II.BÖLÜM
İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI
VE SONUÇLARI
|
.
II. Dünya Savaşı, gerek gelişmesi, gerekse sonuçları
açısından son derece önemli bir savaştı. Bazı yönleriyle
bu savaşı, I. Dünya Savaşı gibi yalnızca bir paylaşım
savaşı gibi görmek ve bu şekilde tanımlamak, hem olayın,
sahip olduğu kapsamın daralması, hem de yol açtığı sorunların
eksik değerlendirilmesi gibi hatalara neden olmaktadır.
Bu nedenle, III. Bunalım dönemi değerlendirmesine, insanlık
tarihinin önemli bir kavşağı olan bu savaşı tekrar irdelemekle
başlayalım.
Daha önce belirttiğimiz gibi, savaş gerçekte 1931 yılında
Japonya’nın Mançurya’yı işgal etmesiyle başlamıştı.
İtalya’nın Etiyopya’yı istilası ve İspanya İç Savaşı
ile süren savaş, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslovakya’nın
bir kısmını işgaliyle hızlanmış ve 1939’da Çin Devrimi
ile sona ermişti. Bu savaş üçlü bir karakter taşıyordu.(26)
İlk olarak, emperyalistler arası bir paylaşım savaşıydı.
Bur yanda ABD ve İngiltere’nin yer aldığı, karşısında
Almanya, Japonya ve İtalya’nın olduğu iki kampa ayrılan
emperyalist ülkeler, bir yeniden paylaşım savaşına tutuşmuşlardı.
ABD, Almanya, Japonya ve İtalya yeni pazar istemiyle,
İngiltere ve Fransa ise ellerindeki pazarları koruyabilme
kaygısıyla hareket etmekteydiler.
ABD’nin İngiltere’nin yanında yer almasının nedeni;
İngiltere’nin Almanya karşısında tutunabilmek için ABD’ye
önemli tavizlerde bulunmasıydı. Buna göre, yıpranan
bir güç olan İngiltere, zaten tek başına faşist kampla
başedebilecek güçte değildi. Bu durumda faşist kamp
yenerse, ABD’nin liderliğini kabul etmesi olanaksızdı.
Özellike Japonya ile ABD’nin çıkarları önemli oranda
çelişmekteydi. Öte yandan ABD, ingiltere’nin yanında
yer alırsa, hem faşist kamp etkisizleşecek hem de savaşın
tüketeceği İngiltere Fransa ABD için tehlike arzetmeyecek;
savaş öncesinin en büyük emperyalist gücü olan, ama
dünya pazarları üzerindeki payı gücüne oranla çok az
olan ABD, savaştan kazançlı çıkacaktı. Sonuçta ABD,
kamuoyunun da istediği ve benimsediği bir tercih olarak
faşist kampa karşı savaşa girdi. Japon saldırısıyla
daha da genişleyen savaşı müdahale eden ABD, savaşın
sonucu üzerinde tayin edicibir rol oynayacaktı. Japonya’nın,
özellike Fransız ve İngiliz sermayesinin denetlediği
bir yarı sömürge olan Çin’e saldırısıyla başlayan paylaşım
savaşı, 1945’de Japonya’nın teslim olmasıyla sonuçlandı.
Savaşın emperyalist güçler açısından tek galibi ABD
oldu.
Almanya, Japonya ve İtalya yenilgiye uğrayınca, yeni
pazar kazanmak bir yana, kendi ülkelerinin de işgali
durumu ile karşı karşıya kaldılar. İngiltere ve Fransa
ise savaştan büyük yıkımla çıktılar. Fransa, dört yıldır
faşizmin işgalinde kalmış, harabeye dönüşmüştü. Sömürgelerini
koruyordu ancak sermayesi, sömürgeciliği büyük çapta
sürdürmeye yetmekten -en azından kısa vadeli sonuçları-
açısından uzaktı. Bu nedenle savaş sonrasında ABD sermayesi,
hem Fransa’da hem de sömürgelerinde etkin biçimde yerini
aldı. Aynı şeyler aşağı yukarı İngiltere açısından da
geçerliydi. Her iki ülke de savaşı kazanmış görünmelerine
karşın, savaş sonrasında ABD sermayesine bel bağlamak
zorunda kalacaklardı.
Ayrıca, eski tip sömürgecilik artık yeni dönemin koşullarına
ve gereksinmelerine karşılık vermekten uzak bir hantallık
anlamına geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrimin
açtığı yeni ufuklar ve işgalcilik olgusunun, dünya halklarının
giderek yükselen hareketliliğini getiren niteliği, savaşı
izleyen yıllarda anlamını daha çok İngiltere ve Fransa’da
bulan klasik sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin
terkedilmesini getirecekti. Ezilen ülkelerin bir kısmı
siyasal düzeyde var olan ya da yeni kazandıkları bağımsızlıklarını,
ekonomik bağımsızlıkla pekiştiremeyince, bayraktarlığını
ABD’nin yaptığı ve giderek dönemin başlıca emperyalist
sömürü biçimi durumuna gelen yeni sömürgeci yöntemlere
teslim edeceklerdi.
İkinci olarak, II. Dünya Savaşı sosyalizmle kapitalizmin
savaşıydı. SSCB, daha Ekim Devrimi’nden başlayarak,
emperyalizmin saldırılarıyla karşılaşmıştı. Emperyalizm,
kendisinden daha ileri bir toplumsal yapılanma anlamına
gelen bir ülkeyi boğmaya çalışmıştı.
Açıktan müdahale sonuç vermeyince, bu kez ekonomik ve
siyasal bir tecrit yoluna gidilmiş; SSCB ablukaya alınarak
sosyalizmin yıkılması amaçlanmıştı. Ancak, anarşiden
uzak planlı bir gelişme, 30’lu yıllarda gerçekleşen
yüksek kalkınma temposu, SSCB’yi 40’lı yıllara, ağır
sanayileşmeyi büyük ölçüde tamamlamış, devrim sonrası
siyasal çalkantılara ilişkin sorunlarını çözümlemiş
bir ülke olarak taşımıştı.
II. Bunalım Döneminin bütün süreci, SSCB’nin dünya düzeyinde
yüksek bir prestije sahip olmasıyla ve kapitalist dünyanın
halklarını derinden etkilemesinin örnekleriyle doluydu.
Bu yıllarda özellikle Avrupa işçi sınıfı, kendi geleneğinin
bir parçası olarak SSCB’nin verdiği güven ve moral etkiyle,
emperyalizmi tedirgin edici ölçülerde örgütlenmişti.
Sosyalizmin maddi bir güç oluşu öncelikle aydınları
etkilemesini getirmişti. ‘Avrupa Devrimi’ beklentisine
pratikte ciddi olarak darbe vurulmuş ve bu kez mahkum
edilmiş, çapı giderek genişleyen faşizm olgusu bile,
Avrupa’yı etkileyen yeni dalgayı boğamamıştı. Savaşa
girildiğinde sosyalizm Avrupa ülkelerinin pek çoğunda,
işçi sınıfıyla önemli buluşma durakları yaratmış bulunuyordu.
Savaşı başlatan faşist ülkelerin en büyük hedefi SSCB
idi.
Kaba bir anti-komünizmi, eklektik ideolojisinin en önemli
silahlarından biri hatta birincisi olarak kullanan faşizm
için SSCB, emperyalizme kapalı çok büyük bir pazar ve
aynı zamanda komünist hareketin bastırılması için boğulması
zorunlu bir ülkeydi. Durum, ABD ve İngiltere açısından
da değişik değildi.
Sonuçta, 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırısıyla, kapitalizm
ve sosyalizmin daha önce İspanya İç Savaşı’nda küçük
çapta yaşanan çatışması, bu kez daha büyük ölçekli olarak
başladı. Alman saldırısı sonucunda, objektif olarak
SSCB ile aynı cepheye düşen ABD ve İngiltere’nin tavrı,
bir dönem savaşın sosyalizm ile kapitalizzm arasında
cereyan eden bu boyutunu gizlemek oldu. Savaş, 1941-44
arasında Almanya-SSCB savaşı olarak geçerken, İngiltere
ve ABD savaşa Kuzey Afrika’nın paylaşılması ve İngiltere’nin
korunması bazında katılmışlardı. (ABD bu dönem savaşı
zaten esas olarak Japonya ile yeniden paylaşım düzeyinde
sürdürmekteydi.) Böylece, Kıta Asya’sının iyice harap
olması ve Almanya’nın, son darbe öncesinde yeniden paylaşımda
yer alacak diğer güçlerin de ezilmesi; daha önemlisi,
SSCB’nin ezilmesi amaçlanıyordu. Ancak 1943’de Almanya
SSCB önünde gerilemeye başladı. SSCB yanında fiili olarak
yer almaya başlayan ABD ve İngiltere, 1944’de Alman
gerileyişinin bozguna dönüşmesi sonucunda, Kıta Avrupa’sının
sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla savaşa katıldılar.
Buna karşılık yine de Doğu Avrupa’nın önemli kısmı sosyalist
orduların denetiminde kaldı. Bu olgu, yani Kızıl Ordu
etmeni, söz konusu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleriyle
bütünleşince, savaş, Doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin
kurulmasında başat rol oynadı.
SSCB’nin Almanya’yı yenmesi, ABD ve İngiltere’nin hesaplarını
bozması, savaştan güçlenerek çıkması, sosyalizmin dünya
çapında sahip olduğu prestiji artırdı. Sosyalizm artık
emperyalizmden kurtuluşun biricik yolu olarak dünya
halklarının umudu olmuştu zve sosyalist iktidar mücadelesi,
Avrupa’dan sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaymaktaydı.
Üçüncü olarak, II. Dünya Savaşı, emperyalistlerle dünya
halkalarının savaşıydı. II. Dünya savaşına girildiğinde,
birçok sömürge ve yarı-sömürgede, giderek yükselmekte
olan ulusal kurtuluş hareketleri gündemdeydi. Savaş
yıllarğnda açık işgal ordusunun da etkisiyle bu hareketler
hızla kitleselleşti. Bağlaşık olarak asıl insiyatifin
giderek işçi sınıfının önderliğine kayması nedeniyle,
hareketler sosyalizmi hedefleyen perspektiflere yöneldiler.
Şu nokta önemlidir: Savaş, dünya halklarının salt Alman
ya da Japon faşizmlerinden değil, bütünlüklü bir olgu
olarak emperyalizmden kurtulma savaşlarıydı. Japonya’nın
1931’de Mançurya’yı 1932’de Kore’yi işgal etmesi ve
1937’de Çin’e saldırması, gerek Çin gerekse Kore’de
işgale karşı mücadeleyi körüklemiş, önderlik Komünist
partilere kaymıştı.
Balkan ülkeleri ve genel olarak Kıta Avrupası’nda ise
savaş fiili Alman işgaline karşı başlamış, giderek sosyalist
iktidar mücadelesiyle çakışmıştır. Fransa, İtalya, Yugoslavya,
Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslavakya,
Macaristan gibi ülkelerde işgale karşı savaşın gerçek
boyutu buydu. Birçok komünist partisi bizzat bu savaş
içinde nitel ve nicel bağlamda güç kazanmıştı. Yunanistan’da
başlangıçta İtalya’ya sonra Almanya’ya karşı süren savaş
giderek İngiltere’ye karşı savaşı da içermişti. Yugoslavya’da
Alman işgaline karşı başlayan savaş, İngiliz beslemesi
Çetnikler’e karşı savaşla yan yana yürümüştü. Öte yandan
Vietnam’da savaş, Fransız işgaline karşı yürütülürken,
Orta-Doğu ülkelerinde ve Hindisten’da İngiliz sömürgeciliğine
karşı boyutlu bir hareketlilik biçimini almıştı. Kısacası,
savaş yılları boyunca emperyalizme karşı halk hareketlilikleri
vardı ve niteliği anti-faşizmle sınırlı değildi, anti-emperyalist
bir genişlik taşıyor ya da hızla buna dönüşüyordu.
Nitekim, emperyalistler arsı savaş bittikten sonra da
dünya halklarının emperyalizme karşı savaşı sürdü. Çin
ve Yunan iç savaşları, ayrıca Kore savaşı bu durumun
göstergeleridir. Emperyalist zincirin çözüldüğü bir
dönem olan Dünya Savaşı, sonuç olarak halkların emperyalizme
karşı dünya çapında bir uyanış dönemi olarak, soluklu
bir halk savaşı olan 1949 Çin Devrimine kadar sürdü.
Avrupa Halk Demokrasilerine Çin’in eklenmesiyle savaş,
dünya savaşı olmaktan uzaklaştı. Ancak emperyalizme
karşı isyanlar, çeşitli bölge ve ülkelerde sürdü, giderek
III.Bunalım dönemi çelişki ve ilişkilerine yön veren
bir nitelik kazandı. III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilerini
saptamaya geçmeden önce özetleyerek çerçevesini çizmeye
çalıştığımız II. Dünya Savaşının bir bütün olarak ortaya
koyduğu durumu; savaşın sonuçlarını, genel çizgileriyle
de olsal saptamak, III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilenini
ve bu temelde yükselen uluslararası ilişkileri, daha
sağlıklı kavrayabilmek açısından gereklidir.
Savaşın sonuçların, savaş sonunda dünya ölçüsünde ortay
çıokan panaromayı dört maddede özetleyelim:
a) Birincisi: Sosyalist bir blok doğmuştu. Bunun doğrudan
ilk sonucu; emperyalizmin ağırlıklı sorununun kendi
karşıtları sosyalizmle ve dünya halklarıyla çatışmaların
ağırlık kazanması olacaktı.
I. Bunalım Döneminde emperyalizmin politikası esas olarak
ve heman hemen tamamen yeniden paylaşıma yönelmişti.
ABD, Almanya, Japonya gibi pazarda payı az olan ülkelerin
pazarda ağırlıklı yer alma ve Fransa, İngiltere gibi
ülkelerin buna karşı kendi pazarlarını koruyabilme çabaları;
dünyadaki olay ve süreçlerin kökeninde yatan nedendi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki anti-emperyalist hareketlilik,
emperyalizmin varlığını tehdit edici boyutlarda değildi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerin çoğunda henüz uluslaşma
ve ulusal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele
olgunlaşmamıştı. var olanlar da son derece cılızdı.
Kuramsal düzeyde,emperyalizmle dünya halkları arasında
sınıfsal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele
olgunlaşmamıştı. Var olnlar da son derece cılızdı. Kuramsal
düzeyde, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma,
emperyalistler arası çatışmayla birlikte dönemin başlıca
çatışmalarından birini oluşturuyordu. Buna karşın, bu
durumun hayatın gerçekliği içinde kazanacağı anlam biraz
değişiyordu. Zaten yetersiz olan dünya halklarının hareketliliği
sağlam bir temele sahip değildi. Bu hareketlerin sosyulist
iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yürütülmemesi,
işçi sınıfı hareketi önderliğinde yürselememsi gibi
nedenlerle etki alanının daralması başarısızlıkları
getiriyordu. Nitekin Birinci Bunalım Döneminde, pek
çok ülkenin sömürgeleşmesine ya da yarı-sömürgeleşmesine
karşın, Sudan’ın ancak geçici bir dönem emperyalist
işgale karşı savaş sonucunda işgalden kurtalması örneği
dışında, emperyalezme karşı ezilen halkların başarılı
bir bağımsızlık savaşı olamamıştı.
Ancak Rus Devrimi olayların çehresini değiştirecek,
emperyalist kapitalist sisteme vurulmuş ağır bir darbe
olacaktı. Bununla birlikte Rus Devrimi’ni izleyen sürecin
beklenen bir devrim dalgasına neden olmaması, Almanya,
Macaristan ve Bulgaristan’daki girişimlerin bastırılması,
SSCB’de sosyalizmin açısından tek ülkede atılan adımlara
karşın, sosyalizm beklentilerini, en azından emperyalist
ülkeler için durdurmuştu.
Faşizmi, devrimci dalgayı bastırmada bir çözüm olarak
kullanan emperyalizm, dönem boyunca ağırlıklı çabalarını
dünyanın yeniden paylaşılmasına ayırmış, Almanya, Japonya
ve İtalya’nın bu yolda bir savaş örgütlemeleri, dünyadaki
oluy ve süreçleri belirleyen temel neden olmuştu. Ezilen
halkların özellikle Çin’de yoğunlaşan hareketliliği
ise emperyalizmin söz konusu yönelimini caydırıcı boyutlara
ulaşamamıştı.
İkinci Dünya Savaşı ise sonuçlarıyla, olay ve süreçlerin
bu karakterini dönüştürücü bir nitelik taşıyordu. Çin’e,
Kore ve Vietnam’ın Kuzeylerinin de eklenmesiyle sosyalizm
olgusu, dünyanın 1/3’ünü emperyalizme kapayan bir boyut
kazanıyordu. Bu ülkelerin, ekonomik dayanışmanın dışında
siyasal düzeyde de birlikte hareket etmeleri, olayın
sonuçları daha da etkili kılmaktaydı.
Bu olguya aşağıda değineceğimiz gibi kurtuluş hareketleri
de eklenince, emperyalizmin olay ve süreçlere yaklaşımının
kökeninde yatan neden yeniden paylaşmaktan çok, varlığını
koruyabilmek çabası oldu. Ne var ki emperyalistler arası
rekabet genel bir çatışmaya dönüşme karakteri taşıması
da varlığını koruyordu. Ancak bu durumun, sürece yön
veren dinamiklerin yalnızca bir ucunu oluşturması, diğer
iki dinamik olan sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin
caydırıcı bir karakter kazanmalarını getirecek ve emperyalistler
arası rekabetin bir paylaşım savaşına dönüşmesini engelleyecekti.
b) ABD’nin, savaştan emperyalist-kapitalist sistemin
Jandarması, dünya emperyalist sistemin örgütçüsü ve
lideri olarak çıkması, savaşın ikinci önemli sonucu
oldu. Savaşın ABD topraklarında geçmemesi nedeniyle
diğer emperyalist güçlerin (İngiltere, Japonya, Almanya
ve Fransa’nın) topraklarının, sanayilerinin harap olduğu
koşullarda, ABD savaştan korunmuş güçlü ve ileri bir
sanayileşme düzeyine sahip olarak dönemi kapatmıştı.
Bunun yanısıra, söz konusu sanayii güçlendirmesi iç
örgütlülük ve birikim olanakları açısından da ABD avantajlıydı.
Almanya ve Japonya savaşı yitirmekle rakip olmaktan
çıkmışlardı. İngiltere ise, savaşı kazananlar arasında
yer almasınakarşın, sermaye birikimi olanakları ve iç
örgütlenmesi ile sanayiini katlayarak geliştirme şansını
nerdeyse sıfırlamış, bir ülkeydi. Bu ülkelerin hiçbiri,
ABD’nin daha savaşın ortalarında başlattığı teknolojik
atılıma ayak uydurabilecek düzeyde değildi. Sonuçta,
bu avantajlarını iyi değerlendiren ABD savaş sonrasında,
üstünlüğüne dayanak olacak uluslararası örgütlenmeler
oluşturma yoluna giderek, gereksindiği kurumsal ve hukuksal
temeli de yaratacaktı.
Bu yolda ilk oluşum, dönemin dayattığı yeni ilişkilerin
uygun bir para sistemin yaratıldığı Bretton Woods Konferansı
oldu. Doların, daha İkinci Bunalım Döneminde durumu
önemli oranda sarsılmış olan Sterlin’in yerini alarak
uluslararası kapitalist ticaretin ve emperyalist sermaye
ihracının para birimi durumuna gelmesine yol açan bu
konferansı, IMF, IBRD gibi yeni para sistemine uygun
uluslararası emperyalist kurumların oluşturalması izleyecekti.
Bu sürecin bir halkası olarak, ABD’nin jandarmalığı
kurumsal düzeyde anlam kazanacaktı. Emperyalist-kapitalist
sistemin başlıca ülkelerin ordularının doğrudan doğruya
ABD genel kurmayının denetiminden girmesi anlamına gelen
NATO ise varlık gerekçesini; komünizm tehlikesi olarak
açıklayacaktı.
III. Bunalım Dönemi ilişkileri oturdukça söz konusu
durum daha da belirginleşti. Artık, dünya, emperyalistlerin
yeniden paylaşma alanları değil, emperyalizmle sosyalizmle
dünya halkları arasındaki çelişmenin olay ve süreçlerinin
kökeninde yattığı bir aşamaya sahne olmaktaydı. Dönüşüm
sonrasında ilk kez bu dönem emperyalist güçlerin tamamı
aynı kamp içinde bir araya gelerek ordularını bir komuta
altında birleştiriyorlardı. Bunun tek anlamı vardı:
Entegrasyon, var olma yolunda saldırganlık... Emperyalistleri,
aralarında giderek derinleşecek olan çelişmelere karşın,
bir arada olmaya ve bu temelde kurumlaşmaya, üstelik
içlerinden birinin, ABD’nin önderliğini diğerlerinin
kabul etmesine zorlayan bir zemin oluşmuştu.
c) II. Dünya Savaş’ının diğer önemli sonucuysa, ulusal
kurtuluş hareketlerinin bağımsızlık savaşlarını yükseltmesiydi.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, emperyalizmle dünya halkları
arasındaki savaş, II. Dünya Savaş’ının önemli boyutlarından
biriydi ve en önemli halkasını Çin oluşturmaktaydı.
Savaşın diğer boyutlarının 1945’de sona ermesine karşın,
Çin’in emperyalizm ile savaşının sonuçlanması 1949’u
bulacaktı. Savaş, Avrupa’daki örneklerinin yanısıra,
Kore ve Vietnam’ın kuzey bölgelerinin Japon ve Fransız
emperyalistlerden arındırılması sürecine tanık olacaktı.
Büyük Ekim Devrimi’yle ulusal kurtuluş hareketleri,
sosyalizme yönelmek gibi bir özellik kazanmıştı. Gerçek
bağımsızlığın, gerçek kurtuluşun ancak ekonomik bağımsızlığın
sağlanabilmesi bir anlam kazanacağı, ekonomik bağımsızlıkla
bütünleşmemiş bir siyasal bağımsızlığın göstermelik
olmaktan öte bir anlam taşıyamayacağı yeterince ortaya
çıkmış; Rus Devrimi ile düş olmaktan çıkan sosyalizm,
bağımsızlık ve gelişmenin gerçek ve sınanmış anlamı
durumuna gelmişti. Bu olgunun ulusal kurtuluş hareketlerine
yapacağı etkiler kaçınılmazdı. Bu noktada, Çin devriminin
önemi ve yüklendiği misyon açığa çıkmaktaydı.
Çin devrimi herşeyden önce emperyalizme karşı savaşa
ve devrim olgusuna, demokratik halk iktidarlarının oluşturulmasına
kazandırılmış yeni bir bakış, yeni bir soluk anlamına
gelmekteydi. Klasik ayaklanma stratejisi, bu devrimle
yerini, sömürge ve yarı-sömürgeler için geçerli bir
model olarak Halk Savaşı stratejisine bırakıyor; Lenin’in,
köylülüğü devrimin temel güçlerinden biri olarak gören
yaklaşımı, bu kez geliştirilmiş yekliyle köylülüğe temel
güç olabilme işlevini yükleyen yeni bir yaklaşıma kuramsal
neden oluyordu.
Sonuçta; sosyalizmi, sanayileşme sorununu en temelde
çözümleyebilmiş ileri kapitalist ülkelerin geçebileceği
bir toplum biçimi olarak gören klasik mantık yerini,
sosyalizmi bütün dünya ülkeleri için somut hedep durumuna
getiren yaklaşıma bırakıyordu. Bu, Lenin’in emperyalizm
süreciyle birlikte, devrimin objektif koşullarının tüm
dünyada olgunlaşmamış biçimde de olsa varolduğu yolundaki
saptamasının tamamlanması anlamına gelmekteydi.
Sosyalizmin, emperyalizmin duvarlarıyla çevrili de olsa
tek ülkede inşaasının olası olduğu gerçekliğinin ardından
sosyalist toplum kuramına yapılmış iki önemli katkı
gelişordu. Ayrıca, Rus Devriminin sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerin gerçekliğine uygun düşmeyen stratejisi, yerini,
bu ülkeler düzeyinde, yine Rus Devrimi modelinin geliştirilmesiyle
ve onun açtığı yoldan yeni bir boyutun yakalanması ile
halk savaşı stratejisine bırakıyordu.
Halk Savaşı, genel ayaklanma stratejisine eklenmiş ikinci
bir devrim stratejisi oldu ve III. Bunalım Döneminde
yeni-sömürge ülkelerde temel çizgileriyle geçerli olma
özelliğini korudu.
Bunun dışında Çin devrimi, emperyalist sömürgecilik
ve yarı-sömürgecilik politikalarına vurulmuş ağır bir
darbeydi. Savaş sonrasında bilimsel ve teknik ilerlemenin
yol açtığı yeni olanaklar, sömürge yollarının denenmesini
olanaklı kılmıştı. Bu durum, Çin devrimi öncesinde de
var olan fiili işgale karşı hareketliliiğin bu devrimden
sonra daha da yükselmesi olgusuyla birleşince, eski
sömürgeci taktiklerin terkedilmesi ve yeni sömürgeci
yöntemlerin oluşturulmasında önemli etken oldu.
d) 2. Dünya Savaşı sonrasının önde gelen özelliklerinden
bir de teknolojik gelişmenin hızlanması ve uluslararası
bir nitelik kazanması olmuştu. Bilim ve toplum arasında,
sürekli ve karşılıklı etkilenmeye dayanan bir bağ vardır.
Toplumsal gelişmede bilimin ulştığı boyut önemli rol
oynamış, bilimsel etkinliklerin açtığı ufuklar her zaman
toplumu ileriye iten, üretim araçlarının gelişmesini
sağlayan bir etken olmuştur.
Özellikle Bilimsel Devrimin başlangıcı olarak kabul
edilen Rönesans (1440-1540) ile birlikte toplumsal gelişme
üzerinde daha önemli roller oynamaya başlayan bilim,
sanayi devrimi sürecinde birikimini artırmıştır. 20.
yy. ise bilim ve teknolojinin, giderek toplumsal hayatın
belirleyici güçlerinden bir olmak gibi bir işlev yüklenmesini
getirecekti. 2. Dünya savaşı sondasında özellikle belirginleşen
bu durum, Emparyalizmin 3. Bunalım döneminin bir bilimsel
ve teknolojik devrime sahne olmasında somutlaşacaktı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelciliğe dönüşümü,
bilimin üretime yönelik etkinliklerinin de önemli ölçüde
değişmesini beraberinde getirmişti. Çünkü tekelcilikle
birlikte savaş olgusu daha fazla ağırlık kazanmış, paylaşım
savaşları dünyayı sarsmaya başlamıştı.
Topyekün bir paylaşım savaşına hazırlanmaları, bilimsel
çalışmaların tamamına yakınının sürdüğü emperyalist
ülkelerde bilimin savaş sektörüne yönelmesini doğurmuştu.
Bu durum özellikle 3. Bunalım döneminin karakteristiklerinden
biri olacaktı. Tekellerle emperyalizm ve savaş arasında
sıklaşan bağlar, en büyük harcamaları silahlanma üzerinde
olan emperyalistlerin, yeni silahları büyük tekelci
şirketlere sipariş vermelerine yol açtı. Bu silahların,
jet uçakları, yerden yönetilen roketler, baliştik roketler,
alarm ve hidrojen bombaları -yalnızca orjinal buluş
olmaları açısından değil, arkadan gelen sürekli değiştirme
zorunlulukları açısından da giderek daha fazla bilime
ihtiyaç duyulacaktı.
Emperyalistler büyük bir hızla bilimsel araştırma ve
gelişmelere yönelirken, askeri araştırma harcamalarının;
sadece bilimsel araştırmaları değil , sanayi araştırmaları
harcamalarını da aşmasına yol açıyordu. Tekellerin bilimsel
araştırmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma
amaçları, bilimsel araştırmaların sınırlarının emperyalist
hükümetlerce saptanmasını getirdi. Üniversitelere yapılan
baskı (27) bilimsel çalışmaların seyrinde köklü bir
değişikliği getiriyor ve üniversitelerde araştırmalar
tekellerin gereksindiği sektörlere ve özellikle silahlanma
sektörüne yöneltiliyordu.
“3. Bunalım döneminde, bilimsel ve teknolojik devrimin
bir sonucu olarak bilimin toplumsal süreçlerin üzerindeki
önemli rollerinin açığa çıkması ile birlikte, büyük
masraflarla üniversitelerden bağımsız araştırma birimlerinin
kurulması, özellikle silahlanma ve uzay konularında
oluşturulan bu birimlerin üniversitelerden bağımsız
çalışmaları sağlanacaktı. Nitekim bugün dünyanın belli
başlı tüm uluslararası tekelleri, kendi sektörüne ilişkin
araştırmaları kendisinin finanse ettiği birimlere yaptırmakta,
devlet desteğiyle gerçekleşen bu politika, devletlerin
de benzeri etkinlikleri yürütmelerini getirmektedir.
Britanya’da, serbest teşebbüsün kalesi sayılan Birleşik
Amerika’da savunma ile ilgili araştırma programlarının
baskısı altındaki hükümetlerin, üniversitelerin finansmanını
yüklenmeleri, araştırmaların statüsünde muazzam bir
değişikliğe neden olmuştur. Şu an için, araştırmalar
üzerindeki denetim, hiç değilse Britanya’da daha kolaydır.
Ama yine de araştırmaların genel yönü artık hükümetler
tarafından saptanacak demektir...” Aynı statü kaybına,
17.yy’den itibaren bilimin ilerlemesinde büyük rol oynayan
mucitler ve amatör bilim adamları da uğraşmışlardır.
Artık bilim adamları ve teknologlar, doktorların çoğuyla
beraber, ücret karşılığı beceri satan ya da kendi hesabına
çalışan, kelimenin eski anlamında profesyonel olmaktan
çıkıp devletin ya da büyük şirketlerin memurları durumuna
gelmişlerdir. Önce tedricen, 2. Dünya Savaşı sırasında
ve sonrasında ise çok hızlı gelen bu değişim, bunların
hayatlarını kazandıkları kaynaklara bağlılıklarıyla,
bilimin korunması, geliştirilmesi ve uygulanmasıyla
ilgili sorumlulukları arasında derin bir çelişki yaratmıştır.
(28)
Savaş sonrasında kendini açıkça gösteren bilimsel ve
teknolojik devrim, dünya üretici güçlerinin daha önceki
bütün gelişme aşamalarında bu ön koşulların yaratılmasına
bağlı olarak gündeme gelmişti. Özgül özelliklerinden
biri, üretim tekniklerini kökten değiştiren, yeni ve
yürsek derecede üretken araçları ve yeni donatımları
kullanma olanaklarını öngören bilim ve teknolojide bir
çok dalın doğuşu oldu. Ayrıca bir çok alandaki ilk buluşlar,
hızla başka alanlara yayılarak ilerleme temposunu artırdı.
Atomik parçalanma yalnızca nükleer enerji sanayinin
doğmasına neden olmadı, aynı zamanda sanayide, tarımda
izotop ve radyasyonların geniş çaplı kullanılmasının
yolunu açtı. (29) Uzay keşiflerindeki ilerleme, doğrudan
ya da dolaylı olarak metalurji, coğrafya ve jeoloji
gibi değişik alanlarda ilerlemyi hızlandırdı.. Suni
peyklerin gelişmesi, yalnızca yeryüzüne bağlı değişik
ölçüleri denetlemekle kalmadı, aynı zamanda maden kaynaklarının
yerini belirten etkili araçlar oldu. Sibernetik bilimin
pratik bulmasıyla, hem yeni hem de eski üretim dallarından
daha yeni yüksek bir aşamaya, otomasyona geçildi. (30)
Giderek daha büyük bir adım anlamına gelen ve canlı
doğa süreçlerinin özlü biçimde incelenmesi temeli üzerinde,
makine yapım ve teknoloji sorunlarının çözümünü gerektiren
fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin bütünleşmesi anlamına
gelen “bionik” doğacaktı.
Kısacası dünya, Mahir Çayan’ın ifadesiyle “burjuva araştırmacılarının
II. Sanayi Devrimi, Marksist araştırmacılarınsa, Bilim
ve Teknolojik Devrim dedikleri bir döneme girmişti.
Bu Aydınlanma Cağı’nın tanık olduğu ilk bilimsel devrimin
ardından gerçekleşen ikinci bilimsel devrimdi.
Sözkonusu iki devrim arasında çok önemli bir fark vardır.
İlk devrim, bilimsel yöntemin bulunmasına yol açmıştı.
İkinci Devrim ise çok değişik bir temelde yükseliyordu.
Bu kez yöntemin bulunmasından çok, onunu uygulanması
sözkonusuydu. Ancak ikinci bilimsel devrim, insanın
doğaya hükmetmesinin yolunu açacak sonuçlar doğuracak,
kapitalizmin çürümesi ve sosyalizm olgusuna koşut bir
nitelik taşıyacaktı. İkinci devrimle bilimin rolü ve
üretim üzerindeki etkisi açığa çıktığından, savaş sonrası
bilimsel araştırmaların boyutu ve aldığı yol tüm bir
insanlık tarihinin bilimsel ilerlemesini aşacak boyutlara
ulaşacaktı. Bunun çok yönlü sonuçlara yol açması kaçınılmazdı.
Bu olgu, III. Bunalım döneminin başat özellikterinden
biri olarak söz konusu sürecin tüm ilişkilerini, olay
ve süreçlerini derinden etkiledi. Sosyalizm ve kapitalizm
yaklaşımları kuşkusuz temelden farklıydı. Bu farklılık,
Lenin’in daha 1913’de değiniği gibi sosyalizmin olaya
insanlığın genel ilerlemesi ve özgürleşmesi temelinde
yaklaşmasından kaynaklanmaktaydı. Çünkü Bilimsel ve
Teknolojik Devrimin emperyalizm açısından; onun yaşama
çabasından kaynaklanan saldırganlığını, yeni sömürü
teknikleriyle geliştirebilmesine ve sosyalizmin yayılmasının
karşısına bu şekilde çıkmasını açacaktı.
Teknoloji, diğer yönüyle otomasyon, insanın üretim sürecine
katılma payının azalması, emeğin daha az kullanımı ve
nitelikli emeğe duyulan gereksinimin azalması gibi sonuçlar
kaçınılmaz kılmaktaydı. Böylelikle üretim ve dolayısıyla
sermayenin uluslararasılaşmasının ve tekelleşmesinin
bu ölçüde boyutlanarak sürmesi, kısa vadede elde ettikleri
önemli kazanımlara karşın, uzun vadede emperyalist kapitalist
sistemi depresyona zorlayan sonuçlar doğuracaktı.
Teknolojinin, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması
sürecini hızlandırmasının başlıca nedenlerini şöyle
sıralayabiliriz:
a) ABD’de gerekli teknolojinin geliştirilmesi için yeterli
sermayeye sahip olan ya da bu sermayeyi bulabilecek
ve diğer ülkelerde bu alandaki boşluktan yararlanabilecek
şirketler vardı.
b) Bu teknik liderlikte, ABD şirketleri, devletin önemli
boyutlardaki araştırma ve geliştirme bağışlarından yararlanmaktaydı.
c) Bu şirketler, uluslararası ilişkilerde ya kendi başlarına
ya da ABD’nin dünya ölçüsündeki askeri programları ve
bir denetim aracı olan yardım programları sayesinde
önemli oranda deney kazanmışlardı.
d) Büyük şirketlerde, cömert hükümet yardımlarıyla bilimsel
araştırma ve teknoloji gelişme bütünleşmiş, böylelikle
bilimsel olanaklar, üretim sürecini kısaltmanın önemli
bir unusuru olarak kullanılmıştı. Bu da uluslararası
şirketlere, kendisinden daha büyük ve daha az güçlü
olana rakipleri üzerinde dünya düzeyinde bir üstünlük
sağlamıştı.
e) Ulaşım olanaklarının artması, ulaşımın kolaylaşması,
yabancı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmeyi olanaklı
kılmıştı. Böylece, çeşitli ülkelerde kolları olan, birbirleriyle
bağlantılı alanlara yayılan çok uluslu şirketlerin güçlenmesinin
koşulları oluşmuştu.
Bilimsel teknolojik devrimin bir sonucu olarak, kömür,
petrol, tekstil, demiryolculuğu, vb. sanayi dallarının
yerlerini giderek yoğunlaşan biçimde teknolojiye dayanan
elektronik ve nükleer sanayinin almaya başlamasının
koşulları oluşacaktı.
İngiliz bilim adamı John Bernall, bilimsel ve teknolojik
devrimin sonuçlarını şöyle saptıyordu.:
Birinci eğilim ;yalnızca nükleer enerjinin keşfine değil
aynı zamanda yeni üretim yollarının geliştirilmesine
de bağlı olan tükenmez enerji kaynaklarının bulunması.
İkinci eğilim ; bilgisayarların bulunması ile makinenin
ve insanın yeni bir yaşam biçimine yönelmesi.
üçüncü eğilim ; biyolojik sürecin niteliğinin daha derin
taranması, böylece biyoniğin ortaya çıkması (31)
Bu üç önemli saptamaya, Bernall sonrasında saptanan
dördüncü bir eğilim olarak uzayın keşfinin açtığı yeni
ufukları ekleyebiliriz (32)
1950-68 döneminde kapitalist dünyada, her sanayi dalında
istihdam ve sermaye yatırımlarından çok, bilimsel personel
ve araştırmaların daha geniş biçimde kullanımı ve teknolijik
ilerlemeler, üretimin karakterini de önemli oranda değiştirmekteydi.
Örneğin bilimsel ve teknolojik devrim öncesinde, mikroorganizmalar,
yalnızca özel besin ve kimya sanayiileri girişimlerinde
uygulama buluyordu. Bilimsel ve Teknoloji Devrimden
sonra ise bunlar suni protein üretiminde, madenlerin
işletilmesinde ve daha başka alanlarda petro kimya sanayii
tarafından kullanılır oldu.
ABD’de Batı Avrupa’da Japonya’da sanayideki eğilim,
yalnızca büyük işletmelerce küçük ve orta ölçekli girişimlerin
şiddetle yutulmasıyla değil, aynı zamanda büyük tekeller
ve korporasyonların hızlı biçimde bütünleşmesi biçimndeydi.
B.T.D., üretimin yoğunlaşmasını getirmiş ve uluslararsı
tekelleri güçlendiren bir işlev yüklenmişti. Sözkonusu
şirketlerin bilimsel gelişmeliri kendilerine yedeklemeleri
ve giderek bilimsel çalışmaların yönelimini belirlemeleriyle
edinilen dezavantaj çokuluslu tekellere muazzam birgüç
kazandırmıştı.
Ayrıca tekelleşme yalnızca uluslararası ölçüde sürüyordu.
Metropol sınırları içinde de teknolojik devrim tekelleşmeyi
hızlandırmıştı. Bir yandan üretim yoğunlaşırken, öte
yandan tekelleşme sürüyordu. Gerçekte emperyalizst dönemde
de sanayi, taşeronlara ve yardımcı gereç yapımlarına
yaşama şansı tanımaktaydı. Ve bu gelişmeydi. Ancak,
Bilimsel Teknolojik Devrim, bu gereksinmeyi ortadan
kaldıracak ve ara imalatçılık giderek gereksinme duyulmayan
fazlalıkları durumuna düşerek çözülecek ya da tekellere
eklemlenecekti.
Örneğin, ABD’de 1967’de 2400 şirketin birbirlerine eklemlendiği
saptanmıştır. 1969’da bu rakam 5400’ü bulmuştur. Aynı
durumdaki şirketlerin sayısı F. Almanya’da 1963’te 25
iken, 1969’da 100’dür. İngiltere’de gelişen sanayi dallarında
birbirlerine eklemlenen şirketler toplam şirketlerin
1/3’ünü oluşturmaktadır. (Bernall age) Tekelleşme sürecinde
üretimin yoğunlaşması, daha hızlı bir büyümeyle sonuçlanır.
ABD’de en büyük 500 şirket, ülkenin toplam sanayi üretiminin
yarısını imal etmektedir.
İngiltere’de 180 şirket, bütün sanayi üretiminin %40’ına
yakınını karşılar. Fransa’da ise 100 tröst, toplam sanayi
üretiminin 2/3’üne yakınını denetler. Bu arada tekellerin
birbirlerine eklemlenmeleri de olayın bir diğer yanını
oluşturur.
Aynı zamanda bilimsel teknolojik devrim, ekonominin
askerileştirilmesinin bir aracı olarak kullanılmaktaydı.
Siyasal düzeyde anlamını anti-komünizmde bulan olgu,
girçekte emperyalizme; silahlanma ve sosyalist ülkeleri
de silahlanmaya yöneltmek yoluyla varlık temellerine
yeni ve güçlü bir olgular katma şansı getiriyordu. Bu
nokta son derece önemlidir.
Kaynakları bu alana akan devrimini yapmış ülkeler, doğal
olarak kaynak isteyen diğer alanlardan öz veride bulunmak
durumunda kalıyorlardu. Bilimin de askerileşmesi demek
olan bu durum, bilimsel araştırmalar içindeki aslan
payını askeri harcamaların tutması anlamına gelmekteydi.
Örneğin, ABD’de bu oran %62’yi bulacak askeri siparişler,
havacılık, elektronik, nükleer gibi stratejik sanayi
dalları, toplam üretimin %32,65’ini oluşturacaktı. Böylece
bilimsel teknolojik devrim, dünya halklarının sırtında
bir yüke dönüştürülüyordu.
Bilimsel teknolojik devrimin tartışma gündemine soktuğu
diğer bir konu da, insanlığın gelişmesinde muazzam bir
adım anlamına gelen bu devrimin emperyalist-kapitalist
sistemi değişime zorladığı ve sistemi çözdüğü biçimindeki
yaklaşımdır. Buna göre; bilimsel patlama, üretimin emeğe
duyduğu gereksinmeyi azaltmış ve dolayısıyla da artı
değer sömürüsü önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu
durumda proletarya sınıf olarak çözülmüş ya toplumsal
dinamizm sınıf kavgaları olmaktan çıkmış, bilim olmuştur.
“Elveda Proletarya” mantığında ifadesini bulan bu yaklaşım,
kuşkusuz olaya sığ bakmaktan kaynaklanmaktadır. Herşeyden
önce emperyalizm olgusu, bilimin bağımsız gelişmesine
engel olmakta ve bilimsel çalışmaları saldırganlığın
bir aracı olarak kullanmaktadır. Bilimsel gelişmenin
insanlığa asıl katkısı emperyalizmin yokoluşuyla başlayacaktır.
Daha önemlisi ise bilimsel ve teknolojik devrimin emperyalizmin
dünya halkları üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldıramamasıdır.
Emperyalizm süreciyle birlikte sistemin esas dinamiği,
emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürüsünden
öte, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü
haline gelmiştir. Bilimsel teknolojik devrimin sağladığı
olanaklar, ancak metropol proletaryasi üzerindeki sömürünün
değişik boyutlar kazanmasını getirmiştir. Buna karşılık
modern teknoloji, dünya halklarının kurtulması bir yana,
sermayenin uluslararasılaşmasına koşut olarak üretiminde
çokuluslaşmasına yol açmıştır. Emperyalizme bağımlı
ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmek gibi daha cazip
bir olanak sağlamış, teknolojinin nitelikli emeğe, geçmişe
oranla daha az gereksinme duyması, kadın ve çocukları
da içeren kaba ve fahiş sömürüyü yeniden canlandırmıştır.
Serbest bölgeleri emperyalizm için böylesine çekici
kılan etken, yüksek teknolojinin geçmişin pek çok engelini
ve zorluğunu aşmasını sağlamıştır. Öte yandan yüksek
teknolojinin emperyalizmi uzun vadede sarsmaya yöneldiği
de yeterince açığa çıkmaktadır.
Bilimsel çalışmaların koşullandırılmasına ve teknolojinin
başta savaş sanayii olmak üzere emperyalizmin öngördüğü
alanlarda yoğunlaştırmasına karşın, bu devrim daha temelden
kapitalizme karşıdır. Bilimsel ve teknolojik devrim
emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmıştır, bu doğru. Ancak
kapitalizm, üretim anarşisinin üzerinde yükselen teknolojinin
kullanılmasıyla edinilen avantajın topluma eşit biçimde
dağılımını engellemektedir. Dolayısıyla sistemde üretim
araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri
arasındaki çelişme daha da derinleşmektedir.
Örneğin bir iş kolunda yüksek teknolojiye dayanan bir
üretim aracının devreye girmesiyle emeğe duyulan gereksinimin
azalmasına karşın, bunun sonucunda o sektörde çalışan
işçilerin işgününün kısaltılması yerine, işten çıkarmalar
gündeme gelmiştir. Dolayısıyla kapitalist karakter teknolojinin
sağladığı avantajların topluma yansımasını engellemektedir.
Önemli bir işsizlik yekunu ve toplumsal eşitsizlik uçurumunun
derinleşmesi, ilk elde fark edilen sonuçlardandı. ABD,
İngiltere, Almanya gibi metropollerde görülen bu olgu,
1970’li yılların depresyonuyla birleşince, bunalımı
derinleştirmek gibi bir işlev yüklenmiş ve emperyalizm
çözümü, ekonomiyi daha büyük orandu askerileştirmekte
aramaya başlamıştır.
Özetleyecek olursak, bilimsel teknolojik devrim, emeğe
duyulan gereksinmeyi azaltmış, ama tümden ortadan kaldırmamış,
üretim daha da toplumsallaşırken, teknolojinin sağladığı
olanak emperyalizmin elinde ancak üretim anarşisinin
yoğunlaşmasına hizmet etmiş ve öte yandan bağımlı ülkelerin
ucuz emeğine yönelmesi, metropol ülkelede işsizliği
yoğunlaştırmıştır.
“Uluslararası revizyonizm buradan hareket ederek, emperyalizmin
özünün değiştiğini, bu yüzden de Leninizmin evrensel
tezlerinden biri olan şiddete dayalı devrim tezinin
geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Oysa değişen öz değil
biçimdir. Emperyalizm bir sistem olarak çökene kadar
da Leninizmin evrensel tezleri geçerliliğini koruyacaktır.
Bu bilimsel ve teknolojik devrim, burjuva ektesatçıların
düz mantığına göre, emperylizmin bunalımına ilaç olmuştur.
Oysa durum tam tersinedir. Bilimsel ve teknolojik devrim,
kapitalist düzenin özünde var olan çelişmelerin görülmedik
düzeye çıkarak, kapitalist ilişkilerin çerçevesini çatırdatmaktadır.
Üretimin artan yoğunlaşması, sermayenin temerküzü, özel
tekellerle devlet tekellerinin iç içe geçmesi, anormal
bir talep yetersizliği ve korkunç bir kaos yaratmıştır”
(33)
Bu arada konuya ilişkin olarak bir de SBKP’nin yaklaşım
tarzına bakalım:
“İnsanlığın ilerleyişini bilimsel ve teknolojik devrime
doğrudan doğruya bağladılar. Bu devrim yavaş yavaş,
adım adım olgunlaşmış ve daha sonra, yüzyılın son çeyreğinde
insanın maddi ve manevi olanaklarının devasa bir biçimde
artmasına yol açmıştır. Bunalımın ikili bir niteliği
vardı. İnsanlığın üretici güçlerende bir sıçrama sözkonusudur.
Buna karşılık, yıkım araçlarında, askeri alanda, tarihte
ilk kez gezegeenimizde yaşayan herşeyi yok edebilecek
kapasite ile insanı donatmış” olan nitel bir sıçrama
sözkonusudur. Değişik sosyo-politik sistemlerde bilimsel
ve teknik devrim, farklı görünüşler ve sonuçlar ortaya
koyuyor. 80’li yılların kapitalizmi, elektronik ve enformasyon
biliminin, bilgisayarlar ve robotlar yüzyılının kapitalizmi
gençler ve eğitilmiş kişiler de dahil, milyonlarca insanı
sokağa atıyor. Zenginlik ile iktidar, giderek az sayıda
insanın elinde toplanıyor. Silahlanma yarışı militarizmi
ölçüsüz bir biçimde körüklüyor ve o da, iktidarın siyasal
kaldıraçlarını adım adım ele geçiriyor. 20. yy’ın en
korkunç ve en tehlikeli olgusu, onun yüzünden ileri
bilimsel ve teknik fikirlerin kitlesel kırım silahlarına
dönüşmesidir.
Aynı rapor, bilimsel ve teknolojik devrimin sosyalizm
için taşıdığı anlama şu şekilde yer veriyor : “ Sosyalizm,
çağdaş bilim ve tekniği insanlığın hizmetine sunmak
için gerekli olan herşeye sahiptir. Ancak,bilimsel ve
teknik devrimin sosyalist toplumun karşısına bazı sorunlar
çıkarmadığına inanmakda yanlış olacaktır. Uygulamanın
da ortaya koyduğu gibi, bunun gelişmesi, sosyal ilişkilerin
yetkinleşmesine, yeni bir düşünce biçiminini, yeni bir
zihniyetin oluşturulmasına, dinamizmin bir hayat tarzı
ve kuralı olarak kabul edilmesine bağlıdır. Bu bilimsel
ve teknik devrim, mevcut yönetim şemalarının sürekli
olarak gözden geçirilmesini, yenileştirilmesini gerektirmektedir.
Başka bir deyişle, bu devrim, sadece yeni ufuklar açmakla
kalmaz, aynı zamanda ülkelerin iç hayatının ve uluslararası
ilişkilerin örgütlenmesi konusunda daha yüksek istemler
ileri sürer. Bilimsel ve teknik ilerleyiş, kuşkusuz
ne toplumsal gelişme yasalarını ortadan kaldırabilir
ne de bu gelişmenin toplumsal amacını değiştirebilir,
ama dünyada var olan bütün süreçler ve bu süreçlerin
çelişkileri üzerinde muazzam bir etki yapar.” (34)
Bilimsel ve teknik devrimin emperyalizm açısından getirdikleri
ve götürdükleri yanında, gelişmekte olan ülkeler açısından
getirdikleri ve götürdükleri ise; sorunun bir diğer
boyutunu oluşturmaktadır. Bugün için gelişmekte olan
ülkeler bilimsel ve teknik devrimin kazanımlarının (sonuçlarının)
pek azından yararlanabilmişlerdir. Bunun dışında bu
devrimin açtığı ufuklar, yeni sömürgeci yöntemlerin
kullanılması yoluyla, sömürü taktiklerine katkılar yapmıştır.
Bu durumda bilimsel ve teknik devrim, gelişmekte olan
ülkelere, ancak emperyalist üretim biçimlerinin ve yeni
sömürgeciliğin gereksindiği ölçülerde yansıtılmaktadır
demek yanlış olmaz.
Sonuç olarak II. Dünya savaşı ortalarında başlayan ve
savaş sonrasında da hızlanan teknolojik patlama, 3.
Bunalım Dönemini derinden etkilemiştir. Bu durumun emperyalist
kapitalist sistem açısından başlıca sonuçlarını şöyle
özetleyebiliriz:
a) Üretim araçlarının gelişmesi üretimi yoğunlaştırmış
ve tekelcilik olgusu yeni boyutlar kazanarak sürmüştür.
b) Uluslararası tekeller güçlenmiştir.
c) Ekonominin askerileştirilmesinde kullanılmış ve nükleer
silahlanma doğmuştur.
d) Bilimsel çalışmaların üretim açısından taşıdığı önemin
kavranmasıyla, bilimsel bağımsız gelişmenin önü tıkanmıştır.
e) Emperyalistler arası entegrasyonu olası kılan başlıca
nedenlerden biri olmuştur.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılabilmesinin yolu
açılmıştır.
g) Çeşitli sektörlerin önemini yitirmesi ve otomasyona
geçiş nedeniyle işsizlik ve enflasyon artmıştır.
h) Bunun sonucu, deflasyonist politikaların yaygınlık
kazanmasının etkenlerinden biri olmuştur.
(DEVAMI
İÇİN BURAYI TIKLATIN)
|