve zorlayıcı bir işlev yüklenmeliydi.
Başını Shlyapnikov ve Kollontay'ın çektiği "işçi
muhalefeti" adlı sağ yaklaşım ise, ülke gerçeklerini
kavramaktan çok, sosyalizmi idealize eden bir karakter
taşıyordu. Ve devletin işlevini yer yer anarşistlerle
çakışan bir perspektif içinde ele alıyordu.
"Yaklaşan Felaket ve Çözüm Yolları" adlı broşürde
görüşünü açıklayan Lenin'e göre ise, geçiş dönemini
askeri bir diktatörlükle aşmaya çalışmak onulmaz bir
yanlışlıktı. Sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmini
izleyen bir evre gibi düşünülmeliydi: Yani sosyalizm
tüm halka hizmet eden tekelci devlet kapitalizmiydi.
O günün koşullarında ileri bir adım, savaş komünizmini
askeri bir diktatörlüğe dönüştürmek değil, devlet kapitalizmi
olmalıydı. Rus devrimini diğerleri izleyene kadar, işçi
devletini geri bir ülkede ayakta tutabilmenin yolu,
devlet kapitalizmi uygulamalarıyla ekonomiyi canlandırmaktı.
Çünkü, iktidar işçi devletinde oldukça, çatışma sosyalizm
ile devlet kapitalizmi arasında değil, iktidarın denetlediği
devlet kapitalizmi ile küçük burjuvazi ve özel kapitalist
sermaye arasında olacaktı.
Sonuçta, partinin 10. Kongresinde Lenin'in yaklaşımı
kabul edildi ve NEP dönemi başladı. Lenin, NEP'in amaçlarını
şöyle özetliyordu: "Başlıca üretim güçlerimiz,
öyle yoksunluk içindedir ki, şimdilik her şeyin şu temel
zorunluluğa bırakılması gerekmektedir; ne pahasına olursa
olsun üretimimizin miktarını artırmak, üretimi durdurmadan
değişimi yaratmaktır. Bu gerçek, NEP döneminin özünü
ortaya koyar."
Böylece mal teslimi yükümlülükleri kaldırıldı ve bunun
yerine köylünün alım gücünü yükseltecek uygulamalar
gündeme getirildi. İşçiler iç değiştirebilmekte, zanaatçiler
de ürettiklerini satabilmekteydiler. 10 işçiden daha
az işçi çalıştırabilen küçük işletmeler, kamulaştırma
dışı tutulurken, yabancı işletmelere karşı bazı ödünler
veriliyor ve bir banka kuruluyordu. NEP döneminin amacı
ekonomik açıdan bir soluklanma sağlayabilmekti. Ve sosyalizmi
bir kalıp olarak kavrayan kafalara karşı mücadele ile
birlikte sürdü.
Genç SSCB'nin geleceğine yön veren bir diğer tartışma
da, tek ülkede sosyalizmin uygulanabilirliği çerçevesinde
gelişti. Anlamını Stalin'de bulan bu soru, sosyalizm
anlayışını biçimlendiren bir yol ayrımının özelliklerini
taşımaktaydı. Tekel öncesi dönemde bir ülkede patlak
verecek devrimin, diğer ülkeleri de kapsayacağı ve sosyalizmin
bir dünya sistemi durumuna geleceğine inanılıyordu .
Ancak bu olmadı. Çünkü kapitalizm henüz gelişme dinamiğini
yitirmiş değildi. Üretim araçlarıyla üretici güçler
arasındaki çatışma, sistemi sürekli ve genel bunalıma
itecek olgunluğa ulaşmamıştı. Bunalımlar devrevi karakter
taşımakta ve kapitalizm her bunalımdan yenilenmiş ve
ilerlemeyi içeren faktörlerle çıkmaktaydı.
Emperyalist dönüşümle birlikte, bunalım sürekli bir
karakter kazandı. Sistem gelişme dinamiğini yitirmiş,
dünyanın ekonomik ve siyasi anlamda paylaşılması süreci
tamamlanmış, topyekün paylaşım savaşları kaçınılmazlaşmıştı.
Dolayısıyla, emperyalistler arasında dönem dönem antagonizma
kazanan bir çatışma vardı. İşte bu çatışma ve onun ardında
yatan neden, yani bunalımın süreklilik kazanması, sosyalist
devrimin yolunu açmıştı. Çünkü sürekli bunalım ve bu
temelde yükselen tekelci rekabet, kapitalizmin en zayıf
yanını oluşturuyor ve doğrudan üretici güçlerle üretim
ilişkileri arasındaki çatışmanın bir sonucu niteliğini
kazanıyordu.
Kapitalizm bir dünya sistemine dönüşmüş ve emperyalist
zincir dünyayı sarmalamıştı. Ama söz konusu emperyalistler
arası çatışmanın antagonizma kazandığı aşamada, zincirin
en zayıf halkasından parçalanması ve tarihsel gerekliliğin
işlemesi kaçınılmazdı.
Bu zayıf halka Rusya oldu.
Rusya, bir yandan batılı emperyalistlere bağımlı, öte
yandan dünyanın paylaşılması kavgasında yer alan yapısıyla
işçi sınıfının yükselen bir kavga geleneğine sahip olması
yanında, kırlarda barındırdığı derin çelişkileriyle
ve çok sayıda ulus ve milliyeti baskı altında tutan,
pek çok ülkeyi işgal etme temelinde yükselen ulusal
mozayiği, sınıflararası uçurumun derinliği gibi özellikleriyle
gerçek bir zayıf halka, bir yumuşak karındı.
Tekel öncesi dönemin bir burjuva demokratik devrimi
içermemesi, otokrasi ile kapitalist ilişkileri yan yana
taşıyan niteliği, Rusya'yı demokratik bir devrime, gecikmiş
bir halk hareketine gebe tutmaktaydı. Emperyalizm koşullarında
burjuvazinin böyle bir devrime önderlik edecek nitelikleri
yitirmiş olması, proletaryaya öncü görevlerini yüklüyordu.
Proletarya önderliğinin tercihi ise, demokratik devrimi
ileri götürmek ve kendi iktidarının yolunu açmak, sosyalist
devrime gerçeklik kazandırmak oldu.
Ama devrimi izleyen süreç, başlangıçta hesaba katılmayan
bir gerçeği dayatmıştı: Tek ülkede sosyalizm. Bu ilk
bakışta kavranamaz görünüyordu ve Bolşevik önderlerin
tamamı, Rus devrimini diğer ülkelerde meydana gelecek
devrimlerin izleyeceğine inanıyorlardı. Gerçi Lenin
daha 1915 yılında "ekonomik ve siyasal gelişmenin
eşitsizliği, kapitalizmin mutlak bir yasasıdır. Buradan,
sosyalizmin tek ülkede mümkün olduğu çıkar" (60)
diyerek, bu tür bir sonucu sezinlediğini ortaya koyuyordu.
Ama yine de asıl beklentisi dünya devrimi idi.
Devrimin patlak vereceği ilk ülkenin Rusya olacağını
daha yüzyılın başlarında saptamıştı. Bununla birlikte
bu ilk adımı diğerlerinin izleyeceğine inanıyordu. Nitekim
1918 yılında, Sovyetlerin 3. Kongresinde bu inancını
şöyle dile getirmişti; "Olaylar, dünya sosyalist
sistemin onurlu öncü rolünü bize, Rusya'nın emekçi sınıflarına
verdi ve biz şimdi devrimin gelişme perspektifini açıkça
görüyoruz. Rus başladı, Alman, Fransız, İngiliz tamamlayacak
ve sosyalizm zafere ulaşacak." Ancak Kızıl Ordunun
Varşova önlerinde durdurulması, Alman, Macar, Bulgar
devrimlerinin üst üste gelen yenilgileri, dünya devrimi
yolundaki beklentileri en azından kısa vadede olanaksız
kılacak ve Lenin'in Bolşeviklerin görüşleri, bu duruma
koşut dönüşümler gösterecekti.
1920'de "bütünüyle ele alınırsa sosyalist devrim
çağı, tartışılmaz bir felsefi ve tarihi gerçektir. Ama
her soyut gerçek, eğer herhangi bir politik duruma uygulanırsa,
bir boş söz durumuna gelir" diyen Lenin, 1922'de
artık biçimlenmiş olan görüşlerini şöyle özetleyecekti:
"Dünya sosyalist devriminin gelişmiş ülkelerde,
Rusya'daki kadar kolay başlamayacağını bilmek gerekir.
Bunu tarih kanıtlamıştır, bunu bir olgu olarak kabul
etmeyi bilmek gerekir. II. Nikola ile Rasputin'in ülkesinde,
nüfusun büyük bir bölümünün ülkenin uç bölgelerinde
neler olup bittiği ile, buralarda yaşayan halkların
ne istedikleri ile hiç ilgilenmedikleri bir ülkede devrimi
başlatmak, yerden tüy kaldırmak kadar kolaydı. Ama kapitalizmin
geliştiği, tüm insanlarına demokratik bir kültür ve
örgütlenme veren bir ülkede devrimi hazırlıksız başlatmak,
hata ve saçmalık olurdu. Burada sadece sosyalist devrimin
başlarındaki acılı duruma işaret ediyoruz" (61)
En yetkin ifadesini Kautsky'de bulan dogmatik yaklaşıma
göre, tek ülkede sosyalizm olanaksızdı. Çünkü Rusya
burjuva demokratik devrimini henüz tamamlamış bir ülkeydi,
dolayısıyla, önce kapitalizm iyice yerleşmeli, ağır
sanayileşme sorunu çözümlenmeliydi. Ancak, bunu sağladıktan
sonra sosyalizm bu temel üzerinde yükselebilir ve gündeme
gelebilirdi. Yani Bolşeviklerin iktidara el koymaları
başlı başına bir yanlışlıktı. İktidara el koymuş, Şubat
Devrimi ile gelen demokrasiyi yakmış yıkmışlar ve otokrasiye
yönelmişlerdi. Çözüm, iktidarın tez elden burjuvaziye
bırakılmasıydı. Bu mantık, NEP döneminin başlamasını,
kendi yaklaşımının Bolşeviklerce utangaç biçimde kabulü
olarak niteleyecek ve olayı kapitalizme dönüş olarak
görecekti.
Troçky'nin başını çektiği 'sol' muhalefet ise, olaya
değişik bir açıdan bakıyordu. Troçky'e göre Bolşeviklerin
iktidara el koymaları yanlış değildi. Ancak devrim,
dünya devrimi ile anlam kazanabilirdi. Emperyalizmin
var olduğu ve kuşatmasını sürdürdüğü koşullarda, sanayileşmiş
bir Rusya eğilim olarak sosyalist kalırdı ama gerçek
bir sosyalist niteliğe ulaşması ancak dünya devrimi
ile mümkün olabilirdi. O aşamaya kadar iktidar kuşkusuz
burjuvaziye devredilemezdi, proletarya demokrasisi korunur
ve yerleştirilmesine çalışılırdı. Sol muhalefetin en
büyük kozlarından biri de Sovyet deneyine kadar, hiçbir
sosyalistin, Lenin'in kendisinin bile tek ülkede sosyalizm
gibi bir olasılığı hesaba katmaması idi.
Ancak Lenin açısından sorunun karşılığı açıktı: "
O (Marks) bu dönemde yeni ve çok sayıda sorun artaya
çıkacağını, devrim boyunca durumun bütünüyle değişeceğini
ve devrim geliştikçe de, genellikle ve büyük ölçekli
değişmeyi sürdüreceğini tam olarak kavradığı için, devrimin
biçim, yol ya da yöntemleri konusunda kendi ellerini
bağlamadığı gibi, sosyalist devrimin gelecekteki zanaatçılarını
da hiçbir bakımdan kösteklemiyordu. (62)
Bir kez daha gerçek ortaya çıkıyordu: Teori, ancak hayatın
gerçekliğine uygun düştüğü oranda yeterlidir. Hayatın
dayattığı noktada teori, kendini aşmak, yenilemek zorundadır.
Tersi durumda dogmatizm kaçınılmaz sonuç olur. Önemli
olan teorinin özünü, yöntemini almak, buradan hareketle
gerçeği yakalayabilmektir.
Tek ülkede sosyalizm anlayışı, kendine gerekli teorik
temeli süreç içinde oluşturmuştur. Çünkü hayatın, olayların
dayattığı bir gerçek, bir olgudur ve teorik açıklaması
kuşkusuz vardır.
Öte yandan tek ülkede sosyalizmin inşasının zorunluluğuna
koşut olarak, parti olanca enerjisini sosyalist ekonomiyi
yerleştirmeye yöneltmiştir. Lenin'den sonra önderliğe
yükselen Stalin'in önündeki en önemli sorun, sanayileşmenin
başarılması sorunu olmuştur.
Bu temelde oluşturulan parti politikası, çeşitli muhalefetlere
karşın, ekonomik sıçramanın sosyalizmin gerçekçi politikalarıyla
mümkün kılınabileceğini, SSCB'nin o aşamada sanayileşmiş
olmamasının, sosyalizmin inşası yolundaki çabaya engel
olamayacağını, bu yolda ilk ve temel adımın ağır sanayileşme
olduğunu saptayarak, Stalin'in önderliğinde bu amaç
doğrultusunda ilerlemeye başladı. Çözüm bekleyen ilk
sorun ise sanayileşmenin gerektirdiği sermayeyi sağlayabilme
sorunuydu.
Troçky önderliğindeki sol muhalefet, hızlı bir sanayileşmeyi
ve hızlı bir sermaye birikimini savunuyordu. Preobranjinsky'in
detaylandırdığı bu yaklaşıma göre, kapitalizm bir ilk
birikim üzerinde yükseldiyse sosyalizm de aynı biçimde
sosyalist bir ilk birikim üzerinde yükselecekti. Tekelci
kapitalizmle mücadele, sosyalist tekelcilikle mümkündü.
Bu, sanayileşmenin faturasının köylülüğe yüklenmesi
anlamına gelmekteydi. Kapitalist ilk birikim; doğal
ekonominin bağrında doğmuş ve mülksüzleşmiş köylü yığınlarının
sömürülmesi esasına dayanmıştı. Sosyalist ilk birikim
de, (SSCB'de böyle bir olanağı sağlayacak tek tabaka
olan) köylülüğe yönelmek durumunda kalacaktı.
Preobranjinsky'nin görüşlerine Buharin, bu kez sağdan
eleştiriler yöneltti. Onun açısından sanayileşmeyi köylüden
sağlayacak birikime dayamak yanlıştı. Kulaklara karşı
takınılan düşmanca tavır terk edilmeli ve aşırı merkezci
bir politika yerine tarımsal gelişme ritmini dikkate
alan bir sanayileşmeye yönelinmeliydi. Kilit sektörler
sosyalist mülkiyet altında oldukları için kulakların
tasfiyesi kendiliğinden gerçekleşirdi.
Oysa NEP dönemi boyunca, küçük üretim Lenin'in deyimiyle
her saat, her dakika kapitalist ilişki üretmiş, kulaklar
güçlenmişti. Kulakların tasfiyesini kendiliğindenciliğe
bırakmak, sanayinin ancak ara sanayi bağlamında gelişmesi
demekti. Stalin şöyle diyordu: " İleri ülkelerin
50-100 yıl gerisindeyiz. Bu mesafeyi on yılda kapatmak
zorundayız. Ya bunu başaracağız ya da yok olup gideceğiz"
Bu yolda, yani sanayileşme yolunda başarı, tüketim ve
ara malları sanayinin gelişmesini kısmak pahasına kaynakların
çok büyük bir bölümünün ağır sanayileşmeye aktarılmasını
gerektiriyordu. Diğer bir deyişle tarımsal üretim sanayileşmenin
bir aracı olarak kullanılacaktı.
Ancak küçük üretim yaygınlığı, böyle bir olanağı engellemekteydi.
Geriye tek çözüm olarak tarımın hızla kolektifleştirilmesi
kalıyordu. Çünkü, kolektifleştirme, devletin tarım ürünleri
üzerinde tam bir denetimini sağlayacak ve kolektif çiftliklerde
yapılacak sözleşmelere göre tarımda yaratılan ekonomik
fazlayı yeterli biçimde değerlendirme olanağı yaratacaktı.
Üstelik kolektifleştirme tarım makineleri üretimi için,
üretim ve dolayısıyla sanayileşmenin gereksindiği finansmanın
oluşturulmasına katkıda bulunacaktı.
Böylece ekonomiyi canlandıracak işlevini yerine getiren
NEP dönemi sona eriyor, yerini tarımda kolektifleştirme
ve ağır sanayileşme süreci alıyordu.
1928 yılında uygulanmaya başlanan ilk 5 yıllık plan,
dünyada örneğine ilk kez rastlanan oranlarda kaynakların
sanayileşme çabasına aktarılmasını öngörmekteydi. Ulusal
gelirin 1/3'ü sanayi yatırımlarına ayrılmıştı. Bu oran
Çarlık Rusya'sındaki yatırım miktarının 2,5 ve aynı
dönem İngiltere'sindeki yatırım miktarının 2 katıydı.
Yatırımların 2/3'ü sanayiye ayrılmıştı. Dünya savaşının
yaklaştığı dönemde bu oran %86'yı bulmuştu.
SSCB'de 2. dünya Savaşı dışında kalan sanayileşme kampanyası
yılları sırasında, toplam sanayi üretiminin artış hızı,
yılda ortalama %18, toplam ulusal üretim (gelir) artış
hızı da %18 olmuştu. Böyle bir hız, ulusal üretimin
her 5 yılda bir, iki katına ulaşması anlamına gelir.
Kapitalist dünyanın en parlak dönemlerinde elde edilen
üretim artışı hızlarının iki katına yakın bir gelişmedir
bu... Nitekim, ABD'nin altın çağı olan 1880'lerin ikinci
yarısında bu hız %8,6 1890'ların Rusya'sında %8, 1907-13
yılları Japonya'sında %8,6 olabilmiştir ancak. Bu hızı
1899-1912 ABD yapım sanayilerinde görülen %5 büyüme
hızıyla ve 1885-1913 yılları arasında Britanya'da görülen
%3 büyüme hızlarıyla karşılaştırmak daha anlamlı olacaktır.(63)
SSCB'nin her defasında plan hedeflerini fersah fersah
geride bırakan atılımı, hiç kuşkusuz partinin saptadığı
hedefleri kitleye mal edebilmesinin, yani perspektiflerini
maddi güç durumuna dönüştürebilmesinin bir sonucudur.
SBKP ve Stalin, bu dönem kitle ruhunu yakalayabilmenin
ve onun sahip olduğu o muazzam potansiyeli değerlendirebilmenin
en büyük örneklerinden birini vermiştir ve kuşkusuz
SSCB'nin bu atılımı yüzyılımızın en önemli olgularından
biridir.
Tarımın kollektivizasyonu sürecinde kullandığı yöntemlerden
dolayı Stalin'i eleştirenler, ütopyacılığın soyut mantık
kurallarından kurtulamamaktadır. Bugün de, Troçki'nin
"Partinin ve devrimin gelişmesindeki her aşamada,
her yeni kitapta yeni moda olan her teoride, yeni bir
zigzag, yeni bir falso yapan, teorik ve pratik biyografisinin
tamamı, bolşevizmin formel çerçevesi içinde işlenmiş
bir hatalar zinciri olan, Marksizmi bütün somut gerçeklikten
boşaltarak, bir fikirler oyununa, çoğu kez sadece şifahi
bir safsataya dönüştüren medrese kafalı, küçük burjuva
çizgiye en uygun teoriysen" olarak nitelediği Buharin'i
"yeniden değerlendiren" yaklaşımın kökeninde
bu durum yatmaktadır.
Oysa şu gerçek çok açık: SSCB on yıl içinde sanayileşmek
zorundaydı. Yoksa ufukta görünen dünya savaşında yok
olması kaçınılmazdı. Sanayileşme yolunda kullanılacak
tek ve başlıca kaynak da kırlardı. Eğer Buharin'in önerdiği
yollar izlense, hiç kuşkusuz, SSCB, 2. Dünya Savaşı
başladığında, hala sanayileşmeye çalışıyor, kulakların
kendiliğinden tasfiyesini bekliyor olacak ve savaş,
sosyalizmi boğacaktı. Böyle bir sonuç Stalin'in önderliğindeki
sanayileşme sayesinde engellendi.
Devrimden sonra büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi
ve toprağın köylülere eşit olarak dağıtılması, zaten
toprağa bağlı tutucu bir sınıf olan köylülüğe, mülk
sahibi olarak, sosyalizmle çelişen bir karakter kazandırmıştı.
Gerçi köylülük eşit toprak dağıtımı nedeniyle iktidarı
desteklemiş ve iç savaşın kazanılmasında köylülüğün
bu temelde yükselen desteğinin büyük payı olmuştu. Ama
NEP dönemi boyunca köylülük içinde farklılaşmanın başlaması
ve kulakların giderek iktidarla çatışacak boyutlarda
güçlenmesi rahatsızlık verici bir düzeye ulaşmıştı.
Sanayi-tarım ilişkisinin niteliği, bir bütün olarak
tarımın kollektivizasyonu ve planlı üretimle, sanayi
için gereken birikimin ancak sağlanabilecek olması gibi
nedenlerle birleşince, kulakların tasfiyesi ve bu yolda
"zor"un kullanılması kaçınılmaz olmuştu. Nitekim,
kollektivizasyon süreci, bir çok kaynakta hala bir iç
savaş olarak yer alır. Sürecin bağışlanmayan niteliği,
bir çok durumda kollektivizasyonun ikna temelinde değil
zor temelinde yükselmesini getirmiştir. Örneğin, kulaklar
nasıl olsa elden gidecek düşüncesiyle büyük bir kesim
hayvanı katliamına girişmişlerdi; öyle ki, 1929 rakamlarına
ancak on yıl sonra ulaşılabildi.
"Zor" , tek başına gerici bir eylem değildir.
Ona gerici yada ilerici niteliğini veren, onun hizmet
ettiği amaç ve hedeflerdir. Toplumsal kullanmanın nesnel
gerekleri ile bireysel gereksinmelerle ve bireylerin
bu gereksinmeleri değerlendiriş biçimleri arasında bir
çatışmanın yer aldığı bütün durumlarda olduğu gib, kişisel
değerlendirme tarihsel süreci engelleyebilir ve geciktirebilir
ama ilelebet durduramazdı.
Ayrıca, bireylerin olayların gidişi karşısındaki tavırları,
değişmez ve kaçınılmaz şeyler değildir, zamanla nesnel
gelişmelerle uzlaşacaktır. Böyle bir uzlaşmada esas
alınacak olan, sözkonusu dönüşümün son çözümlemede toplumun
yararına olup olmayacağıdır. Tarımın kollektivizasyonu,
sonranın ileri sanayisini yaratmış, bu refahtan kırlar
da fazlasıyla yararlanmıştır. Dolayısıyla, Stalin önderliğinin
yaptığı, köylüye karşın onun geri niteliğini de aşarak,
köylüyü ve tüm toplumu ilerletme çabasıdır. Ve bu yolda
"zor" hiç kuşkusuz devrimci bir eylemdir.
Ayrıca hiçbir biçimde, Stalin'in, olayı çoğunluğu karşısına
alarak gerçekleştirdiği söylenemez. Tam tersine, kitle
durumunu çok iyi değerlendirme ve onun desteğiyle, ancak
bu sayede, sanayileşme atılımına giriş söz konusudur.
Tek başına geniş ve yaygın ilgi gören, binlerce "iş
kahramanı" yaratan Stakhovanist Hareket bile bu
yolda yeterli bir ölçüdür.
SOSYALİST SİSTEM VE BLOK SORUNLARI
Sosyalizm, genel hatlarıyla koyduğumuz bu süreç sonucunda
maddi varlığa dönüşmüş ve bir sistem olmuştur. Bu sistem,her
anlamda kapitalizmin ilerisinde bir dünya sistemidir
ve gelişen bir güçtür. İkinci Dünya savaşının sonuçlarını
vurgularken ifade ettiğimiz gibi, savaştan güçlenerek
ve bir blok oluşturarak çıkmıştır.
Sosyalist sistem ve sosyalist blok kavramları bir çok
durumda birbirine karıştırılmaktadır. Sosyalist sistemden
anlaşılması gerekeni kısaca; üretim araçları üzerinde
özel mülkiyetin yerine toplumsal mülkiyeti, kapitalist
kar aracının yerine insanların gereksinmelerinin karşılanması
amacını, fiyat mekanizmasının yerine plan mekanizmasını
koyan; bir bütün olarak üretim olgusunu sermayenin değil,
insanlığın geleceğine yönelten, bilimsel ve kültürel
gelişmeyi esas alan, burjuva devlet biçimleri yerine,
proletarya demokrasisini koyan; kır ile kent, kafa emeği
ile kol emeği arasındaki çelişmelerin giderilmesi temelinde,
sınıfsız ve özgür toplumsal aşamaya varmayı amaçlayan
ülkelerin varlığı biçiminde özetleyebiliriz. Dolayısıyla
bu amaçlara uygun ülkelerin varlığı, sosyalist sistemin
varlığı yada yokluğu anlamına gelir ve aynı bağlamda
bu soruya verilecek karşılık, doğrudan tarih ve geleceğe
ilişkin anlayışlarla bağlantılı bir nitelik taşır.
Tek ülkede sosyalizmin inşaasının gerçekliği üzerinde
yükselerek sosyalist sistem vücut bulmuştur. Sosyalizm,
günümüz dünyasında yaşanan ve gelişen bir gerçek, maddi
bir varlıktır, her anlamda kapitalizmden ileri bir toplumsal
bileşkedir. Burada, işlerliğe yüklediğimiz anlam göreceli
değildir, doğrudan yukarıda sıraladığımız ölçülerle
bağlantılı bir durumdur. Kuşkusuz sosyalist sistem,
çeşitli sorunlarla yüzyüzedir, çeşitli sorunlara gebedir
ve kendi iç çelişmelerinide içerir. Ancak olayı, bu
sorunları tarihsel materyalizmin penceresinden bakarak
değerlendirebildiğimiz ölçüde doğru bir noktaya ulaşabiliriz.
Tersi durumda bazı karışıklıklardan yola çıkarak detayların
içinde boğulma anlamına gelecek yanlış çıkarımlar, çözümlemeler
kaçınılmaz olur.
Bir bütün olarak insanlık, onbinyılı aşkın bir zamandır,
(Ekim Devrimine kadar) özel mülkiyeti esas alan toplumlara
sahne olmuş, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin biçimi
toplumları şekillendirmiştir. Binlerce yıl süren ve
neredeyse insan varlığının bir parçası durumuna gelen
bu olguyu yadsıyarak oluşan ve gelişen, bu temelde sınıfsız
toplumsal hayata ilerlemeye çalışan bir sistemin, bunu
sorunsuz, çatışmasız, çelişmesiz atlatması eşyanın tabiatına
aykırıdır.
Üstelik bu sistem, özel mülkiyet toplumlarının en ileri
örneklerinde, sanayileşme sorununu çözmüş ülkelerde
değil; onların gerisinde kalan ülkelerde, bu ileri örneklere
karşı mücadele ile birlikte örgütlenmek durumunda kalmış,
hem onların ilerisine geçmek ve hem de onları alt etmek
zorunluluklarıyla karşı karşıya gelmiştir. Böylesi koşullarda,
tek tek ülkelerde devrimin gerçeklik kazanması temelinde
yükselmesi, sözkonusu süreci daha da sancılı kılmıştır.
Tarih önünde 60-70 yıllık bir dönem, yoğun içeriğe karşı
uzun sayılmaz. Dolayısıyla, sosyalizmin gerçek olmadığı
ya da bu yoldaki denemelerin başarılı olmadığı şeklindeki
olmaktan başka
Tarih önünde 60-70 yıllık bir dönem, yoğun içeriğe karşı
uzun sayılmaz. Dolayısıyla, sosyalizmin gerçek olmadığı
ya da bu yoldaki denemelerin başarılı olmadığı şeklindeki
yaklaşımlar, burjuva ideolojisinin çeşitli uzantılarının
saldırıları olmaktan başka bir anlam ifade etmemektedir.
Her şeyden önce tamamı sanayileşmiş olan bir dizi ülkenin
üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini temel alarak
ileri sanayi ülkeleri durumuna gelmeleri ve insan hakları
sorunları temelinde, insanların barınma, eğitim, iş,
sağlık sorunlarını önemli oranda çözümlemeleri, başarısızlık
iddialarını yadsır.
Bununla birlikte, sosyalizmin tarihi ve bugün bulunduğu
nokta hiç kuşkusuz pek çok eksiklik ve yanlışlığı içermekte
ve her defasında faturası ağırlaşan sonuçlar çıkmaktadır.
Sosyalizmi bir sistem olarak başarılı bulmak ve maddi
bir varlık olduğundan söz etmek bu eksik ve yanlışlıkların
yadsındığı anlamına gelmez, ancak bu yanlışlıklar onun
toplumsal karakterini değiştirecek boyutlarda değildi.
Sosyalist sisteme yönelik en kapsamlı eleştiri Troçky'den
gelmiştir. Troçky, hem tek ülkede sosyalizm anlayışını,
hem de SSCB'ye yönelik eleştirilerini kapsamlı bir şekilde
ancak sürgün edilmesinden sonra ortaya koymuştur. Gerçi,
aynı mantığı daha önce de (yeterince sistemli biçimde
olmasa dahi), çeşitli biçimlerde ifade etmiştir.
Ancak devrimin ilk yılların fiili önderlerinden biri
olarak, eleştirileri sosyalizmin yadsınmasına dönüşmemiştir.
Oysa sürgüne gittikten sonra, tek ülkede sosyalist inşanın
olanaksızlığı görüşünün mantığını şöyle ifade etmektedir:
"Kapitalist toplumun üretici güçlerinin gelişmesi,
çoktan beri ulusal sınırların dışına taşmış durumdadır....
Dünya bütünlüğünün bir parçasını oluşturan ülke, gelişmesinin
coğrafi, kültürel ve tarihi koşullarını göz önünde bulundurmadan
ulusal çerçeve içinde ekonominin tüm dallarını birbiriyle
kapalı bir oransallık içine sokmaya çalışmak, gerici
bir ütopyadan başka bir şey değildir." (64)
Ekim Devrimi ve izleyen süreci ise, Marks'ın Louis Bonapart
iktidarını çözümleyebilmek için kullandığı yöntemden
esinlenerek, hiçbir sınıfın iktidarı ele alabilecek
durumda olmamasını, olası tek iktidar biçimi olarak
tanımlamaktadır. Bu durumda devlet, toplumun üstünde
ve göreceli olarak bağımsız bir nitelik taşımaktadır.
Görüldüğü gibi Troçky,önderlerinden biri olduğu devrimi
ve iktidarı nitelemede, sürecin dışına çıkarıldığı zamandan
itibaren açıkça karşıya geçmiş ve tek ülkede sosyalizm
anlayışını gerici bir ütopya sayla noktasına kadar gitmiştir.
Öyle ki, devrimin üzerinden oniki yıl geçtikten sonra
bile 1929 yılında iktidarı elinde tutanlara şöyle seslenmektedir:
"Hayallere kapılmayalım, elimizdeki talihsiz bir
moratoryumdur. Eskisi gibi geçici bir soluklanma aşamasındayız
hala"(65)
Troçki'yi bu noktaya savuran neden, eşitsiz gelişme
yasasının uzağına düşmesi ya da en azından yeterince
kavrayamamasıdır. Nitekim, Troçki'nin bu değerlendirmeyi
yaptığı dönem, SSCB'de Stalin önderliğinde planlı sanayileşme
atılımı başlamış ve bu sayede emperyalist saldırı durdurulmuş;
geçici soluklanma bir yana , sosyalist yükseliş başlamış
dünyanın 1/3'ünü kapsayan bir blok oluşturulmuştur.
Troçky'e göre iktidarı elinde tutan parti giderek toplumun
üzerinde bir nitelik kazanmış, üretim ilişkileri en
azından sosyalist eğilimli kalmakla ve devlet en temelde
işçi devleti niteliğini korumakla birlikte, bürokrasi
ayrıcalıklı bir konuma oturmuştur. Troçky, bürokrasiyi
bir sınıf olarak nitelemiş ancak ona bu tür bir işlev
yüklemiştir. Çözüm ise politik bir devrimdir.
Şöyle demektedir; "Plan, bürokrasini çıkarları
yerine üreticilerin çıkarlarına göre belirlenecek olsal
o zaman üretici güçlerin ekonominin çeşitli sektörlerine
dağılmasının ve genel olarak planın sahip olduğu içeriğin
bütününün köklü biçimde değişeceğini vurgulamak gereksizdir.
Ancak asalak Oligarşinin yıkılması sorunu, kamulaştırılmış
mülkiyetin korunmasına bağlı olduğu sürece, gelecekteki
devrimi politik bir devrim olarak adlandıracağız."
Troçky, SSCB için toplumsal bir devrimi gereksiz bulmaktadır.
Çünkü ona göre SSCB'de değiştirilmesi gereken alt yapı
değil, iktidarı elinde tutan güçtür. Kısacası, bürokrasinin
tasfiyesi ile sorun çözümlenecektir. Özel mülkiyetin
olmaması, planlı üretimin köklü bir değişiklikle aksaklıklarından
arındırılabilecek bir karaktere sahip olması, toplumsal
bir devrimi gereksiz kılmaktadır. Söz konusu köklü değişim
ise, bürokrasinin tasfiyesi ile gerçekleşecektir ki
bu da politik devrim anlamına gelmektedir.
Troçky'nin yaklaşımlarında üç önemli sorunun karşılığını
bulamayız. Birincisi; toplumun üstünde yer alan, farklılığı
sistemleşmiş ve ancak siyasal bir devrimle uzaklaştırılabilecek
bir kastın (kast nitelemesi Troçky'den sonra kullanılmaya
başlanmıştır. Sweezy, Baran, vb.), üretim ilişkilerini
dönüştüremememsinin nedenlerinin karşılığını bulamayız.
Bu yolda verilen Katolik kilisesi ya da Germanik topluluklar
örnekleri hiçbir açıklayıcılığa sahip değildir. İkincisi;
bu kadar yozlaşmış bir iktidara karşın, devletin hala
işçi devleti ve ilişkilerin "en temelde" da
olsa sosyalist eğilimli olarak kalmasının karşılığı
yoktur.
Kendisine Troçkist diyenler, devrimin üzerinden geçen
71 yıla karşın, bugün de işçi devletinden ya da sosyalist
nitelikli (eğilimli) ilişkilerden söz edebiliyorlar
ki, en azından tarih biliminin işleyiş kuralları açısından
yanlıştır. Üçüncüsü; bürokrasinin artı değeri kendisi
için üretmemesi bir yana, bürokrasinin en tepesinde
yer alan bir bürokratın tasfiyeye uğrayarak tüm ayrıcalıklarını
yitirmesinin SSCB tarihinde sayısız örneği vardır. (Melenkov,
Molotov, Kruşçev, Podgorni vb.) Yönetim kademeleri bazı
ayrıcalıklara sahip olsa da, sermaye biriktirme ve bu
sermayeyi kullanma şansına sahip değildir. Üretimin
sosyalist niteliği böyle bir olasılığı ortadan kaldırmaktadır.
Troçky'nin açmazları, o çok sözü edilen öngörülerinin
tutmaması ve sorduğu soruların yanlış ellerde çok değişik
bir nitelik kazanmasına neden olmuştur. Bugün, Troçkizm
denilen "akım" bir devrim önderinden, bir
askeri komutandan yola çıkmasına karşın tam bir "iktidarsızlık
doktrinine " dönüşmüş, Troçky'den kala kala kronik
bir muhalefetçilik ve bürokrasi eleştirisi kalmıştır.
Troçky'e göre 2. Dünya Savaşı, dünya devrimiyle sonuçlanacaktı.
Lenin'in daha yüzyılın başlarında saptadığı bilimsel
ve teknolojik devrimi hiç hesaba katamadı, entegrasyonu
hiç düşünemedi. Olay, Troçky'nin savunulmasından çok
dünya devrimi beklentileri tutmayan Troçky'nin ihtilalci
yanının görülmemesi ve küçük burjuva aydınlarlın muhalif
tutumlarına uygun bir zemine oturtulmasından başka bir
şey değildir.
Troçky'nin savlarının etki alanı geniş olmuştur. Denilebilir
ki, Troçky'den sonra SSCB'ye ve sosyalist sisteme yönelik
eleştirilerini birçoğu Troçky'den etkilenmiş ya da en
azından onu hareket noktası olarak almıştır. Yugoslavların,
Çinlileren ve Batılı Marksistlerin eleştiri, suçlam,
sav ve iddialarında Troçky'nin etkisini görmek olasıdır.
Bu yaklaşımların içinde önem kazanan, ÇKP'nin eleştirileridir.
Gerçi ÇKP'nin eleştirileri en az inandırıcı ve derinlikte
olanıdır; ama olayı akademik düzeyden çıkararak politik
bir eksene yerleştirdiği ve dünya düzeyinde etkili kıldığı
için önem kazanmaktadır.
ÇKP'nin savları, gerçekte ÇKP'ne egemen olan oportünist,
dar pratikçi ve pragmatik karaktere uygun olarak üretilmiş
savlardır. Buna göre, Stalin sonrasında kapitalizmin
yeniden resterasyonu başlamış ve SSCB, "sosyal
emperyalist" bir karakter kazanmıştır. ÇKP bu durumu
10-15 yıllık bir sürece sığdırmaktadır.
Stalin döneminde de geniş adımlar atarak yerleşen sosyalizmin
böyle bir süreçle karşıtına dönüşebilmesinin kuşkusuz
bilimsel bir temeli yoktu. Bu nedenle örneğin Lin Piao;
aksaklığı, (sosyalist demokrasi ve dolayısıyla sosyalizmi
denetleyecek kurumları oluşturamadığı için) Stalin'e
yükler. Kuşkusuz bu yönelişin gerçek muhatabı Lenin'dir.
Çünkü SSCB'de sosyalist demokrasi anlayışı Lenin'le
biçimlenmiş, "Devlet ve Devrim" de saptanan
ilkeler, SBKP'nin bugüne kadar bu bağlamda süren politikasının
eksenini oluşturmuştur. Lin Piao buradan hareketle Çin
Kültür Devrimine, söz konusu boşluğu dolduracak, sosyalizmden
sapmaları önleyecek aygıtları doğuracak bir misyon yüklemiştir.
Mao ise öldükten kısa bir süre sonra yargılanmaya başlanmıştır.
Kruşçev'in 1956'da başlattığı "destalinizasyon",
1966'da terkedilmiş ve Stalin'in kişiliğinde anlamını
bulan sosyalist alt yapı, bu süreçten önemli bir zarar
görmemiş, eski uygulamalara dönülmüştür. Buradan, Kruşçev
revizyonizminin etkilerinin kalktığı sonucuna varılamaz.
Aksine revizyonizm geleneksel süreçlerin bütünlüğünü
içeren bir sistematik kazanmıştır.
Buna karşılık Mao'nun karşıtları birbirine dönüştüren,
çatışan uçları uzlaştıran felsefi yanlışlıklarını kendisine
dayanak yapan ÇKP pragmacılığının savları bugün büyük
oranda yıpranmış ve gerilemiş savlardır. SSCB ile Çin'in
pratikteki dalgalanmalarının bir bütün olarak sosyalist
alt yapıda yarattığı etkinin farklılığı, sosyalizmin
inşası anlamında iki ülke arasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır.
SSCB'de sosyalist inşa ağır sanayi sorununun çözülmesi
temeline oturduğundan sistemin sapmalara karşı direnci
daha yüksek olmakta; buna karşılık Çin'de bu sürecin
sağlıklı biçimde tamamlanamaması, ülkeyi savrulmalara
daha açık bırakmaktadır.
Dolayısıyla sosyalist sistemi değerlendirirken, Arnavutluk'un
sistem açısından önem arzetmeyen durumu ve Çin'in sosyalist
alt yapıyı sağlıklı temellere oturtamamasından dolayı,
hareket noktamız SSCB'de simgelenen sistem olacaktır.
SSCB'de sosyalizmin sorunları iç ve dış sorunlar olmak
üzere irdelendiğinde:
İçerde olay daha çok bürokratizmi aşmak ve üretimin
plan niteliğinden kaynaklanan üstünlüğünü yüksek bir
teknolojiyle desteklemek konusunda odaklaşmaktadır.
Bu iki sorun ortaya hantal bir görüntü çıkarmaktadır.
Halen özellikle bürokratizmin kökenlerinde yatan nedenlerin
karşılığı, bu konuya ilişkin yapılan çeşitli açıklamalarda
yeterince dile getirilmektedir.
Mars, Paris Komünü'nü değerlendirerek sosyalizm anlayışını
açarken, konumuz açısından önemli iki noktanın üzerinde
durmuştur. İlki sosyalizmle birlikte ordunun dağıtılması
ve yerini sivil savunma milislerinin alması gerekliliği
idi. İkincisi ise bürokratizmdi. Marks'a göre hiçbir
şey hiyerarşik düzen içinde yukarıdan aşağıya görevli
atamak kadar sosyalizme yabancı olamazdı.
Ancak Marks'ın bunları söylerken düşündüğü sosyalizm,
bir dünya sistemiydi. Tek ülkede sosyalizm gerçekleri
ise bu durumdan bir hayli uzaktı. O, emperyalist dönüşümü,
topyekün paylaşım savaşlarını, emperyalizmin can simidi
gibi sarılacağı nükleer silah belasını görmemişti ve
o süreçte sosyalizm en ileri sanayi ülkeleri için öngörülüyordu.
Dolayısıyla sosyalizm, komünizme geçişin koşullarını
olgunlaştıracak kısa bir dönemdi. Aynı şeyler devrim
sonrasının Lenin'i için de geçerliydi. 1918 yılanda,
"Komünizmi görüyorum. Elle tutabileceğim kadar
yakınımızda" diyen Lenin'in, dünya devrimi umutları
henüz canlı olan bir noktadaydı. Ve sosyalizmi kısa
bir ara aşama olarak görüyordu.
Ancak hayat çok değişik bir ortam dayattı. Bu, geri
bir ülkede sosyalist bir inşayı, emperyalist kuşatma
altında oluşturma zorunluluğuydu. Bürokrasi de bunun
bir sonucu olarak, yani Troçky'nin iddia ettiği gibi
Leninist parti anlayışının sakatlığından değil ama tek
ülkede sosyalist inşanın dayattığı sorunların kaçınılmaz
bir sonucu olarak doğdu. Bu kaçınılmazlık neydi?
Birincisi, emperyalist kuşatma sözkonusuydu. Bu, bir
yandan orduyu dağıtmayı , bir yandan daha da güçlendirmeyi
zorunlu kılarken, öte yandan partiye salt öncülük ya
da yol göstericilik değil, yanı zamanda yöneticilik
misyonunu da yüklemişti. Çünkü, varolmak, devleti güçlü
bir biçimde ayakta tutmaktan ve kurumları sürekli denetim
altına almaktan geçiyordu. Öncülük, yöneticilik ve denetleyicilik
böylesine önem kazanırken, bu etkinliklerde görev alanların
sayısı arttı. Bu durum, bürokrasiyi kaçınılmaz kılan
çok önemli bir nedendi.
İkincisi, SSCB harap bir ekonomi devralmıştı. Kısa bir
sürede ya yok olacak ya da sanayileşecekti. Sanayileşmek
ise tarımda kollektivizasyondan geçiyordu. Kısa sürede
aşılması gereken bu yoğun içerik bürokrasiye güç kazandırdı.
Çünkü "plan", çok sayıda insanın özel olarak
bu kurumda uzmanlaşmasını kaçınılmaz kılmaktaydı.
Üçüncüsü, SSCB bir halklar ve milliyetler mozayiği idi.
Bu karmaşık ulusal doku, ulusların yazgısını belirleme
ilkesine uygun olarak çok sayıda özerk cumhuriyeti ve
bölgeyi doğurdu. Bu da her birinde ayrı örgütler ve
kurumlar demekti. Ve bürokrasinin kabarmasını kaçınılmaz
kıldı.
Dördüncüsü, sosyalizm aşaması sanıldığı kadar kısa bir
dönem olmayacaktı. Nükleer silahların gölgesinde asalak
ve çürüyen kapitalizm yaşıyordu ve emperyalizmin ciddi
bir tehlike olduğu dünyada, sosyalist sistem , kurumlarını
yaşatmak zorundaydı. Bu da bürokratizmin ömrünün uzamasını
kaçınılmaz kıldı.
Bu dört neden, bürokrasinin oluşmasını ve güçlenmesini
yeterince açıklamaktadır. Bürokrasinin giderek sosyalist
sistemin kurumu durumuna gelmesinde ise dördüncü etkenin
önemi büyüktür. Kapitalizmin ve dolayısıyla özel mülkiyetin
güçlü biçimde yaşadığı bir dünyada konünizm olanaksızdı.
Sosyalizmin ileri örneklerinde komünizmi karşılayan
ilişkiler mutlaka olur. Ama bir bütün olarak komünizmin
üst ve yetkin aşamasının, sistem durumuna gelmesinin
koşulları yoktur. Bu da ömrü uzayan sosyalist aşamanın
giderek başlangıçta varolan dinamizmini yitirmesi anlamına
gelir.
Devrim sürecini yaşamamış, kapitalizmin çürümüşlüğünü
yaşayarak öğrenmemiş kuşaklar için onbinlercie yılın
eğilimi olan özel mülkiyet duygusu, dünyada egemen olma
durumunu sürdüren emperyalizmin etkin ve yaygın propagandasi
sonucu, önemli bir tehlike olarak belirmektedir. Eğer
dünyada üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde
yükselen bir sistem olmasaydı, bu durum bir avantaja
dönüşebilirdi. Ama böyle olduğu doğrusu boşluk sözkonusudur.
Devrim döneminin coşkusu, mülkiyet duygusunun doğurduğu
kapitalizmi yaşatan dinamizmi çözmüş, Stalin döneminin
Stakhovanist hareketi, aynı işlevi yüklenmiştir. Ama
sonraki kuşaklar açısından benzeri şeyler sözkonusu
olmamıştır. Çünkü bürokratizm artık toplumsal heyecanı
ayakta tutacak dinamikleri hareketli kılacak canlılığa
sahip değildir ve çünkü bürokrasinin kendisi artık hantal,
dev bir kamburdur.
Bu niteliğiyle bürokrasiyi bir sınıfı ya da kast olarak
niteleyemeyiz. Burada alınacak ölçü, bürokrasinin bazı
ayrıcalıklara sahip olması değil, üretim araçları üzerindeki
mülkiyet sorunudur. Üretim araçları üzerindeki mülkiyetin
sosyalist niteliği, bürokrasinin bu araçların kullanmak
yoluyla sermaye biriktirmesine engel olmakta, yani farklılaşma
eğiliminin ortaya çıkması durumunda sistem kendisini
savunmakta ve farklılaşmayı engellemektedir. Üretim
araçlarının mülkiyetini kendi lehine değiştirmeyen bir
sınıf ya da kast bu anlamda yoktur.
Toplum açısından giderek bir fazlalık durumuna gelmesi,
bürokratizmin tasfiyesini kaçınılmaz kılar. Bürokrasiyle
bürokratizmi birbirine karıştırmamak gerekiyor. Devlet
kurumlarını oluşturan kadro anlamına oturtabileceğimiz
bürokrasi ile bu kadronun "kendisi için" eğilimler
kazanmaya başlaması anlamına gelen bürokratizm aynı
şey değildir. Bugün SSCB'de bürokratizme karşı girişimleri
de bu temelde değerlendirmek, kendisi için sermaye üretememekle
birlikte, giderek toplumun üstende bir noktaya giden
bürokratizmin, bu niteliğiyle, toplumsal gereksinmelerin
dışında bir fazlalık durumuna gelmesine bağlı olarak
sistemin kendisini savunması olarak açıklamak gerekir.
Bugün yaşanan süreci, bazılarınca yapıldığı gibi siyasal
bir devrim olarak nitelemek mümkün değildir. Böylesi
bir niteleme, Troçky'nin 60 yıl önce söylediklerinin
doğrulanması anlamına gelir. Hatırlanacağı üzere Troçky
SSCB'de aksaklıların giderilmesi için gerekli olanın
toplumsal bir devrim değil, siyasal bir devrim olacağını
söylemişti. Böylece bürokrasi tasfiye edilecek ve planlı
üretim köklü düzenlemelerle aksaklıklardan arındırılacaktı.
Bugün de kaba bir değerlendirme ile SSCB'de yapılan,
bürokratizm tasfiyesi ve bu şekilde üretimin düzenlenmesi
yani Troçky'nin doğrulanması olarak görebiliriz. Ancak
olay bu değildir. her şeyden önce Troçky için bürokratizm,
Leninist partinin karakterinden kaynaklanmaktaydı. ve
siyasal devrim ya da bürokratizmin tasfiyesinden kastettiği
Leninist partinin kendisini tasfiyesi idi. Oysa olay,
partinin halk hareketiyle tasfiyesi değil, partinin
kendini yenilemesi ve halkın bu durumu desteklemesidir
ki, yerleşik düzenin kendini denetimi anlamına gelir
ve Troçky ya d a benzerlerinin yadsınmasından başka
bir şey değildir.
SSCB'nin bir diğer önemli sorunu da, emperyalizmin teknolojik
düzeyde gerilerde bırakılamaması ve hatta bir çok alanda
emperyalist teknolojinin gerisinde kalmasıdır. Oysa
geçmişte durum değişikti. Sosyalist inşa döneminde,
kalkınma Sovyet teknolojisiyle başarılmış ve sıfırdan
yola çıkılarak on yıl içinde nükleer teknolojiye geçen
SSCB, teknolojik ilerleme ve emperyalist teknolojiyi
geçmenin simgesi dönüşecek olan uzay teknolojisi adımını
atmış, uzaya fırlatılan ilk uydu bir Sovyet uydusu olurken,
insanlı ilk uçuşu da SSCB başarmıştı. Ancak söz konusu
baş döndürücü hız giderek duruldu ve emperyalizmle süren
teknolojik savaş kesin bir üstünlüğe dönüştürülemedi.
Bu konunun nedenleri yolunda, örneğin, ABD'nin silahlanmayı
tırmandırmasının diğer alanlarda ilerlemeyi kösteklemesi
bir açıklamadır. Emperyalist bir ülke olarak ABD'nin
geliri, SSCB'den fazladır. Biri dünyanın zenginliklerini
yağmalarken, öteki kendi kaynaklarını kullanmak ve bu
arada sosyalizm anlayışının gerektirdiği uluslar arası
harcamaları karşılamak durumundadır. Revizyonist politikalar,
bu harcamaları daha da kabartmaktadır. Örneğin tek başına
"kapitalist olmayan yol" anlayışı, SSCB'ye
kabarık bir fatura çıkarmıştır. Eşit olmayan gelirlere
karşın ABD ekonomisi için bile ağır bir yük olan silahlanma
harcamalarına eşit biçimde katılmak, diğer alanlarda
teknolojik ilerlemeyi engellemekteydi. Buna, savaş sonrası
yaşanan bilimsel ve teknolojik devrimle birlikte bilim
ve üretim arasındaki yakın bağı fark eden emperyalizmin,
bilimsel harcamalara, giderek daha çok fon ayırmasını
ve bilimsel çalışmaları yoğunlaştırmasını ekleyebiliriz.
Ancak bunlar SSCB'nin bir çok daldaki geri teknolojisini
tek başına açıklamaya yetmez. Yenin, daha yüzyılın başında,
emperyalizmi yok edecek nedenlerden biri olarak sosyalizm
ile bilimsel devrimi gösterirken, böyle bir devrimin
gerçekleşeceğine ilişkin inancı, bilime, sosyalizm ve
kapitalizmin yaklaşımındaki farklılıktan kaynaklanıyordu.
Bilim, sınıflı toplumlarda hep baskıya ve kovuşturmaya
uğramış, bağımsız gelişmesi engellenmiş, egemen sınıf
ve katların belirlediği çerçevede gelişmeye zorlanmıştı.
Oysa, sosyalizm bilimin üstündeki bu engelleri kaldıracak
, her türlü koşullanmışlıktan uzak bir zemin üzerinde
gelişmesinin olanaklarını yaratacaktı. Nitekim SSCB,
gelişmenin her alanında olduğu gibi bu alanda da örneğini
vererek, önemli atılımlar yapmıştı. Ne var ki, süreç
içinde sosyalist sistem diğer alanlarda olduğu gibi
teknolojik gelişme alnında da hızını yitirdi ve sosyalizmin
karakterinden kaynaklanan avantaj yeterince kullanılamadı.
Bürokratizmin tasfiyesi kuşkusuz diğer ekonomik, siyasal
sorunlar gibi bu alanda da bir toparlanma ve atılım
olacaktır.
SSCB'nin iç sorunları yanında, dış sorunları ya da dış
politikaları da günümüz sosyalist sisteminin değerlendirilmesinde
önem taşımaktadır. Kapitalizm-sosyalizm çatışmasında
SSCB'nin yüklendiği misyon ve olayın ulusla kurtuluş
hareketlerine yansıyış biçimi düşünüldüğünde, sorunun
önemi daha iyi anlaşılır.
SBKP'nin faturası doğrudan SSCB halklarına çıkan dış
politikasına egemen revizyonist yaklaşımlarını üç ana
başlık altında toplayalım:
İlki, barış içinde bir arada yaşama politikasının sağ
uygulamasıdır. ABD'nin başlattığı soğuk savaş ile birlikte,
bir savunma anlayışıyla oluşturulan söz konusu yaklaşımın
asıl mimarı Kruşçev'dir. Tasfiye edildikten sonra Kruşçev'in
SSCB'nin iç sorunlarına ilişkin politikalarının terk
edilmesine karşın, uluslar arası sorunlara yaklaşımı
terk edilmemiş, daha da eklektik biçimde savunulmuştur.
Öncelikle savaşa karşı olmakla, Kruşçev'in 'barış içinde
bir arada yaşamak' anlayışı arasındaki farkı kavramak
gerekir. Savaşlara, emperyalist saldırganlığa karşı
çıkmak devrimcilerin görevidir. Ancak bu anlayış, uzlaşmacı
bir temele dayanmadığı sürece anlam kazanır. Savaşa
karşı olmak, bir yandan emperyalist saldırganlığı durduruca
nitelikte güçlü bir savunma mekanizması oluşturabilmek,
bir yandan emperyalist saldırganlığı teşhir ederek kamuoyunu
yaptırım gücüne sahip olabilecek biçimde harekete geçirebilmek
ve öte yandan da emperyalizmi yıkacak gücün, uluslar
arası kurtuluş hareketlerini aktif biçimde desteklemek
işlevleri yan yana yürütüldüğünde gerçekçi olur. Çünkü
savaş olgusu, ancak emperyalizmin yok edilmesiyle ortadan
kalkacaktır.
SBKP, olay, savaş karşıtı olmaktan çıkarıp barış içinde
bir aradan yaşamaya dönüştürerek uzlaşmacı bir eksene
oturtmuştur. Bu yolda bir savunma mekanizmesi oluşturmak
ve savaş karşıtı kamuoyunu desteklemek ise daha çok
emperyalizmi yok etmekten öte, anayurdu savunma esasına
dayandırılmıştı. Bu durum, sürecin çok önemli halkasını
oluşturan ulusal kurtuluş hareketlerinin önemini kavrayamamayı,
ya da ulusal kurtuluş hareketlerinin sahip olduğu dinamizmin
emperyalizm ile oluşturulan dengeyi bozacağını düşünerek,
bu hareketlerle ilişkileri mesafeli kılmayı ve emperyalizmin
tasfiyesi sorununu tarihsel determizme bırakmayı getirmiştir.
Bu mantık, Kruşçev'ci üçüncü bunalım dönemi değerlendirmesinde
tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir. Buna göre,
1950'lerin sonlarında başlayan bu dönem emperyalist
kapitalist sistemin son bunalım dönemi olacak ve ekonomik
çıkmaz emperyalizmi yok olmaya götürecek, toplumsla
ilerleme ile sosyalizme geçilecektir. "İlerleme
teorisi" olarak adlandırılan yaklaşım, dönemin
ihtilalci karakterini yadsıyarak barışçıl geçişi esas
almakta ve anayurdun savunulmasına koşut olarak sürecek
ilerlemenin emperyalizmi yıkacağına inanılmaktadır.
Öte yandan 'bağlantısızlar' hareketine devrimci bir
misyon yüklenmiş ve işçi sınıfı ideolojisinden uzak
burjuva milliyetçi önderlikler desteklenmiş, bu tip
liderlerin ülkelerinin emperyalizmden bağımsızlaşmalarıyla
sosyalizme yönelecekleri var sayılarak, ekonomilerini
geliştirmeleri için oluk oluk para akıtılmıştır. Ne
acıdır ki, bu ülkelerin hiçbiri sosyalizme yönelmemiş,
kendi halklarına kan kusturan rejimler olarak sosyalizmein
nimetlerini kullanmışlardır. En ileri örnekleri sayılan
Mısır ve Somali'nin durumları bugün ortadadır. Olay
çoğu kez bu ülkelerin SSCB'den aldıkları silahlarla,
Mısır, Irak, Uganda örneklerinde olduğu gibi komünistlerin
katledilmesine ya da Etopya'da olduğu gibi tutsak bir
ulusun, Eritre'nin ezilmesine alet olmaya kadar gitmiştir.
Kapitalist olmayan yol yaklaşımı SBKP'nin bir ayıbıdır.
Aynı trajik son, ilerleme teorisi içinde geçerlidir.
Emperyalizmin depresyonuna karşın bu ülkelerin sosyalizme
doğru ilerlemeleri bir yana, buralardaki SBKP müttefiği
politikaların, partilerin (dolayısıyla sosyalizmin bu
ülkeler için seçenek olup olmayacağı) varlıkları tartışılır
bir duruma gelmiştir. Bu partiler hantal ve revizyonist
partiler karakteri kazanmışlardır.
SBKP'nin bazı yeni sömürgelere de (örneğin, Türkiye,
Yunanistan, Şili, Arjantin) bu tip bir rol yüklemesi
giderek tüm yeni sömürgelerde benzeri yaklaşımların
egemen olmasını getirmiş ve güdümlü karakterlerine uygun
olarak hiçbiri etkile olmazken, kendi halklarına zararlı
örgütlenmelere dönüşmülerdir. Nikaragua'nın en etkisiz
siyasal örgütünün SBKP müttefiği parti olması, olgunun
doğrulanmasının bir göstergesidir. Üçüncü bunalım dönemi
boyunca, SBKP'nin müttefiği partilerden hiçbiri (Vietnam
İşçi Partisi dışında) devrimci bir mücadeleyi başarıya
ulaştıramamış ve bu yolda önderliği bile üstlenememiştir.
Yaptıkları, mültecilik düzeyinde siyaset ve SBKP'nin
barış içinde bir arada yaşama politikasının militanlığıdır.
Bununla birlikte, devrimci kavganın kitleselleştiği
noktada, Vietnam örneğinde olduğu gibi, SSCB'nin önemli
katkıları bulunduğu bir gerçektir. (Ayrıca Vietnam'daki
özgünlük, eskilere dayanan ve sürmekte olan bir savaşı
desteklemekti) Revizyonist etkiler, ulusal kurtuluş
hareketleri ile mesafeli ilişkiler kurmaya ancak yetmekte,
buna karşın tavır almaya dönüşmemektedir.
SSCB'nin bir zamanlar, 80'li yıllarda gerçekleşeceği
var sayılan halk devleti anlayışı gibi, ekonomist kabuğa
soktuğu üçüncü bunalım dönemi anlayışını ilerleme ve
kapitalist olmayan yollardan geçiş anlayışların bugün
büyük oranda terk ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü hayat
tüm umutları boşa çıkarmış, komünizme geçişin başlayacağı
ön görülen yıllara SSCB bir yığın sorunla girmiş ve
çözümü bu aksaklıkların üzerine gitmeye çalışmakta bulmuştur.
Ne var ki, uluslar arası sorunlara bakışta egemen olan
revizyonizmin aşıldığını söylemek olası değildir.
1956 Şubatında SBKP'nin 20. kongresinde Kruşçev'in,
Stalin'in mitleşen kişiliği üzerinde durarak, Stalin
döneminin bilinmeyen pek çok ayrıntısını açıklaması,
tüm dünyada sol çevreleri sarsmış ve bugün de süren
bir tartışma başlatmıştır. Kruşçev, savaş öncesi ve
sonrası yapılan tüm yanlışların günahını Stalin'in,
Beria'nın ve yardımcılarının omuzlarına yüklemekteydi.
Kişileri putlaştırmaya karşı çıkmak adına yapılan bütünlüklü
bir değerlendirme, bir dönemin hataları ve doğrularıyla
ve bunların nedenleriyle konulması, geleceğe yönelik
perspektiflerin böyle bir temelde ele alınmasından çok,
geçmiş dönemde değişik yanlar içeren politikaları partiye
egemen kılmanın bir aracı olarak geçmişi mahkum etme
çabasından kaynaklanmaktaydı. Herşeyden önce, bunca
eleştirilen Stalin’i 30 yıl parti genel sekreteri olarak
iş başında tutan neden açıklanamamaktaydı. Oysa, önderliğin
başının altından çıktığı söylenen yanlışlığın sorumluluğunu,
önderlikle birlikte onu önder olarak yaşatan sistem
de yüklenmeliydi. Nitekim Kruşçev ve yandaşları için
gerçek durum buydu. Stalin imgesi altında, sosyalizmin
o güne kadar yaşanan deneylerle oturtulmuş özellikleri
revizyondan geçiriliyor, inşaa sürecinin özelliklerine
uygun olarak biçimlenen toplumsal karakteri değişik
bir zemine yerleştirme çabası gerçek bir amaç oluyordu.
Ancak, dediğimiz gibi sistem bu revizyon denemesine
karşı kendini savunacak ve 23. Kongrede Kruşçev iş başından
alınacak ama Kruşçev’in etkileri, özellikle sorunlara
yaklaşım anlamında sürecekti.
Bununla birlikte SBKP’nin eksik ve yanlışlıklarını Kruşçev’den
başlatmak yanlış olur. Bu yanlışlıkların gelişebilme
zemini kuşkusuz daha önceki dönemin bir takım olgularıyla
varolmuştur.
Stalin’in sosyalizmin inşaasına önderlik ettiği sistem,
kendi savunma mekanizmalarını oluşturmuştur. Ama bu
süreci aşmak üzere, o koşullarda zorunlu olarak olağanüstü
yetkilerle donattığı bürokrasi, izleyen süreçlerde yeni
koşullara uygun olarak tekrar dönüştürülemediği için
giderek hantallaşmış ve topluma bir anlamda yabancılaşmıştır.
Sonraları Çin, Kuzey Kore, Arnavutluk gibi ülkelerde
bir fetişizme dönüşecek olan önderi dokunulmazlaştırma
ve yüceltme politikası, bürokratizmi güçlendiren nedenlerden
olmuştur. Düzenle özdeşleşen birey imgesi, bu bireyen
partiyle ve devlet kurumlarıyla özdeşleşmesi ve giderek
Stalin imgesinin, bürokrasiyi şemsiyesi altına alan
bir işlev yüklenmesini getirmiştir. Bu olgu, gelecekte
sosyalist sistemin sorunlarından ve yanlış politika
kaynaklarından biri olacaktır.
Öte yandan parti içi gelişmeleri çözümlemede bir hayli
katı yöntemler uygulanmıştır. Bu noktada bir gerçeğin
üzerinde durmak gerekli. Çarlık Rusyası demokrasiyi
burjuva anlamda bile yaşamamış bir ülkeydi. Demokratik
kurumlaşma ve değerler yoktu. İktidar savaşı, bu otokrasiye
karşı süren uzun ve kanlı bir savaş oldu. Sanayileşmeden
ve demokrasi kültüründen yoksun ülkede sosyalizmin inşaası,
doğal olarak katı kurallara dayandı.
Yani durumun izahı, Stalin’in “caniliği” değil, bir
yanıyla da Rusya’nın sahip olduğu otokrat geleneklerin,
verili koşulların güçlükleriyle buluşmasından kaynaklanıyordu.
Lenin dönemindeki esneklik gösterilmeyince Stalin, yüzde
yüz haklı olduğu parti içi mücadelelerde, tarafların
savunduğu anlayışlarla değil, tasfiyenin biçimiyle yargılandı.
Stalin, Marksist literatürde benzerine az rastlanacak
duru ve özlü anlatımından da anlaşılacağı gibi, çözümleyici
bir kafa yapısına sahipti. Ancak bunun yanı sıra sosyalizmin
inşaası ve savaş yıllarında kendi iradesinin oynadığı
role karşın, uluslararası sorunlara yaklaşımda aşırı
derecede deterministti.
Şu sözler, sonraki tüm yanlışlıklarına karşın muzaffer
bir devrim önderime, Mao’ya aittir. “Çin devrimi, Stalin’in
iradesine karşı gelerek zafer kazandı... Stalin yöntemlerini
izleseydik, Çin devrimi başarıya ulaşamazdı... Devrimimiz
başarıya ulaştığında Stalin bunun sahte birşey olduğunu
söylemişti” (66)
Staline göre emperyalistler arası bir üçüncü dünya savaş
olacaktı.(67) Dolayısıyla bu savaşta ortak hedef SSCB
olduğuna göre, esas olan ana yurdun savunulması olmalıydı.
SSCB unsuruna yüklediği rol, dönemin bazı ülkelerinde
devrim mücadelelerinin gelişim seyirlerini olumsuz etkilemiştir.
Üçüncü dünya savaşı iddiasını ustaca kullanan Kruşçev,
entegrasyonu emperyalizmle uzlaşma siyasetinin aracı
olarak ileri sürecek ve Stalin’in oluşturduğu determinist
geleneği kapitalist olmayan yol ve ilerleme teorilerinin
dayanağı olarak kullanacaktı.
Ne var ki, bu eksik ve hatalar, sosyalizmin yadsınması
anlamına gelmez. Çünkü, bugün SSCB ve müttefiği ülkeler
sosyalizmin maddi bir varlık durumuna gelmesinin gerektirdiği
ölçülere henüz sahip olamasalarda bu yolda yürümeye
çalışan, bu çelişkilerle boğuşan ülkelerdir. Ve üretimin
sahip olduğu karakter ve bu doğrultuda alınan yol çeşitli
aksayan yönlerine karşın bir ölçü olmaktadır.
Sosyalist sistemin SSCB’de ifadesini bulan çeşitli sorunlarına
karşın olayın bir diğer boyutunu da, sosyalizmin bir
dünya sistemi olarak sahip olduğu bir iç bütünlüğünü
yitirmesi oluşturmaktadır. Bilindiği gibi sosyalizm,
2. Dünya Savaşından bir dünya sistemi, dev bir blok
olarak çıkmıştı. Bu, sosyalizmin büyük bir atılımıydı
ve özellikle ulusal kurtuluş hareketlerinin yaygınlaşmasında
ve sağlam bir temele dayanmasında çok önemli bir rol
oynadı. Olay, aynı karakteristik özellikleri gösteren
ekonomik temel üzerinde yükselen özgür ve hükümran ülkelerin
Marksizm-Leninizm’in ideolojik çatısı altında dayanışmaları
anlamına gelmekteydi. Çünkü bu ülkeler kendi devrimci
kazanımlarını ve bağımsızlıklarını emperyalist kampın
saldırılarına karşı korumada ortak çıkarlara sahiptiler.
Ve aralarındaki ilişki daha önce uluslararası ilişkiler
tarihinde örneği bulunmayan, enternasyonalist bir karakter
taşıyordu.
Ekonomik, politik ve kültürem birlik, gerçek eşitilk
bir ülkenin diğeri tarafından boyunduruk altına alınmasının
ve sömürülmesinin bulunmayaşı, karşılıklı destek ve
dayanışmayı içeriyordu. Uluslararasında amaçlanan nokta
ise, planlı gelişmeye dayanan ulusal ekonomiler toplamının
sosyalist bir dünya sistemi ekonomisine dönüşmesi ve
bu yolla daha sıkı ve yoğun bir bütünleşmenin gerçekleşmesiydi.
Ancak işler, pek öyle kağıt üzerinde ifade edildiği
gibi gelişmedi. Ve süreç içinde çeşitli ülkeler partilerine
egemen olan oportünist ve pragmatist yaklaşımlar sosyalist
bloktan kopmaları getirdi. (68) Zaaflı organlar haline
gelen ülkelerin varlığını getirdi.
Sosyalist bloktan ilk kopma Yugoslavya’nın 1949’da Kominform’dan
çıkarılmasıyla gerçekleşmiştir. Burada tek tek olayların
değil, sosyalist blok olgusunun üzerinde durduğumuzdan,
Yugoslavya’nın Kominform’dan atılma sürecini açmayacağız.
Yalnız, o olaydan sonra Kominform’un yaptığı açıklamada
yer alan “katillerin ve casusların yönetimindeki YKP...
Tito-Rankoviç kliğinin burjuva nasyonalizmi haline gelmesi...
Tito-Rankoviç kliğinin emperyalizmin ve savaş bezirganlarının
doğrudan bir ajanı haline dönüşümü... Anglo Amerikan
emperyalizminin emrindeki Tito-Rankoviç, Jilos casuslar
grubu... Kiralık katiller ve casuslar kliği” türünden
sözlerde ifadesini bulan mantık, olayı açıklamakta elbette
yeterli değildir. Tasfiyenin ardından Tito, Stalin’e
yazdığı mektupta “Biz SSCB’ne Marks, Engels doktrinine
ve Stalin’e sadık kalmaktayız. Geçmişte olduğu gibi
gelecekte de size vaad ettiklerimizi gösterecektir”
demesine karşılık, zaten inşaası tamamlanmamış olan
sosyalist ilişkiler 1954’ten başlayarak dönüşmüş, ülke
Marshall planına dahil olmuştur. Ticaretinin %61’i ABD
ile sürerken, 1957’de emperyalist tekellere, yeni işletmelere
%49-99 oranında ortak olma hakkı tanınmış, Kruşçev dönemiyle
başlayan yakınlaşma çabaları, bu dönüşümün karakterine
uygun olarak sonuç vermemiş ve Yugoslavya sosyalizmden
uzak düşmüştür.
Çin’in durumu ise sosyalist blok açısından daha ciddi
sonuçlar doğurmuştur. Gerçekte ÇKP ile SBKP arasındaki
ilişkilerin çatlağı devrim öncesine kadar uzanır. SBKP
ve Komintern’in determinist yaklaşımaları ve halk savaşı
stratejisinden uzak düşen tutumları, ÇKP’yi Komintern
içinde ayrı bir yere itmiş ve Çin devrimi Komintern’e
karşı ideolojik mücadeleyle yan yana yürütülmüştür.
Sonrasında da Stalin ve SBKP’nin önder rolünü kabul
etmesine karşın Mao ve ÇKP de araya mesafe koyma tavrı
içine girmiştir.
Nitekim destalinizasyon politikasına ÇKP’nin başlangıçta
destek olduğu görülmektedir. Mao, 1958’de sorunu şöyle
değerlendirmektedir: “1956’da Stalin eleştirildiğinde
bir yandan memnun olmuştuk, diğer yandan da endişelenmiştik.
Kapağı kaldırmak, körü körüne inancı kırmak, baskıyı
kaldırmak ve düşünceyi serbest bırakmak tamamen gerekliydi.
Ama onun bir kalemde silinip atılmasına katılmıyorduk.”
(69)
Süreç içinde ÇKP’nin eleştirileri daha somut bir karakter
kazandı. 1960’lı yıllarda sosyalist blok içindeki bu
sorun boyutlarını aşıp dünya kamuoyunun önünde cereyan
eden bir çelişmeye dönüştü. Açık bir “revizyonist klik”
suçlaması politikası, 1964 yılında Kruşçev’in tasfiyesi
ile de değişmeyecek ve 1967’den başlayarak “sosyal emperyalizm”
suçlamasıyla sürecek, SSCB’yi dünya halklarının baş
düşmanı ilan eden “üç dünya teorisi” ile doruğa çıkacaktı.
Sonrasında Mao’nun ölümü ve Çin’in tanık olduğu çeşitli
gelişmelerin de durumu nitelik anlamıyla değiştirmeye
yettiğini söyleyemeyiz. SBKP’nin çeşitli revizyonist
yaklaşımlarını kendi pragmacılığına kalkan yapmakla
beraber, ÇKP asıl amaçladığı noktaya ulaşamamıştır.
Başlangıçta Arnavutluk ile sağlanan ittifak da uzun
ömürlü olmamış, Kamboçya’nın halk düşmanı yönetici kliğinin
çabaları bile bu ülkeyi ÇKP çizgisinin bir parçası yapmaya
yetmemiştir. Bununla birlikte konu, SBKP’nin ve bu oranda
AEP’nin de yaptığı gibi “büyük han şovenizmi” biçiminde
açıklanamaz. Bu tanım belki bir yönüyle ÇKP’nin sahip
olduğu sağlıksız gelişmeyle buluşur. Ne var ki bu suçlamaların
SSCB’ye ciddi zararlar vermesi, gerçekten SBKP’nin hataları
ile diğer hataların beraber yürümesinden doğmaktaydı.
ÇKP, destalinizasyon politikasına, emperyalizm ve dünya
halkları ile ilişkiler sorunlarına -zaman zaman ‘sol’
bir nitelik taşısa da- başlangıçta doğru bir temelde
yaklaşmasına karşın giderek tam tersi bir rotaya girmiştir.
Süreç içinde ÇKP’nin söz konusu tavırlarının ,onun sahip
olduğu devrimci nitelikten çok pragmacı yaklaşımlarından
kaynaklandığı ortaya çıkmıştır. Barış içinde bir arada
yaşama politikasından dolayı SSCB’yi uzlaşmacılıkla
suçlayan ÇKP, bir kaç yıl sonra ABD başkanı Nixon’u
ülkesine davet etmiş ve ABD’nin SSCB’ye karşı kullandığı
bir ‘kart’ olma işlevini görmüştür. Ya da Kruşçev dönemi
uygulamalarını, SSCB’de kapitalizmin restoresi olarak
nitelerken, 1980’li yıllarda söz konusu uygulamaların
fersah fersah geride bırakan uygulamalara yönelmiştir.
Yine, SBKP’ye yöneltilen ulusal kurtuluş savaşlarına
duyarsız kalma savına karşılık devrimci adım atılmamış,
Allende’yi deviren Pinochet Cuntasına, Avrupa ülkeleri
kendi kamuoylarının tepkisini kazanmamak için mesafeli
davranırken, yardım elini uzatan, halk düşmanı Pol Pot
rejimine “komünist” yaftasını yapıştıran ÇKP olmuştur.
Kısacası, SSCB’ne yönelttiği ağır suçlamalara karşın
Çin’in SSCB’den çok daha geri bir örnek olduğunu söyleyebiliriz.
Bu ülke, sosyalizmin gerektirdiği koşul olan ağır sanayi
dönüşümünü sağlıklı bir biçimde tamamlayamadığından
ve tarım kollektivizasyonunu SSCB’de olduğu gibi verimli
bir biçimde dönüştüremediğinden sosyalist inşaa sürecini
tamamlayamamış; üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini
sağlamasına karşın, bu noktanın ilerisine gidememiştir.
Bugün görülen yeni sömürgeci ‘serbest bölgeler’ uygulamalarını
ise (emperyalizme Çin içinde içsel bir olgu olma şansını
verecek düzeyde olmadığından) daha çok Çin’in ağır sanayi
dönüşümünü başarabilmek için, emperyalist teknolojiden
yararlanma çabası olarak değerlendirmek gerekir. Devrim
sonrası Çin’in en önemli değerlerinden biri olan Kültür
Devrimi ise, görkemli bir kitle hareketi olmanın ötesinde,
kendini gündeme getiren neden olarak açıklanan ve Stalin’in
bir eksikliği olarak gösterilen sosyalizmin sağlıklı
işlerliğini, devrimi ve halkın kazanımlarını koruyacak
kurumları yaratma amacına ulaşamamamıştır. Sağlıklı
bir sosyalist alt yapının oluşturlamadığı koşullarda,
kültürel düzeyde ileri bir aşamaya ulaşmanın olanaksızlığını
açığa çıkaran önemli bir deney işlevini yüklenmiştir.
Bu duruma bağlı olarak “Kültür Devrimi” ile yaratılan
ve Mao Zedung anlayışını koruyacağına inanılan kurumlaşma,
Mao’nun ölümünden sonra bu anlayışın büyük bir hızla
tasfiyesinin aracı olmuştur.
Arnavutluk ise, birçok açıdan irdelenmesi gereken bir
ülkedir. Yugoslavya Komünform’dan çıkarıldıktan sonra
sol çevrelerde yaygın kanı, SSCB’nin desteklemediği
bir ülkenin sosyalist kalabilmesinin olanaksızlığı yönündedir.
Sweezy bu durumu; “çağımızda tek ülkede sosyalizm ancak
SSCB’nin başarabileceği bir olgudur” biçiminde ifade
etmektedir. Arnavutluk deneyinin önemi bu noktada açığa
çıkmaktadır. Bu ülke, sosyalist inşaa döneminde önce
SSCB ve sonra Çin’den önemli destekler görmüştür. Ama
en azından tek başına da olsa bir ülkenin sosyalist
kalabileceğinin ve hatta bu yolda gelişebileceğinin
bir örneği olmuştur. Dünya olaylarının değerlendirilmesine
egemen olan revizyonist karaktere karşın, sosyalist
değerlere yaklaşımı tutarlı bir ülke olan Arnavutluk,
alt yapısına egemen olan ilişkiler anlamında SSCB’den
ve diğer sosyalist ülkelerden temelde farklı olmayan
bir ülkedir. Buna karşılık günümüzün çelişme ve ilişkilerini
değerlendirme anlamında AEP, SSCB’ni “sosyal emperyalist”
olarak niteleyen, üçüncü dünya savaşını mutlak gören,
ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşı olgusunun
öneminin bilincinde olmayan yapısıyla determinist karakteri
ağır basan, hantal ve geri bir parti durumundadır.
Bugün, sosyalizm bir dünya sistemi, maddi bir varlık
olmayı önemli oranda başarmakla birlikte, başlangıçta
sahip olduğu iç bütünlüğünü süreç içinde yitirmiştir.
Ancak bu saptama, sosyalist blok varlığının yadsınması
olarak kavranmamalıdır. Açıktır ki, bugün SSCB önderliğinde
emperyalizme karşı bir blok hareket eden ülkeler vardır.
Bu ülkelerden bazılarının, (örneğin K.Kore, Küba, Romanya,
Mozambik gibi) blok içinde zaman zaman -olumlu ya da
olumsuz anlamda- değişik nedenlerle ilişkilerde mesafe
koymaları, blok dışında kalmaları, emperyalist blok
karşısında iç bütünlüğe zarar veren noktalara kadar
uzanmamaktadır.
Sosyalist ülkelerden oluşan -ekonomik, siyasal, kültürel,
toplumsal düzeylerde ileri ilişkileri içeren- bu blok
içindeki ilişkilerin niteliğini belirleyen karakter,
sömürü ve çatışma değil, dayanışmadır. Dolayısıyla,
dünyada bir blok olarak hareket eden sosyalist ülkeler
topluluğunun olduğu koşullarda Çin ve Arnavutluk örneklerinden
yola çıkarak sosyalist blok parçalanmıştır demek, diğer
sosyalist ülkeler arasındaki ilişkilere kimliksiz bir
karakter yüklemek anlamına gelir ve yanlıştır.
Bu durumda sosyalist sistem ve blok sorunlarına yaklaşımımızı
kısaca özetleyelim. Sosyalizm, Ekim Devrimi ve onu izleyen
sosyalist inşaa ile bir sistem olarak yerleşmiş; 2.
Dünya Savaşı sonrasında yeni ülkeler sosyalist gelişme
yoluna girmişlerdir. Çin ve Arnavutluk’un farklılaşan
konumları sosyalist dünya sisteminin iç bütünlüğünü
zedelemekle birlikte, diğer sosyalist ülkelerin blok
olarak hareket etmeyi sürdürmeleri nedeniyle maddi bir
varlık olmayı, sosyalist bir blok olarak yaşamını sürdürmeyi
başarmıştır.
Emperyalizmle sosyalizm arasındaki çatışma, Ekim Devrimi
ile başlar. Bu devrim ile kapitalist sisteme alternatif
ve onun her açıdan ilerisinde yer alan bir sistemin
yolu açılmıştır. Ve devrimle birlikte, onu boğmak için
emperyalizm her yolu denemeye girişmiştir.
İç savaş, emperyalistler tarafından örgütlenen karşı
devrimci bir orduya karşı yürülmüştü. Ancak emperyalist
ülkeler yalnızca karşı devrimi fiili olarak desteklemekle
de yetinmeyerek açıktan savaş içinde yer almışlardı.
Savaştan genç işçi devletinin zaferle çıkmasından sonra
ise, bu kez ekonomik ve siyasal abluka başlatılmış ve
bu yolla sosyalizm engellenmek istenmiştir. İngiltere’de
basılan sahte rublelerin gemilerle SSCB’ne sokulmasından,
SSCB’de ekonomik etkinliklerde bulunan şirketlerin ülkede
ekonomik sabotaj yolunu seçmesine, SSCB’nin resmen tanınmamasına
kadar pekçok yönleri bulunan bu tecrit politikası bilindiği
gibi sonuç vermedi. Ve SSCB’de sosyalizmin inşaası ilerledi.
Olay kuşkusuz yalnızca SSCB’ne yönelik bir saldırganlık
değildir. Durum aynı zamanda, sosyalizmin maddi bir
olgu durumuna gelmeye başlamasıyla birlikte, özellikle
Avrupa’da güçlü bir devrimci dalganın hissedilmesi ve
bu dalgayı boğma çabasıyla kendini gösterdi. Ekim Devrimiyle
birlikte Avrupa işçi hareketlerine egemen olan reformizm
büyük ölçüde kırılmış, Komüntern partileri, işçi hareketlerini
önemli oranda denetleme durumuna gelmişlerdi. Nitekim
faşizmi doğuran nedenlerin başında da bu gelişme, yani
işçi sınıfı hareketinin yükselmesi ve 1929-32 depresyonuyla
birlikte, devrimci durumun birçok ülkede olgunlaşması
yatıyordu. Faşizm olgusuna karşın yine de Fransa ve
İspanya’da Halk Cephesi hükümetlerinin iktidarı engellenememişti.
Bu noktada patlak veren İspanya İç Savaşı, sosyalizm
kapitalizm çatışmasının, Ekim Devrimini izleyen iç savaştan
sonra ikinci açık çatışması oldu. Çatışma Halk Cephesinin
sağlıklı iç bütünlüğü vegüçlü bir önderliğe sahip olmamasının
ve emperyalizmin faşistlere büyük çaplı katkılarının
etkisiyle faşizmin geçici üstünlüğüyle sonuçlandı. Bu,
Avrupa’daki devrimci dalganın bir devrime yol açmadan
bastırılması anlamına gelmekteydi.
Bununla birlikte tüm ikinci bunalım dönemi boyunca süren
sosyalizm-kapitalizm çatışması, sürecin eksenini oluşturmuyordu.
Bu eksende emperyalistlerarası çatışma, emperyalizmin
ikinci bir paylaşım savaşı hazırlıkları vardı. Ancak
savaş ve sonrası gelişmeler, emperyalizmi yaşatabilmek
için bir entegrasyonun sosyalizm ve dünya halkları ile
çatışmasını koyuyordu.
Henüz Japonya ile savaş sürmekteyken, Almanya’nın teslim
olmasının ardından sosyalizme karşı soğuk savaş başlatılmıştı.
Sosyalist yükselişin Almanya, Avusturya ve İran’a yansıması
olasılığı, emperyalizmi rahatsız ederken, olay Çin ve
Yunanistan’da açık bir çatışmaya dönüşmüştü. Kapitalizmi
canlandırma ve koruma çabasındaki ABD, sosyalizme karşı
bir ideoloji yaratmak, demokrasi bayraktarlığını üstlenerek
dünya kamuoyunun faşizme karşı duyarlılığını sosyalizme
karşı kullanmak amacındaydı.
1946 Martında Churchill’in Baltık’tan Adriyatik’e uzanan
bir “demir perde”den sözetmesi ile başlatılan söylem,
sosyalizmi totaliter bir rejim gibi göstermeye çalışıyor
ve kapitalizmin üstünlüğü safsatasını böyle bir temelde
işlemeye yöneliyordu.
Truman Doktrini, anti-komünist içeriği ile üçüncü bunalım
dönemine egemen olacak çelişki ve ilişkilerin bir simgesi
oldu. Tarihte ilk kez bir emperyalist ülke diğerlerini
kendi önderliğinde bir entegrasyonda topluyor ve sistemi
bir bütün olarak sosyalizme ve dünya halklarına karşı
örgütlemeye yöneliyordu.
1947 yılına gelindiğinde, SSCB ile emperyalist ülkelerin
ilişkileri önemli oranda dondurulmuştu. Elindeki nükleer
gücü sosyalizmin ve dünya halklarının üstünde Demokles’in
kılıcı gibi tutan ABD, bu yolla kendi cephesini sağlamlaştırmak
, hegemonyasını pekiştirmek amacındaydı.”Demirperde”
nitelemesine katılmayan ve olayı soğuk bir savaş yaratma
çabası olarak niteleyen köşe yazarı Walter Lippman’in
nitelemesi, olayı tanımlayıcı bir terim olarak politika
literatürüne yerleşiyordu.
Marshall Planı’na uygun olarak Avrupa’da örgütlenmeye
çalışan ABD; Almanya, Avusturya ve Yunanistan’daki yangına
körükle giderek soğuk savaşı tırmandırırken, İtalya
ve Fransa’da komünist partiler hükümetten uzaklaştırıldılar.
Çin Hindi’nde, Fransız sömürgeciliğine karşı yükselen
savaş, Doğu Avrupa ülkelerinde halk cephesi iktidarının
giderek artan biçimde KP’lerin inisayitifine girmesi
gibi nedenleri kendisine dayanak yapmaya çalışan ABD,
entegrasyonun militer ifadesi olarak NATO’yu kurdu.
NATO, sosyalizm tehlikesinden korunma adı altında ABD’nin
askeri hegemonya oluşturması, ya da zaten fiili olarak
varolan bu hegemonyaya uygun kurumlaşma anlamına geliyordu.
SSCB’nin nükleer güce sahip olarak ABD’nin en büyük
kozunu yıkmasına ve sosyalizmin, dünya halklarının savunulmasında
çok önemli bir mevziye sahip olmasına, bu kez ABD nükleer
silahlanmayı hızlandırarak karşılık verdi. Böylece yitirilen
avantajı sürekli savaş ve dünyanın yok edilmesi tehlikesiyle
korumak gibi bir çabaya girilmekteydi. Bu stratejiye
bağlı olarak Avrupa’daki ABD üslerine nükleer silahlar
yerleştirilirken, diğer çeşitli ülkelerde ABD üsleri
yaygınlaştırılıyordu, ve NATO’ya koşut Bağdat Paktı,
CEATO gibi kurumlar oluşturuluyordu.
Soğuk savaş yalnızca siyasal düzeyde uluslararası gelişmeler
olarak kalmadı. Hayatın diğer alanlarında da aynı nitelikte
uygulamalar gündeme geldi. Tüm kurumlarıyla ve olanaklarıyla
anti-komünist bir ideoloji empoze etmeye yönelen ABD’de
tam bir cadı kazanı kaynatılmaktaydı. Komünist olmayı
vatan haini olmaya özdeş gören mantık, “Rosenbergler
Davası’nda simgelenen ve ilerici, demokrat, komünist
ayrımı gözetmeyen vahşi saldırılarla insanları robotlaştırmaya,
ayrı düşeni yok etmeye yolaçan yaptırımları tereddütsüz
gündeme girmişti.
Senetör Mc Carthy’nin kişiliğinde simgelenen ve onun
adına mal olan bu uygulamalar sinema oyuncusundan bilim
adamına, hukukçusundan emekçisine kadar tüm ülke halklarına
yöneliyor ve sosyalizmi her alanda tecrit etme amacını
taşıyordu. Metropollerdeki uygulamalar çevre ülkelere
çok daha sert biçimde yansıdı. Halka karşı, insan emeğine
ve onura karşı estirilen terör fırtınası halk düşmanı
emperyalizmin yaşaması adına dünyanın dört bir yanında,
ardında yüzbinlerce ölü ve milyonlarca acı çeken insan
bıraktı.
Soğuk savaşın genellikle 1954 yılında bittiği kabul
edilir. Kore halk hareketinin emperyalist ordularca
boğulduğu 1954 yılını bu temelde bir veri olarak kabul
etmek gerekir. 1954’e gelindiğinde savaş sonrasında
büyümekte olan emperyalizmin kurumlaşma ve sosyalizmin
elde ettiği mevzileri koruma çabası geçici bir dengeye
oturmuş; emperyalist blokun ve sosyalist blokun sınırları
az çok oluşmuştu. Bununla birlikte gerilimin yüksekliğine
bakarak 1946-54 dönemini bir “soğuk savaş” olarak tanımlayarak
soyutlamayı sınırlamak doğru değildir.
Söz konusu çelişme-çatışma esas olarak Ekim Devrimi
ile başlamıştı. Ve ancak çelişmenin ortadan kalkmasıyla
son bulacaktı. Bu ölçüyü, çelişmede geri ucu temsil
eden emperyalizmin yok olması biçiminde de ifade edebiliriz.
Bu savaşın her süreçte olduğu gibi dönem dönem alçalması,
kabarması ve antagonizma kazanarak açık bir çatışmaya
dönüşmesi, doğrudan karşıtların durumuyla, çatışma sürecindeki
konumlarıyla ve sürecin çeşitli aşamalarındaki nitelikleriyle
bağlantılıdır.
Bu perspektiften hareketle, sosyalizm ve kapitalizm
arasındaki çatışmanın en üst düzeye tırmandığı dönemleri
aşamalandıralım:
Çatışmanın başlaması (1917-22): Süreci başlatan bu dönem
Ekim Devrimi ile başlamış ve iç savaşla sürmüştür. Taşıdığı
ada karşın, iç savaş kesinlikle ulusal bir savaş olmamış,
sınıfsal bir düzeyde sürmüştür. Yunanistan’ın bile İngiltere’nin
zorlamasıyla Kırım’a asker çıkardığı düşünülecek olursa,
olayın boyutları anlaşılır. Bu dönem, iç savaşın Kızıl
Ordu’nun zaferiyle sonuçlanmasına bağlı olarak sona
ermiştir. Avrupa’daki diğer devrim girişimlerinin bastırılması
ve SSCB’nin sosyalizmin inşaasına yönelmesinin ardından
çatışma sosyalizmin siyasal ve ekonomik ablukaya alınması
biçimine dönüştürülerek sürdürülmüştür.
Çatışmanın şiddetlendirilmesi (1936-54): Sosyalizmin
bir dünya sistemine dönüşerek çıktığı bu dönem, sürecin
önemli aşamalarından biridir. Sosyalizmin ve kapitalizmin
ufak çaplı bir açık çatışması olarak tanımlayabileceğimiz
İspanya İç Savaşı ile başlayan çatışmanın şiddetlenmesi,
Almanya’nın SSCB’ye saldırmasıyla kapitalizm ve sosyalizm
büyük savaşına dönüşmüş, bu savaşın bitmesinin ardından
da genel bir “soğuk savaş” ve çeşitli bölgesel savaşlarla
sürecek Kore savaşının sona ermesiyle durulmuştur. Bu
sürecin ayırt edici özelliklerinden birisi de her iki
sistemin nükleer silahlara sahip olmasıdır. Aynı şekilde
savaş sonrası gerilimin arttığı yüksek basınç deönemini
ABD, hem kendi sisteminin sosyalist yükselişe karşı
koyması ve hem de onu komünizm tehlikesinden korumak
adına, diğer sistem ülkelerini hegemonyasının altına
toplamanın bir aracı olarak kullanmıştır. Özellikle
1946’dan sonra ABD ve SSCB arasında tek bir önemli ikili
görüşmenin bile olmaması bir diğer önemli veridir.
Dönemin sona ermesinde Kore Savaşı belki bir simgedir.
Ama olayn kökeninde yatan nedenlerden biri olarak Stalin’in
ölümünü saymak gerekir. Çünkü emperyalizme karşı mücadelenin
biçim ve boyutlarının saptanmasında SBKP önderi olarak
Stalin’in belirleyici rolü olmuştur. Özellikle savaşın
ardından emperyalizmin sahip olduğu nükleer gücün de
etkisiyle, anayurdun savunulması politikasını emperyalizm-sosyalizm
çatışmasının eksenine yerleştirmesi çok sık eleştirilen
Stalin’in bu nedenle Yunanistan, Fransa ve İtalya’daki
devrimci durumu değerlendirememesinde ve iktidarın bir
hayli uygun koşullara karşın elde edilmemesinde rolü
olduğu iddia edilir. Ne var ki, gerçekten böylesi bir
tercihi koymuş olmak mekanik bir çıkarım olur. Esas
olarak Stalin emperyalizmle çatışma sürecinde pek çok
alanda dişe diş mücadele örneği vermiştir. Bu gerçek,
özellikle Stalin’in ölümünden sonra yaşanan gelişmelerle
iyice belirginleşmiştir.
Stalin sonrası SBKP politikasını, ödünsüz mücadele anlayışının
çözülmesi olarak nitelemek yanlış olmaz. Stalin’in üçüncü
bir dünya savaşının çıkacağına inanması ve buradan hareketle
anayurdun savunulmasını her olayı değerlendirmede temel
alması birçok yanlışlığı ve bu arada bazı ülkelerde
devrimci durumun değerlendirilememesini getirmiştir.
Ana temelde emperyalizme karşı dişe diş bir mücadeleye
önderlik etmiş, Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist iktidarların
kurulmasında rolü büyük olmuştur. Stalin’in ölümünden
sonra bu politika çözüldü. Örneğin Doğu Almanya’da sosyalist
iktidarı meşrulaştırmak adına Avusturya’dan çekilmek
Kore’de ateşkesi kabul ederek ülkenin güneyini emperyalizme
bırakmak, ABD’nin Fransa’ya nükleer silah yardımında
bulunabileceğini söylemesine neden olan Vietnam’da ateşkesi
kabul ederek güneyi emperyalizme bırakmak; Stalin sonrası
dönemin üst üste gelen olaylarıdır. Bu arada Filipinlerde,
Malezya’da halk savaşlarının bastırılması iki blok arasındaki
gerginlikten uzaklaşılmaya başlanmasının nedenleridir.
1954 sonrası, sosyalist blok ve emperyalist entegrasyon
arasındaki ilişkiler, dönem dönem genişlemesine karşın,
önce Lenin ve sonrasında Stalin’in yaklaşımlarında ifadesini
bulan dişe diş çatışma boyutlarına ulaşmadı. 1962 Küba
krizi, ya da Vietnam’a ABD müdahalesi, 1968 Çekoslovakya
olayları, 1967 Arap-İsrail savaşları, ilişkilerin patlama
noktasına geldiği dönemlerdi. Ancak ilişkilerin niteliğini
belirleyen bu gergin dönemler olmadı.
Örneğin Vietnam savaşı sürerken bir yandan da 1969’da
‘detant’ görüşmeleri başlatılmıştı. Barış içinde bir
arada yaşama politikasının Kruşçev’le birlikte kazandığı
karakter, SSCB’yi uzlaşmacı bir noktaya iterken, yapay
refah döneminin yerini depresyonun aldığı emperyalist
entegrasyon için asıl tehlike sosyalist blok ülkelerinden
değil, ulusal kurtuluş hareketlerinde geliyordu.
Olayın bu tür bir nitelik kazanmasında, nükleer silahların
ulaştığı boyutların ve emperyalizmin bu durumu tüm dünyaya
yönelik bir tehdit aracı olarak kullanmasının kuşkusuz
önemli etkisi vardı. Ama tek başına bu durumu SBKP’nin
edilgen yaklaşımlarının gerekçesi olarak kabul edemeyiz.
En azından çoğu kez tümüyle reel bir nitelik kazanan
ulusal kurtuluş hareketlerine takınılan tavır, SBKP’nin
emperyalizmle mücadele anlayışındaki zaaflarını belirginleştirmektedir.
İkinci dünya savaşının ardından, ABD hegemonyasındaki
bir entegrasyona giden emperyalizm, 1960’ların ortalarına
kadar savaş sonrası yıkımın yeni ekonomik olanaklarının,
bilimsel ve teknolojik devrimin ve yeni sömürgeciliğin
sağladığı genişletilmiş pazarların etkisiyle geçici
ve göreceli bir refah dönemi sürmüştür. Ancak, süreç
içinde diğer emperyalist ülkelerin toparlanmaları ve
pazardan daha çok pay istemeleri, ABD hegemonyasına
ekonomik düzeyde de olsa sert darbeler vurmaları, savaş
sonrası oluşturulan ve doların egemenliğini esas kılan
uluslararası kapitalist para sisteminin çözülmesi, buna
bağlı olarak uluslararası kapitalist ticaretin sarsılması,
pazarların doyması ve bu oranda ulusal kurtuluş hareketlerinin
yükselmesiyle enflasyonun büyük bir hızla sarsıcı boyutlara
ulaşması, emperyalizmin varlığına dayanak yaptığı nükleer
silahlanmanın giderek artan harcamaları, bu gelişmelerin
siyasal ve toplumsal düzeyde ses bulması, sonuçta Vietnam
savaşında ABD’nin ummadığı bir direnişle karşılaşması
ve acze düşmesiyle açığa çıkan ekonomik-toplumsal ve
siyasal depresyonu doğurmuştur.
ABD’de patlak veren depresyon hızla sistemin diğer ülkelerine
yayılmıştı. 1970’li yıllar boyunca bu depresyonu aşabilmek
bir yana çözüm adına üretilen tüm politikalar tarih
önünde geri bir sistem olan kapitalizmin bu büyük depresyonunu
daha da derinleştirmekten öte bir sonuç doğurmamıştı.
Savaştan bir dünya sistemi olarak çıkan sosyalizm ise
çeşitli sorunlarla birlikte büyüyordu. Savaş sonrasının
ekonomik-siyasal ve toplumsal düzeylerde yaşanan gelişme
patlaması, Stalin’in ölümünden sonra yerini sancılı
bir sürece bırakmıştı.
Çin ve Arnavutluk'un bloktan kopması, sosyalizme sağlıksız
geçen Doğu Avrupa ülkelerinin 1956 Macaristan ve 1968
Çekoslovakya olaylarında simgesini bulan sorunları,
SBKP'nin uluslar arası düzeyde izlediği uzlaşmacı politika,
ulusal kurtuluş hareketlerinin ve halk savaşlarının
stratejik önemini kavramaktan uzak yaklaşımı, destalinizasyon
politikasının yarattığı sarsıntı, ilerleme ve kapitalist
olmayan yoldan geçiş teorisinin sahip olduğu sakat temeller
ve yol açtığı yıkıcı sonuçlar, sosyalizmin yükselişine
darbe vurmuş, sosyalist gelişme kendini koruyabilme
anlayışlarıyla zaafa uğratılarak sınırlandırılmıştır.
1970'li yıllarda ulusal kurtuluş hareketlerinin etkisiyle
süren gelişme, 1980'li yıllarda yerini durgunluğa bırakmış
ve yıllar süren yanlışlıklar özellikle bu dönem meyvelerini
vermeye başlamıştı. Kamboçya ve Afganistan olayları,
ÇKP ve SBKP'nin sahip oldukları uluslar arası ilişkiler
anlayışlarının iflasını belgeleyen imgeler işlevini
yüklenirken, Polonya olayları ve SSCB'de bürokratizmin
büyüyen kambur olma durumu tüm 1980'li yıllar boyunca
sosyalist gündemi işgal etmiştir.
Sonuç, emperyalizmin büyük depresyonunun sosyalizmin
gelişmesinde gözetilen bir olgu olarak değerlendirilememesi
oldu. Bu durum ister istemez toplumsal muhalefetlerin
değişik yönelimlere akması ve Batı Avrupa ülkelerinde
KP'lerin iyice gerilemelerini, giderek sosyalizmin sorgulanmaya
başlamasını getirdi. 80'li yıllar boyunca sosyalizmin
tek ciddi başarısı emperyalist saldırganlığa karşı dünya
halklarını savunmaya çalışmak, sosyalizmin kazanımlarını
kısmen korumak ve emperyalist nükleer teknolojinin gerisinde
kalmamaktı.
Emperyalist saldırı dalgasının durulmasının özellikle
1987'den başlayan panoramasını SSCB'nin başarısına bağlamak
yanlış olur. Çünkü bu yıllarda esas olarak ulusal kurtuluş
hareketleri hızını yitirmiş ve emperyalizmin saldırı
ihtiyacının zemini bu nedenle farklılaşmıştır.
Bu arada Batıdaki nükleer silahlanmaya karşı kamuoyunu
da hatırı sayılır ölçüde hesaba katmak gerekir.
Değişik bir biçimde daha ifade edecek olursak, 1960'ların
ortalarında birikmeye başlayan sorunların, 1970'li yıllar
boyunca açığa çıkan bir depresyona ittiği emperyalizmi
80'li yıllarda saldırganlığa iten nedeni tek başına
sosyalist sistemle açıklayamayız. Yaşadığı sorunlar
ve egemen olan anlayış sistemi, söz konusu depresyonu
değerlendirerek kendi gelişmesinde kullanmak ve emperyalizmi
yok etme yolunda ilerlemekten yoksun bırakıyordu. Sosyalizm
maddi bir varlıktı ve emperyalist saldırıya karşı kendini
koruyacak caydırı güce sahipti; ancak depresyonu emperyalizmi
yıkan nedene dönüştürecek güçten yoksundu.
Dolayısıyla emperyalizmi saldırganlığa iten asıl neden
ulusal kurtuluş savaşları oldu. İleride tekrarlayacağımız
gibi, 1970'li yıllarda Vietnam savaşının açtığı yoldan
akan yeni yeni Vietnam'lar her defasında daha sert ve
daha öldürücü darbeler vuruyor, yeni yeni ülkeler emperyalizmden
kurtulurken diğer yeni sömürgelerin hemen hemen tamamında
kurtuluş hareketleri yükseliyordu. Oysal emperyalizm
için depresyonu atlatabilmenin tek yolu, yeni sömürgeleri
daha iyi değerlendirici teknikleri geliştirmek yoluyla
depresyonun yükünü yeni sömürgelere atmak ve bunu yaparken
ulusal kurtuluş hareketlerini ezmekten geçiyordu.
Reagan dönemiyle ifadesini bulan saldırganlık; demokrasi
bayraktarlığını, özgürlük şampiyonluğunu bir yana bırakarak,
Vietnam'da yeterince ders aldığı açık müdahale dışında
her türlü yolu kullanmak biçiminde sürdü. Ezilen dünya
halklarına karşı girişilen bu saldırganlığa sosyalist
blokun müdahalesini engellemenin yolu olarak nükleer
silahlanmayı tırmandırmak seçildi. Sosyalist sistem
ülkelelrinin yapabildikleri ise daha çok dünyayı emperyalizmin
nükleer tehlikesinden korumak ve onun gerisinde kalmamak,
bu arada metropol ülkelerde nükleer silahlanma aleyhinde
güçlü bir kamuoyu yaratılmasına katkıda bulunmak oldu.
Söz konusu barış hareketlerini sosyalist sistem ülkelerinin
bir başarısı olarak görmemek gerekir. Barış hareketlerinin
güçlü olduğu ülkelerden biri olan F. Almanya'da , SBKP
yandaşı partinin en güçsüz partilerden biri olması sadece
bir örnektir.
Aynı biçimde kullandıkları teknolojide nükleer silahlanma
sorununu baş köşeye oturtmalarına karşın, barış hareketinin
güçlü olduğu ülkelerin bir tekinde bile SBKP yandaşı
partilerin güçlendiklerini ya da barış hareketlerini
yönlendirdiklerini söyleyemeyiz. Tam tersine hızla eriyen
bu partiler ancak barış hareketine eklemlenebilecek
bir durumdadırlar ve barış hareketine anti-kapitalist
bir karakter verme, radikal bir eksene oturtma görevini
yerine getirememişlerdir.
Bütün bunlardan hareketle 1987 ile birlikte emperyalizmin
saldırı dalgasının durulması ve SSCB-ABD silahsızlanma
görüşmelerinin en üst düzeyde yeniden başlaması Gorbaçov'un
başarısı değil, emperyalizmin kısa vadeli sonuçları
açısından amaçlarına en temelde ulaşmasıdır.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin emperyalizmi sarsıcı
boyutları geriletilmiş, 1980'li yıllar boyunca tek bir
yeni sömürgede bile devrim hareketi sonuca ulaşamamış,
uluslar arası yeni bir işbölümü gerçekleştirilmiş ve
yeni sömürgelerde bu durumun gereklerine uygun olarak
yapısal dönüşümler sağlanmıştır.
Emperyalizmin kendisini tehdit edici nedenleri törpülediği,
geleceğini kısa vade de olsa güvence altına aldığı ve
pazarları üzerinde denetimi yeniden ele geçirdiği koşullarda
gerginliği tırmandırmanın ancak kendisine zarar verici
sonuçları olurdu. Emperyalizm, depresyonu atlatamadığı
koşullarda bu şekilde etkileri uzun sürebilecek ekonomik,
siyasi ve toplumsal dengelerden, kendini üretebilen
güçten yoksundu.
Dolayısıyla, Gorbaçov-Reagan görüşmeleri ve nükleer
silahlanmaya getirilen sınırlamalar, Gorbaçov'un üstün
niteliklerinden değil emperyalizmin halk hareketlerini
bastırmış olması dolayısıyla elde ettiği taktik üstünlüğünü
kullanma amacından kaynağını almaktadır. Öte yandan,
Gorbaçov döneminin bütünlüklü değerlendirilmesi için
henüz yeterli tarihsel veriler olgunlaşmış değildir.
SONUÇ
İnsanlık tarihi boyunca bir ütopya olan sınıfsız toplum
amacı, kapitalist sistemle ve proletaryanın doğmasıyla
birlikte, büyük düşünür Marks'ın ellerinde bilimselleşti.
Kapitalist sistemi ayrıntılarıyla çözümleyen Marks ve
Engels, kapitalizmden komünizme geçişin bir alt aşamayı,
bir geçiş dönemini gerektirdiğini söyleyerek bu dönemin
devlet biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğunu saptamışlardı.
Bir kıta devrimine olan inançlarıyla, proletarya diktatörlüğünün
işlevini ve sınırlarını da yaklaşımlarına uygun biçimde
oluşturmuşlardı. Ama Marks ve Engels, hiçbir zaman sosyalizmin
gelecekteki zanaatçılarının önünü tıkamak ilkelliğine
düşmediler.
Onların açtığı yoldan yürüyen insanlık, sınıfsız topluma
ilk adımını Rusya'da Büyük Ekim Devrimi ile attı. Çağımızın
ve belki tarihin bu dev olayı, bir geleceğin, bir umudun
maddi varlığa dönüşmesi ve aynı zamanda kapitalizm sosyalizm
çatışmasının başlangıcı anlamına geliyordu.
Önceleri diğer metropol ülkelerde gerçekleşecek devrimlerle
tamamlanacağına inanılan Rus Devrimi, kendi gerçekliği
ve kendini üretmek ve ilerletmek ya da çözülmek seçenekleriyle
karşı karşıya kaldı. Lenin ve Stalin'in tereddütsüz
tercihi sosyalizmin inşasına yönelmek olacak ve yıkılmış
bir ülkeden bir refah toplumu yaratmak başarılacak,
emperyalizmin topyekün saldırılarını da kapsayan süreçten
sosyalizm, on yıl gibi kısa bir sürede kendini toparlamış
olarak çıkacaktı.
Kapitalizm-sosyalizm çelişmesi, en büyük çatışma haline
faşist Almanya'nın genç SSCB'ne saldırısı esnasında
dönüştü ama bu savaştan bir dünya sosyalist sistemi
doğdu.
Ekim Devrimi ile başlayan sosyalizm-kapitalizm çatışması,
çatışmanın geri ucunu temsil eden kapitalizm çözülünceye
kadar sürecektir. Dönem dönem açık savaşa dönüşen çelişme
boyunca sosyalizm, çeşitlil sorunlarla karşılaşmış ve
bu sorunlar bazı durumlarda sosyalizmi ileri iten neden
olmuş, bazı durumlarda ise bünyesinde önemli tahribat
yaratmıştır.
Bugünden düne bakarak yapılacak değerlendirmede, çeşitli
açılardan sosyalist sistem tarihini Stalin'in ölümünden
önce ve sonra olmak üzere iki dönemde incelemek gerekir.
1917'den 1953'e kadar uzanan dönemin özellikleri, mutlak
ve sürekli gelişme, sosyalist sistemin iç bütünlüğünün
korunması ve barış politikasının uzlaşmaz karakteridir.
Stalin'in ölümünden sonra ki dönem ise iç bütünlüğün
yitirildiği, gelişmenin mutlak özelliğinin yıprandığı,
emperyalizme karşı uzlaşmaz politikanın çözüldüğü dönemdir.
Bununla birlikte Stalin sonrasında ortaya çıkan sorunların
bazı çıkış noktalarını Stalin'in iktidar yıllarında
aramak kadar doğal bir tavır da olmaz. Bu dönemin baş
döndürücü başarılarının ardından ki sorunların ya da
eksikliklerin geçen yıllar içinde birikmesi, giderek
büyümelerini kaçınılmaz kılmış, doğru politikalarla
düzeltilmemeleri, teşhiste, bunun sonucu olarak da çözümde
yanlış saptamalara düşülmesini, sorunların derinleşmesini
getirmiştir.
Unutmamak gerekir ki, ilkel Komünal topluluk ilişkilerinin
çözülmesinden Ekim Devrimi'ne kadar uzanan tarih, özel
mülkiyet ve sömürü temelinde yükselen toplumlar tarihidir.
Böylesine uzun bir sürecin etkilerinin, bu olguların
yaşandığı bir ülkede hem onlarla çatışarak ve hem de
var olmaya, gelişmeye çalışarak kısa bir sürede atabilmek
olanaksızdır. Bu yolda yürüyüş, kaçınılmaz biçimde hata-
zaafları da içerir.
Sosyalizmin gündeme geldiği ülkelerin gelişmiş ülkeler
değil (Doğu Almanya dışında) sanayileşme sorununu çözememiş
ve burjuva demokrasisi sürecini ya hiç yaşamamış ya
da bu yolda kalıcı sonuçlar elde edememiş ülkeler olması,
ister istemez sosyalizme aynı zamanda sanayileşme ve
demokratik kazanımları yaratma gibi işlevler yüklemiş,
bu itibarla da halkı bazen fazlasıyla zorlayan uç noktalarda
uygulamalar gündeme gelmiştir.
Bu etkenleri sayarken, herhangi bir hatayı ya da eksikliği
mazur göstermek, açıklamaya çalışmak gibi kaygılardan
hareket etmiyoruz. Devrimciler hiçbir zaman hiçbir şeye
karşı kendilerini koşullandıramazlar.
Biz nesne, olay ve süreçlere Marksist yöntemi esas olarak
baktık; kendimizi eylemimizi ve düşüncemizi yaptırım
altına sokmadan ayakta durduk. Dolayısıyla eleştirelliğimizde
de,yargılarımızda da tek kıstasımız bilimsellik temelinde
halkın ve devrimin çıkarları oldu. Sosyalizme, geleceğe
sarsılmaz şekilde inandığımız için, tarihe doğru bakmak
sorumluluğunu hiçbir şeye tercih edemeyiz. Ve ona bu
bağlamda sahip çıkarız. Sosyalizm anlayışımız budur.
C) EMPERYALİZM-DÜNYA HALKLARI ÇATIŞMASI
1)YENİ SÖMÜRGECİLİK
3. Bunalım Döneminin ilişkilerine yön veren çatışmalardan
biri de, emperyalizm-sosyalizm çatışması ve emperyalistler
arası çatışma ile birlikte, emperyalizm ile dünya halkları
arasındaki çatışmadır. Tüm 3. Bunalım Dönemini kapsayan
ulusal kurtuluş savaşları, emperyalistler arası entegrasyonun
başlıca nedenlerindendir. Ve emperyalizmi sarsan depresyonun
kökeninde yatan nedenlerden biri yine budur. Sürece
damgasını vuran bu olguyu kavramak ise, her şeyden önce
yeni sömürgeciliğin yeterince anlaşılmasından geçer.
3. Bunalım Döneminin ayırt edici yanlarından biri olan
yeni sömürgecilik, sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkilerdeki
dönüşümü ve öne çıkan yeni sömürgeci yöntemleri ifade
eder. Ancak, sürecin ilerlemesiyle, yeni sömürgecilik,
ekonomik özelliklerinin yanı sıra, toplumsal ve siyasal
özellikleri de kapsayarak anlamını; Yeni Sömürge Tipi
Faşizm, Oligarşik Dikta, Suni Denge gibi kavramlarda
bulan zengin bir kategoriye dönüşmüştür.
3. Bunalım Döneminde somutlaşmış olsa da, yeni sömürgeciliğin
kökenlerini daha önceki dönemlerde aramak gerekmektedir.
Çünkü, yeni sömürgecilik, ani gelişmelerin ürünü olarak
ortaya çıkmış bir olgu değil, belli gelişmelere koşut
olarak varlık kazanmış bir olgudur. Bu açıdan bakıldığında
yeni sömürgeciliğin kaynağını ABD'de bulmaktayız.
20. yy.'ın başlarında önemli bir güç olan ABD, dünya
pazarları üzerinde gücüyle bağlantılı bir paya sahip
olmama durumuna son vermek üzere ilk olarak Latin Amerika'ya
yöneldi. ABD'nin 5. Başkanı Monreo'nun, "Amerika
Amerikalılarındır" sloganını, bir doktrine dönüştürerek,
nüfuz alanını genişletmeye çalışan ABD'nin başlıca rakibi
İngiltere idi. 1. Dünya Savaşını bu yönde bir koz gibi
kullanan ABD, savaşın sonucunda tayin edici rol oynayabilecek
askeri gücünü bir tehdit aracı olarak kullanarak, Latin
Amerika'da etki alanını genişletip İngiltere'nin önüne
geçti.
ABD yayılmacılığı, 2. Bunalım Dönemi boyunca sürdü.
Bu süreçte, yavaş yavaş ABD'nin durumu da belirginleşmekteydi.
ABD, İngiltere'nin Latin Amerika'da uyguladığı yarı-sömürgeci
yöntemlerin dışında yöntemler kullanıyordu. İngiltere
ya da Almanya, Fransa, vb. ülkeler yarı sömürgelerde
yer altı ve yer üstü kaynaklarını talan ettikten sonra
bu hammaddeyi büyük oranda kendi ülkelerinde işliyor
ve mamül madde olarak dünya pazarlarına satıyorlardı.
ABD tekellerinin yöntemi ise ağırlıklı olarak, talan
ettikleri hammaddeyi o ülkenin ucuz işgücünü kullanarak
o ülkede mamül maddeye dönüştürmek ve yine o ülke ve
çevre ülke pazarlarına sürmek esasına dayanıyordu. ABD'yi
böyle davranmaya iten neden, işgücünü değerlendirmede,
diğer emperyalist ülkelerden daha farklı yöntemler kullanmasıydı.
Bu farklı yöntemlere kısaca Fordculuk denmektedir.
Yeni sömürgeciliği kavramada çok önemli bir basamak
olan Fordculuk, 20. yy.'ın ilk 25-30 yılında oluşmuş
bir tekniktir. Fordculuğun çıkması belli koşulların,
belli bir birikimin ürünüydü. ABD, dönemin en zengin
iç pazarına sahip ülkesiydi ve dünya pazarlarındaki
payının ağırlığı, ABD tekellerinin gelişmesini, bu iç
pazarın sürekli büyümesine bağımlı kılıyordu. Süreç
içinde, tekeller, hem emek gücünün değerini düşürecek,
yani daha yoğun bir artıdeğer sömürüsüne yol açacak,
hem de iç pazarı büyütecek bir yol arama durumuna geldiler.
Otomobil fabrikaları sahibi Ford, "İşçi hem üretmeli,
hem tüketmeli, bir yandan otomobili üretirken öte yandan
satın almalı" biçiminde durumu özetliyordu. Sonuçta
çözüm, mühendis Taylor'dan geldi. Taylor'un önerdiği
ve ilk kez Ford fabrikalarında kullanılmaya başlayan
bant sistemi, hem artı değer oranını yoğunlaştırıyor,
yani emek gücü değerini düşürüyor, hem de işçiyi tüketici
durumuna sokuyordu. Çünkü, bant sistemi iş sürecini,
eski tekniklerle ulaşılamayacak bir yoğunlaşmaya ulaştırmıştı
ve bu durum işçinin reel ücretlerinde, sömürünün yoğunlaşmasına
karşın artışı getirmişti.
Aynı dönem diğer ülkelerde uygulanan iş tekniği, meslek
esasına dayanan ve kalifiye işçinin varlığını gerektiren
bir karaktere sahipti. İşçinin bir mesleği , özel becerileri,
sanatı vardı ve işçi bir mamülün üretiminde birden çok
işle uğraşıyordu.
Taylor'un sistemi ise olayı kökünden değiştirdi. Sistem,
işin basitleştirilmesine, küçük bölümlere ayırarak parçalanmasına
dayanıyordu ve işçi bantla önünden geçen aynı parçalara
hep aynı işlemi yapıyordu. Üretimin bu basitleştirilmiş
durumu uzmanlığa duyulan gereksinmeyi ortadan kaldırdı
ve o zamana kadar oluşmuş işbölümü teknikleri çözüldü.
Artık olağanüstü nitelik gerektirmeyen işçilerle, onları
yönetenler vardı. Yani bir yandan üretim yoğunlaşırken,
öte yandan kafa emeği arasındaki çelişme derinleşmişti.
İşçi aristokrasisi nitelik değiştirerek uzman ve işçilerden
değil, kafa emekçilerinden oluşmaya başlamıştı. Böylece,
bir işi yapabilmek için deneyli ve eğitilmiş işçi gerekmez
oldu. Sistemin başlangıçta fark edilmeyen çok önemli
bir diğer sonucu da, tüketim ve ara malları sanayinin
gelişmesi idi.
Marks, üretim sektörlerini ikiye ayırmıştır. Üretim
araçları üreten sektör ve tüketim araçları üreten sektör.
Gerçek ağır sanayi, üretim araçları sektörüdür. Çünkü,
bu sektör, tüketim sanayinin değişmeyen sermayesini
oluşturur. Dolayısıyla üretkenliğin yükselmesi üretim
araçları sistemini arttıracak, değeri düşecektir. Bunun
sonucu da tüketim ve ara malları sanayinin gelişmesi
idi.
Marks durumu şöyle açıklamaktadır " Emek gücünün
değerini düşürebilmesi için, üretkenlik artışının, bu
emek gücünün değerini belirleyen ürünlerin üretildiği
sanayi dallarını etkiliyebilmesi gerekir" (70).
Bant sistemi, üretim araçları üretimini kısa sürede
geliştirdi. Böylece değeri düşen üretim araçlarını kullanarak
üretim yapan tüketim ve ara malları sanayi gelişti.
Ve iç pazarın genişlemesi Ford'un beklentilerinin karşılanması
anlamına geliyordu.
Bant sisteminin sonuçlarını özetleyecek olursak:
a) İş süreci olağanüstü yoğunlaştı.
b) Tüketim ve ara malları sanayi gelişti ve bant sistemi
özellikle bu sektörlerde yaygınlaştı.
c) Üretimin yoğunlaşması, işçinin gerçek ücretlerinde
artış koşulları sağladı, iç Pazar genişledi.
d) Sistem, nitelikli emeğe duyulan gereksinmeyi azalttı.
e) Çok geniş bir taban üzerinde üretimde bulunmanın
koşulları doğdu, dev fabrikalar kuruldu.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin yolu açıldı.
Bu noktada, Fordculuk ile yeni sömürgecilik arasındaki
bağlantıya geçelim. ABD'de Fordculuğun yayılmaya başladığı
dönemde, Avrupa'da sanayi üretimi kalifiye işçilerden
oluşan bir işçi aristokrasisine dayanmakta ve üretimin
gerçekleştirilmesi sayesinde, İtalya gibi ülkelerden
gelen ve köylü kökenli olup sanayileşme geleneğine sahip
olmayan kalifikasyonsuz ve örgütsüz yeni göçmen kitlesini
iş sürecine sokabilmek mümkün olmuştur. Bu yolla hem
iş yöntemleri köklü bir değişime uğruyor ve hemde işçi
sınıfının örgütlülüğüne ciddi bir darbe vuruluyordu.
Aynı dönemde Latin Amerika'da nüfuz alanını genişletmeye
başlayan ABD, Fordculuğu çevre ülkelere yaymaya başladı.
Daha önce de vurguladığımız gibi, sömürgecilik ve yarı
sömürgecilikte, bağımlı ülkelerdeki ucuz işgücü ancak
ülke zenginliğinin talan edilmesinde kullanılabilmekteydi.
Madenlerde ve sanayi ürünlerinin ekildiği plantosyonlarda
ucuz işgücü köle gibi kullanılıyor ve limanlarda toplanarak
işlenmek üzere metropollere aktarılıyordu.
Bu durumda sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkiler, hiç
kuşkusuz doğal ekonomileri parçalamaya, çözülmeye itmiştir.
Ama kapitalizmin esas olarak limanlara, ekonomik ve
askeri amaçlarla örülen demiryolu çevrelerine, maden
kaynaklarına ve özellikle sanayi bitkilerinin ekildiği
tarım plantosyonlarına girmesi, bunun dışında toplumsal
dokuya, bu tür etkinliklere engel olduğu oranda zarar
vermesi ve doğal ekonomiye özgü egemen sınıf ve katları
kendisine komprodor olarak seçmesi, son çözümlemede
emperyalizmi bir dış olgu olmaktan kurtaramıyordu.
Diğer bir deyişle, sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkiler,
daha çok bağımlı ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını
sömürmeye yetmekteydi. Bu durum söz konusu ülkelerin
gerçek potansiyelinin kullanılmaması anlamına gelmekteydi.
Gerek sömürgeci ve yarı sömürgeci ilişkilerin niteliği,
gerek üretim araçlarının evrim düzeyi ve gerekse ABD
dışında kalan emperyalist ülkelerde iş sürecine egemen
olan karakter, bağımlı ülkelerdeki potansiyeli, yani
insan unsurunu değerlendirebilmekte çok önemlidir. Çünkü,
sömürge ve yarı sömürgecilikle yeni sömürgecilik arasındaki
farklılık buradan kaynaklanmaktadır.
ABD Latin Amerika'da, kıta etkisi olan İngiltere ve
Almanya gibi ülkelerden farklı olarak insan potansiyelini
değerlendirmek gibi değişik sömürü teknikleri uygulamaya
başladı. İnsan potansiyelini değerlendirmek, kuşkusuz
ucuz işgücünü değerlendirmek anlamına gelmektedir.
ABD bu ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını,
yerel işgücünü kullanarak işlemeye yönelmekle, yeni
sömürgeci ilişkileri başlatmış oluyordu.
Bununla birlikte, o aşamada ortaya çıkan bu durumu,
yeni sömürgecilik olarak adlandıramıyoruz. Daha çok
yeni sömürgeciliğin öncülü olma durumu söz konusuydu.
Çünkü ABD girişimi, ülkeleri tümüyle kendi denetimine
almaya yeterli değildi. Kaldı ki, ABD tekelleri de o
aşamada yeni sömürü tekniklerini ağırlıklı olarak kullanmamaktaydılar
ve Latin Amerika esas olarak yarı sömürge özelliklere
sahipti.
Süreç içinde gelişen yeni sömürgeci teknikler savaş
yıllarında ve özellikle savaş sonrasında gerçek patlamasını
yaptı. Truman Doktrini ve Marshall Planı yeni sömürgeciliğin
gelişmesine uygun ekonomik ve siyasal atmosferi yaratmış
ve bu düzlemde oluşan ilişkiler geniş sömürge ve yarı
sömürgeciliğin yerini; yeni sömürgeci ilişkilerin almasını
getirmişti.
Yeni sömürgeciliğin gelişmesine önemli bir katkı da
bilimsel ve teknolojik devrimle geldi. Bu devrimin üretim
araçlarının Fordculukla birleşmesiyle daha yüksek bir
teknolojiye, daha yoğun bir sömürünün daha basit biçimde
gerçekleşmesine yol açmıştı.
Ayrıca yeni sömürgecilik ABD'nin siyasal tavrına uygun
özellikler taşımaktaydı. Sosyalizmin yükselen prestijine
karşı, kendisine yapay bir ideoloji yaratan ABD, demokrasi
ve özgürlük bayraktarlığı yapmaktaydı. Nitekim klasik
sömürgecilikten farklı bir espriyi içermesi ve ABD'nin
takınmış olduğu ideolojik maskeyi yıpratmaması, yeni
sömürgeciliğin bir diğer üstün yanını oluşturmaktaydı.
Bu, siyasal düzeyde bağımsız görünen ülkelerin, ekonomik
düzeyde boyunduruk altına alınmasından başka bir şey
değildi ve Fordculuğun açtığı yoldan geçiyordu. Gelişen
iş tekniklerinin bilimsel teknolojik devrimle evrilmiş
üretim araçlarıyla desteklenmesi sonucunda ağırlık kazanan
yeni sömürgeci yöntemlerle, sömürgecilikten çok daha
karlı bir durumu ortaya çıkarıyordu.
Yeni sömürgecilik incelemelerinde çok sık düşülen bir
hata, gizli işgal esprisinden, yeni sömürgeciliğin başlıca
ayrım noktasının siyasal bağımsızlığa karşın ekonomik
bağımlılık olduğu biçiminde bir sonuç çıkarmak olmuştur.
Bu çıkarım yanlıştır. Böyle bir yaklaşım bize sömürgecilikle
yeni sömürgeciliğin arasındaki farklılıklardan birini
verir. Ama örneğin yarı sömürgecilikle yeni sömürgecilik
arasındaki ayrımı açıklamada yetersiz kalır. Çünkü,
her ikisinde de göstermelik düzeyde de olsa siyasal
bir bağımsızlık söz konusudur. Bu noktada yeni sömürgeciliğin
başat özelliği olan gizli işgal esprisinin içeriği ortaya
çıkmaktadır. Bu içerik en kısa biçimde, gizli işgal
ile emperyalizmin yeni sömürgeler açısından içsel bir
olgu durumuna gelmesi biçiminde özetlenebilir. Ve anlamını
emperyalist üretim ilişkileri önermesinde bulmaktadır.
Gerçekte, yeni sömürgecilik tanımı başlangıçta, siyasal
bağımsızlıklarını elde eden eski sömürgelerin durumlarını
ekonomik bağımsızlıkla pekiştirememeleri nedeni ile
ortaya çıkan sonucu tanımlayabilmek için kullanılmaya
başlanmıştı. Ama süreç içinde yeni sömürgeciliğin emperyalizmi
içsel bir olgu durumuna sokması ekonomik fonksiyonu
belirginleşince yeni sömürgeciliğin gerçek özellikleri
de biçimlenmeye başladı.
İlk kez Mahir Çayan yoldaşımız tarafından kullanılan
emperyalist üretim ilişkileri önermesi bu bağlamda gerçek
bir evrensel katkıdır.
ABD'de kullanılmaya başlanan Fordçu teknik, iş sürecini
basitleştirmiş ve kalifiye işçiye duyulan gereksinmeyi
ortadan kaldırmıştı. İki savaş arasında kısmi bir biçimde
Latin Amerika'da kullanılan bu teknikle yerel işgücü
kullanmanın ve yerel bir Pazar oluşturmanın yolu açılıyordu.
Savaştan sonra oluşturulan emperyalistler arası entegrasyonun
lideri ABD idi. ABD, Truman Doktrini ve Marshall Planında
oluşturulan ekonomik ve siyasal sistemi yeniden düzenlerken,
Fordcu ve Taylorcu iş tekniklerini diğer ülkelere de
taşıdı.
Gelişmiş kapitalist ülkeler açısından olay, ekonomilerinin
entegrasyonunun gerektirdiği biçimde (ya da buna ABD
emperyalizminin öngördüğü biçimde diyebiliriz) reorganize
olmak şeklinde gerçekleşiyor ve daha önce ifade ettiğimiz
biçimde kurumlaşıyordu.
Buna karşılık geçmişin sömürge ve yarı sömürge ülkeleri
açısından durum daha değişik özellikler taşıyordu. Her
şeyden önce bu ülkelerde, Avrupa ve Japonya'da olduğu
gibi yerleşik bir kapitalist temel yoktu. Bir kısmında
belli bir kapitalist gelişme olmakla birlikte daha çok
doğal ekonomilerin egemenliği söz konusuydu. Sömürgecilik
ve yarı sömürgecilik esas olarak bu ülkelerin zenginliklerini
yağmalamaya yönelmiş ve kapitalist ilişkiler bu çerçevede
sınırlı kalmış, doğal ekonomileri çözülmeye itmekle
birlikte, yerel bir Pazar, kapitalist nitelikli ve emperyalizmin
gereksinmelerine karşılık verecek bir iç Pazar yaratılamamıştı.
3. Bunalım Döneminde ise, durum nitelik değiştirmeye
başladı. her şeyden önce, emperyalizmin gereksinmeleri
bu yönde bir gelişmeyi zorunlu kılıyordu. Savaş sonucunda
dünyanın 1/3'ü emperyalizm için artıkr yoktu. Diğer
bir deyişle, emperyalist, kapitalist sistem savaştan
pazarları daralmış olarak çıkmıştı. Oysa emperyalizm
ancak pazarıyla birlikte bir varlıktı ve yine ancak
pazarların gelişmesiyle yaşamını sürdürebilirdi. Savaş
sonrası ilk yıllarda savaşın yıkımını atlatmak ve reorgeanize
olmak çabalarının bir sonucu olarak oluşan yoğun talep,
emperyalist teklerle sınırsız bir büyüme olanağı vermiş
ve "refah" dedikleri ortam oluşmuştu. Ama
reorganizasyonunu tamamlanması ve pazarın bu yönüyle
doyması emperyalistler arası rekabetin yeniden canlanması,
yeni sömürgeciliğin stratejik önemini iyice öne çıkardı
ve emperyalizmin başlıca çabası bu ilişkileri oturtmaya
yöneldi.
Yeni sömürgecilik, gizli işgale, yani emperyalizmin
içsel bir olgu durumuna gelmesine dayanmaktaydı. Emperyalizmin,
iş tekniklerini kullanarak ara sanayi ve tüketim sanayi
yeni sömürgelere taşıyor, Fordcu ve Taylorcu tekniklerle
iç Pazar yaratmaya çalışıyordu. Oluşan bu iç Pazar,
bilimsel ve teknolojik devrimin ıskartaya çıkardığı
(artık metropol için cazip olmaktan çıkmış) sektörlerin
de aktarılmasıyla daha fazla genişletiliyor ve emperyalizmin
yeni pazarlara duyduğu gereksinme bu biçimde giderilmeye
çalışılıyordu.
Emperyalizmin zorlamasıyla oluşturulan bu iç Pazar,
kapitalizmin zorlamasıyla yukarıdan aşağıya ve çarpık
bir biçimde geliştirilmesinden başka bir şey değildi.
Bu nitelik, kaçınılmaz biçimde yeni sömürgeleri sarsmaya,
onları ekonomik, siyasal, toplumsal , kültürel düzeylerde
sancılı bir sürece sokmaya başlıyordu.
her şeyden önce emperyalizmin girişine kadar ki süreç,
bu ülkelerde doğal ekonominin şu ya da bu oranda etkilerini
güçlü biçimde koruduğu ve hatta pek çoğunda belirleyici
olduğu özellikler içermekteydi. Latin Amerika, İspanya
ve Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmin
geçmişte belli ölçülerde oluşmuş olması, feodalizmin
güçlü bir biçimde yaşamayı sürdürmesine engel olmamıştı.
Afrika ülkelerinin büyük bölümünde ise sömürgeciliğin
gereksindiği limanlarda uç veren kapitalist ilişkiler
dışında düpedüz ilkel Komünal ilişkiler egemendi. Güney
Asya'ya gelince, feodalizm ve onun çeşitli varyantları
geçmiş sömürgeciliğe karşın gücünü korumaktaydı.
Yeni sömürgeciliğe bağlı olarak bu ülkelerde değişik
düzeylerde de olsa, emperyalizmin gereksinmelerine göre
biçimlenen kapitalist nitelikli bir iç pazarın oluşması,
bu ülkelerin doğal ekonomik yapılarına göre oluşan dengelerini
alt üst etti. Kendine yeterli ekonomik birimler parçalanıyordu.
Ancak iç dinamiğe dayanan ve toplumun bağrından doğarak
aşama aşama doğal ekonomiyi çözecek egemen bir kapitalist
gelişme söz konusu olmadığından, değişik düzeylerde
de olsa kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerine özgü ilişkiler
çarpık kapitalizme eklemleniyordu.Örneğin feodal ilişkiler, , kapitalist iç pazarın gelişmesiyle çözülmeye zorlanıyor
ve sancılı biçimde parçalanıyordu. Ama olay feodalizmin
tasfiyesine yeterli olmuyor, feodalizm toplumun alt
ve üst yapısında değişik biçim ve düzeylerde varlığını
koruyordu. İç pazarın gelişmesiyle feodal kapalı ekonominin
bu iç pazara eklemlenmesi ve kapitalizme özgü üretim
araçlarının ülkeye girmesi, geçmişin feodal birimlerini
son derece karmaşık bir sürece sokuyordu.
Her şeyden önce feodal ilişkilerde tasfiye söz konusuydu.
Yaptığı, pazarın kendisine sunduğu kapitalist üretim
araçlarını almak ve kapalı birim için değil, kapitalist
Pazar için üretimde bulunmaktı. Bir devrim söz konusu
olmadığından, feodal-serf ilişkisi ortadan kalkmamıştı.
Yalnızca feodal daha önceden, örneğin yüz toprak kölesi
ile yaptığı işi, bu kez on toprak kölesi ile yapmaya
başlıyordu. Bu da kırlarda işsizliğin yaygınlaşması
ve çarpık kentleşme sonucunu doğuruyordu.
Öte yandan toprak kölelerinin sayısının azalması serf
ilişkisini en azından o aşamada dönüştürmüş oluyordu.
Sayısı azalan toprak kölesi, kapitalizme özgü işgünü
içinde, feodal için çalışarak kullanıyor, angarya sistemi
işlemeyi sürdürüyordu.
Feodalizmin varlığının ölçüsü, en temelde üretimin gerçekleştirilme
biçimi olduğuna göre, gerekli emek ve ek emekten oluşan
feodal üretim süreci, niteliğini koruduğu sürece, feodalizmin
tasfiyesinden söz edilemezdi. Bununla birlikte, kapitalist
bir Pazar için kapitalist üretim araçları kullanarak
gerçekleştirilen üretim, ağır ve sancılı biçimde de
olsa kuşkusuz dönüşecekti.
Bu, ülke sömürge olmaktan kurtulamadığı sürece, kapitalist
iç pazarın giderek daha çok feodal ilişkileri etkilemesi,
feodal nitelik değiştirmeye zorlanarak çarpık bir toprak
kapitalistine dönüşmesi ya da bir kısmının biriken sermayeyi
kapitalist Pazar içinde değerlendirme yolunu tutarak
çarpık biçimde burjuvalaşması ve serfin aynı sürece
koşut olarak tarım işçisine dönüşmesi biçiminde gerçekleşiyordu.
Yine de feodalizm toplumun çeşitli kurumlarında, devlet
mekanizmasından kültürel kurumlara kadar uzanan geniş
bir yelpaze içinde yaşamayı sürdürüyor ve gerçek tasfiyesi
ancak demokratik halk devrimiyle sağlanabilecek ölçülerde
çarpık kapitalizmle iç içe giriyor, ona eklemleniyordu.
Böylesine karmaşık bir süreci tanımlamak kuşkusuz zordur
ve yeni sömürgelerde oluşan toplumsal dokuyu klasik
reçetelerle kesinlikle açıklayamayız. Zorlama tesbitlerle
bir yeni sömürgeye kapitalist deyip çıkmak ya da kolaycı
soyutlamalarla yarı-sömürge, yarı-feodal demek her şeyden
önce tarihsel materyalizmle ve onun işleyiş kurallarıyla
bağdaşmaz. Bir yeni sömürgeyi bu biçimde tanımlamak,
sonuçta insanı, örneklerinin her yeni sömürgede bolca
görüldüğü gibi ileri kapitalist ülkelere özgü çözüm
reçetelerine, genel ayaklanma anlayışına, sosyalist
devrim beklentilerine, işçi sınıfı kuyrukçuluğuna kadar
götürmektedir. Ya da yine aynı ülkelerde, feodalizmi
egemen süreç olarak tanımlayıp kızıl siyasi üsler yoluyla
ülkeyi kurtarmayı amaçlayan ikinci bunalım döneminde
kalmış anlayışlar yaşatılabilmektedir.
Bu yalnızca Türkiye'ye özgü bir durum değildir. Birçok
yeni sömürge ülkede, etkileri değişik düzeylerde de
olsa benzer görüntülerle karşılaşılmaktadır. Kısacası
ortada bir boşluk bir tanımlama eksikliği vardır.
Mahir Çayan'ın emperyalist üretim biçimi önermesinin
önemi bu noktada açığa çıkmaktadır. Mahir Çayan daha
onaltı yıl önce yeni sömürge ülkelerin karmaşık toplumsal
dokusunu son derece berrak biçimde tanımlamıştır.
"Yeni sömürgecilik metodlarının temelinde, emperyalist
tekellerin en güçlü politikasına cevap verecek şekilde
sömürge ülkelerde meta pazarının genişletilmesi, 'yukardan
aşağıya kapitalizmin' bu ülkelerde hakim üretim biçimi
olması, merkezi otoritenin egemen olması sonucunu doğurmuştur
(...) Üst yapıda feodal ilişkiler genellikle muhafaza
edilirken alt yapıda kapitalizm egemen unsur haline
getirilmiştir. (...) Bu politikanın esası, daha az masrafla
daha geniş Pazar imkanı sağlayarak (...) emperyalizmin
problemlerini daha fazla tatmin etmeye dayanmaktadır.
En temel metodu sermaye ihraç ve transferlerinin terkibindeki
değişikliktir. (...) Buna, ülkedeki kapitalizm iç dinamikle
gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek
yanlış olmayacaktır."
Bununla birlikte Mahir Çayan'ın yaklaşımı, özellikle
onun pratiğini yadsımaya çalışan çevrelerce çeşitli
nedenlerle gözardı edilmekte, gülünç "eleştiriler"
alabilmektedir. Söz gelimi, Türkiye'de 60 yıldır varolduğu
söylenen ve 60 yıldır yaptığı tek şey burjuva kuyrukçuluğu
olan çevrenin 'kuramcı'larından biri şöyle diyor: "Mahir
Çayan'a göre, yeni-sömürge ülkelerde, bu arada ülkemizde
de 1960'dan sonra derinlemesine emperyalist üretim ilişkisi
yaygınlaşmıştır. Bilimsel sosyalizme göre üretim ilişkileri,
belirli ve birbirinden ayrılan üretim biçimleri için
kullanılır. Emperyalizm kapitalist üretim biçiminden
ayrı bir üretim biçimi olmadığı için kendine özgü üretim
ilişkilerinden söz edilemez." (71) Mahir Çayan'ı
çürütebilmek için garip bir çaba harcayarak "eleştiri"lerini
sürdüren ve bilimsel sosyalistliği kimseye bırakmayan
bu "kuram"cının sözlerini buraya aktarmaktaki
amacımız, eleştirinin öneminden değil, belli çevrelerde
var olan mantığın tipik bir örneği olmasındandır.
Görüldüğü gibi "kuram"cımız, emperyalist üretim
biçimi önermesinin mantığını kavramaktan çok, bilimsel
niteliği gereği emperyalizmin kapitalist üretim biçiminden
ayrı bir üretim biçimi olmadığını kanıtlamayı, bir görüşü
mahkum etmede yeterli bulmakta. Kuşkusuz burada bu görüşü
çürütmeye girmeyeceğiz. Önemli olan şu; "kuramcı",
kapitalist üretim biçimini kalıpların dışında düşünmemekte
ve çözümleri de doğal olarak aynı kalıpların dar sınırlarını
aşmaktadır. Böyle bir kafa, örneğin, komünist üretim
biçimi ile sosyalist üretim biçimi arasındaki ya da
serbest rekabetçilikle tekelcilik ilişkileri arasındaki
ayrımı, yukarıdaki mantık kurgusuyla hiçbir zaman açıklayamaz.
Çünkü, kavramların içeriği ile değil adlarıyla ve bu
adların reçeteye çevirdiği sosyalist terminoloji ile
uygunluğu "kuramcı olmaya yetmektedir.
Olayın bir diğer ilginç yanını da son yıllarda yeni
sömürge ülkelerin sosyo-ekonomik yapısının niteliğinin
belirlenmesi yolunda yapılan çeşitli tartışmaların,
yazıların, Türkiye'de de ilgi toplaması oluşturmaktadır.
Wallerstein, Monzelis, Taylor gibi akademisyenlerin
Latin Amerika'dan yola çıkarak yazdıkları, dosyalar
ve derlemeler olarak yayımlanmakta ve Türkiye'de de
önemsenerek tartışılmaktadır.
Bu yazıların mantığı en çok üretim biçimlerinin eklemlenmesi
görüşüne kadar gidebilmekte, yeni sömürge ülkelerin
farklılıklarını doğru bir içerikle ele almakla birlikte
nitelik belirlemede yetersiz kalmaktadırlar. En ileri
örnek durumundaki Laclau, üretim tarzlarının eklemlenmesinden
yola çıkarak Latin Amerika'da feodal ilişkilerin varlığını
koruduğunu, kapitalizm ile iç içe girdiğini ve bu temelde
bir ekonomik sistem oluştuğunu söyler.
Mahir Çayan'ın 16 yıl önce yaptığı saptamayla, bu akademisyenlerin
ileride kuşkusuz keşfetmek zorunda kalacakları formülasyonu
oluşturduğunu, onlardan daha ileride olduğunu vurgulamalıyız.
Türkiye'nin kendisine aydın payesini yakıştıran yarı
aydını, saptama dışardan kendisine geldiğinde kabul
edeceğinden kendi ülkesinde 16 yıl önce oluşturulmuş
formülasyonu görmemektedir.
Konuyu bir de sermayenin birikim sürecinin hareket noktası
bağlamında açalım. Bilindiği gibi sermayenin birikim
süreci, kapitalist sistemin bütünü için itici güçtür
ve kar oranına dayanır. Kar oranı da sırasıyla, artı-değer
oranı ve sermeyenin organik bileşimi tarafından belirlenir.
Yedek emekçi ordusunun yenilenmesine ve düşük bir ücret
düzeyinin korunmasına teknolojik gelişme izin vermediğine
göre, sermayenin organik bileşiminde bir artış, artı-değer
artışından çok daha fazla bir artışa bağlanmadıkça,
zorunlu olarak kar oranında bir düşüş olacaktır. Bu
eğilim, organik bileşimin yüksek olduğu sektörlerden
düşük olduğu alanlara doğru sermaye hareketleri ile
kısmen giderilir. Burada öyle bir kar oranı çıkar ki,
bu oran değer olarak teknolojik açıdan ileri sektörlerde
kendisine karşılık gelen kar oranından her zaman daha
yüksektir. Bununla birlikte, toplam sermayenin organik
bileşiminde sürekli bir artış kapitalist yayılmacılığın
doğasında yer aldığına göre , uzun vadede kar oranında
yalnızca bir azalma eğilimi varolabilir.
Burada kesintisiz birikim sürecini açıklayan şey aynı
zamanda sistemin her sektöründeki üretici birimlerin
gelişmesini açıklamaktadır. Yani, ileri ya da dinamik
sektörlerde sermayenin artan organik bileşiminin, kar
oranı üzerindeki azaltıcı etkisine karşı koymayı olanaklı
kılan geri teknoloji ya da emeğin aşırı sömürüsüdür.
Taylorculuğun ve Fordculuğun kar oranını yükseltmesinin
nedenleri bu şekilde ifade edilir.
Buradan hareketle geri sektörlerin ya da emeğin aşırı
sömürüsünün ileri sektörler üzerindeki etkisinde olduğu
gibi, yeni sömürge ülkelerde ucuz emeğin kullanılmasının,
metropolün kar oranını yükselttiği görülür. Çünkü ekonomik
bağımlılık denilen şey bir bölgede yaratılan ekonomik
artığın, diğer bölge ya da bölgeler tarafından sürekli
olarak ele geçirilmesi biçiminde tanımlanabilir.
Eşitsiz gelişme yasasının ileri gittiği ülkeler, böyle
bir sıçramayı gerçekleştirememiş bölgelere girerek burada
yaratılan ekonomik artığa el koymaktadır. Bunun için,
emperyalizmin girdiği ülkeden elde edeceği ekonomik
artık oranını yoğunlaştırmak amacıyla, kendi sistemini
bu ülkelere taşıması ve kendi gereksinmelerine uygun
bir iç Pazarı yaratması gereklidir.
Bu süreç, bu ülkede daha önceden egemen olan ilişkilerle
çarpışacak ve nihayet emperyalizmin koşullandırdığı
eksene uygun olarak gelişen ilişkiler ile yerel ilişkilerin
ilk çatışmaları, bu iki değişik üretim biçiminin birbirlerine
eklemlenmesi ve iç içe girmesiyle yeni bir boyut, o
ülkeye özgü bir biçim alacaktır. Burada sonucu doğuran
neden ülkenin kendi iç dinamiği değil, dışardan kendi
gereksinmelerine uygun bir gelişmeyi başlatan emperyalizmdir.
İşte emperyalist üretim ilişkileri kavramı bu süreci
açıklamaktadır.
Özetleyecek olursak, emperyalist üretim biçimi, emperyalizmin
yeni sömürge ülkelerde kendi gereksinmelerine uygun
bir iç Pazar yaratması sürecinde, bu ülkelere egemen
olan doğal ekonomik yapıların parçalanması ve yukardan
aşağıya bir gelişme esasına dayanan çarpık kapitalizme
eklemlenmesiyle oluşan üretim ilişkilerine verilen addır
diyebiliriz. Bu niteliğiyle emperyalist üretim biçimi,
çok tartışılan bir kavram olan yeni sömürgeciliğin gerçek
boyutlarını çizmektedir.
Bu durumda yeni sömürgecilik, kapitalizmin genel bunalımının
3. aşamasında, emperyalizmin, az gelişmiş ülkelerde
kendi gereksinimlerine uygun ilişkiler oluşturma yoluyla
içsel bir olgu durumuna gelmesi ve bu ülkelerin ekonomik
potansiyelini bu temelde yağmalaması olarak tanımlanmalıdır.
Böyle bir tanımlama bizi, hem sömürgecilik hemde yeni
sömürgecilikten uzaklaştıracak ve yeni sömürgecilik
esprisinin özünü verecektir. Dolayısıyla yeni sömürgeciliğe
özgü diğer çeşitli kavramları, sömürge tipi faşizmi,
oligarşik diktayı, suni dengeyi kavrayabilmeyi mümkün
kılacaktır. Bu kavramların bazı çevrelerce anlaşılamamasının
nedeni de burada yatar. Yeni sömürgeciliği, Türkiye'nin
yeni sömürgeleşmesini anlayamayanlar, ellerindeki tek
ölçü kapitalizm ya da feodalizm olduğundan olayın çok
gerisinde kalmaktadırlar. Yeni sömürgeciliğin içeriğini
kavrayamadıklarından yanılmaktadırlar.
2) YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN BİÇİMLERİ
Her yeni sömürge, bir diğerinden değişik bir toplumsal
gelişme düzeyi anlamına gelmekte, emperyalizm için önemi
çeşitli açılardan değişebilmektedir. Örneğin, İsrail,
emperyalizm için yer altı ve yer üstü kaynakları açısından
önem taşıyan bir ülke değildir. Onun önemi, ciddi bir
ekonomik potansiyele sahip olan Ortadoğu'da emperyalizmin
kalesi olmasından, militer amaçlara karşılık verebilmesinden
kaynaklanmaktadır.
Ya da Brezilya'nın emperyalizm açısından önemi, daha
çok onun zengin iç potansiyelinden kaynaklanmakta ve
yeni sömürgeci ilişkiler de buna göre biçimlenmektedir.
Buna karşılık Singapur, iç Pazar olarak hiçbir cazibeye
sahip değildir ama, yüklendiği taşeron işlev, Singapur'u
emperyalizm açısından önemli kılmıştır.
Demek ki, her yeni sömürgenin ekonomik, siyasal, toplumsal,
kültürel, tarihsel koşulları, uluslar arası konumu değişiktir
ve emperyalizmin her yeni sömürgeye yerleşmesi ve ilişkinin
yürütülüş biçimi şu ya da bu oranlarda farklılıklar
göstermektedir.
Bununla birlikte, yeni sömürgeciliği belli başlıklar
altında çözümlemek olanaksız değildir ve sorunu kavrayabilmek
açısından olayı bu yönüyle incelemek gereklidir.
Yeni sömürgecilik yöntemlerinin başlıcaları:
- İthal ikameciliği
- Geleneksel ihraç ekonomisi
- İhraç ikameciliği
- Yeni ikamecilik'tir.
İTHAL İKAMECİLİĞİ
Yeni sömürgecilik yöntemlerinin başlıcalarından biri
olan ithal ikameciliği, kitlesel üretime ve bu üretimin
iç pazarda tüketilmesi esasına dayanır. Bu nedenle ithal
ikameci yöntem, zengin iç potansiyele sahip ülkelerde
kullanılmış ve 1970'lere kadar yeni sömürgeciliğin başlıca
biçimi olmuştur. Hatta yeni sömürgecilik şu son yıllara
kadar ithal ikamecilik ile özdeş tutulmuştur. Brezilya,
Arjantin, Şili, Meksika, Endonezya, İspanya, Portekiz,
Yunanistan, Türkiye, İran, G.Kore, ithal ikameciliğin
yaygın kullanılmasında örneklenebilecek ülkelerdir.
İthal ikameci yöntem, yeni sömürgeleşme süreci öncesinde
kapitalizmin belli ölçülerde gelişmiş olduğu ülkelerde,
varlık temelini daha rahat oluşturabilmiştir. Yukarıda
adlarını saydığımız ülkelerin hemen hemen hepsi, yeni
sömürgecilikten önce kapitalizmle tanışmış ve kapitalizmin
farklı düzeylerde de olsa gelişmiş olduğu ülkelerdir.
Özellikle 1930’lu yıllar ve 2. Dünya Savaşı yılları
bu ülkelerde kapitalizmin geliştiği dönemlerdi. 1929-32
deprasyonunun emperyalizmi sarsması, emperyalist zincirin
belli ölçülerde gevşemesi ve iç birikim olanaklarına
sahip ülekelerin, özellikle devletin girişimci gibi
kullanılması yoluyla kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmasını
getirmişti.
Türkiye’de kendisine “kemalist” diyen çevrelerin süslü
sözlerle “devletçilik” dedikleri dönemin niteliği de
buydu. aynı dönemde Arjantin, Brezilya, Portekiz, Yunanistan,
vb. pekçok ülkede de benzeri girişimler olmuş ve devlet
eliyle kapitalist yaratma çabası gündeme gelmişti. Ancak
hiçbiri başarılı olamamış ve yaratılan ulusal burjuvazi
değil komprodor nitelikli bir ticaret burjuvazisi olmuştu.
Savaş sonrası emperyalizm bu ülkelere girdiğinde potansiyel
bir iç pazar yanında, yetersiz de olsa kapitalist bir
alt yapı bulmuştu. Bu durum da Fordçu tekniklerin kullanılmasına
yeterli bir zemin var olmaktaydı ve iç pazarı yaratma
çabası bu doğrultuda gelişecekti. Bu ülkelerin savaş
öncesi oluşturdukları korumacı yapı, Fordçu tekniklerle
birleşince, ithal ikameciliği ortaya çıkardı.
Olay en yalın anlatımıyla; yüksek gümrük duvarlarıyla
korunan ülke iç pazarında işbirlikçiler eliyle bir montaj
sanayi kurmak ve bunu iç pazarın yaratılması yolunda
kullanmak, giderek iç pazarı genişletmekti. Durum, emperyalizmin,
işbirlikçileri eliyle ülke içinde tekelleşmesi anlamına
gelmekteydi.
Emperyalist tekellerin kendi denetiminde bir iç pazar
yaratmasına koşut biçimde, emperyalizm diğer çeşitli
siyasi, kültürel, militer kurumlarıyla ülke içine giriyor
ve tam anlamıyla içsel bir olgu durumuna geliyordu.
Geçmişin köle statüsünden bile ağır bir durumdu sonuç.
Çünkü, geçmiş sömürgecilik en azından ülkelerin doğal
ekonomisini, geleneksel özelliklerini yıkmayı başaramamıştı.
Bu kez içsel bir olgu olması, emperyalizmin varlığını
yalnızca zenginliklerin metropollere taşınması türünden
etkinliklerle sınırlamıyor, hayatın her alanında varlığını
hissettiren ezici bir olguya dönüştürüyordu. Nitekim
yeni sömürgecilik anlayışı da bu durumu tanımlayabilme
gereksinmesinin bir sonucu olarak doğmuştu. ithal ikameci
yöntemin temelinde, tarımsal artığın, yer altı kaynaklarının
ve işgücünün dış satımı ile elde edilen döviz gelirlerinin,
emperyalizmin Fordçu tekniklerle ürettiği yatırım mallarının
ve bazı girdilerin ithalinde kullanılması, emperyalizmin
ülke içindeki işbirlikçileriyle oluşturduğu tekelleşmenin
korunması yatıyordu.
Bu yolda muazzam bir korumacı düzenleme sistemi geliştirilirken,
daha çok ülkelerin hepsinde çok geniş bir tabanı olan
küçük burjuvaziye , kent ve kır üreticisine dayanan
iç pazar için daha önceden ithal edilen ya da üretilmezse
ithal edilecek olan tüketim malları üretilmekteydi.
İthal ikameci bir nitelik taşıyan bu birikim yönteminin
genişlemesi, üretimin tüketim malları aşamasından teknolojik
merdivenin daha üst basamaklarına, yani yatırım malları
kesimine doğru yayılması mümkün olabilecekti ve böylesi
bir dönüşüm, hiçbirisi için kısa vadede mümkün görünmüyordu.
Emperyalistler arası entegrasyonun depresyona tutulmasına
bağlı olarak 1970’lerin ortalarından başlayarak ithal
ikameciliği tıkanacaktı. Bunun faturası ağır olacak
ve depresyonun yükü bu ülkeleri yeni arayışlara iticekti.
İthal ikameci sanayi, tüketim ve ara malları bağlamında
bir sanayi idi. Sanayi kavramının gerçek karşılığı olan
üretim araçlarının üretimi söz konusu değildi. Emperyalizm
kendisi için yeterince cazip olmayan sektörlerde bile
üretim araçlarının üretimini kendi tekelinde tutmaktaydı.
Yeni sömürgeye düşen, üretim araçları kullanarak tüketim
mallarını üretmekti. İthal edilen üretim araçlarının
Fordçu karakterleri, bu ülkelerde oluşan tüketim ve
ara malları sanayii, bant sistemine göre oluşturuyor
ve niteliksiz emeği kullanmak esas oluyordu.
Bu ülkelerde yeni sömürgecilikle birlikte kurulmaya
başlayan fabrikaların büyük ölçüde kırlardan kentlere
akmış köylü kökenli işçilere dayanması, Fordçu iş tekniklerini
zaten kaçınılmaz kılmaktaydı. Ama bu Fordçuluktan çok,
Fordçuluğun karikatürü durumundaydı. Çünkü Fordçuluk
esas olarak ağır sanayi üretiminin yani üretim araçları
üretiminin bir aracı olarak doğmuştu.
İthal ikameci yöntem ise, Fordculuğun ancak tüketim
ve ara malları bağlamında kullanılmasına izin veriyordu
ki, bu niteliğiyle ancak bir karikatür olabilmekteydi.
İthal ikameciliğin alt Fordçuluk olarak adlandırılmasının
nedeni de bu durumdur. Yani alt Fordçuluk, emek sürecindeki
dönüşümlerin bütün üretim dallarında kapsamlı ve yaygın
olmaması, üretim ilişkilerindeki dönüşümün sınırlı kalması,
özellikle ücret ilişkilerindeki ve tüketim normlarındaki
dönüşümün yeterli olmaması, birikim rejiminin istikrar
için genişlemesi ve yeniden üretimin gerektirdiği toplumsal
koşulların var olması anlamına gelir.
İthal ikameciliğin istikrarı, gerekli ithalatı finanse
etmek için yeterli dövize, kendi ihraç olanağına sahip
olmasına; ithal ikamesi ilerledikçe yapılması gerekli
yatırımlarda sermayenin teknik bileşimi yükseliyorsa
verimliliğin de buna koşut olarak artmasına; üretim
arttıkça iç pazarın buna uyumlu biçimde genişlemesine
ve üretilen gelirin bu genişleme ile birlikte toplumun
değişik kesimlerine dağılmasına bağlıdır. Sermaye birikiminin
genişleyerek yeniden üretimi için bu toplumsal koşulların
tümünün bir arada bulunması gerekir.
Söz konusu toplumsal koşullar bir arada kendi içlerinde
çelişkiler taşır. Genişleyerek yeniden üretimi finanse
etmeye yetecek miktarda döviz elde etmek için geleneksem
tarım ürünlerinin pek kolay olmayan ihracatına güvenilemez.
Oysa sanayi üretimi. tanım gereği korumacılık altında
yapılır. Çünkü, işbirlikçi tekelci burjuvazinin emperyalizm
ile rekabet durum doğal olarak yoktur. Bunun anlamı
ise verimlilik artışının yeterli olmamasıdır. Verimlilik
farklarını azaltmak için üretim maliyetini düşürmek
gerekir. Bu amaçla ücretlerin sınırlı tutulması bu kez
iç pazarın yeteri kadar genişlemesini önler.
İthal ikameciliğin bu özellikleri, onun son derece hassas
bir denge içinde sürmesine yardım edecek çok karmaşık
düzenleme biçimleri gerektirir. Bu düzenleme biçimleri
yoğun kapsamlı, ayrıntılı devlet müdahaleleriyle yerleştirilmeye
çalışılır.Meta ilişkilerli, fiyat, para, kredi, döviz
alanları, aynı zamanda devlet gelirleri ve harcamaları,
yoğun devlet müdahalesine konu olur. Ayrıca yukarıda
sözü edilen sorunların yoğunlaştığı değişik alanların
dönem dönem ek biçimlerle ve daha yoğun olarak düzenlenmesi
gerekir.
İthal ikameciliği bazen bu dengelerli tutturamadığı
için istikrarsızlığa ve ekonomik çalkalanmalara uğrarken,
kendi iç çelişkilerinin derinleşmesi ve emperyalist
kapitalist sistemin depresyonu ile birlikte kendini
yeniden üretemeyecek, var olduğu ve geliştiği biçimiyle
sürmeyecek ve tıkanacaktı.
GELENEKSEL İHRAÇ EKONOMİSİ
Emperyalistler arası entegrasyon, sistem ülkeleri arasında
bir iş bölümü anlamına gelmekteydi. Dünya pazarların
bütün olarak alan bu iş bölümü bir kısım çevre ülkede
ithal ikameciliğini, bir kısmında ihraç ikameciliğini
gündeme getirirken diğer önemli bir bölümüne de geleneksel
ihraç ürünlerinin pazarlanmasına dayanan bir rol düşmüştü.
Bu temelde oluşan ihraç ekonomileri, yeni sömürgeciliğin
ithal ikameciliğinden sonra yaygın olarak kullanılan
ikinci biçimi oldu. Bu statüye, OPEC ülkelerinin önemli
bir bölümü, Afrika ve Güney Asya ile Orta Amerika'nın
yine önemli bir bölümü giriyordu. Bu ülkeleri birleştiren
ortak yanları iki başlıkta açıklayalım.
Öncelikle kapitalizm ya hiç yoktu ya da yok denecek
düzeydeydi, uluslaşma süreci bir çoğunda yeni başlamıştı.
İkincisi, ekonomileri tarımsal ürünlerin ve hammaddelerin
ihracına dayanmaktaydı. Ayrıca bu sektörlerde de sayılı
dalda etkinlik söz konusuydu. Örneğin Ortadoğu ülkelerinin
ekonomileri, tümüyle petrol ihracına dayanırken, Orta
Amerika'da bu ülkelere adını veren muz ve kahve, diğer
bazı tarım ürünleriyle birlikte başlıca ürün durumundaydı.
Emperyalizm bu ülkelerde iç Pazar yaratmak ve korunan
montaj sanayi yaratmaya yönelmedi. Ya da bunu belirleyici
bir düzeyde yapmadı. Bu ülkelerin uluslar arası işbölümündeki
rolleri, emperyalizmin gereksindiği hammaddeleri ve
tarım ürünlerini ihraç etmek olurken, ülke alt yapısı
da bu temelde biçimlendi. Buna göre az sayıda tarımsal
ürün ya da yer altı kaynağına dayalı malın üretiminde
uzmanlaşan ülkeler, sınai mallarını emperyalist ülkelerden
ithal etmekteydiler. Bu durum, bu ülkelerin ekonomilerine
dünyanın en dışa açık ekonomileri olma niteliğini kazandırmıştır.
Gayri safi ulusal hasılanın ortalama %40-50'si ve özellikle
OPEC ülkelerinde çok daha fazlası ihraç ürünlerinden
oluşmakta, çoğu kez buna işgücü ihracatı da eklenmektedir.
Söz konusu ilişkilerin bu ülkelere metropollerin termostadı
olma işlevini yüklediği söylenebilir.
İhraç ekonomilerinde, meta ilişkileri ilk aşamada daha
önce var olan üretim ilişkileri çerçevesinde yaygınlaşmaya
başlamıştır. Ücret ilişkileri dünya ticaretine egemen
olan duruma göre oluşurken, birikim genelde teknolojinin
oldukça geri olduğu (72) koşullarda daha çok mutlak
artı değer üretimine dayanır. Emeğin toplumsal dağılımı
ihraç mallarının satıldığı piyasalar tarafından düzenlenir.
Yeni sömürgeciliğin bu biçimi zaman zaman ve kısmi olarak
bazı alanlarda çevre dışında gelişmiş değişik emek süreçleriyle
değişik ürünlerin üretildiği birikim dalgaları yaşayabilir.
Ancak artı değer elde etme biçimi esas olarak mutlak
artı değer üretimine, hatta pek çok durumda kapitalizm
öncesi sömürü biçimlerine dayanır. Üretimin önemli bir
bölümü geleneksel ihracata dönük olduğu için, geleneksel
ihraç malları, emek yoğun olarak ve eski teknolojilerle
üretilir. Üretim artışları, meta ilişkilerinin genişleme
şansı (yerel olarak kurulan kullanım alanları bulunmadıkça)
ancak ihracat yoluyla elde edilebilir. Ama ihracat rekabetçi
fiyat düzenlemeleri ile yapılmakta ve üretim artışı,
sık sık fiyatların düşmesi gibi bir sonuca neden olmaktadır.
İhracat şirketleri, dış rekabete dayanan fiyatlarla
piyasayı pek denetleyemezler. Dolayısıyla, devlet müdahaleciliği
dış rekabet koşullarıyla sınırlı kalmakta, diğer bir
deyişle yok denecek düzeyde olmaktadır.
Belli malların ihracatına dayanan ekonomilerin, bu ülkelerdeki
birikime, uluslar arası tekeller tarafından düzenleme
özelliğini kazandırması, ücretlerin düşük kalmasını
ve özellikle denetlenmesini getirir. Emek gücü tümüyle
mülksüzleşmiş, işgücünün tamamı kapitalizme entegre
olmamıştır. Dolayısıyla sermayedarlarla işgücü arasındaki
değişim ve bu temelde oluşan çevrim, kendi içinde tamamlanamaz
bir nitelik taşıdığından, kısal alanda ve zanaatkarlar
içinde sürekli yeni işgücü arama çabaları sözkonusudur.
Ama özellikle ihracat ithalat şirketlerinin üretimi
arttırmaya yönelmeleri dünya koşullarına bağlı olduğu
için, üretim ile dolaşım arasındaki çevrim, ulusal düzeyde
büsbütün kopuktur; çevrimin uluslar arası düzeyde tamamlanması
da belirsizdir.
Dış ticaret aracılığıyla yeni sömürge ülkeden metropole
artık aktarılmasa bile söz konusu ücret ilişkisi, yeniden
üretimin iç bağlantılarının kurulmasını çok güçleştirir.
Artık aktarımı durumunda ise iç bağlantılar büsbütün
zayıflar. Zaten ihracatın yapılması genellikle merkez
ülkelerin ihracatçıları ile düzenli bağlantılar kurmayı
gerektirdiği için yerli işbirlikçiler, emperyalistlerle
ihracat ilişkisi içinde karları paylaşmak durumundadırlar.
Dolayısıyla ihracatın karlı olması, sermayedarların
tekelci karı ve yerel işgücünün üretici işgücü ilişkisine
benzer ilişkiler altında aşırı sömürünün artırdığı karları
elde etmesi gerekir. Yeril sermaye ile merkez sermaye
ancak bu aşırı karları paylaşınca bu ittifakı karlı
bulur.
Yeni sömürgeciliğin bu biçiminde, birikimin genişleyerek
yeniden üretimi şansı çok zayıftır. Üretim teknolojisinde
devrim olmadan verimliliği ve üretimi artırmak çok zordu.
Öte yandan üretimin fazla olması durumunda, arzın artış
ritmine bağlı olarak , talep esnekliğinin düşüklüğünden
dolayı fiyatlar çok hızlı düşebilmekte, toplam ihracat
geliri artacağı yerde azalabilmektedir.
Nitekim depresyonun patlak vermesiyle bu ülkelerin ihracatları
azalmaya başlamış, dış ticaret hadleri de genel eğilim
olarak petrol dışındaki ihraç ürünlerinin fiyatlarının
düşmesi doğrultusunda gelişmiştir. Bu ürünlerin gelir
artışları, birçok daldaki ürünlerin dünya piyasasındaki
fiyatlara bağlı olduğundan, OPEC ülkeleri dışında kalanlar,
gelirlerini çok az artırabilmektedirler ve dünyanın
en yoksul ülkeleri, bu tip yeni sömürgelerdir.
İHRAÇ İKAMECİLİĞİ
İthal ikameciliği ve geleneksel ihracatçılıkla birlikte
yeni sömürgeciliğin üçüncü biçimini ihraç ikameciliği
oluşturmuştur. İhracata yönelik sanayileşme olarak ta
adlandırılan ihraç ikameci yeni sömürgecilik yöntemi,
ihracatın ikame edilmesi, yeni geleneksel mallar yerine
fason bir nitelik taşıyan sanayi mallarının ihracatı
temeline dayanır. Başlangıçta hem iç Pazar olarak emperyalizm
için cazip olmayan hem de ihraç edecek bir hammaddesi
ya da Tarım ürünü olmayan ülkelerdeki işgücünü değerlendirmek
amacıyla sınırlı olarak başlayan bu uygulama, çeşitli
nedenlere bağlı olarak 1960'lardan sonra yaygınlaşmış
ve yeni sömürgeciliğin üçüncü önemli biçimi niteliğini
kazanmıştır.
Böylece, geçmişte ithal ikameci yöntemle sömürülen pek
çok ülke, ihraç ikameciliğine yönelmiştir. Oysa korumacı
önlemlerin olduğu ülkelerde, serbest bölgelerde fason
üretim biçiminde gerçekleştirilen sömürü, korumacılığın
olmadığı ülkelerde bu tür bir uygulamaya gerek duymadan
sürmüş ve emperyalizme bağlı montaj sanayiciliğinin
yerini fason sanayi almaya başlamıştır.
İhraç ikameciliğinin öne çıkmasının nedenlerinin başında
emperyalist-kapitalist sistemi sarsacak depresyon geliyordu.
Depresyondan çıkış yolu, olayın faturasını yeni sömürgelerin
üzerine yıkmaktan geçiyordu. Ne var ki, giderek tıkanan
ve aksayan yönleri ortaya çıkan ithal ikameciliği, emperyalizmin
bu çabalarına karşılık vermekten uzaktı. İthal ikameciliği
bir iç Pazar yaratmış, kitlesel tüketim normlarını belli
ölçülerde yükseltmiş ve yetersiz talep sorunu uzun yıllar
çözülmüştü.
Ancak depresyon patlak verdiğinde, ithal ikameciliği
de tıkanmış durumdaydı ve depresyonla birlikte tümden
çıkmaza girdi. Verimlilik artışları yavaşlamış, sermayenin
teknik bileşiminin yükselmesi ve kar oranlarının düşmesi
sorunlarıyla karşı karşıya kalınmıştı. Kar oranlarının
düşmesiyle ortaya çıkan sorunları gidermek üzere ücretleri
düşürmek ise pazarın alım gücünü düşürüyor ve tıkanıklık
gideriliyordu.
Böylece, emperyalistlerce "sanayileşen ülkeler"
adı yakıştırılan ithal ikameci ülkelerin ucuz emek gücünün,
artı değeri artırmasının kaynaklarından biri olarak,
emperyalizmin ilgisini çekmesinin süreci başladı.
Diğer çeşitli açılardan da ihraç ikameciliği emperyalizme
cazip geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrim, üretim
araçlarını sürekli ve daha çok evrilmeye itmekteydi.
Bu gelişim, Fordçu ve Taylorcu tekniklerle birleşince
en karmaşık malların üretimini bile kolaylaştıran iş
teknikleri ortaya çıkmıştı. Ayrıca, geçmişte önemli
sorun yaratan ulaşım engeli artık önemli olmaktan çıkmıştı
ve son olarak Avrupa'daki işgücü artık uluslar arası
tekeller için yeterince cazip değildi.
Reorganizasyonun tamamlanması ile birlikte, dünya pazarlarında
yeniden ağırlık kazanmaya başlamaları, Avrupa ülkelerinde
emek gücünü geçmişte olduğundan daha pahalı kılmaya
başlamıştı. Daha önemlisi, kıtada egemen olan gelenek
ve örgütlülük düzeyi söz konusu gelişmelerle birleşince
işçi sınıfını kaba ve fahiş sömürüden uzak tutuyordu.
Buna karşılık yeni sömürgelerde ucuz işgücünü vahşi
biçimde sömürmenin koşulları vardı. her şeyden önce
devlet bu yönde emperyalizme gerekli güvenceyi vermekteydi.
Sermayenin uluslararasılaşması süreci de ihraç ikameciliğini
seçenek durumuna getiren bir diğer nedendi. Serbest
bölgeler özellikle uluslar arası tekeller için cazip
birikim alanları durumunda idi. Nitekim 3. Bunalım Dönemi
derinleştikçe, dolaysız sermaye ihracının arttığını
görmekteyiz. Bu, doğrudan yatırımlardaki artışın bir
göstergesidir. VE hem sermayenin uluslararasılaşma süreci
hem de ihraç ikameciliğin yaygınlaşmasını yansıtmaktadır.
Öte yandan, bir yandan ithal ikamesi yöntemi tıkanan
ülkelerde, bir yandan da sanayileşmesini içe dönük olarak
yapamayacak kadar birinci gruptakilerde, sınai malların
ihracatına geçilebilmesi için, geleneksel ihracat ya
da iç pazara yönelik üretim yapan işbirlikçilerin egemenliklerinin
sarsılması, ihraç ikameciliğini kaçınılmaz kılmıştır.
Böylece, emperyalist sermayenin bir kısmı üretim sürecinin
niteliksiz işgücüne dayanan bölümlerini taşıyacak ucuz
işgücü mekanları ararken, ithal ikameci yeni sömürgelerde
işbirlikçi sanayi sermayesinin de ihraç ikamesi yoluna
ya da ihracata yönelik sanayileşmeye yönelmeleri süreci
başlamıştı. Bu, emek sürecinin tasarımı, yöntemlerin
organizasyonu ve mühendislik düzeyi ile nitelikli işgücüne
dayanan düzey metropollerde kalırken, niteliksiz işgücüne
dayanan uygulamalarla , montaj ve daha çok fason nitelikli
bir sanayinin yeni sömürgelerde oluşturulması anlamına
gelmektedir.
Bu gelişme, 1960'lı yılların sonralarında başlamış ve
1970'li yıllar boyunca sürerek 1980'li yıllarda önemli
oranda tamamlanmıştır. Söz konusu süreç aynı zamanda
emperyalist kapitalist sistem içi yeni işbölümünün yerleşmesini
içermiştir. Dikey işbölümü olarak da adlandırılan bu
gelişme emperyalizmin gereksindiği birikimin yeniden
örgütlenmesi, bu yolda işgücünün ucuz olduğu bölgelere
gidilmesi, artı-değerin yoğunlaştırılması, ve dönüşümün
gereksindiği düzenlemelere gidilmesi gibi uygulamaları
da beraberinde getirmiştir.
İhraç ikameciliğinin ilk yıllarında emperyalist üretimin
en çok emek gerektiren sektörlerinin belli bölümlerinin,
ücretlerin çok düşük, işçi sınıfı örgülerinin çok zayıf
olduğu, İspanya, Güney Kore, Meksika, Brezilya, Malezya,
Taywan, Fas, Hong Kong, Singapur gibi ülkelere taşındığını
görmekteyiz. Bunlar, ithal ikameciliğini terk etmek
zorunda kalan, ya geleneksel olarak ancak merkez ülkelerin
taşeronluğunu üstlenebilecek kadar küçük ülkeler ya
da bazı eski sömürgelerdi. Serbest bölge uygulaması
ile birlikte, ilk kez yeni sömürge ülkeler sanayi malları
ihracatına başlamışlardır. Gerçekte ise, yeni sömürge
adına ihracatta bulunan uluslar arası tekellerdir. Dokuma,
konfeksiyon, oyuncak ve elektronik dallarında başlayan
süreç bugün gemi yapımı, demirçelik, petro kimya gibi
alanlara da yayılmış durumdadır.
İhraç ikameciliğinde meta ilişkileri, sanayi ürünlerinin
önemli bir bölümünün merkezi ihracatına, ücret ilişkileri
de mutlak ve nisbi artı değeri birlikte yükselen aşırı
bir sömürüye dayanır. Üretim ile dolaşım arasındaki
çevrim ulusal bir nitelik değil, emperyalizmin üretim
sürecine eklemlenerek tamamlanan bir nitelik taşır.
Serbest bölgelere taşınan sanayi ya da sanayi bölümleri,
genellikle aşırı bölünmüş, tekrarlanan, herhangi bir
otomasyon sistemine dayanmayan işleri içerdiği için,
kullanılan makineler, hafif, tek operatörle çalıştırılan
makinelerdir. İç Pazara yönelik ithal ikameci sanayileşme
ile karşılaştırıldığında sermaye yoğunlukları olağanüstü
düşüktür. Dolayısıyla merkezi ülkelerin taşeronluğunu
üstlenen yeni işbirlikçiye maliyeti son derece düşük
olmaktadır.
Otomasyon oranının düşük olması, artı değeri arttırma
yolu olarak, vahşi uygulamaları gerektiren bu yöntemle,
çalışma yoğunluğunu artıran nisbi değeri, çalışma sürelerinin
çok uzun tutulmasıyla da mutlak artı değeri yükseltmektedir.
Bu nedenle ihraç ikameciliğinin ayırt edici özelliklerinden
biri de, nisbi ve mutlak artı değerin birlikte artırıldığı
süper bir sömürüye dayanmasıdır. Kadınların ve çocukların
çalıştırıldığı serbest bölgelerde, örgütlenmek yasaktır,
hiçbir toplumsal güvence, hak yoktur. Tüm yeni sömürgelerin
ortak sorunu işsizlik, vahşi koşullara karşın, insanları
boğaz tokluğuna bu bölgelerde çalışmaya itmektedir.
Son yıllarda tüm sistem ülkelerinin depresyondan kurtulmak
için ekonomilerini daraltmaları, ihraç ikameciliğini
de tıkanmaya itmiştir.
Sorunun bir diğer yanını da vahşi sömürü koşullarının
bir sonucu olarak, ihraç ikameciği ile sömürülen ülkelerin
sahip olduğu gergin ve istikrarsız atmosfer oluşturmaktadır.
Toplumsal bir patlamadan yana duyulan korku, bu ülkelerde
açık faşist uygulamaları sürekli kılmaktadır.
YENİ İKAMECİLİK
Yeni sömürgeciliğin ilerleyen evrelerinde ortaya çıkan
bir uygulama metodu da, yeni ikameciliktir. Yeni ikameciliği,
ihraç ikameciliğini ilk uygulamaya başlayan İspanya,
Portekiz, Brezilya, Meksika, Güney Kore, Yunanistan
gibi ülkelerin aynı zamanda kendi iç pazarlarına da
yönelmeleriyle ortaya çıkan durum olarak tanımlıyoruz.
Bu ülkelerin ayırt edici özelliği, yeni sömürge ülkeler
içinde kapitalist ilişkilerin en çok geliştiği ülkeler
olmalarıdır. Hatırlanacağı gibi, bu tip ülkelerin savaş
sonrasında uygun özelliklere, yani hem potansiyeli bir
iç pazara ve hem de montaj sanayiciliğinin gelişmesine
uygun koşullara sahip olduklarını belirtmiştik.
Türkiye'nin de dahil olduğu bu ülkeler, aynı zamanda
ithal ikameciliğin ilk uygulanmaya başladığı ülkeler
oldular. Süreç içinde ithal ikameciliğinin tıkanmaya
başlaması, bu ülkeleri ihracata yönelik bir sanayileşmeye
itti. Ancak farklı olarak bir yandan kendi iç pazarına
yönelik sanayi ürünlerini pazarlamaya çalışmaktaydılar.
Burjuvazi, sınıf olarak her zaman daha çok gelişme eğilimine
sahiptir. Bu eğilim işbirlikçi burjuvazi açısından da
geçerlidir. Yeni sömürgecilerin işbirlikçi tekelleri,
daha çok kazanmak eğilimini koruduklarından, emperyalizmden
bağımsızlaşmak gibi bir güdüye sahiptirler. Ancak sahip
oldukları sermaye böyle bir olasılığı ortadan kaldırır.
Bununla birlikte, yeni yeni alanlara el atarak gelişme
eğilimlerini canlı tutmaya çalışırlar. BöyAlelikle ikameci
biçimde de olsa kapitalist gelişmenin belli bir noktadan
sonra işbirlikçi burjuvaziye, tekel karakteri kazandırması,
bu tekellerin yeni pazarlara sıçrama çabalarını getirir.
İthal ikameciliğin en ileri örneklerinde erken tekeller,
ihraç ikameciliğine geçildikten sonra da kendi iç pazarlarına
yönelik üretimi terk etmediler. Emperyalist ülkeler
arasındaki çatışma, uluslar arası tekeller arsındaki
rekabet, vb. nedenler de bu türden çabaları mümkün kılıyordu.
Örneğin ithal ikameciliği döneminde montaj sanayiciliği
temelinde kendi iç pazarına yönelik otomobil üreten
bir tekel, ihraç ikameciliğinin egemen duruma gelmesine
bağlı olarak gümrük duvarlarının ortadan kalktığı ve
iç pazarın başka ülkelerde üretilmiş otomobillerle dolduğu
koşullarda rekabeti bırakmamakta ve pazarda yer tutmaya
çalışmaktaydı. Bu tip tekellerin en ileri olanları aynı
zamanda söz konusu mamülleri ihraç etmeye çalışmak gibi
bir çaba içine de girince, yeni sömürgeci ilişkiler
çerçevesinde yeni bir statü oluştu. Bu statünün adı
yeni ikameciliktir.
Yeni ikamecilik, yeni sömürge ülkelerin toplumsal gelişme
düzeyi açısından en ileri olanları için geçerlidir.
Sahip oldukları iç Pazar potansiyeli zengin olan ülkeler,
bu iç birikimi değerlendirme yoluyla, çevre ülkelere
yönelik sanayi ihracatı ve hatta sermaye ihracatı yapabilirler.
Yeni ikamecilik, 1970'lerin koşulları altında çok az
sayıda ülkede filizlenmeye başlamıştır. Bu ülkeler ithalatlarının
bir kısmını, OPEC, Japonya gibi dış ticaret fazlası
veren ülkelerin fazlalarının yarattığı uluslar arası
tekellerden borçlanarak finanse ettiler. Emperyalist
ülkelerde verimlilik ve yatırımlar düşerken bu ülkelerde
verimlilik hızla arttı ve ücret düzeyleri merkez ülkelerinkinden
birkaç kat daha düştü.
Ayrıca merkezde henüz tüketim düzeyini koruyacak politikalar
korunuyordu. Yeni ikameci ülkeler bir yandan emperyalizme
yatırım malı talebinde bulunurken, bir yandan da metropollere
ve OPEC ülkelerine yönelik ihracatlarını artırabildiler.
Zaten muazzam boyutlardaki borç yükünün altından ihracat
artışını sürdürecek kalkabilecekleri beklentisindeydiler.
Kaldı ki, 1979'a gelinceye kadar reel faiz oranları
da görece düşük olmuştur.
Bu noktada, bu ülkelerin statülerini belirleyebilmek
için, 'alt-emperyalizm' tanımlaması kullanılmaya başlanmıştır.
Bu yanlış tanımlama, emperyalizme bağımlılık son bulmamakla
birlikte hammadde ve tarım ürünleri ihracatına ek olarak,
özellikle çevre ülkelere çok büyük boyutlarda olmasa
da (giderek artan biçimde) sermaye ve emtia ihraç eden
ve uluslar arası tekeller için gerek hammadde gerekse
ucuz işgücü kaynağı için uygun Pazar olmakla birlikte,
aynı zamanda taşeron bir rol oynayarak belli bir kar
eden ülkeleri ifade etmekteydi. Buna göre bu ülkeler
bir yandan emperyalizm tarafından sömürülmekle birlikte,
aynı zamanda daha geri düzeydeki yeni sömürgelerin yağmalanmasına
belli bir pay alarak katılmaktaydı.
Kavramı yanlış bulmamızın nedeni, başına eklenen 'alt'
statüsüne karşın olaya yüklenen 'emperyalist' nitelemesinin
gerçekte var olan özelliklere uymamasıdır. Yanlışlık
her şeyden önce bu ülkelere 'alt emperyalist' denmesinin
en büyük dayanağı olarak kullanılan sermaye ve sanayi
ürünleri ihracatlarının niteliğini abartmaktan kaynaklanmaktaydı.
Bu ülkelerin sermaye ihraçları üretici bir niteliğe
sahip değildi.Yani başka ülkelerde yatırım yapıp, o
ülkelerin iç pazarını ele geçirmeye ya da o ülke ucuz
işgücünü kullanarak dünya pazarlarına yönelik sanayi
ürünleri üretimine dayanmaktadır. İkraz niteliğe sahiptir.
Ya da taşeron özellikler taşımaktadır. Yani işbirlikçi
tekel, çevre ülkelerden birinde ihaleye girerek, baraj,
liman, vb. etkinliklere yönelmekte ama bu süreçte kendi
ülkesinden taşıdığı ucuz işgücü dışında malzemenin tamamına
yakını emperyalist tekellerin ürettiği mallar olmakta,
işbirlikçi tekelin karı emperyalizmle birlikte ucuz
işgücünün yarattığı değeri bölüşmek olmaktadır.
Bu noktada, işbirlikçi tekelin kendi ülkesinin sanayi
ürünlerini kullanması gibi göstergeler kullanılabilmektedir.
Ama bu da açıklayıcı değildir, çünkü söz konusu sanayi
montaj ya da fason niteliktedir. O halde bu ülkelerin
sanayi ürünleri ihracatı da bir yanılsamadır. Çünkü
öncelikle ihraç edilen sanayi ürünlerinin büyük bölümünün
niteliğinin ne olduğunu vurguladık ki karın da önemli
bir bölümü metropollere gitmektedir. İkincisi ve daha
önemlisi, ihraç edilen sanayi ürünlerinin tamamı tüketim
sanayine özgü mallardır. Bu ülkeler yaşadıkları dönüşüm
görüntüsüne karşın üretim araçları üretimine geçememişlerdir,
ya da bu geçiş emperyalizm için artık önemli olmaktan
çıkmış sektörlerde, o da sınırlı bir biçimde olmuştur.
Unutmamak gerekir ki, sanayileşmenin gerçek ölçütü,
üretim araçları üretimidir. Ve bu da halen emperyalist
ülkelerin ve önemli oranda da ABD'nin denetimindedir.
Sonuç olarak, 'alt emperyalizm' kavramı, olayı açıklayıcı
olmaktan uzak ve gerçekçi olmayan bir kavramdır. Bu
ülkelere yeni ikameci ülkeler diyeceğiz. Nitekim depresyonun
derinleşmesiyle birlikte gündeme gelen daraltıcı politikalar,
faiz oranlarının yükselmesi, OPEC gelirlerinin düşmeye
başlaması ve geleneksel ithal ikamesi sorunlarına benzer
sorunlar ve çelişkiler ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin
depresyonunun yükünü yeni sömürgelere yıkması bu ülkelerdeki
gelişmelerden tedirgin olan emperyalizmin IMF, IBRD
gibi örgütleri de kullanarak buralara yüklenmesiyle,
yeni ikamecilik ciddi çıkmazlara girmiştir.
Yeni ikameci ülkeler, ihraç olanaklarının önemli ölçüde
tıkanması yanında, kendi iç pazarlarını genişletme şansına
da sahip değildirler. Üretimleri yüksek teknolojiye
değil, ucuz işgücünün yoğun kullanımına dayanıyordu.
Ve bu durum, iç pazarların daha çok orta tabakalara
dayanması sonucunu doğurmuş, IMF reçeteleri doğrultusunda
ekonominin daraltılması küçük üreticiliği sarsmış, küçük
burjuvazi hızla yoksullaşmıştır.
Bu şekilde, iç Pazar yeni ikameciliğin taleplerine tek
başına cevap verebilmekten uzak kalır. Borç ödeme güçlükleri
tümden ihracata dönmeyi, ücret artışlarını sınırlayarak
ihracatta daha rekabetçi olmayı gerektirmektedir. Ek
olarak yeni ikamecilik, geleneksel ihracat ekonomisini,
ithal ikameciliğini ve ihraç ikameciliğini aynı anda
içerdiği için ücret ilişkilerinde değişik uygulamalar
bir arada yaşanmaktadır. Böylelikle meta ilişkilerinin
yaygınlaşmasıyla ücret ilişkilerinin yaygınlaşması arasındaki
ilişki zayıflamak durumundadır. Yeni ikameciliğin gelişebilmeyi
daha çok ihracata dayandırması, çıkmazını daha da derinleştiren
bir diğer neden olmuştur.
Türkiye'de yeni ikamecilik özellikleri gösteren bir
ülkedir. Bir dönem ortaya atılan ihraç ikameciliğe geçildiği
savı doğru çıkmamış, Türkiye hem iç Pazar üzerindeki
iddiasını yitirmeyen ve hem de ihracata önem veren bir
yönelim içine girmiştir. Bununla birlikte Türkiye'nin
yeni ikameciliğe uygun bir alt yapıya sahip olduğu söylenemez.
Türkiye böyle bir dönüşümü gerçekleştirebilecek düzeyde
değildir. Daha ileri durumdaki örneklerin tıkanıklığı
düşünülünce, onlardan oldukça geç başlatılan girişimin
başarı şansı az çok ortaya çıkar. Ancak, İran-Irak savaşının
getirdiği avantaj Türkiye'ye ihracatını artırma olanağı
verdiğinden, bu durum ihraç ikameciliğinin kanıtı sayılmıştır.
Oysa tek başına KİT'lerin varlığı bile bu tip bir yaklaşımı
yadsımaktadır. Öte yandan ihracat içinde tarım ürünlerinin
önemli bir payını da düşünecek olursak, yeni ikamecilik
yeterince açıklık kazanır.
Sonuçta, ekonominin daralmasıyla, iç pazarda birikim
olanakları azalan Türkiye işbirlikçi tekelci burjuvazisinin
ihraç ikameciliğinde yol alabilmesinin olanaksız olduğunu
söyleyebiliriz. Nitekim, Ortadoğu'daki gelişmelere bağlı
olarak artan ihracata karşın, ithal ikameciliğin tıkanmasıyla
başlayan kriz aşılamamış, ezilen sınıf ve katları tümden
sarsan açık faşizm ile güvence altına alınan dönüşme
çabası da sonuç vermemiş ve tıkanıklık çözümlenememiş,
tersine derinleşmiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye'yi
'alt emperyalist' ilan eden ya da ihracata yönelik sanayileşme
uygulandığını söyleyen yaklaşımların boşa çıkması anlamına
gelmektedir.
3) YENİ SÖMÜRGELERİN DENETİMİ
Emperyalizmin sürekli gündemde olan sorunlarından biri
de yeni sömürgelerin denetim altında tutulması sorunudur.
Pazarları daraldığı için entegrasyona gitmek zorunda
kalan ve buna karşın, 3. Bunalım Döneminde pazarların
daralmasının önüne geçemeyen emperyalizm, depresyonla
birlikte, bu yolda daha da hassaslaşmış ve her koşulda
pazarlarını elde tutmaya özen göstermiştir. Nikaragua
örneği bunun somut bir göstergesidir.
Depresyonu atlatma çabasının bir sonucu olarak ekonominin
daraltılması anlamına gelen monetarist uygulamalarla,
faturaların yeni sömürgelere çıkarılması ve bu sürece
bağlı olarak hemen hemen tüm yeni sömürgelerde açık
faşist uygulamalara gidilmesini bu temelde değerlendirmek
gerekir.
Yeni sömürgeleri elinde tutmak çabası ekonomik, siyasal
toplumsal ve kültürel bir denetimi gerekli kılar. Böylece
hem yeni sömürgelerde patlak veren halk hareketlerinin
etkisiz kılınması amaçlanırken hem de bu ülkelerin kendi
iç birikim olanaklarını kullanarak, eşitsiz gelişme
temelinde sıçrama yapmalarını engellemek amaçlanmaktadır.
3. Bunalım Dönemiyle birlikte zaten çok zayıf olan sıçrama
yoluyla emperyalist ülkeler kervanına katılmak ve dünya
pazarlarından kayda değer bir pay almak olanaksızlaşmıştır.
Emperyalistler arası entegrasyonla birlikte oluşturulan
kurumlar, aynı zamanda yeni sömürgelerin denetimi sorununa
da çözüm bulucu işlevler yüklemiştir. Bir NATO'nun ya
da bir IMF'nin IBRD'nin işlevleri ancak böyle bir temelde
incelendiğinde kavranabilir. Özellikle Bretton Woods
sisteminin yıkılmasıyla IMF ve IBRD'nin yeni sömürgeleri
denetleme rolleri ağırlık kazanmış, entegrasyon yeni
sömürge ülkelerdeki denetimin anlamını ve gücünü gözler
önüne sermiştir.
Denetimin en önemli halkasını dış yardım oluşturmaktadır.
Eski ABD Başkanlarından Kennedy'nin "ABD'nin dünya
çevresindeki etkili durumunu ve denetimini sürdürmek
ve kesin olarak çökecek ya da komünist bloka geçecek
birçok ülkenin yaşamasını sağlamanın bir yöntemi"
olarak tanımladığı dış yardım, çeşitli borç ve "bağış"ların
oluşmaktadır. Bu borç ve "bağış"lar; emperyalizmin
dünya çapındaki askeri ve sivil uygulamaları, hammadde
kaynakları elde etmek, sınai ve ticari yatırımlar için
açık kapı politikalarının kabul ettirilmesi, bu ülkelerin
alt yapılarının düzenlenmesi ve bu temele uygun kurumların
oluşturulması, sonuç olarak yeni sömürgelerin bağımlılıklarının
yoğunlaştırılması gibi amaçlara yöneliktir.
Gerçek bir kalkınmayı etkileyecek çaptan uzak, uzmanlara
göre "gülünç" denecek kadar önemsiz, ekonominin
bütünü içindeki yeri az olan borç ve "bağış"ların
peşinden bütün yeni sömürgelerin koşması ve en ağır
koşullarda bile politikacılar tarafından meydan savaşı
kazanılmış gibi ilan edilmesi, yeni sömürgelerin ekonomik
yapılarının güçsüzlüğünü göstermektedir. Bu yapı öylesine
güçsüzdür ki, bu ülkelerin pek çoğunun ekonomisi ve
düzeni, kendi egemen sınıf ve katlarıyla birlikte, emperyalistlerin
çıkarlarını da sürükleyerek yıkabilecek durumdadır.
Emperyalist ülkelerin verdikleri paralar, sağlanan büyük
çıkarların yanı sıra, bazı koşulları da kabullenmeyi
zorunlu kılmıştır. Koşulların ilk amacı, veren ülkeye
yan ekonomik çıkarlar sağlamak; diğer amacı ise çıkarlarına
uygun değer yargılarının yerleşmesini kolaylaştırmak,
onunla işbirliği durumundaki sınıf ve katları güçlendirmektir.
Örneğin ABD sermayesi ile rekabete yol açacak alanlarda
kullanılması, karşılığının dolarla ödeneceğine ilişkin
garanti verilmesi, yardım yoluyla elde edilen gelirlerin
ithalat ile değerlendirilme durumunda yalnızca ABD mallarının
ithalatında kullanılacağı biçimindedir.
Görüldüğü gibi dış yardım, çeşitli hükümet uygulamalarını
içermekte ve yeni sömürgelerin ekonomik, askeri ve siyasi
durumlarının denetim altında tutulmasında kullanılırken,
verilen bu yardımların bir kısmı kısa vadede, bir kısmı
da uzun vadede olmak üzere çeşitli biçimlerde yeniden
metropole dönmektedir.
Askeri yardımlar ise, ikili bir karakter taşımaktadır.
Emperyalizmin pazarları üzerindeki denetiminin bir sonucu
olarak. iç savaş orduları biçiminde yeniden örgütlediği
sömürge ülke ordularına yardımları, bir yönüyle kendi
çıkarlarının bekçisi bu orduyu ayakta tutma çabasının
bir ürünü olurken, öte yandan silah tekellerinin taleplerine
karşılık verilmektedir. Çünkü, askeri yardım programlarının
ve çeşitli bölgesel anlaşmaların, askeri koordinasyonun
kaçınılmaz bir sonucu olarak, yardım alan yeni sömürgelerin
standardizasyonu sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu, politika
sorunu olmanın ötesinde politik bir sorundur. Bir orduya
belirli bir türde araç verildiği zaman; cephane, bozulanların
yerine yenisinin verilmesi ve var olanların sayısının
arttırılması en etkin olarak yardımın geldiği kaynaktan
sağlanabilir. Zaten yardımın koşulu da budur. Bu karlı
iş alanı yalnızca ihraç edilen malların satışından değil,
ama aynı zamanda lisans haklarının kullanılması için
izin vermek yoluyla da gelir sağlamaktır. Dış yardım
programları, ticaret kanalları açma ve ihracat olanaklarını
desteklemenin yanı sıra aynı zamanda ABD'nin başka ülkelerdeki
yatırımlarını da artırmıştır.
Ayrıca, yardım alan yeni sömürgeler üstünde, yapılan
yardımları garanti altına almak için baskı vardır. Bunun
nedeni, emperyalizmden gelen özel sermaye yatırımı için
uygun, koruyucu bir ortamın yaratılmasıdır. Daha çok
ABD'nin yürüttüğü dış yardım programları, yeni sömürgelerde
yatırım olanakları arayan tekellerin seyahat ve diğer
masraflarını karşılamaktır.
Yeni sömürgeler kıtası Afrikalı düşünür ve bir dönemin
Gana Cumhurbaşkanı Nkrumah'ın; " kısa ya da uzun
vadeli borçtan" başka bir şey almadığını söylediği
ve "en zengin kaynaklar artı yabancı sermaye ya
da yardım, eşittir, en düşük yaşam" denklemiyle
açıkladığı yardımlar, her zaman çeşitli kayıtların konmasıyla
gündeme gelmektedir.
Denetimin bir diğer ayağını da entegrasyon sürecinde
oluşan ve bu sürecin gereksindiği alanlarda etkinlik
gösteren kurumlar oluşturmaktadır. Söz konusu kurumlar,
yeni sömürgecilik yerleştikçe özel ve yeni görevler
üstlenmekte ve başlangıçta düşünülen çerçevenin dışında
bir konuma oturtmaktaydılar. IMF, bu sürecin tipik bir
örneğidir. Özellikle depresyonla birlikte, IMF emperyalist
tekellerin çıkarlarının korunmasında, yeni sömürgelerin
denetim altında tutulmasında ve depresyonun gereksindiği
ekonomik düzenlemelerde çok önemli roller yüklenmiştir.
Nitekim başlangıçta önemli oranda olmamasına karşın,
1970'lerde yeni sömürge ülkelerin taleplerini karşılamak
üzere oluşturulan finansman kaynaklarının genişlediğini
görmekteyiz. Söz konusu finansman, kredi talep eden
ülkelere empoze edilecek koşullar ve isteklerin artması
demektir. Dahası, IMF reçeteleri giderek emperyalizm
için bir ölçü durumuna gelmiş, IMF'nin "yeşil ışık"
yakmadığı ülkeler hiçbir ülke ya da bankadan kredi bulamamış,
ithal ikameciliğin ve geleneksel ihracatçılığın tıkanmasıyla,
yeni sömürgelerin tamamı IMF'ye teslim olmuşlardı.
IMF kredilerinin ilk koşulu kur ayarlamasıdır. Kur ayarlamasının
da tek anlamı vardır; büyük oranlı devalüasyon, Yeni
sömürgelerin çeyrek yüzyıllık deneyleri, bu klasik koşulun
%50-60'lara varan bir devalüasyondan başka bir şey olmadığını
ortaya koymuştur. Atlı kur uygulamasının kaldırılmasını
ve yüksek oranlı devalüasyonları Brezilya, Meksika,
Filipinler gibi Latin Amerika Ve Asya ülkeleri daha
1950'lerde yaşamışlardı. 1970'lerde bunlara yeni örnekler
eklendi. Nkrumah'ın düşmesi, sonrası SSCB'nin kapitalist
olmayan yoldan geçiş teorisi uyarınca, "sosyalist
yapmak" için oluk oluk para akıttığı Gana, %40
oranında devalüasyona gitmek zorunda kalmıştı. Ocak
1977'de Mısır'ın, Mayıs 1978'de Peru'nun, Ekim 1978'de
Zaire'nin yaptığı yüksek oranlı devalüasyonlar, aynı
uygulamaların örnekleri oldu. Tıpkı Türkiye gibi....
IMF kaynaklarından yararlanmanın değişmez koşulu olan
kur ayarlamasının yanında, IMF patentli stabilizasyon
şeması iki önlem daha içermektedir, birincisi, kamu
maliyesi, ikincisi de, gelir dağılımı ile ilgili. Kamu
maliyesine ilişkin önlem, IMF tarafından enflasyonist
olarak görülen kamu harcamalarının kısıtlanması yönündedir.
Kısıntı yapma ve daralma böylece kamu maliyesi yönetiminde
bir kural olmaktadır. Kamu maliyesindeki bu kural, ücretlerin
dondurulması politikasıyla firma düzeyinde de uygulanmaktadır.
Nihayet bu önlem paketi, üç standart öneriyle desteklenmiş
ve pekiştirilmiştir. Bunlar, kamu iktisadi kuruluşlarının
özel sektöre devredilmesi, dış borçların ödenmesi ve
gümrük tarifelerinin indirilerek dünya pazarlarına daha
açık bir ekonominin oluşturulmasıdır. Görüldüğü gibi,
bunlar, ihraç ikameciliğini yerleştirme çabasına uygun
önlemlerdir.
Dış dengesizliği gidermek için IMF'nin az gelişmiş ülkelere
verdiği her kredi,, bu ülkelerde döviz kurunun ayarlanmasını
gerekli kılmaktadır. Her kredi talebi, IMF'nin bir devalüasyon
talebini gündeme getirmektedir. IMF reçetelerinin ortak
yanı, yeni sömürge ülkelerin ekonomilerini daraltmak
olmaktadır ki, bu da dünya halklarını sonsuz acılara
sokmaktadır.
4) YENİ SÖMÜRGELERDE TOPLUMSAL DOKU
Yeni sömürgeciliğin üzerinde durulması gerekli yanlarından
biri de, bu uygulamanın yürütüldüğü ülkelerin toplumsal
dokularıdır. Soruna, yeni sömürgeciliğin başlangıcında,
bu ülkelerin tamamında görülen bazı ortak özellikleri
saptayarak girelim:
- Yeni sömürgelerin tamamında burjuva devrimi ya hiç
başlamamıştır ya da tamamlanmamıştır.
- Kapitalizm ya çok az gelişmiştir ya da yetersiz ölçüler
içerisinde kendisine belli varlık koşulları bulmuştur.
- Doğal ekonomik ilişkiler ya tümüyle etkilidir ya da
tamamen çözülmemiştir.
- Toprak sorunu vardır, kapalı ekonomik birimler hala
yaşamaktadır.
Emperyalist üretim biçiminin gelişmeye başlamasıyla,
bu ülkelerde sarsılmaya başlamıştır. her şeyden önce
emperyalizmin gereksinmelerine karşılık verecek temelde
gelişen iç Pazar, kapalı ekonomik birimleri parçalanmaya
itmekte, kendine eklemlemeye yönelmektedir. İç pazarı
oluşturmanın bir gereği olarak modern tarım araçlarının
kullanıma sokulması, doğal ekonomik dengeleri ve dolayısıyla
bu temelde biçimlenmiş olan toplumsal yapıyı alt üst
etmektedir. Sonuçta işsizlik yaygınlaşmaya başlar ve
kırdan kente göç olgusu gündeme gelir.
Bu durum, kapitalizmin oluşum döneminde görüldüğü türden
bir ilk birikim koşullarının oluşması anlamına gelmemektedir.
Çünkü, bir toplumun bağrından yeni ilişkilerin çıkması
değil, daha baştan amacı belirlenmiş yukarıdan aşağıya
gelişme demektir ki, kırlardan gelen ucuz işgücünün
kullanılması bu çarpık kapitalist gelişmeye hizmet etmektedir.
Ancak, söz konusu ithal ikameciliğinin sınırlı sanayi
yapısı, böyle bir sorunu çözmeye yeterli değildir. Öyle
ki, işsizlik gidere yaygınlaşmakta ve öte yandan lümpen
proletaryanın sayısı kabarmaktadır. Çarpık kentleşmenin
bir diğer boyutu da kentlerin çevresini saran gecekondu
semtleridir.
Yeni sömürgelerin hemen hemen tümünde küçük burjuvazi
geniş bir tabana dayanmaktadır. Modern bir sınıf olma
özelliğini kazanmamış olan küçük burjuvazinin geniş
bir tabana sahip olmasının nedenlerini emperyalist üretim
biçiminin karakteristik özelliklerinde aramamız gerekir.
Kuşkusuz bu durumun böyle olmasında tek tek ülkelerin
içinde bulundukları koşulların, tarihsel geçmişlerinin,
toplu olarak sahip oldukları geleneklerin, yeni sömürgeciliğin
başlangıcında egemen olan sosyo-ekonomik özelliklerinin
çok büyük etkisi vardır. Ama asıl nedeni emperyalist
üretim biçiminde aramak gerekir.
Sık sık değindiğimiz gibi, emperyalist üretim biçimi,
emperyalizmin gereksinmelerine uygun bir iç Pazar yaratma
çabasıyla gündeme gelmiştir. Bir iç Pazar, her şeyden
önce alıcı ister. Talep olmadıktan sonra iç pazarın
bir anlamı yoktur. Söz ettiğimiz ise, işçi sınıfı ya
da yoksul köylülükten gelmez.
Onlar zaten iç Pazar yaratmanın yükünü omuzlamış durumdadır.
Bu talep küçük burjuvaziden gelir. Doğal ekonominin
karakteri gereği zaten etkili olan bu kat, doğal ekonominin
parçalanması küçük üreticiliği doğurduğundan ya da yaygınlaştırdığından
dolayı daha fazla güçlenmiş ve özellikle 1970'lerin
ortalarına kadar süren enflasyonist politikalarla alım
gücü yüksek olmuştur.
Bu iç pazarın oluşması, kapalı ekonomik birimlerin çözülerek
iç pazara eklemlenmesi sonucu, yeni sömürgelerin önemli
bölümünün yabancı olduğu devlet otoritesiyle tanışmalarını,
bu otoritenin daha fazla somutlaşmasını getirmiştir.
Bu durumun sonucu; ülkede emperyalizmin çıkarlarının
koruyucusu militarist kurumların güçlendirilmesi ya
da yeniden düzenlenmesi, iletişim ve propaganda araçlarının
yaygınlaşmasıyla öne çıkan ve ülkenin geçmiş koşullarıyla
bağlantılı olarak ağırlık kazanan, halk ile egemen sınıf
ve katlar ittifakı arasında (halkın hareketlenmesine
engel olucu nitelikler taşıyan yapay bir olgu olarak)
suni dengenin doğması olmuştur.
Ortaya çıkan alt yapı ve karmaşık doku, iktidar mekanizmasına
ve devlete yeni özellikler kazandırmıştır. Yeni sömürge
ülkelerin devlet biçimi olan sömürge tipi faşizmi bir
sonraki başlıkta inceleyeceğimizden, burada iktidarı
belirleyen özellikleri ele alacağız.
Yeni sömürge ülkelerde iktidar, oligarşik bir nitelik
taşır. Söz konusu olan, metropollerin finans oligarşisi
değildir. Banka sermayesi ile tekel sermayesinin birleşmesiyle
oluşan finans kapital gruplarını denetleyen finans oligarşisi,
emperyalizme özgü bir kategoridir. Yeni sömürgelerin
oligarşisi ise, ülkede egemen sınıf ve katların nitelikleri
daha değişik düzeyde olduğundan bağlantılı olarak değişik
özellikler gösterir.
Yeni sömürgelerin egemen sınıf ve katlarından ilki işbirlikçi
burjuvazidir. Emperyalist üretim biçiminin gelişmesine
bağlı olarak emperyalizmin ülke içindeki etkinliklerine
araç olan sınıf da gelişmeye başlamıştır. Bu sınıf,
yeni sömürgecilik öncesi ulusal burjuvazi ya da komprodor
ticaret burjuvazisi ya da bu nitelikte sınıflar henüz
oluşmamışsa küçük burjuvaziye tekabül eden katlardan,
emperyalizmin ülke içinde yerleşmesi sürecine aktif
olarak yardımcı olmuş unsurlardan oluşmuştu.
Emperyalist üretim biçimi, emperyalizmin bu unsurlar
eliyle ülke içine yerleşmesi süreci, bu sınıf eliyle
tekelleşmeye dönüşmüş ve bu sınıf, söz konusu ilişkiler
geliştikçe ülke içinde ağırlıklı rol oynamaya başlamıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi denilen bu sınıfın karakteristik
özelliği, ulusal faktörler taşımaması ve emperyalist
üretim biçimine özgü bir sınıf olmasıdır. Varlığı ve
gelişmesine damgasını vuran olay, dışa bağımlı gelişmesidir.
Bu nedenle emperyalizmin çıkarlarının ülke içindeki
temsilcisidir ve ülkenin yağmalanmasında aktif rol oynar.
İkincisi, yeni sömürgeleşme öncesinde bu ülkelerin tamamında
şu ya da bu oranda olan doğal ekonomik yapılara özgü
sınıf ve katlardır. Çoğu yeni sömürgede bu, feodalizm
ya da ona tekabül eden yapılardır. Emperyalist üretim
ilişkilerinin gelişmesi feodalizmi çözülmeye iter. Ama
bu çözülme feodalizmin tasfiyesi anlamına gelmez. Feodalizm
nitelik değiştirerek emperyalist üretim biçimine uygun
özellikler kazanır. Yani ekonomik gücünü korumayı sürdürür.
Daha önce değindiğimiz gibi feodalizmin tasfiyesi, bu
ülkelerde iç dinamiğe dayanan bir gelişme olmadığından
daha zor ve sancılı bir süreç içerir. Feodalizme karşı
bir devrim söz konusu değildir, ve ağır sancılı bir
süreç sonucu feodalizm, başlangıçta sahip olduğu nitelikten
uzaklaşsa da durumunu korur. Bu niteliğiyle iktidar
mekanizmasında yer kazanır. Emperyalizmin gelişmesinden
rahatsızlık duyması ya da emperyalizm ve işbirlikçi
tekelci burjuvazinin giderek yarı feodal bir niteliğe
oturan bu kategoriyi tasfiye çabası genellikle sonuç
verici olmaz. Yeni sömürgeciliğin emperyalizmin beklentilerine
uygun olarak yapısal dönüşümlere uğraması, bu katın
gücünü korumasının başlıca nedenidir. Ayrıca burjuvazinin
feodalizme karşı mücadelede önderlik niteliğini yitirdiği
emperyalizm koşullarında, yarı feodal toprak beyliği,
tüketici olarak da cazip özellikler taşımaktadır.
Özellikle tekrar tekrar vurguladığımız gibi emperyalist
üretim biçimi çarpık bir nitelik taşır. Bu çarpıklık,
ülkenin daha baştan itibaren kendi dinamiği dışında
biçimlendirilmesi temeline dayanır. Emperyalizmin doğal
ekonomiyle çatışması ve sancılı biçimde yerleşmesi süreci,
aynı zamanda güçlü bir aracı, tefeci katın oluşmasını
içerir. Ya da bu durumu, o ülkelerin tamamında öteden
beri yeri olan tefeciliğin güçlenmesi olarak ifade edebiliriz.
Kır küçük üreticisini sömüren grubun, kentte özellikle
ithal ikameci ekonomilerde önem kazanan ve kendilerini
mali tefecilik ve kaçakçılık biçiminde gösteren bu katların
özelliği, üretimin hiçbir aşamasında yer almayan, üretim
dışı, üretimin üstünde bir nitelik taşımasıdır. Ama
yeni sömürgelerin tamamında bu tip aracı tefeci grupların
iktidar mekanizması içinde yer aldıklarını görmekteyiz.
Hatta bazılarında en güçlü grup bunlardır.
Oligarşiler, işte bu sınıf ve katlardan oluşan faşist
iktidarlardır. Faşist nitelikleri, emperyalizmin ülke
içinde tekelleşmesi olayının bir parçası olmalarından
ve bunun -halka karşı- yerleştirilme ve korunma yöntemlerinden
doğar. Oligarşi içi dengeler sınıf ya da katların çeşitli
düzeylerde bir ağırlığa sahip olduğu her yeni sömürgenin
kendi koşuluyla bağlantılıdır. Yalnız, eğilim olarak
oligarşi içinde dengenin sık sık işbirlikçi tekelci
burjuvazi yararına bozulduğunu görmekteyiz.
Oligarşi içi çatışma süreklidir. Çatışma daha çok işbirlikçi
tekelci burjuvazinin, yarı feodal toprak beylerini ve
aracı tefecileri tasfiye yönelimi bu ikincilerin ağırlıklarını
koruma biçiminde geçer. Çatışmanın bir boyutunu da işbirlikçi
tekelci burjuvazinin sınıf içi çatışmaları oluşturur.
Bu çatışmanın uç noktalarında ise bu sınıfı oluşturan
katlar olan banka, ticaret, sanayi, emlak burjuvaları
ve bir kısım bürokratlar vardır. İşbirlikçi sınıf içi
çatışmalar, bu yönüyle de emperyalistler arası çatışmaların
bir yansıması olarak ele alınmalıdır. Çünkü bu sınıf,
ortak yatırımlar, dış krediler, dış ticaret, emperyalizme
verilen çoğu kez onun dayattığı büyük ihaleler, emperyalizmin
amaçlarına ve çalışma yöntemine uygun olarak yetiştirilmiş
sivil ya da resmi kadronun ekonomiyi yönetmesi biçiminde
somutlaşmaktadır. Bu karakterde bir kaynaşmanın emperyalistler
arası çatışmalardan etkilenmemesi beklenemez.
Yeni sömürge ülkelerin işçi sınıfının başat özelliği
ise, kendisi için sınıf olma özelliğini tam olarak kazanamamış
olmasıdır. Bunun çeşitli nedenleri vardır. her şeyden
önce, yeni sömürgecilik öncesinde bu ülkelerin büyük
bölümünde proletarya nicel olarak çok güçsüzdür. Emperyalist
üretim biçiminin yerleşmesi süreci, aynı zamanda kırlardan
kentlere akan köylü kitlelerinin proleterleşmesi sürecini
içermekteydi. Dolayısıyla işçi sınıfı, bir ayağı kırda
bir sınıf olarak gelişti ve genellikle birinci kuşak
işçilerden oluşmaktaydı. Kapitalizmin geç ve çarpık
gelişmesi nedeniyle, çoğunda işçi sınıfının sağlam mücadele
geleneği yoktu.
Toplumsal güvensizlik ve örgütlenme hakkı bugün bile
yeni sömürge ülkelerin çoğunda yoktur. İşsizlik oranının
yüksekliği, her zaman yeni sömürge işçisi için bir tehdittir.
Bu özellikler suni denge olgusuyla birleştiğinde, yeni
sömürge işçisine, kapitalizmin iç dinamikle geliştiği
ülkelerin işçi sınıfından değişik özellikler kazandırmıştır.
Özellikle yeni ikameci ülkelerde işçi sınıfının belli
bir gelişme düzeyine sahip olduğu gerçektir. Ama, yeni
sömürge ülkeler, işçi sınıfının temel güç olduğu bir
devrimi henüz tanıyamamıştır.
Köylülük ise, değişik özellikler göstermektedir. Bazı
ülkelerde tümüyle tutucu bir karakter göstermesine karşın,
yeni sömürgelerde devrimci mücadelenin temel gücünü
köylülük oluşturmuştur. Emperyalist üretim biçiminin
yerleşmesinden zarar görenlerin başında köylülük gelmektedir.
İşsizlik özellikle köylülüğü sarsmış, yeni sömürgeleri
emperyalizm için cazip kılan temel neden olan ucuz işgücü
kaynağı, bu mülksüzleşen köylü kitleleri olmuştur. Bir
genelleme yapmak gerekirse, yeni sömürgeciliğin yerleşmesi
dönemlerinde köylülük ihtilalci bir konumda yer almış,
ama özellikle yeni ikameci ülkelerde tutucu yan öne
çıkmıştır.
Emperyalist üretim biçiminin çarpık niteliği, özellikle
küçük üreticiliği besleyen özellikler gösterdiğinden,
kırlarda ve kentlerde orta katlar yaygın bir taban oluştururlar.
İç Pazar açısından yüklendikleri role yukarda değindiğimiz
orta katların ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımları,
sahip oldukları sınıfsal karakter gereği genellikle
çelişkili ve tutarsızdır.
Öncelikle orta burjuvazi ile ulusal burjuvaziyi karıştırmamak
gerekir. Emperyalist üretim biçimi, pek çok şeyi yok
etmiştir. Gerçekte orta burjuvazi işbirlikçi tekelci
burjuvazi ile çatışma durumundadır. Genellikle işbirlikçi
tekelcilerin denetleyemedikleri bazı ara sektörlerde
etkinlik gösteren, örneğin tarım ürünlerini işleyen
fabrikaların sahibi olan, torna-tesfiyeciliğin ya da
orta çapta müteahhitlerin oluşturduğu orta burjuvazinin
etkinlik gösterdiği sektörlere işbirlikçi tekellerin
girmesiyle (varlığını koruma çabasıyla), işbirlikçi
tekellere belli bir çatışma içine girer. Ama bu çatışma
orta burjuvaziye ulusal nitelikler yüklemeye yetmez.
Çünkü orta burjuvazinin emperyalizme karşı sanayileşmek
durumu yoktur. Kısa yoldan işbirlikçi tekelci burjuvazi
sınıfa katılma eğilimi gösterir. Yer yer ulusal burjuvazi
kimliğinde boy gösterir, yer yer boşluğu doldurma rolü
genel senaryonun bir parçası olarak ona yüklenir.
Örneğin özgün koşullarından dolayı Nikaragua'da gelişmeler
farklı olmuştur. Somoza'nın emperyalizmin ülke içindeki
yatırımlarının bir numaralı ortağı olması ve bu yolda
rakip kabul etmemesi, burjuva sınıfın diğer önde gelen
temsilcilerinin gelişmesine engel olduğundan, orta burjuvazi
var olmak ve gelişebilmek için Somoza ve arkasındaki
emperyalizme tavır almak zorunda kalarak, demokratik
devrimin müttefikleri arasında yer almıştır.
Küçük burjuvazi ise düzenle ilişkilerinde son derece
çelişkili, tutarsız davranır. Suni dengeden çok etkilenen
katların başında gelen küçük burjuvazi, özellikle burjuva
demokratik devrimin hiç başlamamış olduğu az gelişmiş
ülkelerde dönem dönem düzene karşı hareketlilik içine
girer. Demokratik devrime öncülük edecek işçi sınıfı
örgütünün olmadığı koşullarda küçük burjuva kökenli
asker sivil aydınların burjuva içerikli hareketlerine
3. Bunalım Döneminde de -giderek azalan biçimde de olsa-
rastlanmaktadır. Bu tip hareketlerin ortak özelliği,
iktidarı ele geçirse bile, sosyalizme açık bir perspektife
sahip olmaması, burjuva ideolojisi ile bütünleşmesi
ve yeni sömürgeciliğe teslim olmasıdır.
5) SÖMÜRGE TİPİ FAŞİZM
İlk kez emperyalizmin 2. Bunalım Döneminde, bazı emperyalist
ülkelerde ve yarı sömürgelerde gündeme gelen faşizm,
3. Bunalım Döneminde bir takım değişik yönler içererek
tüm yeni sömürgeler için geçerli hale gelmiştir. Sömürge
tipi faşizm, bu durumu dile getiren bir kavramdır ve
özellikle gelişme özellikleri açısından değişik yanlar
içermekle birlikte, klasik özelliklerini korumaktadır.
Bilindiği gibi faşizmin klasik örnekleri İtalya ve Almanya'daki
süreçlerde yaşanmıştı. Bir diğer örnek olan Japonya'nın
durumu ise genellikle karıştırılmaktadır. Sömürge tipi
faşizmi genel çizgileriyle değerlendirelim.
Genç bir emperyalist olan İtalya'nın finans kapital
grupları, gelişebilmek için yeni pazarlara gereksinim
duymaktaydılar. Ve savaş sonrası artan ekonomik sorunlar,
ciddi siyasal ve toplumsal sorunlar doğurmaktaydı. Sol
hareketin sahip olduğu geniş taban bir yana, Ekim Devriminin
etkileri, geçmiş reformist önderliğin parçalanmasına
yol açıyor, Togliatti ve Gramsci önderliğinde oluşan
komünist parti, tekelci burjuvaziyi tedirgin edici biçimde
gelişiyordu. Siyasal iktidar bu sorunlara çözüm bulmaktan
çok uzaktı. Oysa tekelci burjuvazi ekonomik sorunlarını
yoğun bir sömürü temelinde çözebilmek zorundaydı ve
bu da her şeyden önce ucuz emek gerektiriyordu. İşçi
sınıfının giderek tedirgin edici boyutlarda hareketlenmesi
ve örgütlenmesi; öte yandan ikitadar perspektifine yönelmesi,
tekelci burjuvazinin bu istemini burjuva demokrasisi
koşullarında olanaksız kılıyordu.
Bu koşullarda yükselen faşist hareket, savaş sonrasının
boşluk ve arayış ortamında küçük burjuvazi içinde kök
salmıştı. İtalya'nın çarpık toplumsal dokusunu, eklektik
yöntemlerle kendisini geliştirme aracı olarak kullanan
faşizm, burada kısa sürede geniş bir tabana oturma olanağını
buldu. Özellikle emekçi kitlelere ve KP'ne saldırılarıyla
göze çarpan faşist hareket, bu sınıfsal niteliğine uygun
olarak kendini yenileyen ve küçük burjuva yanlarını
hızla terk ettikten bir süre sonra İtalya egemen sınıf
ve katmanlarının desteğini alarak Napoli'den Roma'ya
kitlesel yürüyüş biçiminde gerçekleşen bir darbeyle
iktidarı ele geçirdiler.
Almanya'da çeşitli açılardan benzer bir durum yaşanmaktaydı.
Bu ülke savaştan kayıplarla çıkmıştı. Alman tekelci
burjuvazisi, bu kayıpları kendi iç pazarını kullanarak
değerlendirebilmek, yani kendi ucuz işgücünü kullanarak
aşmak ve dünya pazarlarında en etkili güç olmak amacındaydı.
Böyle bir amaca, burjuva demokrasisi koşullarında varması
ise olanaksızdı. her şeyden önce Almanya bir devrimi
zorla boğmuş bir ülkeydi ve ikinci bir devrim, kitlelere
mal olmuş bir beklentiydi. KP'nin sahip olduğu beş milyonluk
oy potansiyeli, yine SDP'nin, KP tarafından örgütlenme
olasılığı yüksek sekiz milyon oy potansiyeli bu yönde
yeterince ürkütücüydü. İtalyan faşistlerinden etkilenerek
kurulan Nazi Partisi'ni bir süre toplumsal muhalefeti
bastırma aracı olarak kullanan Alman tekelleri, sonuçta
tüm desteklerini siyasi örgüt olarak seçtikleri bu partiye
vererek Nazileri iktidara getirdiler. Seçimler yoluyla
iktidara gelen Naziler, Almanya'yı yeni bir paylaşım
savaşına hazırlama yolunda, tekellerin istemlerine,
kitleleri baskı ve terörle yönlendirerek karşılık verdiler.
Faşizmin iktidarını, bu iki ülkeyle sınırlı tutmak yanlıştır.
Çünkü faşizm, doğrudan emperyalizm olgusuyla bağlantılı
bir devlet biçimidir. Önceki bölümlerde değindiğimiz
gibi, emperyalizm, genel bunalım anlamına gelir. Bu
genel bunalımı çözmede 1. Dünya Savaşının ancak geçici
bir olgu olması, savaş sonrasında bunalımın daha da
derinleştiği 2. aşamayı başlatmış, 1929 yılında ise
bunalım, bir depresyona dönüşmüştür. Depresyondan çıkışın
yolunu, özellikle devletin ekonomiye bir girişimci gibi
katılması temelinde biçimlenen uygulamalarda bulmuştur.
ABD'nin de, Almanya'nın da yaptığı en temelde budur.
New Deal'in temeli aslında faşizmdir. İlk New Deal'cilere
"ama İtalya'da trenler vaktinde çalışıyor"
dedirten, Mussolini'nin İtalya'daki başarıları ve hükümetin
ekonomik politikalarıydı. " Pek çok New Deal'ci
bir etiket haline gelen faşizmi yakalarına takmışlardır"
(73) Bu sözlerin sahibi, ABD Başkanı Reagan'dan başkası
değildir.
Bu noktada faşizmi ekonomik bakış açısıyla yorumlayan
yaklaşımı tamamen yadsıyoruz. Benzeri ekonomik uygulamalar
ABD’de ve İngiltere’de burjuva demokrasisi kuralları
çerçevesinde çözümlenirken, Almanya ve İtalya’da faşizmi
doğurmuştur. Çünkü bu ülkeler, var olan siyasal aygıtlarla
bir devrimi engelleyebilecek ve öte yandan depresyonu
atlatabilecek durumda değildiler. Koşulları onları baskı
ve terörle toplumsal muhalefeti bastırmak ve paylaşım
savaşına hazırlamak durumunda bırakıyordu. Bu da, burjuvazinin
kendi yarattığı yasallığı, yani burjuva demokrasisini
yıkması, kanlı ve terörist bir diktatörlüğü örgütlemesi
anlamına geliyordu.
Bu durumda faşizmi, tekelci burjuvazinin siyasal istikrarsızlığa
son vermek ve toplumsal muhalefeti bastırmak, iktidarını
korumak amacıyla oluşturduğu terörist diktatörlüğüdür,
şekliyle tanımlıyoruz. Bu karakter, sömürge tipi faşizm
olgusunun da kökeninde yatan nedendir.
Faşist ideoloji eklektik bir karakter taşır. Şovenist
ve anti-komünist bir temelde yükselen bu ideoloji toplumsal
çarpıklıkları yerel ya da genel özellikleri ve ilişkileri
demagojik biçimde kullanarak kendisine kitlesel dayanak
yaratmak gibi bir eğilime her zaman sahip olmuştur.
Faşizmin eklektik yollarla, kendisine taban yaratabilmesinin
kökeninde yatan nedense, emperyalizmin çürüyen niteliğinden
ileri gelmektedir. Tam anlamıyla ölen bir kültür demek
olan emperyalizm süreci, bireyi topluma ve kendi sorunlarına
daha da yabancılaşmaya ve şeyleşmeye iter. Duyarsızlık
faşizmin en büyük avantajıdır ve kapitalizmin yarattığı
kitle psikolojisinin ürkek, korkak ve sinik karakteri
onu besler. Öyle ki, KP’ler bile bu atmosferden nasibini
almış ve faşizmin iktidarında rol oynamışlardır. Togliatti
ve Gramsci’ye göre faşizmin iktidara gelmesinin en büyük
nedenlerinden biri İKP’nin savsaklayıcı niteliğidir.
Almanya’nın beş milyon oy potansiyelini toplayan KP’si
faşizmin niteliğini bile, (tıpkı Komüntern ve diğer
KP’ler gibi) yasaklandıktan, binlerce üyesi toplama
kamplarında yok edildikten sonra 1933 saptayabildi.
Kitlelere mal olmuş devrim beklentilerini değerlendiremeyen,
iktidar perspektifinden yoksun, faşizme karşı silahlı
mücadele örgütleyebilmekten uzak bürokratik ve hantal
yapılarıyla İKP ve AKP, faşizmin iktidara gelmesine
yol açan nedenler arasında önemli yer tuttular ve faşist
iktidarların ardından da mücadeleyi örgütleyemeyerek
çözüldüler. Oysa örneğin Fransa’da 9 Eylül faşist ayaklanması,
KP’nin birinci dereceden insiyatifiyle bastırılmış ve
o döneme kadar yaygın biçimde kullanılan faşizmin engellenemezliği
düşüncesi çürütülmüştür. Bu nokta çok önemlidir.
Esas olarak faşizmi açık uygulamalara iten neden, onun
halk hareketlerinden yana duyduğu korku ve bir devrimi
engelleme çabasıdır. Dolayısıyla faşizmin devletle bütünleşmesi
ya da sömürge tipi faşizm örneğinde olduğu gibi açık
uygulamalara geçebilmesi ve tekelci burjuvazinin istemlerine
karşılık vermesi, halk hareketini bir devrime dönüştüremeyen,
işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin öncüsü ya da öncüleri
olarak hareket eden güçlerdir. Devrimci mücadelenin
başarısızlığı ölçüsünde, karşı devrim başarılı olur.
Faşizm konusunda dikkat edilmesi gereken bir yön de
onun gelişme özellikleridir. Bunu, faşizmin iktidara
geliş ve yerleşme biçimi olarak da özetleyebiliriz.
Almanya ve İtalya’da aşağıdan yukarıya bir gelişme eksenine
dayanmıştır. Yani ayaklanma, darbe, seçim gibi yollarla
yürütme gücünü ele geçirmek ve devletin diğer kurumlarını
da ele geçirerek iktidara yerleşmek sözkonusudur. Ancak,
bu faşist gelişmenin mutlak biçimi değildir. Bugün bazılarının
anlayamadığı ya da anlamak istemediği bu gerçeği Dimitrov
ve Togliatti gibi faşizmi bizzat yaşamış önderlerin
de özenle belirttiği biçimde görmek ve faşist gelişmenin
tersi biçimini de kavramak, faşizm olgusunu değerlendirebilmenin
olmazsa olmazıdır.
Bu noktadaJaponya, Macaristan ve Balkan ülkelerinde
aynı dönem gündeme gelen faşist modeller önem kazanmaktadır.
Japonya’daki gelişmede, faşist bir parti tekelci burjuvazinin
desteğini alarak aşağıdan yukarıya bir rota izleyerek
gündeme gelmemiştir. Doğrudan doğruya siyasal iktidarın
tekelci burjuvazinin isteklerine uyulması ve bu yönde
devlet kurumlarını dönüştürebilmesi biçiminde gerçekleştirmiştir.
Öteden beri burjuva demokrasisi kurallarının işlemeyişi,
tekelci burjuvazinin istemlerine gerçeklik kazandırma
yolunda siyasal iktidara belli bir avantaj vermiş ve
tekelci burjuvazinin istemleri, devletin kazandığı yeni
karakteri belirlemiştir. Bu istemler faşist istemlerdir
ve Japonya faşizminin gelişme ekseni de yukarıdan olmaktadır.
Belli bir tabana ya da el değiştirmeye gereksinim duymadan
dönüşmüştür.
Söz konusu gelişme özelliğinin diğer örnekleri de Balkan
ülkeleri ve Macaristan’dır. Bu ülkeler emperyalist değillerdir,
ama toplumsal muhalefeti bastırmak kaygıları onları
da faşizme itmiştir. Emperyalizmin yarı-sömürgesi olmaları,
onların da emperyalizme eklemlenmiş parçalar olmaları
anlamına gelmektedir ki, gelişme ekseni tıpkı Japonya’da
olduğu gibi yukarıdan aşağıya gelişme eksenine, yani
önce yürütme gücünün belli bir tabana gerek duymadan
ele geçirilmesi ve ardından kurumsallaşarak yerleşmesi
temeline dayanmıştır.
Sömürge tipi faşizm olgusuna yaklaşırken de hareket
noktamız bu olacaktır. Mahir Çayan’ın gerçek anlamıyla
parlak bir çözümlemesi olan sömürge tipi faşizm olgusunun
bir türlü kavranamamasının nedeni budur. Faşist gelişmeyi
ve onun dayandığı temelleri kavrayamayan, faşizmi İtalya
ve Almanya kapılarında arayanlar, o nedenle Türkiye’de
ve diğer yeni sömürgelerde faşizmi bulamamış ve faşizmle
yüzyüze geldiklerinde sersemlemek, ardından özgün teoriler
türetmek zorunda kalmışlardır.
Bir kez daha anımsayacak olursak, emperyalist üretim
ilişkileri, emperyalizmin işbirlikçiler eliyle yeni-sömürgelerde
tekelleşmesi anlamına gelir. Diğer bir deyişle, oligarşik
diktanın iktidarı, emperyalizmin iktidarıdır. Yeni sömürgecilik,
en başta ucuz işgücü olmak üzere ülke zenginliklerinin
emperyalizm tarafından yağmalanması olduğuna göre, bunun
toplumsal bir muhalefeti doğurmaması kaçınılmazdır.
Ülke içi dengelerin parçalanması ve emperyalizmin gereksinmelerine
göre biçimlendirilmesi, o ülke halkı için sonsuz acılar
demektir. Bu sancılı sürecin tepkiyi doğurmaması, hareketlenmeyi
getirmemesi olanaksızdır.
Nitekim yeni sömürgeler, halk hareketleriyle, kurtuluş
savaşlarıyla sarsılır. Dolayısıyla bu ülkeleri burjuva
demokrasisi kuralları çerçevesinde yöneltmek olanaksızdır.
Baskı ve terör, yeni sömürgeciliğin vazgeçilmez silahlarıdır.
Emperyalist talanın baskı ve terörle korunmasının ise
bir tek anlamı vardır, faşizm.
Bu durumda sömürge tipi faşizmi, emperyalizmin yeni
sömürge ülkelerdeki egemenliğe uygun olarak biçimlendirilmiş
yeni yöntem olarak tanımlayabiliriz. Ki emperyalizmin
iktidarı, burjuva demokrasisinin zaten hiç oluşmadığı
yeni sömürgelerdeki korunma biçimine denk düşer.
Sömürge biçimi faşizm, sürekli faşizmdir. Gelişme ekseninde
esas olan özellik yukarıdan aşağıya gelişmedir. Yeni
sömürgeleşme sürecinde, siyasal iktidarın emperyalizmin
denetimine girmesiyle, yani yürütme gücünün emperyalizmin
eline geçmesiyle (ki bu çoğunlukla sömürgeciliğin en
başında gerçekleşir) sömürge tipi faşist gelişme başlamıştır.
Bu ülkelerin çok büyük bir bölümünde yeni sömürgecilik
öncesinde de totaliter rejimler vardır. Dolayısıyla
sömürge tipi faşizmin yerleşme temeli rahat olmaktadır.
Özellikle militarist kurumlar, bu açıdan faşizmin devleti
ele geçirmesi için yeterli olmaktadır. Totaliter yapı,
yeni sömürgecilik öncesinde de yargı, yürütme ve yasama
kurumları çoğu kez göstermelik düzeylerde tutulmuş,
yargı ve yasama, yaptırım gücü kazanabilmekten uzak
kurumlar olarak kalmışlardır. Faşizm, militarist kurumları
ele geçirerek yürütme üzerinde yaptırım gücü kazanırken,
yargı ve yasamayı da yönlendirme olanağı bulmuştur.
Bu nedenle yürütmenin, yetersiz kaldıkça ordu eliyle
alaşağı edilmesi ve faşist uygulamaların yoğunlaşması,
sömürge tipi faşizmin başat özelliklerinden biri olmuştur.
Militarist kurumların ele geçirilmesi de emperyalizm
için güç olmamış, daha yeni sömürgeleşme sürecinin başlangıcında
emperyalizmin bu ülkelerin ordularını kendi orduları
olarak yeniden örgütlemesi gündeme gelmiş, Truman Doktrini
ve Marshall Planı’nın bir ayağını da bu uygulama oluşturmuştur.
Ayırdedici özelliklerinden biri de, sömürge tipi faşizmin
değişik biçimler altında sürmesidir. Faşist uygulamaları
gündeme getiren neden, yani emperyalist ilişkilerin
varlığını tehdit edici boyutlarda hareketliliğin olmadığı
ya da bu tarz hareketlerin bastırıldığı koşullarda,
devletin faşist niteliği korunmakla birlikte, yürütme
değişik görüntüler kazanabilir. Bu biçimlerin niteliğini
belirleyen etmenler çeşitlidir. Örneğin kapitalist gelişmenin
ve dolayısıyla burjuva devrim sürecinin belli bir gelişme
düzeyine ulaştığı ülkelerde -ki bunlar genellikle yeni
ikameci ülkelerdir- kaba düzeyde de kalsa parlementarist
uygulamalar gündeme gelir. Ancak sözkonusu parlementerizm,
kurumsallaşmış ve yerleşik bir burjuva demokrasisi niteliğinden
çok uzaktır; daha çok faşist kurumlar ve yasalarla denetim
altında tutulan, bu nedenle de ayakları yere basmayan
bir nitelik taşır.
Parlamenter faşizm de denilen bu uygulama, dönem dönem
çeşitli yeni sömürge ülkelerde gündeme gelmekle birlikte,
hiç birinde sürekli uygulanma şansı bulamamıştır. Örneğin,
Meksika’da 60 yıldır hep aynı partinin iktidarının onaylanması
gibi bir nitelik taşımaktadır.
Diğer yeni sömürgelerden birçok açıdan farklı yönler
gösteren Hindistan’da ise, sahip olunan ulusal doku,
daha değişik uygulamaları olanaksızlaştırdığından, parlementerizm
yaşama olanağı bulmaktadır. Ulus ve milliyetler mozayiği
ordunun bile niteliğini etkilemekte, böyle sonuçlar
yaratmaktadır. Bu ülkelerde toplumsal çalkalanmalar
sınıfsal bir temelde yükselmekten çok, hassas dengeler
üzerinde yükselen ulusal sorun temelinde yürüdüğünden,
doğrudan yeni sömürgeciliğe yönelmemekte ve iktidar
partilerinin niteliği, sözkonusu kaba parlementarizm
yoluyla işlerin yürütülmesini sağlayabilmektedir.
İsrail ise, neredeyse tüm ülke insanlarına mal olmuş
siyonist niteliği sayesinde parlamenterizmi yaşatabilmektedir.
Emperyalizmin bölgedeki jandarması olan İsrail'de, Filistin
Ulusal Hareketi dışında, düzene temelden yönelen bir
toplumsal muhalefetin olmaması parlemanterizmi de yaşatmaktadır.
Bunun dışında kalan yeni sömürge ülkelerin bir kısmında
ise, parlamentarizm dönem dönem gündeme gelen bir uygulama
olmuş ve varlık koşulları, toplumsal muhalefetin boyutlarlına
bağlanmıştır. 1960'lı yıllarda, entegrasyonun henüz
iç çatışmalarla sarsılmadığı, ithal ikameciliğinin iç
pazarın doyma noktasına ulaşamaması nedeniyle tıkanmadığı
koşullarda, parlamentarizm, bu tip ülkelerde yaygınlaşmış,
bunun burjuva demokrasisi anlamına geldiği biçiminde
teoriler kendisine önemli taban yaratmıştır.
Ancak depresyonun patlak vermesiyle her şey alt üst
olmuş, Küba ve Vietnam Devrimlerinin etkisinde kalarak
depresyonun faturasının yeni sömürgelere yüklenmesiyle
ulusal kurtuluş hareketleri, anti emperyalist kalkışmalar,
emperyalist üretim ilişkilerinin varlığını tehdit edici
girişimler birer birer yıkılmıştır. Bunlar arasında,
daha 2. Bunalım Döneminde burjuva demokrasisinin örnekleri
olarak gösterilen Şili ve Uruguay da vardır.
ABD emperyalizminin 1980'de yeni bir soğuk savaşla birlikte
başlattığı karşı devrimci saldırı dalgası da benzer
sonuçlar doğurmuş ve parlamentarist uygulamalar birer
birer yıkılarak yerini faşist uygulamalara bırakmıştır.
Çünkü, emperyalizmin kendi yarattığı yasallık, bu çerçevede
oluşturulan kurallar ve işleyişler bütünü, toplumsal
muhalefeti bastırmada yetersiz kalmakta ve çoğu kez
emperyalizme zarar verici boşluklar doğurmakta, yürütme
gücüne istikrarsız bir karakter kazandırmaktadır.
Gelişmenin endişe verici boyutlara ulaşması durumunda
ise, zaten toplumsal bir talep olmadan yaratılan ve
dolayısıyla topluma mal edilen yasallık, o süreçte hareket
durumunda olan güçler dışında ciddi bir direnişle karşılaşılmadan
kaldırılmakta, baskı ve terörle suni denge olgusunun
etkisi altındaki kitlelerin ve en başta küçük burjuvazinin
tepkilerinin nötralize edilerek düzene yedeklemesi de
sağlanarak "tehlike" susturulmaktadır.
Emperyalizm ve oligarşik diktanın çeşitli sakıncalarına
karşın açık faşizm uygulamalarını sürekli kılmamasının
nedenleri çeşitlidir. Bunlalrın en başındra isefaşist
kurumların yıpratılmaması çabası yer alır. Yeni sömürgeciliğin
kitleleri baskı altında tutma yolunda en önemli silahı
suni dengedir.
Suni denge, bilindiği gibi devletin, çeşitli baskı ve
pasifikasyon yöntemleri ile kendisini yenilmez ve istikrarlı
göstererek kitlelerin düzene yönelik tepkisini nötralize
etmesi olayıdır. Zor, bu yolda faşizmin başlıca kozudur.
Ama bu koz, diğer çözümlerin tıkandığı noktada ağırlık
kazanır. Çünkü zorun sürekli, yoğun ve açık kullanımı,
sonuçta tepkiyi yaratmak ve olaya gerçeklik kazandıran
kurumları yıpratmak, yenilmez görüntüyü zedelemek anlamına
gelir. Bu nedenle özellikle demokratik değerlerin yetersiz
düzeyde de olsa topluma mal olduğu yeni sömürgelerde
militarist kurumları sürekli sokakta tutan uygulamalar
yerine, böylesi bir müdahaleyi gerekli kılmadan diğer
pasifikasyon yöntemleriyle kitleleri edilginleştirebilmek
başat özelliklerden biri olmuş, parlamentarizm bu yaklaşımın
bir ürünü olarak gündeme gelmiştir.
Bununla birlikte, parlamenter uygulamaları genelleştirmek
ve sömürge tipi faşizmin evrensel bir özelliği gibi
göstermek yanlış olur. Çünkü parlamenter uygulamalar
pek çok yeni sömürgede hiç gündeme gelmemiş ya da çok
kısa sürelerde geçerlilik kazanmıştır. Özellikle Afrika'daki,
Ortadoğu'daki yeni sömürgelerin çoğu için durum budur.
Bir genelleme yapmak gerekirse, parlamenter uygulamalar
daha çok burjuva devriminin tamamlanmadığı ama böyle
bir sürecin şu ya da bu oranda yaşandığı ülkelerde faşizmi
maskelemenin bir aracı olarak belirmiştir. (74)
Buna karşılık yeni sömürgecilik öncesinde doğal ekonomik
süreçlerin egemen olduğu ülkelerde, ekonomik yapılara
özgü monarşist ve totaliter karakterli siyasal iktidarlar,
yeni sömürgecilikle birlikte emperyalizmin işbirlikçisi
olarak iktidarlarını sürdürmüş ve emperyalist üretim
biçimine uygun dönüşüm göstermekle birlikte, burjuva
demokratik değerler şu ya da bu oranda en azından küçük
burjuvaziye mal olmadığı için yaşamayı sürdürmüş ve
dolayısıyla bu tip ülkelerde parlamentarizm gündeme
gelmemiştir.
Parlamentarizmi emperyalizm açısından seçenek durumuna
getiren bir diğer nedense sosyalizmin yükselişine karşı,
emperyalizmin oluşturmaya çalıştığı cepheye yüklediği
ya da yüklemeye çalıştığı ideolojik misyon olmuştur.
Sosyalist ülkeleri "Demir perde" ülkeleri
olarak ya da totaliter rejimler olarak gösteren bu misyon,
kendisine demokrasinin bayraktarlığı rolünü biçmiş ve
uygun özellikler gösteren yeni sömürgelere de parlamentarizmi
empoze etmiştir.
Çeşitli nedenlere bağlı olarak gündeme gelen ve sömürge
tipi faşizmi maskelemenin bir aracı olarak kullanılan
parlamentarizmi değerlendirirken dikkat etmemiz gereken
noktalardan biride olayın yerleşme biçimidir. Yeni sömürgelerde
parlamentarizm, toplumsal bir talep olarak gündeme gelmemiş,
burjuva demokrasisinin bu kurumu, toplumsal talebin
göstergesi olarak burjuva devrimlerle değil, yeni sömürgeci
yöntemlerin bir sonucu olarak empoze edilmiştir. Kazanılmış
bir mevzi değil, bahşedilmiş bir yanılsamadır sözkonusu
olan ve ayakları havada bir özellik taşır. Çünkü talep
ancak arz ile birlikte vardır ve böylece anlam kazanır.
Belli bir talep olmadan arz bu yanı ile sağlıksızdır,
sancılıdır, zahiridir.
Parlamentarizm, halkın onun bilincinde olarak ona ulaşması,
onu istemesi şeklinde bir buluşma olarak doğmadığından,
kaldırıldığı zaman da, çoğu kez gereken tepkiyi görmez
ya da suni denge tepkiyi nötralize eder ve halk başından
kendisine verilen genel oy hakkının gasbedilmesine de
boynu bükük katlanır. Bu durumda parlamentarizmin diğer
burjuva kurumların oluşmasına katkıda bulunması olasılığı
fazla değildir. Dolayısıyla aynı nitelik yargı ve yasamaya
da hakim olur ve bir bütün olarak burjuva demokratik
kurumlar, yerleşme şansı bulamazlar.
Sömürge tipi faşizm, burjuva devlet modelini, militarist
kurumların işlemesini öne çıkaran biçimde değiştirmekte
ve kurumlaşma bu temelde sürdürülmektedir. Bu durumda
açık faşist uygulamalara geçiş ve burjuva demokratik
görüntünün terk edilmesi güç olmamaktadır. O çerçevede
oluşan yasallık bir gecede son bulmakta, militarizm,
sivil yürütmeyi alaşağı etmekte, anında ayaklar altına
alarak çiğnemekte ve toplumda burjuva demokratik anlamda
etkili bir mevzilenme ya da taban yaratma olayı olmadığından,
genellikle ciddi bir direnişle karşılaşmamaktadır.
Burada çok sık tartışılan bir noktaya girmiş oluyoruz.
Bu İspanya, Portekiz ve Yunanistan örneklerinden yola
çıkarak (ki son zamanlarda Arjantin de bu örneklere
katılmaktadır) faşizmden burjuva demokrasisine dönüşün
mümkün olduğu biçimde formüle bir tezdir.
Aynı yaklaşım 12 Mart sonrası Türkiye için de kullanılmış
ve bir hayli taraftar toplamıştır. Bugün yeni ikameciliğin
en ileri örnekleri olan bu üç ülkede ve hatta daha başka
ülkelerde, görece ileri ve somut demokratik kurumlaşmaların
olduğu doğrudur. Ve üstelik bu durum faşist kurumlaşmayı
geriletmekle koşut olarak varlığını sürdürmektedir.
Ancak böyle bir saptamada bulunurken aynı anda çok önemli
temel noktaları ve başka saptamaları da gözetmek zorunludur.
Bu ülkeler böyle bir dönüşüme ancak toplumsal "tehlike",
yani anti-emperyalist halk hareketliliği durulduktan
bir devrim olasılığı o süreçte ortadan kalktıktan sonra
gidebilmişlerdir. Devrim olasılığının engellenmesi "zor"un
yaygın kullanımını gereksiz kılmış ve görece burjuva
demokratik kurumları gündeme getirmesi süreci başlamıştır.
Bir ülke emperyalizmden bağımsızlaşmadıkça, yani ekonomisine
iç dinamiklerin belirliyiciliği temelinde bir karakter
kazanmadıkça sürekli faşizm olgusundan arınamaz. Bir
devrim olasılığının baş göstermesi burjuva demokratik
"dönüşüm"e son verecek ve açık faşist uygulamalar
devreye girecektir. Çünkü her şeyden önce militarist
kurumlar emperyalizmin denetimindedir ve bir iç savaşa
göre örgütlenmiş karakterlerini korumaktadırlar. 'Kapitalist
yoldan emperyalizmden bağımsızlaşmak' olanaksız olduğuna
göre (75) burjuva demokratik kurumlar ne kadar yerleşik
görünse de faşizm gerçekte egemen durumdadır.
Sömürge tipi faşizmin kitle temeli yaratmak gibi bir
çabası her zaman olmuştur. Ama bu kurumsallaşmak ve
özelliklede militarist kurumları faşistleştirmek çabası
yanında ikincil durumda bir sorundur.
Emperyalizmin başlıca çabası her şeyden önce militarist
kurumları faşistleştirmektir. Çünkü bunun başarılması,
faşizmin devlet biçimi durumuna gelmesi sürecinin asgari
ölçülerde de olsa tamamlanması anlamına gelir. Kitlesel
dayanak yaratılması ise, özellikle halk güçlerinin doğrudan
ordu, polis veya ulusal muhafızlar, vb. kurumları devreye
sokmadan engellenmesi anlamında önem kazanırlar.
Türkiye bunun ilk akla gelen örneklerindendir. Kitle
tabanının yaratılması ise faşizmin klasikleşen evrensel
taktikleri ile, yani eklektik yollar ve demagojik bir
söylemle başarılır. Genel ya da yerel kültürel özelliklerin,
geleneklerin, ulusal ve etnik karakterin sömürülmesi,
faşizmin kitle tabanı oluşturma yolunda kullandığı başka
araçlardır.
Toparlayacak olursak, sömürge tipi faşizmin özelliklerini
şöyle özetleyebiliriz:
Birincisi, sömürge tipi faşizm, üçüncü bunalım döneminde
var olan ilişki ve çelişkilere bağlı olarak şekillenen
yeni sömürgeciliğe özgü egemenlik biçimidir; emperyalizmin
bu ülkelerdeki denetiminin somutlanmasıdır.
İkincisi, sömürge tipi faşizm, emperyalizmin egemenliği
ile, yeni emperyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşması
ve buna uygun olarak militarist kurumların faşistleştirilmesiyle
asgari düzeyde yerleşmiş olur, izleyen süreç, diğer
devlet kurumlarının da faşistleştirilmesi ve ekonomik-siyasal-toplumsal-ulusal-kültürel-tarihsel
özelliklerin sömürülmesi yoluyla sivil bir taban yaratılması
çabalarını içerir.
Üçüncüsü, uluslar arası koşullara, ülkenin koşullarına
ve faşist kurumsallaşmanın ulaşmış olduğu düzeye bağlı
olarak açık ve gizli biçimlerde görülür.
Dördüncüsü, devrim olmadıkça, sürekli faşizm devlet
biçimi olma özelliğini korur.
6) ULUSAL KURTULUŞ HAREKETİ
Üçüncü bunalım döneminin sık sık değindiğimiz gibi,
ayırt edici özelliklerinden biri de ulusal kurtuluş
hareketlerinin ulaşmış olduğu boyutlardır. Bunları,
dünya halklarının emperyalizme karşı şahlanışı biçiminde
de ifade edebiliriz. Kuşkusuz gerek birinci gerekse
ikinci bunalım dönemlerinde anti-emperyalist halk hareketleri
vardı. Ancak, olayın emperyalizmin varlığını tehdit
edici boyutlara ulaşması bu dönem oldu ve ulusal kurtuluş
hareketleri, emperyalistleri entegrasyona zorlayan başlıca
nedenlerden biri olma niteliğini kazandı.
Günümüzde ulusal kurtuluş hareketlerinin yüklenmiş olduğu
anlamı ve diğer toplumsal hareketlerden farklı yönlerini
başlıca üç biçimde özetleyebiliriz.
a) Ulusal kurtuluş hareketleri, anti emperyalist ve
anti oligarşiktir. Çünkü çağımızda gerçek bağımsızlık
ve kurtuluş, ancak emperyalist kapitalist sistemin dışına
çıkmakla mümkündür.
Çağımız bir yönüyle iki sistemin,kapitalizm ve sosyalizmin,
çatışması çağıdır. Bu çatışmada geriyi temsil eden emperyalizm,
varlığını sürdürebilmek için, elinde tuttuğu pazarları
daha sıkı biçimde denetlemekte ve yapısal krizlerini
dünya halklarına mal ederek, bunalımlarından en az zararla
kurtulmaktadır. Ellerindeki pazarların giderek daralması,
üretim araçlarının evrimine koşut biçimde bu pazarların
ekonomik potansiyelini sonuna kadar emme çabasını göstermiş,
yeni sömürgecilik olgusuna bağlı olarak, ezilen dünya
ülkeleri açısından içsel bir olguya dönüşmüş, işbirlikçisi
oligarşik iktidarlar eliyle her türlü halk hareketini
faşist yöntemlerle ezme yolunu tutmuştu.
Dolayısıyla anti emperyalist ve anti oligarşik olmak,
bir halk hareketi olabilmenin ilk koşulu olarak öne
çıkmıştır. Dünya halklarının baş düşmanı emperyalizm
ve oligarşiye doğrudan yönelmeyen bir toplumsal hareket,
halk yararına bir hareket olmaz. Anti emperyalizmin
ilk koşulu, emperyalizmin ülke içindeki varlığına karşı
olmaktır. Yani, yeni sömürgeci ilişkilere, o ülkelerdeki
ABD askeri varlığına, ülkeleri hemen yatırımlarını uluslaştırma
anlayışına, emperyalizmin siyasal ve kültürel varlığına
tavır alan asgari bir anlayışa sahip olmaktır.
Bununla birlikte tutarlı bir anti-emperyalizm, sosyalist
programa sahip olmayı gerekli kılar. Çağımızda bir çok
kez kanıtlandığı gibi, sosyalizm ile tamamlanmayan bir
anti emperyalizm, süreç içinde çözülmek ve yeni sömürgeciliğe
teslim olmak zorundadır.
Bireysel mülkiyetin yerini kolektif mülkiyetin almadığı,
üretimin planlı ve kolektif bir temele dayandırılmadığı
bir ülkenin bağımsız kalabilmesi ve bu temelde kalkınabilmesi
olanaksızdır. Bunun en büyük örneği Gana'dır. Emperyalizme
karşı ulusal bir savaşla Nkrumah'ın önderliğinde siyasal
bağımsızlığını sağlayan Gana, bunu sosyalizm ile bütünleştiremediğinden,
bağımsızlığını yeniden yitirmiştir. Ne kadar ki, "yeni
sömürgecilik" adlı bir de kitap yazarak dünya halklarını
uyaran Nkrumah, çözüm olarak sosyalizme yönelen bir
halk demokrasisi oluşturamadığından, yıllar sonra bir
darbe ile alaşağı edilmiş ve yerine geçenlerin yaptığı
ilk iş IMF reçetelerine başvurmak, %40 oranında bir
devalüasyona gitmek olmuştur.
Görüldüğü gibi emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı
savaşmak, içeriği doğru biçimde doldurulamıyorsa, yetmemektedir.
Anti kapitalist olmayan anti emperyalizm saçmalıklarını
hayat çürütmüştür. Anti emperyalizm, ancak anti kapitalist
bir temele, yani sosyalist bir programa dayanıyorsa
anlam kazanabilir. Ulusal kurtuluş hareketi olur. Çünkü
çağımız koşulları, sosyalizm ve kapitalizm arasında
üçüncü bir yolu yalanlamıştır ve ulusal kapitalizm denemelerini
bağışlamayacak kadar acımasızdır. Sosyalizm perspektifine
sahip olmayan hareketleri ulusal kurtuluş hareketleri
olarak görmüyoruz. Bu kavram SBKP ve ÇKP revizyonistlerince
çok değişik anlayışlara temel edilmek istendiğinden
çarpıtılmış, içi yanlış uygulamalarla doldurulmuştur.
Kapitalist olmayan yoldan geçiş anlayışı ve üç dünya
teorisi, anti emperyalist hareketler ile ulusal kurtuluş
hareketleri arasındaki ayrımı darmadağınık etmiş ve
anti emperyalist dalgaya sonuçları, her geçen yıl daha
çarpıcı biçimde ortaya çıkan ciddi zararlar vermiştir.
"Kapitalist olmayan yol" teorisi, anti emperyalist
bir kalkışmanın, kapitalist olmayan bir gelişme yolunu
seçerse, bunun süreç içinde sosyalizme yönelebileceği
anlayışından çıkmıştır.
Sosyalist denilemeyen, ama kapitalist de olmayan bir
yol olabilir mi? Bizce hayır. SBKP olabilir diyerek
ve devlet kapitalizmi uygulamalarına böyle bir misyon
yükleyerek özellikle Afrika'da emperyalizme karşı siyasal
bağımsızlığını kazanan ülkelere büyük çaplı yardımlar
yapmış ve en uç örneğini Mısır'da görebileceğimiz gibi
kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçeceği var sayılan
onlarca ülkeden bir teki bile sosyalizme yönelmemiş,
bu teori bir tek ülkede bile başarıya ulaşmamıştır.
Modern biçimde örgütlü bir işçi sınıfının bulunmadığı
ülkelerde, bu ülkelerin proleter olmayan ya da proletarya
ideolojisini benimsemeyen, bu ideoloji ile yoğrulmayan
önderlerinin anti emperyalist yanlarını abartarak, sosyalizmin
kurulabileceği teorisi pratikte iflas etmiştir...
ÇKP'nin " üç dünya teorisi" ise olayı, Çin'i
baş düşman tespit ettiği SSCB'ye karşı her türlü girişimin
ve anti emperyalist başkaldırılara karşi gericiliğin
desteklenmesine kadar götürmüştür. Kapitalist olmayan
yoldan geçiş anlayışı kadar etkili olmasa da, özellikle
sosyalist sistemin dağınık bir görüntü vermesinde ve
sosyalizmin prestij yitirmesinde önemli oranda etkili
olmuştur.
b) Ulusal kurtuluş hareketleri demokratiktir.
Gerçekte 16. yy'da Almanya'nın sahne olduğu köylü hareketleriyle
başlayan feodalizm ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin
tasfiyesi süreci, bugün halen tamamlanabilmiş değildir.
Dünyanın dört bir yanında yeni sömürge ülkelerde kapitalizm
öncesi ilişkiler ekonomik ve politik düzlemde çeşitli
düzeylerde varlıklarını sürdürmektedir.
Kapitalist gelişmenin iç dinamiğe dayandığı ülkelerde,
burjuva devrim, demokrasi sorununun burjuva temelde
çözümü anlamına gelmiştir. İşçi ve köylü kitlelerinin
aktif katılımı ile, yükselen sınıf burjuvazinin önderliğinde,
toprak sorununun feodal ilişkilerinin kırılması temelinde
çözümü, feodal otarşinin yerine genel oy kuralına dayalı
burjuva bir işleliğin oluşturulması, uluslaşma sürecinin
yolunun açılması ve bu sürecin hızlandırılması, feodal
ademi merkeziyetçi, kendine yeterli ekonomik sistemin
yerini kapitalist ilişkilerin alması ve buna uygun hukukun
oluşturulması, üst yapıda da, benzeri sorunların çözümü,
burjuva demokratik devrimlerin klasik biçiminin ayırt
edici özellikleri olmuştur.
Emperyalizm döneminde ise, burjuvazinin ilerici niteliğini
yitirmesi, gelişen bir sınıf özelliğinin yerine yoz
bir sınıf özelliğini alması ve tekelleşen burjuvazinin
dünya halklarını sömürge ve yarı sömürgeleştirmeye yönelmesi,
burjuva devriminin niteliğinde de önemli değişmelere
neden olmuştur. Sömürgeleştirme, yarı sömürgeleştirme
yönelimi, burjuva devriminin niteliğinde de önemli değişmelere
neden olmuştur.
Sömürgeleştirme, yarı sömürgeleştirme sürecinde tekelci
burjuvazi, sözkonusu ülkelerde kapitalizm öncesi sınıf
ve katları işbirlikçi olarak seçmekten kaçınmamış, bu
ülkelerde oluşum durumundaki yerli burjuvaziyi yok etmeyi
kendi amacının bir gereği olarak kullanmıştır.
Bu sürecin sonucunda, emperyalizmin boyunduruğundaki
ülkeler, iki tip burjuvazi ile tanışmıştır. Emperyalizmden
bağımsız gelişme anlamına gelen ve yaşayabilmek için
emperyalizme karşı olmak, onunla rekabeti göze almak
zorunda kalan ulusal burjuvazi ve emperyalizmin işbirlikçisi
olarak onun girişimlerinin bir parçası, bir halkası
işlevini yüklenen komprodor burjuvazi...
Üçüncü bunalım döneminde ise durum emperyalizmin içsel
bir olgu olmasına bağlı olarak ulusal burjuvazinin de
kavrulmasına dönüştü.
Dolayısıyla, kapitalizmin genel bir bunalım sürecine
girmesiyle, feodalizm ve kalıntılarının yok edilmesi,
ulusal bağımsızlığın kazanılması, toprak sorununun çözümü
ve diğer çeşitli demokratik istemlere gerçeklik istemek
ve gerçeklik kazandırma sorunlarının çözümü; temelde
sosyalist devrimin ön koşullarını bağrında taşıyan bir
içerik yüklemiş ve demokratik devrim proletarya devrimi
ile olabilirlik kazanmıştı.
Yüzyılın başlarında gerçekleşen iki burjuva devrimi,
1905 Rus Devrimi ve Sun Yat Sen önderliğindeki Çin Yeni
Demokratik Devrimi, proletaryanın öncü olmasa da çok
önemli rol oynadığı iki devrim olmuştur. Ancak gerek
Rusya'da ve gerekse de Çin'de bu iki devrim, demokrasi
sorununu, toprak sorununu çözmeye yetmemiş, bu çözümler
ancak Rusya'da 1917'de, Çin'de de 1949'da gerçekleşebilmiştir.
3. Bunalım Dönemine yeni sömürge ülkelerin büyük çoğunluğu
bu türden dönüşümleri ya hiç yaşamamış ya da yetersiz
düzeyde yaşamış olarak girmişlerdir. Dolayısıyla demokratik
devrim hiç başlamamış ya da tamamlanmamıştı. Bu durum,
ulusal kurtuluş hareketlerinin demokratik devrimi de
içermesini getirmiş ve bu hareketlere demokratik halk
devrimi de içermesini getirmiş ve bu hareketlere demokratik
halk devrimini stratejik olarak hedefleyen ve bunu kesintisiz
biçimde sosyalist devrimle tamamlayan hareketler olma
özelliğini vermiştir. Bunun en somut iki örneği Vietnam
ve Küba devrimleridir. Her ikisinde de köylülüğün toprak
ve bağımsızlık sorunları başta olmak üzere demokratik
devrimin içeriğini oluşturan diğer özellikler, hareketin
ilk halkasını oluşturmuş ve sosyalist devrim bu temel
üzerinde yükselmiştir. Ulusal burjuvazinin artık olmaması,
Çin Yeni Demokratik Devrimi tip devrimleri ortadan kaldırmıştır.
c) işçi önderliği esastır; yeni sömürgelerde, bu önderlik
ideolojik karakterdedir.
Ulusal kurtuluş hareketlerinin diğer bir ayırt edici
noktası da, işçi sınıfının fiili ya da ideolojik önderliği
temelinde yükselmesidir. Yukarda sözünü ettiğimiz amaçlara,
yani demokratik halk devrimi ve sosyalist devrim amaçlarına
değişik karakterli önderliklerle ulaşılamaz. Bunlar
başarılamadıktan sonra siyasal düzeyde varolan bağımsızlık
da yiter. Üçüncü bunalım dönemi, sık sık değindiğimiz
gibi bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Bu noktada da geçmişte ve günümüzde tanıklığını yaptığımız,
burjuva içerikli ve proletarya önderliğinde yükselmeyen
hareketler sorununa girmiş oluyoruz.
Söz konusu olan demokratik devrime önderlik edecek bir
burjuva sınıfın olmadığı ya da emperyalizmin girişi
ile gelişemediği, demokratik devrime önderlik edecek
güç ve düzeyde bir proletaryanın da olmadığı koşullarda
yaşanan süreçlerdir. Önderlik görevi genellikle burjuva
değerleri benimseyen orta katlarca üstlenilmekte, ancak
üretici güçler-üretim üzerinde yükselmediklerinden kitle
hareketi özelliği kazanamamakta, toplumsal bir devrime
dönüşememektedir.
Bununla birlikte kapitalizmin gelişmesi ve burjuva değerlerin
yerleşmesi sürecinin önünü açması bağlamında bir işlevleri
kuşkusuz vardır. Bu sürece koşut toplumsal dönüşüm ve
feodalizmin tasfiyesi sorunları çok zorlu ve sancılı
bir sürecin parçaları olmaktadır.
Bu tip burjuva devrimlerin yani üst düzeyde sınırlı
kurumsallaşma anlamına gelen hareketliliğin ilk örneği
1867-68 Japon Devrimidir. Bazı değişik yönleri içerse
de temelde benzer olan diğer iki örnek olarak da İran
AK devrimi ve onu izleyen Jön Türk hareketini prototip
olarak kabul edebiliriz.
3. Bunalım Dönemi ise emperyalist işgalin biçiminin
değişmesine bağlı olarak, olaya geçmişte olduğundan
daha sancılı bir nitelik kazandırmıştır. En somut örneğini
Nasır ve benzerlerinde bulan bu hareketler, ulusal burjuvazinin
ve proleter önderliğin olmadığı koşullarda burjuva içerikli
hareketler olarak yaygınlaşmış ancak iktidarı ele aldıktan
sonra, SSCB'nin kapitalist olmayan yoldan geçiş teorisini
temel olarak anti emperyalist bir görüntüyle bağımsızlaşmaya
çalışmıştır. Ne var ki, emperyalizme karşı kapitalist
yoldan kalkınmak çabası, tamamını yeni sömürgeciliğin
kucağına itmiş ve başlangıçta siyasal düzeyle sınırlı
da olsa sözkonusu olan anti emperyalizm de yitmiştir.
Birer kitle hareketi olmaktan çok yarı aydın ve milliyetçi
askerler eliyle gerçekleşmesi, ardından toplumsal olmayan
anti emperyalizmin fazla direnmeden çözülmesi sonucunu
da doğurmuştur. Bu tip iktidarlar genellikle darbe yoluyla
işbaşına geçtikten sonra ülkenin egemen sınıfı ve katları
ile bütünleşmiş ve Bonapartizm benzeri misyonlar yüklenmişlerdir.
İstikrarsızlık ve tutarsızlıkları bir diğer özellikleridir.
Dolayısıyla emperyalist sömürüye radikal bir karşı koyuş
da sözkonusu değildir.
Unutmamak gerekir ki, yeni sömürgeciliğin gelişen biçimiyle
olgunlaşan biçimi aynı şeyler değildir. Örneğin Türkiye'de
yeni sömürgecilik olgunlaşmıştır. Alt yapı ve üst yapı
emperyalizmin denetimindedir.
Buna karşılık bu ülkede kukla bir siyasal iktidar olmadan
da yeni sömürgecilik sürebilir. Bu ülkelere, yeni sömürgeciliğin
gelişme durumunda olduğu ülkeler demek yanlış olmaz.
Bugün Libya, Suriye, İran gibi ülkeler siyasal düzeyde
verdikleri anti-emperyalist görüntüye karşın, bunu sosyalist
alt yapı ile pekiştirememiş ülkelerdir ve emperyalist
kapitalist dünya pazarlarının parçaları olmaktan çıkamamışlardır.
AET, Japonya ve hatta ABD çıkışlı tekeller, uluslar
arası sermaye, bu ülkelerin ucuz işgücünü, yer altı
yerüstü kaynaklarını yağmalamayı sürdürmektedir ve hiç
kuşku yor ki bu alt yapı, süreç içinde kendine uygun
siyasal kurumlarını oluşturacaktır.
Sonuç olarak, kurtuluş hareketleriyle anti emperyalist
kalkışmaları ayrı tutmamız gerekir. Anti-emperyalist,
anti oigarşik olmayan demokratik devrim programına sahip
olmayan ve işçi sınıfının ideolojik ya da fiili önderliğinde
yükselmeyen hareketler, ulusal kurtuluş hareketi değildir
ve bunun içeriğini genişletmek, "kapitalist olmayan
yoldan geçiş", "üç dünya" türünden fason
teoriler yaratarak revizyonizme ve ekonomizme temel
oluşturmanın yarattığı tahribat yeterince açıktır. Bu
özelliklere sahip olmayan ve özellikle siyasal düzeyde
yadsınamayacak bir anti emperyalizmi içeren hareketlere
ise anti emperyalist kalkışmalar diyoruz.
Üçüncü bunalım döneminin başlıca Ulusal Kurtuluş
hareketlerini ve kalkışmaları ise şöyle sıralayabiliriz:
1954: Vietnam devrimi ve K. Vietnam halk cumhuriyetinin
kurulması
1957: G. Kore ulusal kurtuluş hareketi ve emperyalizmin
müdahalesiyle çıkan Kore savaşı
1956: Gana devletinin kurulması
1959: Küba devrimi
1960: Zaire'nin kurulması
1962: Cezayir devrimi
1962: K.Yemen'in kurulması
1963: Kenya'nın kurulması (Zanzibar Devrimi ve boğulması
1967: G.Yemen'in kurulması
1969: G.Yemen Devrimi
1974: Etiyopya Devrimi
1974: Gine-Bissau Devrimi
1975: Kamboçya Devrimi
1975: G.Vietnam'ın kurtuluşu
1975: Laos Devrimi
1975: Sao Tome'nin kurtuluşu
1975: Angola Devrimi
1978: Afganistan PDPA Darbesi
1979: İran Devrimi
1979: Grana'da radikal dönüşüm
1979: Nikaragua Devrimi
1980: Zimbabwe'nin kurtuluşu
Bunun yanında sayısız radikal kalkışma ve en önemli
örnekleri olarak Endonezya, Filipinler, Malezya, Şili,
Filistin, Batı Sahra, Guetamala, El Salvador, Peru,
Venezuela, G.Afrika'da gördüğümüz halk hareketeleri,
hemen hemen tüm yeni sömürgelerde öne çıkmış, yaygınlaşmıştır.
BİRİNCİ CİLDİN SONU
EKLER VE KAYNAKLAR
(1) K.Marks Kapital c.1 (geri
dön) İ
(2) K.Marks agk c.3 (geri
dön) İ
(3) K.Marks Lois Bonapart'ın 18 Brumeir'i (geri
dön) İ
(4) F.Engels (geri
dön) İ
(5) F.Engels (geri
dön) İ
(6) K.Marks Kapital c.3 (geri
dön) İ
(7) K.Marks agk c.3 (geri
dön) İ
(8) K.Marks agk c.3 (geri
dön) İ
(9) K.Marks-New York Daily Tribane Gazetesi, Aktaran
- H.Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi c.2 (geri
dön) İ
(10) Lenin-Emperyalizm (geri
dön) İ
(11) Sweezy-Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı (geri
dön) İ
(12) Bu türden yaklaşımlar için bkz. Materyalist Felsefe
Sözlüğü, Materyalist Ekonomi Sözlüğü, Ekonomi Politik
(Nikitin) Ekonomi Politiğinin Temelleri vb (geri
dön) İ
(13) Prof.Dr. Nevzat Kuyucaklı-İktisadi Doktrinler Tarihi
(geri
dön) İ
(14) N.Kuyucaklı, agk. (geri
dön) İ
(15) Doğal ekonomiyi; ilkel Komünal, köleci ve feodal
ilişkilerin hepsini ifade edecek biçimde kullanıyoruz.
Buna doğal ekonomi, eşittir kapitalizm öncesi üretim
biçimleri de diyebiliriz. (geri
dön) İ
(16) Rosa Lüksemburg-Sermaye Birikimi (geri
dön) İ
(17) Rosa Lüksemburg-age (geri
dön) İ
(18) Mahir Çayan-Bütün Yazılar (geri
dön) İ
(19) Kapitalizmin girdiği yerler, büyük merkezler,limanlar,
Ereğli gibi zengin yer altı kaynaklarının olduğu bölgeler
ve Çukurova, Ege gibi kapitalizmin gereksindiği ürünlerin
yetiştirilmesine uygun havzalardı. (geri
dön) İ
(20) Bir örnek verecek olursak; geçmişte ipek dokuma
alan tacir, daha sonra artık ipek ipliği almaya başlayacak,
böylece önce ipekli dokuma sanayini yıkarak, daha sonra
ipek ipliği yerine ham ipek alarak küçük üreticiliğin
yan uğraşı olan ipek üreticiliğini yıkacak ve daha sonra
da ham ipeği de kendisi üreterek, bu uğraşı asıl iş
edinen küçük üreticiyi yıkacaktı. (M. Erdost, Asya Üretim
Biçimi ve Kapitalist Üretime Geçiş Koşulları, Ülke Kitap
Dizisi) (geri
dön) İ
(21) Y. A. Patrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Bilgi
Yayınevi (geri
dön) İ
(22) Örneğin, bu tip bur kuruluş olan tütün rejisi,
40 yılı aşkın bir süre tütün üreticisini sömürdü. Rejinin
yıllık ortalama karı 2.000.000 altın liraydı. 130.000'i
aşkın tütün üreticisini sömüren reji , beslemeleri aracılığıyla,
reji sömürüsünden kurtuluşu kaçak tütün ekmekte bulan
20.000'den fazla yoksul köylüyü öldürmüştü. (H.A. Şando,
Yarı Sömürgeleşme Tarihi, Aktaran, Tevfik Çavdar, Osmanlıların
Yarı-Sömürgeleşmesi.) (geri
dön) İ
(23) E.Z. Karal, Osmanlı Tarihi (geri
dön) İ
(24) T.Çavdar, Türkiye'de Burjuva Düzene Yönelik İlk
Hareketler. (geri
dön) İ
(25) Son ve kesin tasfiyesi 25 Mayıs 1954'te ancak tamamlanabilen
Düyun-u Umumiyenin gücünü ve halk üzerindeki sömürüsünü
bir örnekle anlatalım: 1910 yılında %5,58 gibi yüksek
bir faizle 550.000 altın değerinde İtalyan hisse senedi
alınmıştı. İtalya, Düyun-u Umumiyenin istekleriyle yapılan
bu alışverişten elde ettiği 550.000 altın lirayı Osmanlı
Devletiyle tutuştuğu Trablusgarp savaşının masraflarında
kullanacaktı.Dolayısıyla komprodor feodal Osmanlı Devleti,
niyeti ve amacı çok açık olan İtalya'nın kendisine karşı
açacağı savaşa yardım etmiş oluyordu. Rezalet bu kadarla
da bitmeyecekti. Savaş sonrasında Libya'yı işgal eden
İtalya, Türkiye'ye tazminat olarak 30 milyon frank ödedi.
Ancak bu paraya Düyun-u Umumiye el koydu. Gerekçesi
ise Osmanlı Devletini gerçekte kimin yönettiğini yeterince
ortaya koyuyordu. Buna göre, Trablus, Osmanlı toprağıydı,
ve yitirilmesi, Osmanlı Devletine tazminat yoluyla gelir
sağlamıştı. Oysa Düyun-u Umumiye kendisine gelir getiren
bir kazanç kapısını yitirmiş oluyordu; bu durumda tazminat,
yitirdiklerinin karşılığı olarak Düyun-u Umumiyeye verilmeliydi.
(Türk Düşününde Batı Sorunu, N. Berkes, Bilgi Yayınevi)(geri
dön) İ
(26) Bu konuya ve savaşın tamamlanmasına ilişkin çeşitli
yaklaşımlar vardır. Troçkist E.Mandel'e göre, II. Dünya
Savaşı, beş savaşın bir tek savaşta bileşimiydi. Buna
göre; "savaşa kalkışanların kendi aralarında sürdürdükleri
bir savaş... Sovyet bürokratikleşmiş işçi devletinin,
Nazi Almanyası ve müttefiklerinin emperyalist saldırganlığa
karşı verdiği öz savunma savaşı, Japon emperyalizmine
karşı-yarı sömürge Çin'in verdiği haklı ulusal kurtuluş
savaşları; ve son olarak işçi kitlelerinin ve baskı
altında tutulanların Avrupa'nın işgal edilmiş ülkelerinde
Nazilere karşı verdiği haklı direniş savaşı" Günümüzde
Devrimci Marksizm, E. Mandel).
Anthony Barnet ise, savaşın tanımlamasını şöyle yapmakta:
"Pasifikte çatışma esas olarak kapitalistler arası
bir çatışmaydı ve yalnızca ikinci olarak bir kapitalist-komünist
karşılaşmasıydı, Avrupa sahnesinde ise, çatışma esas
olarak komünizmle kapitalizm arasındaydı ve kapitalistler
arası yön yalnızca ikincildir." Amerikalı Marksist
Paul Sweezy ise daha 1942'de sürmekte olan savaşı şöyle
tanımlıyordu: " İkinci Dünya Savaşı bir bütün olarak,
birincisi gibi basitçe dünyanın yeniden bölüşümü için
emperyalistler arası bir mücadele değildir. Bu savaş,
gerçekte askeri açıdan bütünlük sağlayamamış olan üç
ayrı savaştır. Bu savaşın birincisi, 1914-18'deki gibi
bir bölüşüm savaşıdır; Almanya, İtalya, Japonya bir
taraftadır, İngiltere ve ABD diğer tarafta. İkinci savaş
kapitalizmle sosyalizm arasındadır ve bir tarafta Almanya,
diğer tarafta da Sovyetler Birliği vardır. Üçüncüsü
ise, Çin'in Japonya'ya karşı verdiği anti-emperyalist
bir bağımsızlık savaşıdır."
Fred Holiday ise savaşı ve sonuçlarını şöyle özetlemektedir:
İkinci Dünya Savaşını patlatan kapitalist devletler
arası çelişkiydi. Haziran 1941'de SSCB'ye Alman saldırısıyla
Avrupa'daki savaş çok büyük ölçüde kapitalizm-komünizm
karşılaşmasına büründü. Nazi Almanya'sının yenilgisine
en fazla katkıyı Kızıl Ordu yaptı. 1937'den 39'a kadar
Asya'da Sovyetler Birliği Japonya ile savaştı ve Japonya'nın
yarıya yakın gücünü yolladığı Çin'deki savaş da büyük
ölçekli bir kapitalist komünist savaşıydı. Ama çelişkinin
ana ekseni, kapitalistler arası nitelikteydi. Japonya
ile ABD arasındaydı. İkinci Dünya savaşı bu yüzden,
hem kapitalist devletler arası, hem de kapitalizm ile
komünizm arası bir çatışmaydı. Savaş, kapitalistler
arası çelişkinin hakim olduğu bir dünyadan rekabet eden
toplumsal sistemler arasındaki çelişkinin hakim olduğu
bir diğerine geçiş dönemini işaret ediyordu. Bu yeni
çelişki, gelecek dönemin uluslar arası ilişkilerini
karakterize edecekti artık. Coğrafi, demografik ve ekonomik
iki büyük varlık, ABD ve SSCB arasında gerçekleşen uluslar
arası bölünme, her biri kendisi için bir dünya yaratma
peşinde olan iki sistem arası bir çelişki bağlamında
yer almıştı" (Günümüzde Soğuk Savaş, Holiday,)
(geri
dön) İ
(27) Bu durum hükümetlerin, üniversitelerin finansman
sorununu çözümlemek yoluyla onları kendisine bağımlı
kılmasıyla sağlanmakta idi. (geri
dön) İ
(28) Bernall-Materyalist Bilimler Tarihi (geri
dön) İ
(29) A. Shpirt, agk (geri
dön) İ
(30) A. Shpirt, agk (geri
dön) İ
(31) Bernall, agk (geri
dön) İ
(32) Bernall, agk (geri
dön) İ
(33) Mahir Çayan agk (geri
dön) İ
(34) SBKP/MK Siyasal Raporu (geri
dön) İ
(35) F.Engels, Anti-Dühring (geri
dön) İ
(36) Mao, Seçme Eserler c.1 (geri
dön) İ
(37) Lenin, Felsefe Defterleri (geri
dön) İ
(38) Mao, agk (geri
dön) İ
(39) Aktaran G.Politzer, Felsefenin Temel İlkeleri (geri
dön) İ
(40) Mao, agk c.1 (geri
dön) İ
(41) Mao, agk c.1 (geri
dön) İ
(42) Politzer, agk (geri
dön) İ
(43) Mao, agk, c.1 (geri
dön) İ
(44) Lenin, agk (geri
dön) İ
(45) Engels, Anti-Dühring (geri
dön) İ
(46) Politzer, agk (geri
dön) İ
(47) Politzer, agk (geri
dön) İ
(48) Mao, agk (geri
dön) İ
(49) Stalin, Diyalektik Materyalizm ve Tarihi Materyalizm
(geri
dön) İ
(50) SBKP/MK, agk (geri
dön) İ
(51) Temel çelişme üretici güçlerle üretim ilişkileri
arasındaki çelişkidir. Bu durumda emperyalistler çatışmayı
bu temelde bire bir uyarak açıklamak güç gibi görünür.
Ancak sürecin gelişimi içinde dünya zenginliklerinin
yağmalanması öne çıkarak emperyalistler arası çelişmeye
başat bir karakter kazandırdı. Çelişmenin iki kutbu
arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı bir seyir izler.
İki kutuptan birinin diğerinin üzerindeki baskısının
önem kazanması, kesinliğe yakın hakimiyeti durumunda,
sürecin yönelimi önemli değişiklikler gösterebilir.
Nitekim üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki
çatışmanın karşılığı, emperyalizmle dünya halkları arasındaki
çatışmaydı. Ancak I. ve II. Bunalım Dönemlerinde çelişmenin
iki kutbundan biri olan emperyalizmin baskın niteliği,
buna karşılık dünya halklarının emperyalizme karşı hareket
anlamındaki görece yetersizlik düzeyi, pazarların yağmalanması
yolunda çatışmayı öne çıkararak, çelişmenin kutuplarından
biri olan emperyalizmin birkaç uçtan oluşması, emperyalistler
arası çatışmaya baş çelişmelerden biri haline gelecek
değerde özellikler kazandırdı. (geri
dön) İ
(52) New York Times- 30 Ağustos 1971. (Aktaran Sweezy-
Baran-Magdof Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı) (geri
dön) İ
(53) New York Times- 23 Ağustos 1971. agk. (geri
dön) İ
(54) Business Week- 21 Ağustos 1971. agk. (geri
dön) İ
(55) New York Times- 30 Ağustos 1971. agk (geri
dön) İ.
(56) K.Marks-Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (geri
dön) İ
(57) K.Marks- Gothe Programının Eleştirisi (geri
dön) İ
(58) Aktaran J. Ellenstein- Devrimlerin Devrimi (geri
dön) İ
(59) Aktaran Marksizmin Leninizminİlkeleri-SBKP Bilimler
Akademisi (geri
dön) İ
(60) Aktaran J. Ellenstein-agk. (geri
dön) İ
(61) Lenin- Bir Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Hakkında
(geri
dön) İ
(62) Aktaran J. Ellenstein-agk. (geri
dön) İ
(63) Paul Baran- Büyümenin Ekonomi Politiği (geri
dön) İ
(64) Troçki - Sürekli Devrim (geri
dön) İ
(65) Troçki. agk. (geri
dön) İ
(66) Mao-Yayınlanmış Yazılar (geri
dön) İ
(67) Bakınız Stalin, Son Yazılar (geri
dön) İ
(68) Yugoslavya kastediliyor (geri
dön) İ
(69) Mao-agk. (geri
dön) İ
(70) Marks-Kapital (geri
dön) İ
(71) Gün Dergisinden (geri
dön) İ
(72) 3. Bunalım Döneminde önemli yeri olan petrol yataklarına
sahip olmaları OPEC ülkelerini bu durumun dışına çıkarmış,
petrol yatakları modern teknolojik yöntemlerle işlenmiştir.
Ancak bu teknolojinin sahibi de OPEC ülkeleri değil,
petrol yataklarını işleyen emperyalist tekellerdir.
(geri
dön) İ
(73) Time - 7.7.1976 ve New York Times - 23.12.1981
Aktaran Kriz, Neo Liberalizm ve Reagan Dosyası (geri
dön) İ
(74) Fakat kuşkusuz bu durumu bir kural halinde sunamayız.
Örneğin yeni sömürgeler içinde kapitalizmin en çok geliştiği
ülkelerden İspanya ve Portekiz uzun yıllar açık faşist
uygulamalara sahne olmuştur. Demek ki olayın rengi toplumsal
hareketlilikle belirlenmektedir. (geri
dön) İ
(75) Ki Olanaksızlığı, Eşitsiz Gelişim Yasasına uygun
olarak geri kapitalist ülkenin emperyalistler arasına
katılmanın olanaksızlığı çerçevesindedir. Günümüzde
emperyalist-kapitalist sistemin dünya pazarlarını bir
bütün durumuna getiren ve sistem ülkelerini birbirine
eklemleyen özellikleri, aynı zamanda bu ülkelerin birbirlerini
denetlemesi anlamına gelmektedir ve bu Eşitsiz Gelişim
Yasası'nın kapitalist anlamda işleyişinin önünü tıkamıştır.
Bırakalım 3. Bunalım Dönemini, 2. bunalım dönemindede
bunun bir örneğini bulamayız. Geri ülkenin ilerlemesi
ve bağımsızlaşması ancak sosyalizmle olanaklıdır. Yeni
sömürgelerin hiç biri bugün otuz yıl önceki düzeyde
değildir. Kuşkusuz her birinde değişik oranda da olsa
bir gelişme söz konusudur. Ancak bu gelişme emperyalizmle
olan bağımlılık ilişkisi son bulmadığından ve hatta
aradaki mesafe giderek derinleşen bir uçuruma dönüştüğünden
esasta yanılsamadır. (geri
dön) İ
|