I.BÖLÜM
Dünü ve Bugünü ile
Yaşadığımız Dünya
|
I. KAPİTALİZMİN DOĞUŞU
GENEL BUNALIM OLGUSU
EMPERYALİZMİN ÖZELLİKLERİ
BİRİNCİ VE İKİNCİ BUNALIM DÖNEMİ
İLİŞKİ VE ÇELİŞKİLERİ
A) KAPİTALİZMİN DOĞUŞU
Kapitalizm, bir yandan mülkten yoksun ya da hemen hemen
yoksun hale getirilmiş halk kitlelerinin ücretli serbest
çalışan köleler durumunda olduğu, öte yandan üretim
araçlarının esas olarak kapitalistlerin ve onun bağlaşıklarının
elinde bulunduğu toplum düzenidir. Üretim araçlarının
kapitalist mülkiyet altında tutulması temel olgusu,
toplumsal yapılanmanın her alanında etkisini göstermekte
ve hakim üretim ilişkilerine bağlı olarak, toplumsal
ilişkiler bu temel karaktere uygun biçimler almaktadır.
Kapitalist üretim biçimi, iki aşamada gelişmiştir; tekel
öncisi kapitalizm (serbest rekabetçilik) ve tekelci
kapitalizm (emperyalizm). Her ikisi de sömürü temeline
dayanmaktadır. Aralarındaki ayrım, tekel öncesi dönemin,
kapitalizmin serbest rekabet olgusuna dayandığı ve üretici
güçlerin az çok düzenli olarak yükselen bir çizgi izleyerek
geliştiği bir dönem olması, buna karşılık tekelci dönemde
gelişmenin yerini sistem olarak genel bir bunalımın
almasından kaynaklanmaktadır.
Dünyada burjuva devriminin gerçeklik kazandığı, kapitalizmin
bir sistem olarak egemenlik kurduğu ilk ülke Hollanda
oldu. Ama feodalizmin bağrından doğarak gelişen ve burjuva
devrimler yoluyla siyasi ve hukuki anlamını da bulan
kapitalizmin gelişme seyrini, İngiltere örneği üzerinde
özetleyeceğiz.Çünkü İngiltere’de kapitalist ilişkilerin
egemenliği sanayii devriminin yolunu açacak, sanayi
kapitalizminin doğuşayla da kapitalizmin tekelci aşaması
ve giderek bir dünya sistemine dönüşmesi, öncelikle
ve bütün tipikliğiyle yaşanacaktı.
Serfliğiin 14. yy’ın sonlarına doğru fiilen önemli oranda
ortadan kalktığı İngiltere’de, bu yüzyılın sonlarında
15. yy’ın dönemde angaryanın da kalkmasıyla, gelişmeye
başladı. Serflik ve angaryanın kalkmasıyla, yeomanlar
denilen büyük toprak sahiplerinin topraksız köylüleri
ücretleri işçiler olaraktutmaya başlamaları ve bir kısmının
ticarete yönelmesi, feodalizmde var olan prekapitalist
ilişkilerin galişmesinin ve tivaret burjuvazisinin bir
sınıf olarak doğmasının yolunu açtı.
Yeomanların güçlenmeleri gidirek küçük üreticiyi yıkıma
uğratırken kapitalist üretim ilişkilerinin ilerleyişi
açısından önemli bir gelişme oldu; Tarımla uğraşmayı
terketmeye başlayan yeomanların; dönemin koşulları içinde
daha çok para anlamına gelen hayvancılığa (koyunculuk)
yönelmeleri durumu ortaya çıktı. Hollanda dokuma tezgahlarının
yün istemi, İngiltere’yi sürekli ve daha çok yün ihracına
sevketmekte ve tarımcılıktan daha çok karlı olan bu
süreç, küçük üretimin yıkılmasıyla koşut özellikler
taşımakta idi. Dolayısıyla koyunculuğun daha sınırlı
emeğe dayanması. toprak sahibinin insan emeği gereksinmesinin
giderek azalması; mülksüzleşen, işsizleşen köylü kitlelerinin
kırlardan kentlere yönelmelerini getirdi. Böylece 200-300
kişinin yaşadığı köyler, 2-3 çobanın yaşadığı otlaklara
dönüşürken, kentler yaşayabilmek için emeğini satmaya
hazır işsiz yığınlarla dolmuştu.
Sahip olunabilecek koyun sayısının sınırlanması, köylerin
yıkılmasının yasaklanması gibi yasalar, kilise mülkiletinin
kaldırılmasıyla hiçbir yaptırım gücüne sahip olmadan
etkisizleşirken kentlerdeki ucuz emek olgusu İngiltere’ye,
yalnızca yün ihraç etmek yerine kendi dokuma tezgahlarında
üretim olanağı tanıyınca kapitalist ilişkiler hızla
gelişmeye başladı. Yükselen yeni sınıf olan burjuvazi,
1648 Devrimi yoluyla üst yapı kurumları açısından da
gereksindiklerini bulacaktı. Avrupa’da egemen güç durumuna
gelmenin yolu artık açılmıştı.
Marks, paranın sermayeye dönüşmesini, sermaye aracılığıyla
artı-değer üretiminin ve artı-değerden mutlak, nisbi
ve ek artı değerler yoyuyla daha fazla sermayenin oluşturulmasını
açıkladıktan sonra, çelişkili gibi görünen bir noktaya
dikkat çeker. Ama der, sermeye birikimi artı-değerin
varlığını, artı-değerin kapitalist üretimini, kapitalist
üretim ise, meta üreticilerinin ellerinde daha önceden
oldukça ybüyük bir sermaye ve işgücü kitlesinin bulunmasını
öngörür. Buradaki hareketin bütünü, bu nedenle kısır
bir döngü gibi görünür vee bundan ancak kapitalist birikimden
önce, bu üretim biçiminin sonucu kdeğil, çıkış noktasını
gösteren bir ilkel birikimin (Adam Smith’in deyimiyle
daha önceki birikimin) bulunduğunu kabul etmekle kurtulmak
mümkündür. (1)
İlkel birikimin yukarıda bilirttiğimiz oluşum sürecini
ise şöyle tanımlamaktadır: Sermayenin ilkel birikimi,
yani tarih içinde ilk meydana gelişi nasıl olmuştur
? İlkel birikim, köleler ve serflerin doğrudan doğruya
üvretli işçiler durumuna gelmeleri ve böylece yalnızca
bir şekil değişikliğine uğramaları ile olmadıkça, ancak
ilk üreticilerin mülksüzleştirilmeleri, yani sahibinin
emeğine dayanan özel mülkiyetin karşıtı olarak, iş araçları
ile iş dışı koşulların özel kişilere ait olduğu yerlerde
var olur. Ama bu özel kişilerin var olup olmamalarına
göre , özel mülkiyetin niteliği farklı olur.
Bunun ilk bakışta kendilerini gösteren sayllısılz lölzel
biçimleri, bu iki uç arasında yer alan ara aşamalara
denk düşer.
Emekçinin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti
ister tarımsal, ister manifaktür, ister her ikisi de
olsun , küçük işletmelerin temelidir. Küçük işletme,
genel toplumsal üretim ile emekçinin kendisinin özgür
kişiliğinin gelişmesinin temel koşuludur. Kuşkusuz bu
küçük üretim biçimi, kölelik, serflik ve diğer bağımlılık
ilişkileri altında da söz konusudur. Ama bunun serpilip
gelişmesi, tüm canlılığına kavuşması, uygun klasik şeklini
alması, ancak emekçinin kendi kullandığı üretim araçlarının
özel mülkileti ile olur. Yani işlediği toprağın köylüsü
ve bir hüner sahibi olarak kullanldığı aletlerin zanaatçısı
olması gerekir.
Bu üretim biçimi toprağın parçalara bölünmesini, diğer
üretim araçlarının dağılmış olmasını öngörür. Bu durum,
üretim araçlarının bir yerde toplanmasını dışladığı
gibi, üretim süreçleri içindeki elbirliğini, işbölümünü,
toplum tarafından doğa güçlerinin denetim altına alınmasını,
üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken
güçlerin özgürce gelişmesini dıştalar.
Bu üretim biçimi, ancak dar ve az çok ilkel sınıflar
içerisinde hareket eden bir üretim sistemi ve toplum
ile bağdaşabilir.l Bunu sürgit duruma geetirmek, Fecgueur’un
haklı olarak dediği gibi, “alaladeliğin evrenselliğini
ilan etmek olur”. O andan itibaren, toplumun göğsünden
yepyeni güçler ve tutsaklar filiz verir ama eski toplum
düzeni bunu engeller ve baskı altına alır.
Bu düzenin yok edilmesi gerekir ve yok edilir. Bunun
yok edilmesi, yani bireylerin malı olan dağınık üretim
araçlarının, toplumsal ve yoğunlaşmış birimler, pek
çok insanın cüce mülkiletinin bir kaç kişinin dev mülkiletine
dönüştürülmesi, büyük halk yığınlarının, topraktan,
yaşama araçlarından ve iş araçlarından yoksun hale getirilmesi,
halk yığınlarının bu korkunç ve ıstıraplı mülksüzleştirilme
işlemi sermayenin tarihinin başlangıcını oluşturur.
Bu, bir dizi zor yöntemini içerir. Doğrudan doğruya
üreticilerin mülksüzleştirilmesi, acımasız bir vahşetle
ve en bayağı en razil , en çirkin tutkuların dürtüsü
altında gerçekleştirilmiştir. Tek ve bağımsız emekçinin
deyim yerindeyse, kendi iç koşullarıyla kaynaşmasının
sonucu olan özel mülkiletein yerini, başkalarının, yani
ücretli işçilerin sözde serbest emekçilerinin sömürülmesine
dayanan özel kapitalist mülkiyet alıyordu.
Kapitalist sanayi burjuvazisi, mekaniğin üretime girmesi
ve sermayenin sanayiye yönelmesi iki başat olgusu ile;
15. yy’dan itibaren dünya çapınlda ilişki ve çelişkiler
zemininde gelişme koşulları bulmuştur. Daha önceki üretin
ilişkilerinin gelişmelerinin seyriyle kapitalist üretim
ilişkilerinin seyrini ne hız., ne yoğunluk ve ne de
giderek güçlenen bağlarla hükmettiği dünya çapındaki
genişlik açısından kıyaslamak mümkündür.
Tarih, sanayi kapitalizmine son derece dinamik koşullar
sunmuş ve o koşullar dünyayı dört nala fethetmesini
getirmiş, ama aynı hızla kendi çöküntüsünü ve çözülüşünü
yaratacak güçleri ve onun boğazını hiç bırakmayan bunalım
olgusunu yaratmıştır. O koşullar, sermayenin birikimi,
genişleyen pazarlar, hızla yer değiştiren toplumsal
sınıflar ve yine 17.yy boyunca, ticaret kapitalizmiyle
küçük sanayi kapitalizminin dalaşına tanık olmuştur.
Akabinde sanayi kapitalizli “bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler” ilkesiyle teorileşen liberalizm ışığında
tahta oturmuştur.
“Kuşkusuz, pek çok güçlü lonca ustası, daha da fazla
bağımsız küçük zanaatçı ve hatta ücretli emekçi, küçük
kapitalist durumuna gelmiş ve ücretli emeği giderek
artan ölçüde sömürerek ve dolayısıyla birikim sağlayarak
tam kapitalist olup çıkmışlardır... Orta çağlardan çok
farklı olarak ekonomik toplumsal biçimlerde olgunlaşan
ve kapitalist üretin tarzına dönmeden önce de guand
meme (gene de) sermaye sayılan birbirinden tamamen değişik
iki sermaye biçimi devralındı, tefaci sermaye ve tüccar
sermayesie”.(2)
Tefeci sermaye tarihin ilk sermaye biçimidir. Daha ilk
çağlardanitibaren gerçek karşılığı olmamakla birlikte, benzer nitelikleri içinde bir anlam yaratmış vee kullanım
değerlerinin değişim değerlerine dönüşmesi ile tefecilik
de belirginlişmiştir. Özellikle, mal değişimindeki ödünç
alışveriş karşılığı kabarma, ilerde para değişiminde
aynı yöntemle gerçekleştirilen para alışverişinde yeni
tefeci sermaye halini alacaktır.
Feodalizmin çözülen döneminde, sadece bir transferden
ibaret olan, değer yaratma ile veya üretim etkinliğiyle
ilgisi olmayan tefecilik ciddi bir rol oynamıştır. Bu
rol Hintlilere ünlü destanları Mahoromato’da “Ey krallar
kralı tefecilik, sen dünyünın bütün zenginliklerine
sahip olabilirsin” dedirtecek kadar asalak ve ürkütücü
bir aktivasyon haline geldi, Feodal beylerin, yerlerini
kentli tafecilere terketmek zorunda kaldıkları 19.yy’ın
ilerleyen süreçlerinde ipotek, tefeci sermayenin en
önemli aracı oldu. Bugün, kapitalistin toprak üzerinde
faiz, kar ve rant çeki elde etmesi, toprağı üzerindeki
ipotek borcu, yıllık faizine eşit bir faiz borcu yükselmiştir.
Küçük toprak mülkiyeti, onu kaçınılmaz olarak sermayenin
elinde köleliğe sürükleyen gelişmesiyle, Fransız ulusunun
büyük çoğunluğunu yarı maymun mağara adamlarına çevirmiştir”(3)
Transferci niteliğinden ötürü, toplumsal zenginliklere
katkı ksağlama bağlamında, ticaret sermayesinin tefeci
sermayeden farkı yoktur. Onun rolü, sanayi sermeyesinin
dolaşımını sağlamaktır. Bu önemli noktadan dolayı sanayi
sermayesi ilerki dönemlerde de bezı durumlarda ticaret
sermayesi ile çatışacak, fakat ne kadar güçlü ve ütkin
duruma gelirse gelsin onu geçmeyi tercih edecektir.
Meta sermayesi, yatırımının karşılığını bir an önce
alıp yeniden genişletmek ister. Ve o şekilde kar oranını
artırır. Bu nedenle bilinçli olarak sanayi sermayesi,
artı-değerin bir bölümünü ticaret sermayesine bırakır.
Bu durum aynı zamanda yeni rekabetleri de engelleyen
bir avantaj sağlar. Ve ticaret sermalesi böylelikle
artı-değer yaratmaksızın dağılımdan payını alır, sömürüle
katılır.
İlkel birikimin yanısıra, kapitalizmin hızla gelişmisini
sağlayan ve giderek kapitalist üretim biçiminin sadece
kökeni değil, belirleyici faktörü olan olgu, artı-değerdir.
Kapitalizmin mutlak yasası olan artı-değer sömürüsü,
gelişebilmek için ederinden fazlasını veren bir metaya
gereksinim duyan kapitalizm gelişmenin bu istemine insan
emeğinin ya da daha doğru bir deyimle emek gücünün piyasada
bir meta gibi alınıp satılması ve değiştirme değerinin
bir unsuru olarak kullanılmasıyla; kapitalist gelişmenin
ve onun var oluşunun temel dinamiği olma özelliği kazandı.
İnsan emeğinin bir meta gibi alınıp satılması kapitalizmden
önce de vardı. Keza üreticiye ürettiğinin karşılığını
ancak küçük bir bölümünün verilmesi temelinde yükselen
sömürü, sınıflı toplumların tüm biçimlerinde görülmekteydi.
Ancak artı-değerin farkı, serfin tersine emekçinin varlığının
değil, emeğin meta olarak kullanılması, amak gücünün
değişim değeri yoluyla alınıp satılmasıdır. İşçi sınıfının
yaratmış olduğu toplam değerle, kapitalistlerin bu sınıfa
ödediği ücret arasında sürekli bir fark vardır. Yani
işçi sınıfı, yarattığı değerin ancak bir bölümünün karşılığını
alabilir. Aradaki fark, işçilerin yarattığı fazlalığı
verir. Bu fazlalık (artı-değer), ilk ağızda kapitalist
sınıfın elinde toplanır, sonra kapitalist sistemin diğer
sömürücü güçleri artı-değere mutlak artı-değer; emeğin
verimliliğini artıran teknik yeniliklerin uygulanması
tarzında çoğaltılan artı-değere nisbi artı değer adı
verilir.
Tefecilik ve ticaret yoluyla meydana gelen lpara sermayesinin
sanayi sermayesine dönüşmesi, kırsal yerlerde feodal
hukuk düzeni, şehirlerde de lonca örgütleri ile önlenmişti.
Bu ingeller feodal toplumun çözülmesi, kırsal nüfusun
mülksüzleştirilmesi ve kısmen topraklarından atılması
ile ortadan kalktı... Amerika’da altın ve gümüşün bulunması,
yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve
madenlere gömülmesi, Doğu-Hint adalarının ele geçirilmeye
başlanması, Afrika’nın karaderi ticaretinin av alanı
durumuna getirilmesi, kapitalist üretim çağının pembe
renkli şafak işaretleriydi. Bu pastoral gelişmeler,
ilmkel birikimin belli başlı adımlarıydı. Bunu savaş
alanı tüm yer yuvarlağı olan, Avrupalı ulusların ticaret
savaşı izledi. Bu savaş, Hollanda’nın İspanya’ya başkaldırmasıyla
başladı. İngiltere’de Jakobenlere karşı dev boyutlara
ulaştı veÇin’de Afyon Savaşı iye paya bünüşon... Zor,
yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Zor,
kendisi bir ikonomik güçtür.”(4)
Bilimsel gelişmelerin ve hızlı makinileşmenin üretime
yeni olgular sunmasının yanısıra, sömürgeciliğiin Uzakdoğu
yağmasının yarattığı olanaklar sanayi sermayesinin atılımına
güç verdi. İngilizler 1757’de Plassey savaşlarıyla başlattıkları
Hindistan asalaklığını, Bengal’de ne buldularsa Londra’ya
taşımakla sürdürdüler.
Ve ilk kez 1759’da İngiltere Bankası tarafından gerçekleştirilen
para ihracı, son derece önemli bir tarihsel olgunun
daha yolunu açıyordu. İngiltere’nin bunu yapabilmesindin
kolay bir şey yoktu. Çünkü Hindistan’dan sağladığı 40
milyon sterlinin yanısıra İngiliz Sanayinin sermaye
temeli olmak üzere Hindistan’da kullandığı köle emeği
ile, ilaveten 40 milyon sterlin daha elde etmiş bulunuyordu.
Ve bunlar. mevcut birikimlerinin iki misliydi.
“Sömürge sistemi, ticaret ve deniz ulasımını bir limonluk
gibi besleyiep olgunlaştırdı... Sömürgeler. tomurcuklanan
manifaktürler için pazar üzerindeki tekel aracılığı
ile artan bir birikim sağladı. Avrupa dışında düpedüz
talan, köleleştirme ve katillik yoluyla ele geçirilen
servet, anayurda taşınarak sermayeye çevrildi... (5)
Bugün sanayi üstünlüğü ticaret üstünlüğü anlamını taşıyor.
Oysa gerçek manifaktür döneminde, sanayi üstünlüğünü
sağlayan ticari üstünlüktür. Sömürgeler sisteminin o
sırada oynadığı üstün rolün nedeni işte budur.
Bu arada, yine önemli olgulardan biri haline gelen ve
kapitalizmin gelişme seyri üzerinde farklı kimliklere
bürünerek halkların boynundaki ilmeklerin sıfatı olan
borçlanma sistematiğinden söz etmek gerekiyor.
“Köklerini daha orta çağlarda Cenova ve Venedik’de
bulduğumuz kamu kredisi, yani devlet borçları sistemi,
manifaktür dönemi sırasında genellikle bütün Avrupa’yı
sardı. Döviz ticareti ve ticaret savaşları ile birlikte
sömürge sistemi, bunun için itici bir güç hizmeti gördü.
Böylece ilk kez Hollanda’da kök saldı. Kamu borçları,
yani devletin yabancılaşması bu devlet ister mutlakiyet,
ister meşrutiyet ya da cumhuriyet olsun- kapitalist
çağa damgasını vurdu. Ulusal zenginlik denen şeyin,
modern halkların ortak mülkiyetene giren kıslı, bunların
devlet borçlarıydı. Bunun zorunlu sonucu olarak, bir
ulus ne kadar borçlu olursa, o kadar zengin olur şeklindeki
modern öğreti ortaya çıkarıldı. Kamu kredisi sermayenin
credo’su (amentü) durumunu aldı.(6)
“Kamusal borlanma ilkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından
birisi durumunu aldı... Ulusal adlarla süslü büyük bankalar,
başlangıçta hükümetler yanında yer alan ve elde ettikleri
ayrıcalıkları sanayide devletlere karşı verecek duruma
gelen özel spekülatörlerin kurdukları şirketlerdi...
Devlet borçları ile birlikte, çoğu kez şu ya da bu halktaki
ilkel burukim kaynaklarından birini gizleyen uluslararası
bir kredi sisteni doğdu... Develet borçlarının; desteğini,
yıllık faiz, vb ödemelerini karşılamak durumunda olan
kamu giderlerinde bulması gibi, modern vergilendirme
sisteni de, ulusal istikrar yönündeki etkinliği, onun
ayrılmaz parçalarından biri olan himaye sistenmi ile
daha da artırılacaktı... Himaye sistemi, fabrikatör
imal etmeye, bağımsız emekçileri mülksüzleştirmeye,
ulusal üretim ve geçin araçlarını sermayeleştirmeye,
ortaçağa özgü üretim tarzından modern üretime geçiş
dönemini zorla kısaltmaya yarayan bir araçtı.”
“Sömürge sistemi, kamu borçları, ağır vergiler, himaye,
ticari savaşlar vb. gerçek manifaktör döneminin bu çocukları,
büyük sanayinin çocukluk dönemi boyunca dev gibi büyüdüler.
Masum insanların uğradıkları büyük katliam bu sanayinin
doğuşunun habercisiydi. Krallık donanması gibi, fabrikalar
da insanları zor ve baskı yoluyla sağlıyordu... Kapitalist
üretim biçiminin ebedi doğa yasalarının yerleşmesi,
emekçiler ile emek koşulları arasındaki ayrılma sürecinin
tamamlanması, bir kutupta, toplumsal üretim ve geçim
araçlarının sermayesi, karşıt kutupta halk kitlalarinin
ücretli emekçiler, “aözgür emekçi yoksullar” olarak
modern toplumun yapay ürünleri durumuna dönüştürülmesi...
Eğer para, Aviger’in dediği gibi, “dünyaya bir yangından
doğuştan kan lekesiyle geliyorsa, sermaye tepeden tırnağı
kan damlayarak geliyor.(7)
Feodalizmin bağrından ondan daha ileri bir toplumun
kapitalizmin doğması ve giderek onun yerini alması süreci,
aynı zamanda uluslaşma süreci anlamına gelmekteydi.
Feodalizm döneminde, Avrupa’ada siyasal birim olarak,
feodal krallıklar, imparatorluklar içinde özerk feodal
otoriteler, derebeylikleri görülmekteydi. Krallıklar
merkezi otoriteyi sağlamaktan yoksun bulunmakta, yerel
yasa ve aölçüler, çeşitli milliyetler, birbirinden değişik
gelenekler, krallıklar içinde kargaşa yaratmakta, bütünlüğün
sağlanmasılnı engellemekteydiler.
Oysa giderek değişen koşullar, ekonomik bir yaşam bütünselliğini
gerekli kılmaktaydı. Gelişen sınıf burjuvazi, güçlenebilmek
ve yeni bir dünya kurabilmek için, herşeyden önce kendisini
koruyacak çıkarlarına hizmet edecek bir ortama gereksinim
duyuyordu. Onun ulusal sınırlara, mal ve can güvenliğinin
sağlanmasına, belli bir sınır içinde ölçü ve yasa birliğine
gereksinmesi vardı. KBu sorunlara, feodal devlet yapısı
çerçevesinde bir çözüm olanaksızdı.
Nitekim ticareti kollayıcı bir politika olan merkantilizm
ve buna koşut alarak ticaret burjuvazisilnin gelişmesi;
feodal devlet yapısının yerini güçlü, merkezi ve ulusal
otoritenin almasına, belli bir dil birliği, kültürel
ortaklık ve tarihsel bütünlüğün bulunduğu mülkiyet ve
toplulukların ekonomik yaşam bütünlüğünü sağlamalarına,
buna bağlı olarak uluslaşmalarına, ulusal sınırlarını
çizmelerine neden oldu. Yaşanan bu dönüşümün siyasal
ve toplumsalsonuçları ise, burjuva devrimleri yoluyla,
burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi ve feodal değerlerin
yerini burjuva değerlerin alması, burjuva yaşama biçiminin
yaygınlaşması, bireyciliğin ekonomik ve sosyal bağlamra
gelişmesi, kendine uygun değerleri yaratması oldu.
Artık tarihsel süreç, sınıf karşıtlığı ve sömürü temelinde
yükselen son sisteme, kapitalist sisteme sahne olmaktaydı.
Kapitalizmin ilerlemesiyle toplumsal işbölümü de belirginleşti.
Önveleri başlıbaşına özerk olan sanayi dalları arasında
bağlar oluştuğu görüldü. Ve bu bağlar, işletmeler, bölgeler,
ülkeler arasında yayıldı. Kapitalist düzen, kapitalist
ilişkilerin bulunmadığı sömürgelere kadar bütün kıtalara
ulaştı.
B) KAPİTALİZM VE BUNALIM OLGUSU
Engels, sanayi deveriminin, toplumu, burjuvaalar ve
emekçiler olarak bölmesienin ilk sonuçları nelerdir
sorusuna şu karşılığı verir:” Birincisi, makine emeğinin
ucuzluğu nedeniyle sanayi ürünlerinin fiyatları son
derece ucuzladı ve el emeğine dayanan eski düzen tamamen
yıkıldı. Bunun sonucu olarak da, sömürülen ülkelerin
gözleri zorla açtırılmış oldu. Bu ülkeler, İngiltere’nin
ucuz mallarını aldılar ve kendi el emekçilerini yok
olmaya bıraktılar. Böylece binlerce yıldır hiçbir ilerleme
göstermemiş olan ülkeler, örneğin Hindistan ve Çin devrime
yönelmiş oldu.
Büyük sanayi bu şekilde dünyünın tüm küçük yerel pazarlarını
ve dünya halklarını birbirileriyle ilişki içine sokmuş
oldu. Artık, bir ülkede olan herşey öteki ülkelerde
de yankılar uyandıracaktır. İkincisi, sanayi devrimi
burjuva sınıfını zengin ederek egemen sınıf durumuna
getirmiştir. Bunun sınucu olarak da aristokrasiyi, lonca
ustalarını ve bunları temsil eden monarşiyi yoketme
yoluna sokmuştu. Monarşilerin yerlerini burjuvaların
çıkarlarını savunan burjuva hükümetler almaktadır. Üçüncüsü,
sanayi devrimi burjuvaziyi ne ölçüde yaratmışsa aynı
ölçüde proletaryayı da yaratmıştır. Çünkü, proletaryanın
çoğalması ve büyümesi, burjuva sermayesinin çoğalmasına
ve büyümesine bağımlıdır” diyerek özetlerikten sonra,
“Sanayi devriminin öteki sonuçları neler” sorusuna bir
kelime ile tanım getirir:” Bunalım”...
Kapitalizm, merkezi planlama ve yönetim etkinliğinden
kaynaklanan bir üretim anarşisinin üzerinde yükseliyordu.
Bu durum eşitsizlik üzerinde yükselen gelişme ortamına
uygun bir zemin oluşturuyordu, dolayısıyla da sistemin
bileşenlerini oluşturan piyasa ilişkilerinde çatlaklar
kaçınılmaz hale geliyordu. Tarihsel gelişimi içinde
kapitalizm, sanayi devriminden bu yana yalnızca değişik
sanayi dallarının ya da bölgelerin farklı gelişme düzeylerine
sahip olmalarına değil, aynı zamanda ardarda yinelenen
krizlere tanık oluyordu.
Kapitalist üretim biçiminin sınırları artık suyüzüne
çıkmıştır: 1) Emeğin üretkenliğindeki gelişme, kar oranındaki
düşmeden belli noktalarda bu gelişme ile uzlaşmaz bir
çelişki içine giren ve bunalımlarla sürekli yinelenen
bir yasa yaratıyordu. 2) Üretimin genişlemesi ya da
daralması, karşılığı ödenemeyen emeğe el konulması ve
bu karşılığı ödenemeyen emeğin genel olarak katmerleşen
sermayeye oranıyla; dolayısıyla, üretinde toplumsal
gereksinmelere, yani toplumsal olarak gelişmiş insanoğlunun
gereksinmeleri arasındaki bağlantıdan çok, kar oranı
ile belirleniyordu. İşte bu nedenle kapitalist üretim
belli bir gelişme aşamasında engellerle karşılaşıyor
ve başka bir öncülden hareket edildiğindi, tersine tamamen
yetersiz görülebiliyordu. Bu üretim biçimi, gereksinmelerin
karşılandığı noktada değil, kar üretiminin ve bu karın
belirlenmesinin sağladığı bir noktada durağan duruma
geliyordu. (8)
Büyük çapta üretim, sanayide olduğu kadar, tarında da
kendini göstermekteydi. Üretici güçlerin gelişmesi ve
uygulamada kazandıkları anlam, binlerce işçinin birarada
çalışmasını doğuran çalışma araç ve yöntemlerini getirmiştir.
Üretim giderek artan biçimde toplumsallaşırken, üretim
araçlarının özel mülkiyeti nedeniyle, milyonlarca emekçinin
yarattığı değer, bir avuç kapitalist tarafından gaspedilmekteydi.
Bu noktada kapitalizmin temel çatışması ortaya çıkıyordu.
Bu giderek daha da belirginlişen üretimin toplummsal
niteliği ile, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti
arasındaki çelişkiyi, bu çelişki, üretici güçlerin sürekli
ve hızlı gelişmesiyle kapitalist üretim ilişkileri arasındaki
uzlaşmaz karşıtlığı açıklarken, kapitalist bunalım olgusunun
da kökeninde yatan nedeni vermekte ve aynı zamanda kapitalist
sınıfın geçmişin diğer egemen sınıf ve katlardan ayrılan
yanını öne çıkarmaktaydı.
Sınıfın bu özelliğini dile getiren Engels’in de değindiği
gibi; burjuvaziyi daha önceden egemen olmuş tüm sınıflardan
ayırdeden özellik şudur ki, bu sınıfın gelişmesinde,
tüm egemenlik araçlarının, öyleyse en başta sermeyelerinin
tüm artışının, onun siyasal egemenliğini gitgide daha
elverişsiz bir duruma getirmekten başka bir sonuç vermeyen
bir dönüm noktası vardır. Büyük burjuvaların arkasında
da proleterler vardır. Burjuvazi, sanayisini, ticaretini
ve ulaştırma araçlarını geliştirdiği ölçüde proletaryayı
doğurur. Ve her yerde aynı olmayan ve mutlak gelişme
derecesine erişmesi gerekmeyen billi bir anda, astarının,
proletaryanın, kendisini hızla aşmaya başladığını farkeder.
Bu andan itibaren, siyasal egemenliğini tek başına sürdürme
gücünü yitirir: koşulllara göre, iktidarını paylaştığı
ya da tamamen kendilerine bıraktığı bağlaşıklar arar.
Kapitalizm, yapısı gereği bunalıma mahkum bir sistemdi.
Üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının kapitalist
özem mülkiyeti arasındaki çatışma, bunalım olgusunun
kökünde yatan nedeni, çünkü kapitalist üretim isteristemez
toplumsal iş bölümü üzerinde yükseliyordu. Büyük işletmeler,
yüzlerce vee binlerce işçiyi biraraya topluyar, kendi
aralarında birbirlerine bağlanan bu işletmeler, emeği
büyük ölçüde merkezileştirirken, üretime de toplumsal
birnitelik veriyor ve her meta binlerce işçiye ait değişik
işletmelerdeki üretim örgütlenmesi ile üretim olgusunun
genel toplumsal örgütlenmesi arasında derin bir çarpıklığı
getiriyordu; üretim anarşisi, üretimin genel toplumsal
örgütlenmesi bağlanında başat özellik olarak belirginleşmekteydi.
En yüksek oranda kar amacı, kapitalistlerin toplumsal
gereksinmeleri ve piyasanın gerçeklerini hesaba katmadan,
ya da en azından kendi işletmelerindeki üretimi baz
alarak toplumsal etmenin ikincil düzeyde ele almasını
getiriyordu: İşletme düzeyinde üretimin yaygınlaşma
eğilimi üretim dalları arasındaki oranlar dengesini
bozuyor ve gelişme durumundaki genel kapitalist ortam
sarsılıyor, bunalımdoğuyordu. Sürekli kar ve daha çok
kar... Böylelikle de üretimi genişletme, yeni sektörlere
sarkma, sermayeyi artırma eğilimi, sürekli büyümeye
ve çelişmeye bağlanıyordu. Marks’ın deyimiyle; kapitalist
üretimin önündeki en büyük engel, sermayenin kendisiydi.
Sermaye ve sermayenin yine kendisi tarafından değerlendirilmesi,
bu sistemde üretimin hem açılış noktası, hem de varış
noktası, hem itiş gücü hem de amacı olarak belirmekteydi.
Sermaye üretim için değil, üretim sermaye için değil,
üretim vardı bu düzende...
Sermayenin, gelişebilmek için üretimi yoğunlaştırması,
buna karşılık ürünü pazarlamakta sıkıntıya düşmesi;
yerli üretimin, pazarın taleplerinin üstüne çıkması
bunalımı kaçınılmaz kılmaktaydı. Kısacası, sistem aynı
anda hem piyasanın talep oranlarını yüksek tutmayı,
hem de sürekli ve girerek daha fazla üretimi aynı anda
sürdüremiyordu. Üretimin yükselmesi artı-değer oranının
yüksek tutulmasından geçiyor, bu durumsa kitlenin alım
gücünü düşük tuttuğundan üretimin pazarlanmasında sıkıntı
baş gösteriyordu. Sonuç: kapitalizm yapısal bunalımın
ta kendisiydi.
Bunalımlar, devirli bir biçimde ortaya çıkmaktaydı.
Kapitalist çevrimler olarak adlandırılan bu devreler,
bir bunalımın başlangıcından izleyen bir bunalımın başlangıcına
kadarki süreci içermekteydi.
Buna göre, kapitalist çevrimler dört aşamadan oluşmaktaydı:
-Bunalım: Çevrimin temel aşamasını oluşturan bunalım
aşaması, üretimin artması ile pazarlanması arasındaki
çelişkiden kaynaklanıyor ve fiyatların hızla düşmesi,
bağlı olarak da yoğun iflaslar, işsizlik, iç ve dış
ticaretin azalması gibi olguları içeriyordu.
-Çöküntü; Bunalımın durulmasına koşut başlayan bu süreç,
bunalımın neden olduğu, üretici güçlerin bir kısmının
tahribi olayına karşın ayakta kalmayı başaran işletmelerin,
üretimin maliyetini düşürme ve sabit sermayeyi genişletmeye
yönelmelerini içermekteydi.
- Toparlanma : Sabit sermayenin genişletilmesiyle başlayan
bu süreç, ayakta kalabilen kapitalist işletmelerin üretim
potansiyellerinin artması ve serbest rekabet koşullarında
yeniden bunalım öncesi düzeye ulaşmaları anlamına geliyordu.
-Atılım: Üretimin sınırsız çoğalma eğiliminin açığa
çıktığı bu aşama, üretimin bunalım öncesi düzeyinin
aşıldığı koşullar içermekte ve sermayenin sınırsız gelişme
eğilimi, belli bir noktadan sonda piyasanın talep ettiğinin
üstüne çıkınca, çevrim yeniden başlamakta idi.
Bütün bir serbest rekabetçi dönem boyunca süren çevrimler.
özellikle büyük sanayicilerin doğduğu 19 yy. boyunca,
süreci her anlamda etkileyen bir olgu oldu. İlk büyük
bunalım, 1825’de Engiltere’de patlak verdi. 1836’da
bu kez ABD’de patlak veren llbunalım, 1847-48’de bütün
dünyayı sarsacak boyutlara ulaştı.
Marks, yaklaşan 1857 bunalımının çok öncesinde kapitalist
çevrimin dikkatini sık sık İngiliz sermayesinin 1850
yılından beri içinde bulunduğu eşi görülmemiş gelişme
üzerine çekmişti. Ama bu şaşkınlık verici refahın ortasında,
gittikçe yaklaşan bir sanayi krizinin açık işaretlerini
seçmek güç değildi. Kaliforniya’ya ve Avusturalya’ya
eşi görülmemiş biçimde artan göçe karşın, bir an gelecek
başkaca bir özel neden olmaksızın pazarların genişlemesi,
İngiliz sermayesinin gelişme hızını artık izleyen duruma
gelecektir ; ve işte bu oransızlık, tıpkı geçmişte olduğu
gibi kesin biçimde, yeni bir bunalım getirecektir. (9)
1857 bunalımını, 1866, 1873, 1882, 1890 bunalımları
izledi. Her çevrim, ayakta kalabilen en güçlü şirketlerin
kendi sektörlerinde giderek daha da güçlenmelerini doğuruyor,
üretim yoğunlaşması ve dünya pazarlarına yönelik ticaretin
asıl karakteri olarak sermaye ihracının öne çıkması,
sömürgecilik ve yarı-sömürgeciliğin yaygınlaşmasını
getiriyordu. Bu olgularla tekelcilik olgusuyla birleşince;
1873 büyük bunalımını izleyen süreç, kapitalist sistem
açısından, serbest rekabetin yıkıldığı, tekellerin ve
finans kapital gruplarının dünya ölçeğinde etken güçler
durumuna gediği ve çevrimlerin sürekli ve genel bunalıma
dönüştüğü, bu yönüyle gelişle dinamiğinin yerini yozlaşmanın
aldığı yeni bir aşamayı içeriyordu : Emperyalizm...
C-) EMPERYALİZMİN ÖZELLİKLERİ
1870’li yıllardan sonraki süreç, sonuçları bağlamında
dünyanın her yerinde ekonomi politikalarının yöntem
ve amaçlarını etkileyen önemli değişikliklera sahne
olmuştu. Bu değişiklikler başlıca üç temel etkenden
kaynaklanıyordu.
Birinci olarak: tekeller vefinans kapital gruplarının
oluşmasına koşut, sermaye ihracı öön plana çıkmış, uluslararası
tekeller oluşmuş ve bu süreç tamamlanarak tekelci kapitalizmin
egemen olduğu ülkelerde dünya pazarlarının paylaşılması
işlemi sonuçlanmıştır.
İkincisi, kapitalizmin bir dünya sistemi durumuna gelmesi
ve dünya pazarlarının paylaşılmasının tamamlanmasına
bağlı olarak, kapitalizmin gelişme dönemi sona ermiş,
dolayısıyla bunalım olgusu çevrimin birinci halkası
olmaktan, yani geçici olmaktan çıkarak, sürekli ve genel
bir karakter kazanmıştır. Bu durumun felsefi düzeyde
bulduğu karşılık, karşıtların çatışmasının derinleşmesi
oldu. sistem olarak kapitalizmin yıkılmasının objektif
koşulları her ülkede yeterince olgunlaşmamış ve derinleşmemiş
biçimde de olsa vardı. Kısacası, proletarya açısından
volantirist yan, detenminist yanın önüne çıkmıştı. Üçüncü
olarak üretici güçlerin serbest rekabetçi dönem boyunca
gelişmeleri, 19 yy’ın ortalarına kadar, başlıca ileri
kapitalist ülkeler durumundaki İngiltere, Fransa ve
Hollanda’nın karşısına yeni rakipler çıkarmıştı. 1860-70
yıllarından başlayarak, kapitalizm ABD’de, Almanya’da,
Rusya’da ve Japonya’da hızla gelişmiştir. ABD’de 1863’de
köleliğin yasaklanması ve iç savaşın yükselen burjuvazinin
zaferiyle sonuçlanması, Rusya’da 1861’de serfliğin kaldırılması,
Japonya’da 1867-70 burjuva devrimi, Almanya’nın Prusya
önderliğinde 1871’de birleştirilmesi, kapitalist ülkeler
arasındaki sanayi savaşımını, sömürgelerin yağmalanması
savaşını körüklemişti.
Birbirine bağlı bu üç gelişmeden ilki emperyalizmin
ekonomik özelliklerini, diğer ikisi ise emperyalizmin
genel bunalımını ve bu sürecin özelliklerini vermektedir.
Burada öncelikle emperyalizmin ekonomik özelliklerini
genel çizgileriyle gözden geçirmek, genel bunalım olgusunu
kavrayabilmek açısından gerekmektedir.
19. yy’ın sonlarında, maden işleme, kimya ve makine
sanayinde önemli adımlar atılmış, büyük çelik ve metalurju
fabrikalarının yapılması, çelik üretiminin artması,
makina yapımının ve demir yollarının genişlemesi, öte
yandan dinamo elektrikli, patlarlı motorlar. buhar trübinleri,
dizel motorları. tramvaylar. otomobiller. lokomotifler
ve giderek uçakların kullanılmaı; yani ulaşım ve iletişim
faktörlerindeki atılımlar, 19.yy’ın tekstilde yoğunlaşmış
hafif sanayiciliğinin yerini, metalurju, makine, kinya,
enerji sektörlerinde yoğunlaşmış ağır sanayileşmenin
almasını getiriyordu.
Bu gelişmeler, üretici güçlerin hızlı bir gelişme temposuna
sahip olması anlamına gelmekteydi. Yanısıra, 19.yy boyunca
neredeyse periyodik aralarla yinelenen bunalımlar. her
çevirim döneminde en güçlü işletmelerin ayakta kalabilmesini
ve giderek diğer bir sonucugetiriyordu. Üretici güçlerin
gelişmesinin bir sonucu olarak üretimin yoğunlaşması
üretim araçları üzerindeki mülkiyetin niteliği gereği,
söz konusu güçlü işletmelerin bu durumlarını pekiştiricibir
işlev grdü. Hem bankacılık nelm de anayi sektörlerinde
yaşanan bir olgu olan tekeller dev sanayi yatırımlarının
gerektirdiği geniş sermaye ve bu yolla daha da büyüme,
yine benzer biçimde ömürge ve yarı-sömürgelerin yağmalanmasında
aktif biçimde yer alma olguları, mali sermaye ve sanayi
sermayesinin bütünleşmesi gibi bir sonuç getirdi. Serbest
rekabet dönemi artık gerilerde kalmıştı.
Lenin bu süreci şöyle ifade ediyordu. Emperyalizm, genel
olarak kapitalizmin temel niteliklerinin gelişmesi ve
doğrudan doğruya devamından meydana geldi. Oysa kapitalizm,
emperyalizm durumuna kesin ve en yüksek aşama evresinde,
temel nitelikleri zıtlarına dönüşmeye başladıkları zaman
kapitalizmden daha yüksek toplumsal e ekonomik ir sisteme
geçiş çağının ana çizgileri, ütün gelişme çizgii boyuna
biçimlenip ortaya çıktıkları zaman gelmiş bulunuyor.
Bu süreçte ekonomik bakımdan başlıca olay, kapitalist
serbest rekabetin yerini, kapitalist tekelcliğin almasıdır.
Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak meta üretiminin
temel niteliğidir. Tekelcilik ise serbest rekabetin
yerlerine daha büyük ölçüde sanayii koyarak ve kartelleri,
sendikaları, tröstleri meydana getirip, milyarları bulan
bir düzen koyarak bankanın sermayesini bunlarla birleştirip
kaynaştırdı. Tekellere dönüşülmüş bulunuluyor. Serbest
rekabette doğmuş bulunan tekeller serbest rekabeti yok
etmez, ancak serbest rekabetin üstünde ve onunla yanyana
yaşarlar. Böylece çok keskin yoğun çelişmeler ve çatışmaları
doğar. Emperyalizm, kapitalizmin takelci aşamasıdır,
demek gerekir.” (10)
Emperyalizmin ekonomik özelliklerini tek tek başlıklar
altında inceleyelim:
Tekeller, serbest rekabet, tekel öncesi kapitalizmin
özelliğiydi. Bu durum, üretimin gittikçe daha büyük
işletmelerde hızla yoğunlaşması sürecini koşullandırıyordul.
Serbest rekabet, kimilerini zenginleştererek, kimilerini
ise yoksullaştırark üretimin belli merkezlerde toplanması
sonucunu verdi. İsletmelerin bütünü içinde büyük işletmelerin
payının artmasına ve bütün dünya içinde bu büyük işletmelenin
payının büyümesine, kol gücünün ve üretim kapasitesinin
gittikçe artan bir kesiminin büyük işletmelerde toplanmasına
vardı. İzleyen dönemde üretimin belli merkezlerde toplanması
daha da öne çıktı, üretimin yoğunlaşması tekellerin
egemenliğine uygun bir zemin hazılamıştı. Yayılmak,
genişlemek, anlaşmalara varmak, dev işletmeler için
artık büyük güçlükler anlamına gelmiyordu. Başka biçimleri;
karteller, sendikalar, tröstler, konsorsiyomlar olan
tekeller, bir sektördeki üretimin en önemli payını ya
da sürümünü ellerinde toplayan kapitalist işletmelerdi.
Güçleri, iktidarları ve agırlıklarıyla kendilerini gösteren
tekeller, kendi tekel fiyatlarını da kurabilmek ve çok
büyük karlar elde edebilmek, piyasayı denetlemek özelliği
kazanıyorlardı.
Tekellerin kapitalist sistemin işleyişi üzerindeki genel
etkinliklerini şöyle özetleyebiliriz::
1) Tekelleştirilen malların fiyatları artırılır.
2) Rekabetçi kapitalizmin eşit kar oranları, bir kar
oranı hiyerarşisine dnüşmüştür. Enileri şekilde tekelleşmiş
endüstrilerde bu kar en yüksek, en rekabetçi endüstrilerde
ise en düşük orandadır.
3) Küçük artı-değer parçaları azaltılmış ve büyük parçalar
daha büyütülmüştürl. Bu durum birikim hızını artırır
ve böylece ortalama kar oranının düşme eğilimi ve eksik
tüketim eğilimi önem kazanır.
4) Tekelleşmiş endütrilerde yatırım önlenir ; sermaye
daha rekabetçi alanlara yığılır. Buna göre de, yatırım
karlarını belirleyen kar oranı düşürülür. Bu etken,
kar oranının genel düşme eğilimi e eksik tüketim eğiliminden
bağımsız olarak krizlere neden olmaktadır.
5) Kapitalist teknolojinin emek tasarrufu eğilimi artar
e yeni tekniklerin uygulanmaı ile yeni ermaye gereksimini
asgari tutacak önlemler alınır.
6) Satış maliyetleri yükseltilmiş ve dağıtım sistemi
toplumsal olarak gerekli olanın ötesinde geliştirilmiştir.
Bunun sonuçları ise şunlar olmuştur:
a)- Aşırı tekel karları azaltılmıştır ve bir çok durumda
rekabetçi düzeyin üstünde değildir.
b)- Yeni artı-değer parçaları yaratılmıştır ve büyük
miktarda tüketici ortaya çıkarılmıştır. Bu nedenle birikim
oranı azalmış ve tüketim oranı artmıştır u ie ekik tüketim
eğilimine karşı çıkan bir gücün varlığı demektir.
c)- Kapitalist sınıfa toplumsal ve politik destek sağlayan
yeni orta sınıf büyütülmüştür.(11)
Finans Kapital ve Finans Oligarşisi: Bankalar,
birinci ve başlıca görevi ödemelerde aracı olarak hizmet
etmek olan özel kapitalist işletmelirdir. Yararlanılabilir
sermaye ve gelirleri mevduat biçimende girişimcilere
ödünç sermaye olarak verirler. Mevduat için ödedikleri
faiz, verdikleri krediler için aldıkları faizden daha
azdır. Bu fark, banka karını oluşturur. Bankalar arasındaki
mücadele, daha büyükleri tarafından yutulan küçük bankaların
yıkımı ile sonuçlanır. Küçük bankaların bir kısmı, biçimsel
olarak bağımsızlıklarını korumalarına karşın, büyük
bankaların şubeleri durumuna düşerler. Banka işlerinin
bir elde toplanması ve merkezileşmesi, banka tekellerinin
oluşmasına yol açınca, bankalar ödemelerdeki aracılar
olmaktan çıkarak kudretli tekeller durumuna geldiler.
Kapitalist sistem, bankaların, halkın getirdiği paraların
ve bazan sermayenin tümünden yararlanmalarını getirir.
Krediler aracılığıyla sınai girişimlerle çok sıkı bağlar
kurarak onların eylemlerini denetler ve uzun vadeli
krediler sunarlar. Üretimin yoğunlaşması ve ağır sanayileşme
sürecinde bankaların girişimci gibi başlamaları, tekellerin
de ayynı şekilde bankaların sermayelerin kendi gelişmeleri
yolunda kullanmak amacıyla bankaların hissedarları durumuna
gelmeleri, bu şekilde bankaların ve tekellerin giderek
bütünleşmeleri, birbirinin üstüne binmeleri, aynı eller
tarafından yönetilmeleri durumu gündeme geldi. Bu eller,
finans kapital gruplarıydı...
Emperylizm çağında, bütn kollarda başlıca yerler, ülkenin
ekonomisini olduğu kadar, siyasetini de denetleyen bir
yüksek mali grubun, büyük sanayi ve banka sermayesi
sahiplerinin küçük bir kesimi tarafından tutulmaktadır.
Söz konusu bankacılar ve sanayiciler gurubu, çok güçlü
bir finans oligarşisi oluşturur. Sonuç olarak; serbest
rekabetçilikten tekelciliğe dönüşüm sürecinde, banka
ve sanayi sermayelerinin bütünleşmesiyle oluşan deve
sermayeye finans oligarşisi adı verilir.
Finans oligarşileri, burjuva devletlerini egemenlikleri
altına aldılar. En büyük tekelciler, burjuva ailesinin
siyasetinde kilit mevkileri ellerinde tutarlar. Finans
oligarşisi, devlet iktidarını denetler, bankalar ve
sanayinin hareketlerine devletin iç ve dış siyasetine
yön verir. Metropolde işçi hareketini, boyunduruk altında
tutulan ülkelerde de ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek
için devletin olanaklarından yararlanır, bu olanakları
kullanır.
Sermaye İhracı: Sermaye İhracı, emperyalizmin
başlıca ölçütlerinden biridir. Bu dönemde, serbest rekabetçi
dönemin kapitalist ülkeler ihracatının ağırlıklı biçimi
olan meta ihracı genişleyerek sürer. Ama emperyalizm
açısından sermaye ihracı önem kazandığından, dünyanın
yağmalanmasının da başlıca ekonomik aracı olmuştur.
Gerçekte sermaye ihracı emperyalizmden önce de vardı.
Marx, sermaye ihracının nedenini daha o dönem: “ Dışarıya
sermaye ihrcının nedeni, kesinlekle bu sermayeleri ülke
içinde işletme olanaksızlığı değildir. Bunun nedeni,
söz konusu sermayenin dışarda daha yüksek bir kar haddiyle
işletilebilmesidir” şeklinde açıklamaktadır. Çünkü sistem,
“Başlangıç döneminde üretim biçiminin temeli olmuş olan
dış ticaretin gelişmesi, kapitalist üretim ilerledikçe,
bu sistemin sonucu durumuna gelmiştir. Bunun sonucu
ise, söz konusu üretim biçziminin sürekli daha geniş
bir pazarı elinde tutma konusu zorunluluğudur.”
Roza Lüksemburg, sermaye ihracının genellikle gözden
kaçan bir niteliğe işaret etmektedir. Buna göre, sermaye
ihracı geri kalmış ülkeleri boyunduruk altında tutmakla
birlikte kapitilizmin gelişme yolunda olduğu ülkelerde
borç alınan sermaye kullanılarak kapitalist yoldan kalkınma
sağlamıştır. Örneğin daha kapitalist döneminde, İtalyan
ticaret burjuvazisinin sermayesi İngiltere’nin, İngiliz
sermayesi ABD’nin Fransa sermayesi Rusya’nın kalkınmasında
önemli etken olmuştur. Ancak bu durum kapitalizmin gelişme
döneminde söz konusudur. Serbest rekabetçi dönemin ilerleyen
aşamalarından başlayarak bu özellik ortadan kalkmıştır.
O halde emperyalizm çağında sermaye ihracının, geri
bölgelerin süratli olarak sanayileşmeleri gibi bir duruma
hizmet etmesinin koşulları tümüyle ortadan kalkmıştır.
Geri kalmış ülkelerde emperyalist sermayenin girme eğiliminde
olduğu alanlar, hükümet garantili çeşitli bayındırlık
işleri, demiryolları, kamu hizmetleri (elektrik, su,
vb. ) doğal kaynakların sömürülmesi ve ticarettir. Kısacası
bu alanlar, sanayice ileri ülkelerden yapılacak meta
ihracı ile rekabet etmeyecek olan etkinliklerdir. Sermaye
ihracı, bu nedenle, geri bölgelerin ekonomilerinin tek
taraflı olarak gelişmelerine yol açar. Eğer varsa yerli
ulusal burjuvazi, emperyalist sermayenin rekabetine
dayanamayarak kavrulur, yok olur.
Burjuvazi bu kez komprodor karaktere sahip olarak gelişir
ve emperyalist sermayenin yoğunlaştığı alanların dışına
taşamaz. Emperyalizmin işi hammadde kaynaklarını büyütmek,
yeni kaynaklar, sürüm pazarları, sermaye uygulama alanları
ele geçirmektir. Ekonomik, siyasal ve askeri alanda
yayılma amacının en önemli unsurlarından biri olarak
kullandığı sermaye ihracı, başlıca iki biçimde görülür.
Birincisi, sınai girişimlerde, fabrikalarda, tarımda,
taşımada, yatırım biçiminde üretken sermaye, ikincisi;
hükümetlere ya da belediyelere verilen borçlar, yardımlar
ya da krediler, biçiminde ikraz sermayesi.
Uluslararası tekeller: Kapitalist tekeller başlangıçta,
kendi iç pazarlarını paylaşırlar. Bu denetimi sürdürmek
için yüksek fiyatlarla yabancı rekabetini etkisizleştirmeye
çalışan tekeller, diğer ülkelere el atmak, o ülkelerin
iç pazarları üzerinde egemen olmak gibi bir eğilime
her zaman sahip oldular. Böyle bir eğilim, yani başka
ülkelerde ğelişme eğilimi serbest rekabetçi dönemde
de vardı.
Ancak emperyalizm aşamasında, kendi iç pazarlarının
sahip olduğu ekonomik potansiyel, artık tekellerin gereksinmelerini
karşılamaya yetmiyordu. Diğer ülkelere sermaye ihracını
temel alarak gittiler. Dış pazarlar, hammadde kaynakları
ve sermaye yatırım alanları uğruna savaşım, dünyanın
değişik tekellerin nüfuz bölgeleri olarak ekonomik açıdan
paylaşılmasını getirmiştir.
Tekellerin devlet sınırları dışına taşması, üretim ve
sermayenin yüksek derecede yoğunlaşması anlamına gelir.
Bir üretim dalında bir çok tröst ya da sendika, kapitalist
dünya topluluğu içinde kesin bir rol oynamaya başladığı
zaman, uluslararası tekllerin oluşmasına zemin yaratılmış
olur. Uluslararası tekel demek, çeşitli ülkelerin en
büyük tekelleri arasında, pazarların ve hammadde kaynaklarının
paylaşılması, yeni sektörlerin oluşması, yeni yeni ülkelerin
sömürgeleştirilmesi ya da kapitlizmle eklemlenmesi,
metropollerde gerçekleştirilen kapitalist üretime yeni
pazar alanları yaratılması anlamına geliyordu. Bu durumda
bunalım, çöküntü ve toparlanmanın ardından kapitalist
gelişmelerin tekrar yükselmesi anlamına gelen bir atılım
izliyor, böylece sistem, geçirdiği ekonomik sarsıntılara
karşın siyasal ve toplumsal planda da yaşamına devam
ettirme, hatta geliştirme olanağı buluyordu.
D) GENEL BUNALIM OLGUSU
Emperyalizm süreciyle birlikte bunalım olgusunun karakteri
değişti. Artık bunalımı aşmanını bir yolu olarak yeni
pazarlara açılma ya da tekelleşme gibi olgular gündemde
değildi. Herşeyden önce metropol ülkelerin iç pazarları,
tekellerin gelişme dinamiğine, yaşayabilmek için gereksinme
duyduğu büyüyebilme isteğine karşılık verebilecek durumda
değildi.
İkincisi, piyasayı denetleyen tekeller, irili ufaklı
şirketleri dendine eklemlemiş ve küçük üretimi büyük
ölçüde öldürmüştü. Sanayinin ardından tarım sektöründe
de önemli oranda bir tekelleşme gündeme geldi. Dolayısıyla
bunalımı atlatabilecek bir olgu olarak, herhangi bir
sektörde güçlü olan şirketleri kendine eklemleyerek
onların pazar içindeki payına el atma olanağı daralmıştı.
Üçüncüsü ve daha önemlisi, emperyalizm, gelişebilmek
adına yeni-bakir pazarlarının ekonomik alanda paylaşımın
tamamlanmış olmasının ötesinde, bütün bu alanlar üzerinde
büyük emperyalist devletlerin çatışması da tamamlanmıştı.
Üç başlıkta özetlediğimiz bu tablo, yeni bir olguyu:
sürekli genel bunalım olgusunu açığa çıkarıyor.
Kapitalist üretim içinde yaratılan değerin bölüşülmesi,
temelde işçinin aldığı ücret ve sermayeye kalan artı-değer
arasında olur. Artı-değeri özetlerken dediğimiz gibi,
kapitalist sistemin diğer asalak katları da artı-değerden
pay alır. Bunu, devletin aldığı vergiler ya da sermayenin
üretken olmayan emeğe vermek zorunda olduğu payla örnekleyebiliriz.
Sonuçta yaratılan değeri, dolaylı ya da dolaysız olarak
ücretlinin tüketimini sağlayacak biçimde geri dönüşücek
parça ve sermayedarın elinde kalan, asıl karı oluşturan
meblağ olarak iki parça durumunda görürüz.
Üretim süreci bittikten sonraki aşama; ürünü pazarlama-satma
aşamasıdır. Bu aşamada çeşitli olasılıklar çıkar. Yüksek
ürtı değer oranı, sermayeye yüksek kar oranları ve hızlı
birikim sağlar. Ama bu yüksek kar oranı, emekçi sınıf
ve katlarının yoğun sömürüsüne dayandığından dolayı
tüketim piyasasının büyük çoğunluğunu oluşturan ücretlilerin
alım gücü düşer. Dolayısıyla tüketim pazarlanamaz. Kısacası
bunalım; kar oranının yüksekliği ve tüketim olanaklarının
üretilen gelire oranla azalmasıyla birlikte belirlenir.
Kapitalizmin bunalımını kısaca bu şekilde özetleyebiliriz.
Genel bunalım sürecindeyse olayın niteliği değişmiştir.
Pazar bulma ve sermayeyii değerlendirme olanaklarının
kısıtlanması ve sorunun bu yönüyle ağırlaşması, sanayi
işletmelerini sık sık düşük kapasiteyle çalışmılarını
getirmiş ve üretimin anarşik karakterinin buna eklenmesiyle,
süreğen işsizzlik kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla çevrimler
emperyalizm sürecinde sıklaşmış ve bunalım evreleri
daha uzun zaman dilimlerine yayılmıştır. Bunalımların
giderek derinleşen, çatışmayarın şiddetlenerek tarafları
daha fazla yıpratan niteliği nedehiyle, çevrimler depresyonlar
haline gelmiş, genel bunalımın belli aralıklarla yinelenen
kısmi çöküntü aşamaları oluşmuştur. Ki, bu her kısmi
çöküntü, genel niteliği de bütünüyle tahrip eden özzellikler
taşır.
Kapitalizmin varlığı, üretim anarşisi demektir. Değişik
sektörlerde değişik sermaye gruplarının birbirleriyle
çzatışmaları ve pazarda aslan payını alma yarışı, genel
olarak üretime, planlamadan yoksun ve anarşik bir karakter
kazandırır. Serbest rekabetçi dönemde daha sınırlı boyutlarda
yaşanan rekabet, buna karşın dönemin başat zözellliği
olma niteliği taşıyordu. Tekelci dönemde ise, rekabetin
daha büyük ölçekli hitelikler taşımasına karşın, özgür
yarışmacı niteliğin yerini, bu kez tekel olgusunun üzerinde
yükselen bir yarışma aldı. Buradaki rekabet; tekelleşmemiş
işletmelerle tekeller arasındaki rekabet, tekeli oluşturan
grupların iç rekabeti; aynı tüketim piyasasına yönelen
ama değişik sektörlere dayanan tekeller arasındaki rekabet
olmak üzere dört biçimde görülüyordu. Giderek uluslararası
platforma yansıyan rekabet, genel bunalım olgusuna eklenince,
bunalımı derinleştirmek gibi bir işlev yüklendi. Değişik
bir deyişle, uluslararası tekeller, (süper monopoller)
var olmak için sistemin niteliği gereği büyümek zorundaydılar
ve artık bunun tek yolu; yeni pazar bulabilmek amacıyla,
paylaşılması tamamlanmış pazarlara tekrarar yönelmekti...
Böylesi bir durum doğrudan doğruya bir başka uluslararası
tekelin pazarlarına el atmak anlamına gelmekteydi ki,
sonucu; kapitalist üretimin anarşik karakterinin uluslararası
plana taşınması oldu.
Bu noktada önemli bir olgu ön plana çıktı; tekelci devlet
kapitalizmi. Anlamı; dünya pazarlarının paylaşımı amacıyla
yapılan savaşların, uluslararası tekellerle sınırlı
kalmayıp develetler düzeyinde sürmesi idi. Lenin’in
1917’de “Tekelci kapitalizm gelişerek tekelci devlet
kapitalizmine dönüşmektedir” biçiminde ifade ettiği
olgu, tekellerin metropol devlet yapısıyla bütünleşmesi
ve devlet mekanizmasının tüm olanaklarıylı tekellerin
amaçlarına uygun hareket etmesi anlemına gelmekteydi.
Devlet tüm kurumlarıyla, yasama ve yürütme organlarıyla,
militarist güçleriyle tekelci burjuvazinin gelişebilmesinin
diğer ülke tekelcilerinin karşısında güçlenebilmesinin
birinci dereceden unsuru olarak, doğrudan doğruya paylaşım
savaşının içinde yer almaktaydı. Kuşkusuz serbest rekabetçi
dönemde de devlet mekanizması burjuvazinin çıkarları
doğrultusunda hareket ediyor, genel olarak burjuva sınıfının
karakterine uygun özellikler taşıyordu. Emkperyalizm
sürecinde devlet olgusu, finans kapital gruplarının
gelişmelerine koşut biçimde tekelci burjuvaziyle örtüşmeye
yöneldi. Serbest rekabetçi dönem devletleriyle iki açıdan
fark oluşmuştu: Birincisi, devlet genel olarak burjuvazinin
ya da büyük burjuvazinin değil, finans kapitalin devletiydi.
Brneğin tekellerin iç pazarı denetzleme, diğer işletmeleri
kendisine eklemleme çabasıyla ya da tekelleri böyle
bir dönüşümü başaramamış işletmelerle çatışmasında,
ya da diyelimki, finans kapital gruplarının mali sirmayeyele
bütünleşmemiş sanayi gruplarıyla, ya da ticaret burjuvazisiyle
çatışmasında, devlet, finens oligarşisinin yanındaydı.
İkincisi, bu gelişmelerin bir sonucu olarak serbest
rekabetçi dönem boyunca süren- Bismark Almanya’sı ve
Bonapart Fransa’sında anlamını bulan- devletin özerkliği,
sınırları daralarak göreceli bir özerkliğe dönüşmüştü.
Uluslararası tekeller arasında, dünya pazarlarının paylaşılması
yolunda anlaşmalar bilinçli ya da kendiliğinden bir
şekilde zaman zaman gündeme geliyordu. Söz gelimi; Lenin’in
örneklediği AEG ve General Elektrik arasındaki anlaşma.
Birinci büyük paylaşım savaşı öncesinde bu iki uluslararası
tekel dünyadaki tüm pazarları aralarında paylaşmışlardı.
Öyle ki, dünyada bu iki tekelden birine, doğrudan ya
da dolaylı bağlı bulunmayan tek bir elektrik şirketi
bile kalmamıştı. Ama bu durum, tekeller arası rekabet
olgusunu yadsıyan bir örnek ya da özellik durumuna gelmedi.
Yine savaş öncesinde, örneğin petrol sektöründe Shell
ve S. Oil arasındaki rekabet, ya da Alman ve İngiliz
sileh tekelleri arasındaki rekabet herhanği bir anlaşmaya,
ya da kurala dayanmadan amansızca sürüyordu.
Tekelci kapitalist karakterli devletin iç ve dış politikaları
tümüyle finens kapital gruplarının, uluslararası tekellerin
pazarda kendilerine yer bulma ya da bu yeri genişletme
amacına yönelmişti. Örneğin: 1838 tarihli Balta Limanı
Antlaşması, gerçekte İngiliz ticaret burjuvazisiyle
Osmanlı Devleti arasında yapılmış bir antlaşmaydı. Ya
da, İngiltere’nin Latin Amerika sömürgelerinin İspanya’ya
karşı bağımsızlık savaşlarına verdiği desteğin kökeninde
kendi sürecinde de belirginleşerek sürdü. Kendisine
pazar bulma zçabasındaki Almanya’nın Türkiye ile yakınlaşmasının
altında Alman Tekelci Burjuvazisine pazar açma çabası
yatıyordu. Nitekim Alman-Osmanlı yakınlaşmasını dönemin
koşulları içinde çok büyük bir proje olan Bağdat Demiryolu
Anlaşması izledi. Yine Amerika-İspanya savaşı, Amerikan
tekellerinin pazar talebinin doğrudan bir sonucuydu.
İngiliz petrol tekellerinin Ortadoğu petrol yataklarına
yönelik talebi, İngiltere’yi Arap bağımsızlık harekelerini
desteklemeye kadar götürecektir.
Bu tür örmekleri çoğaltmak olasıdır. Ancak, önemli olan
tekelci devlet kapitalizmi olgusunu bu yönüyle kavamaktır.
Böylelikle paylaşım savaşlarını ve genel bunalım olgusunu
daha somut biçimiyle görebiliriz.
Toparlayacak olursak: özellikle pazarların paylaşılmasının
tamamlanmasıyla birlikte, üretimin yoğunlaşması ve tekelleşme
olgularına koşut olarak, emperyalizm döneminde sistemin
yapısındaki bunalım, geçici olmaktan çıkarak sürekli
ve genel bir nitelik kazanmıştır. Bu yolda emperyalist-kapitalist
sistemin, genel ve süreklililk arzedecek çözümler sunabilme
şansı da yoktu. Çünkü sorun sistemin varlığıyla ilgiliydi
ve bu reçeteler doğal olarak tam tersine onu korumayı,
devam ettirmeyi amazçlayan programları içermekteydi.
Ancak dar etki alanlarında bir süre içzin gezçerli olabilirdi.
Ve tekellerin rekabeti, söz konusu tekellerin dayandığı
tekelci kapitalist devletler arası bir rekabete dönüştüğünden,
paylaşım savaşları kaçınılmaz oldu...
Genel bunalım olgusu, empeyalizm kuramının olgunlaşmasıyla
birlikte gündeme gelmiş olmasına karşın,bu olgunun belli
dönemlerde ayrılması ilk kez 1960 Kasım’da Moskova’da
yapılan İşçi ve Komünist Partileri Konferansı’nda gündeme
gelmiştir. Komünform’un dağıtılmasından sonda oluşturulan
bu yeni organizasyon, pek çok konuya olduğu gibi, genel
bunalım olgusuna da bazı yanlışlıkları taşıyarak yaklaşıyordu.
“Esas içeriği kapitalizmden Büyük Ekim Devrimiyle başlayan
sosyalizme geçiş olan çağımız, iki sistem arasındaki
karşıtlıkların savaşımının, sosyalist devrimlerin ve
ulusal kurtuluş deverimlerinin, emperyalizmin çöküşünün,
sömürge sisteminin tasfiyesinin çağı, yani halkların
sosyalizm yoluna girdiği çağ, sosyalizm ve komünizmin
dünya çapında zaferi çağıdır” diyen Kruşçev, ardından
bunalım dönemlerini kendisine göre tasnif ediyor ve
yaşanılan dönemi genel bunalımın 3. aşaması olarak niteliyordu.
Bu aşamalandırma, yaşanılan süreci genel bunalımın 3.
aşaması olarak niteleyen yönüyle doğruydu. Ama diğer
açılardan, bunalım olgusunun aşamalarının saptanması
ve daha önemlisi 3. Bunalım Döneminin içeriği ve yol
açtığı sorunlar açısından ciddi yanlışları içeriyordu.
Kruşçev, doğru bir niteleme olan 3. Bunalım Dönemi olgusunun
içini boşaltıp, onun volantirizmi öne çzıkaran özünü
atlayarak, barış içinde birarada yaşamayı, emperyalizme
ödüne dönüştürürken kapitalist olmayan yoldan geçiş,
ilerleme, vb. revizyonist-reformist önermelere dayanak
olarak bu tezi kullanmayolunu tuttu.
SBKP programında genel bunalım olgusu şöyle tanımlanmaktaydı:
Gittikçe daha çok ülkenin kapitalizmden kopması, sosyalizmle
ekonomik rekabette emperyalist pozisyonların zayıflaması,
emperyalist sömürgeci sistemin yıkılması, tekelci devlet
kapitalizminin gelişmesi ve militarizmin artmasıyla
birlikte emperyalist çelişkilerin şiddetlenmesi, üretim
araçlarının tam olarak kullanılması konusunda kapitalizmin
gittikçe artan yeteneksizliğiyle kendini gösteren kapitalist
ekonominin iç dengesizliğinin ve çürüyüşünün şiddetlenmesi
(üretim artışının düşük oranları, periyodik bunalımlar,
üretim araçlarının sürekli olarak kapasitelerinin dışında
işleyişi ve kronik istihdamsızlık); emek sermaye arasındaki
mücadelenin şiddetlenmesi, kapitalist ekonomi içindeki
çelişkilerin yoğunlaşması, bütün alanlarda siyasi reaksiyonun
görülmemiş derecede artması, burjuva özgürlüklerin reddi
bir takım ülkelerde faşist ve despotik rejimlerin kurulması;
ve burjuva siyaset ve ideolojisinin derin bunalımları;
bütün bunlar kapitalizmin genel bunalımının belirtileridir.”
(12)
Bu tanımlama genel çizgileri açısından doğrudur. Ancak,
sonuçlar açısından kavramı açmak gerekir. Kruşçev revizyonizminin
genel bunalım olgusunu aşamalandırması, çıkarılan sonuçlar
açısından özellikle önem kazanmıştır. Buna göre, kapitalizmin
genel bunalımı, çeşitli aşamalardan geçmiştir. İlk aşama,
emperyalistler arası Birinci Büyük Paylaşım Savaşında,
özellikle Rusya’da 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin bir sonucu
olarak başlamıştır. İkinci aşama, 2. Büyük Savaşta,
özellikle Avrupa ve Asya’nın birçok ülkesinde halk demokrasilerinin
kurulmasının bir sonucu olarak başlamıştır. Bu periyodun
belirleyici özelliği sosyalizmin tek bir ülkenin sınırlarını
aşması ve dünya sosyalist sisteminin oluşmasıdır. Kapitalizmin
genel bunalımının üçüncü aşaması 1950’lerin ikinci yarısında
başlamıştır. Bu aşamanın spesifik özemmikleri, arasındaki
rekabet ve mücadele koşulları içinde emperyalizmin dünya
sömürge sisteminin çöüşü ve dünya güçlerinin ilişkilerinin
sosyalizmden yana artan dönüşümüdür.
Görüldüğü gibi, aşamalandırma daha çok iki sistemin
çatışması temelinde alınmıştır. Bu yanlış değildir,
gerçekten Ekim Devrimi’den sonra emperyalist-kapitalist
sistemle, giderek artan sosyalist ülkelerin sistemi
arasındaki ilişki ve çelişkiler önemli olgular halinde
belirmiştir. Ama kapitalizmin genel bunalımını Ekim
Devrimiyle başlatmak; işte bu yanlıştır. Çünkü Ekim
Devrimi genel bunalımı başlatmamış, derinleştirmiştir.
Genel bunalım, serbest rekabetçiliğin bitmesiyle birlikte
başlamış ve çelişki ve ilişkilerin niteliğine, çatışmaların
boyutlarına uygun olarak üç aşamadan geçmiştir. Bu noktada,
içinde bulunduğumuz süreç, genel bunalımın üçüncü aşaması
olarak saptandığına göre, aradaki ayrımın önemli olmadığı
düşünülebilir. Bize göre ayrımın saptanması, özellikle
çıkarılacak sonuçlar açısından önem kazanmaktadır.
SBKP’nin 1960’da attığı ve bugün artık güncel biçimde
savunulmayan anlayışı, emperyalizmi tümden zayıflamış
kabul etmektedir. Örneğin “sömürgeci sistem yıkılmıştı”...
Ekim Devrimi ve onu izleyen devrimler... Bu fenomenler
genel bunalımı karakterize etmekte, temelden doruğa
kapitalist dünyanını dekadans halini, çürüyen ve kokuşan
niteliğini açığa çıkarmaktadır. Dünya kapitalizminin
ekonomisinin, toplumsal yapılanışının, politikasının,
ideolojisinin, kültürünün bu noktasında; genel bunalım,
sosyalist devrimin tarihsel evriminin bir buyruğu anlamına
gelir. Ancak bu duruma gerçeklik kazandıracak güçler
yeterince olgunlaşmamıştır. İşçi sınıfı hareketi bölünmelerle
yüz yüze kalmış, metropollerde ihtilalci özünü yitirmiştir.
Diğer bağımlı ülkelerdeyse emperyalizmden kurtulmanın
iki yolu vardır. Kapitalizzmin belli ölçülerde geliştiği
ülkelerde toplumsal bağlamda ileri - demokratik bir
düzenin durması yolunda savaşım, kapitalizmin gelişmediği
ülkelerde ise kapitalist olmayan yoldan geçiş...”
SBKP’nin kısaca bu biçimde özetleyeceğimiz yaklaşımı,
yıllarca ekonomizmin desteklenmesini getirdi. Bir yandan
emperyalizm kokuşmuştur diyen mantık, öte yandan bu
kokuşmuş emperyalizmle yan yana, ona çeşitli tavizler
vererek ve onun ölümünü, bir yönüyle en azından perspektif
anlamında tarihsel evrime bırakarak yaşantısını sürdürdü.
Olay doğrudun, emperyalizmin genel bunalımını kendi
varlığıyla bağlantılı görmek ve varlığını emperyalizmi
öldürecek olma durumuna sokmakla bağlantılıydı. Evet,
bu yönüyle yanlış değildi, ama salt bir anlam taşımaması
nedeniyle eksikliğin aykırılığını taşıyordu.
Çünkü kapitalizmin zaten tıkanması ve yozlaşmasıyla,
üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ya da
üretimin toplumsal niteliğiyle üretim araçlarının kapitalist
özel mülkiyeti arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak
sosyalizm doğmuş, kapitalizmin üstünde, ondan daha ileri
bir toplumsal yapılanmaya geçiş süreci olarak kendi
sürecine yerleşmişti. Kısacası sosyalizm, kapitalizmin
genel bunalımının başlatan olgu değil, bu genel bunalımın
hızlandırıcısı, sonuç olarak çatışmanın ileri bir itimiydi
ve varlığıyla bunalımı derinleştiren bir nitelik kazandı.
Bunalımın derinliğinin istenen sonuçlarla buluşması
ve dönüşmesi ise, SBKP’nin yaklaşımının tersine deteminizme
bel bağlamakla değil, volantirizmi ağırlıklı biçimde
öne çıkarmakla olasıdır. Bunalım, sürekli varlığıyla,
sosyalist dönüşümün zemin olgusu olarak ele alınmalıdır.
3. Bunalım Dönemi, volantirizmin çok daha fazla öne
çıktığı dönemdir. Mahir Çayan da konuyu saptarken, aşamalardan
öte, özellikle bu yönün üzerinde durmuştur.
SBKP’nin bugün artık güncel biçimde savunmayı bıraktığı
anlayışta, aşamalandırmanın sınırları berrak biçimde
çizilmemiştir. Örneğin, Birinci Dönem, Ekim Devrimi
ile başlar ama nedenleri, sonuçları ve kullanılan ölçüler
açık değildir. İkinci Dönem, 2. Dünya Savaşı sonrasında
başlar, 1950’lerin sonralarında biter. Ancak bu durum
ekonomik, toplumsal bağlamda ne gibi sonuçlar doğurmuştur?
1950’lerin sonunda na olmuştur? Emperyalist kapitalist
dönemde neler değişmiştir, açık değildir. Bu ilk iki
bunalım dönemine egemen ilişkilerin niteliği ve 3. Bunalım
Döneminin ayrı yönleri, bazı saptamalara rağmen bulanıktır.
Örneğin devrimci mücadele olgularındaki değişmeler nelerdir?
SBKP’ye göre: Objektif sonuçları açısından SBKP’nin
müttefiği partilerin, çeşitli ülkelerin sınıflar mücadelesindeki
yerini düşünerek konuşmak gerekirse, silahlı mücadele
artık anlamsızdır ya da önemi yoktur.
Buradaki mantık, genel bunalım olgusunu bir yerde serbest
rekabetçiliğin çevrimleriyle yaklaşık boyutlar içinde
ele almaktadır. Ek olarak; çevrimlerin ekonomik karakterine
toplumsal ve ideolojik olaylar katılmaktadır. Bu şekilde
bazı sorular yanıtsız kalır. Örneğin, 1929-32 Dünya
Ekonomik Bunalımı nedir? SBKP çıkışlı yayınlarda bu
olay kriz olarak nitelenir ve çevrimler kapsamında ele
alınır. Çünkü söz konusu dönemin genel bunalım açısından
yeri açık değildir. Yine 1969 krizi ya da 1974 krizi
genellikle benzer biçimde açıklanır.
Değindiğimiz gibi zaman zaman türevleri tarafından kullanılsa
da ortaya attığı aşamalandırma SBKP tarafından bir süre
sondabırakılmış ve uzun boylu açılmamıştır. Bugün SSCB’nin
yaşadığı dönüşüm düşünülürse durum daha iyi anlaşılır.
Ancak SBKP’nin sorunu koyuşu, sürecin devrimci önderlerini
etkilemesi açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu
açılım, 3. Bunalım Döneminin pekçok önderinin kendi
ülkelerinden yola çıkarak volantirizmi ön plana koyan
Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi, Suni Denge, Emperyalist
Üretim Biçimi gibi çıkarımlar yapmalarına etken olmuştur.
Durumun ilk ve en önemli örneklerinden biri de Mahir
Çayan ve THKP’dir.
Mahir, 3. Bunalım Dönemini ele alırken, diğer iki dönemin
sınırlarını çizmemiş, daha çok bu dönemin üzerinde durmuş
ve Kruşçev’in tam tersi sonuçlar çıkarmıştır. Tümüyle
doğru ve önemli olan bu çıkarımlarını ve 1.-2. dönemlere
egemen olan çelişki ve ilişkilere genel çizgileriyle
bakmak gerekir.
Genel bunalım olgusu, tekelleşme olgusuyla birlikte
düşünülmelidir. Tekellerin oluşumu, serbest rekabete
son vermiş, rekabetin tekel olgusunun üzerinde yaşamasıyla
birlikte, pazarların ekonomik ve siyisi anlamda paylaşılması
tamamlandığından, çevirimler sürekli bir karakter kazanmıştır.
Bu, olaya ekonomişt bir mantıkla yaklaşmanın tamamen
dışındadır. Çünkü, genel bunalım; kapitalist sistemin
büyüme temposunun istikrarsızlığı, girişimlerdeki sürekli
eksik istihdan, kapitalist dünyayı sarsar. Ve genel
bunalımın derinleştiği aşamaların anlatısı olan depresyonlar
gibi ekonomik sonuçlarının yanısıra döneme özgü çelişkilerin
derinleşmesi, kapitalizmin dekadans, kültürel ve ideolojik
planda kötümserlik ve gelecekten yana umutların yitirilmesi,
gidirik geçmişin ilerici niteliğinin yerini gericiliğe,
tutuculuğa bırakmesı, toplumun, empoze edilen politikalarla
yozlaşmaya itilmesi gibi sonuçlarda doğurur.
Genel bunalımın başlangıcını 1890’lara kadar dayandırabiliriz.
1873’de patlak veren büyük bunalımın ardından sistemin
kendini toparlayamaması, tekelleşme sürecinin de önemli
oranda tamamlanmasıyla, genel bunalıma dönüştü. 1896
depresyonunden sonda göreceli bir dinginliğe kavuşan
sistem, tüm olanaklarıyla bir paylaşım savaşına yönelmişti.
Bu sürecin sonu 1. Dünya Savaşı oldu. Savaş, bunalımı
çözücü bir olgu olmaktan çok, bunalımın değişik boyutlara
ulaşması anlamına geliyordu.Genel Bunalımın 1. Aşamasının
en önemli sonucu, çağı sarsan ve emperyalizmin bunalımını
daha da derinleştiren bir olgu olarakEkim Devrimi’nin,
bu dönemin çelişme ve ilişkilerinin üzerinde yükselmesidir.
İkinci aşama, savaşının ardından yeniden paylaşım mücadelesinin
sürmesine koşut olarak, savaşın bitiminden bir süre
sonda başladı. Bu kez, sosyalizmin varlığı bunalımı
daha da derinleştiriyordu. 1929-32 yıllarında sistem
büyük bir depresyon yaşadı. Bu, genel bunalımın derinleşmesi
anlamına gelmekteydi. Bunalımın boyutları çözümü de
ağırlaştıracak çözüm yollarını hantallaştıracaktı. Tekelci
devlet kapitalizmi, çözücü bir olgu olarak önem kazandı.
Faşizm ve New-Deal bu olgunun değişik uygulanımına iki
örnekti. 2. Dünya Savaşı, bunalımın çözümünde geçici
bir olgu olurken, 1. Savaştan değişik pek çok özelliği
de taşıması, savaşın sonuçlarını emperyalizm açısından
oldukça ağırlaştırdı.
Üçüncü aşama, Çin devrimiyle başlar ve halen sürmektedir.
Yine bu esnadaki Vietnam gelişmeleri en ciddi etmenlerden
biridir. Savaşın ardından emperyalist-kapitalist sistemin,
sistem içi bir düzenleme amacını taşıyan Bretton Woods
Konferansı’yla yeni ilişkiler biçimlendirdiği görülmektedir.
Ancak, savaşın sonlarında ve savaşı izleyen ilk yıllarda
pekçok ülkenin sosyalist sisteme yönelmesi, sosyalist
bir blokun oluşması, genel bunalımın 3. aşamasını başlattı.
Çin Devrimi, bir dönemin bittiğinin simgesi oldu.
Artık sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin, sistemin
tıkanıklığını aşmada sağlıklı bir yol olmadığı, gereken
çözümleri sunmadığı yeterince açığa çıkmıştı. Sosyalist
blok olgusuna eklenen nükleer silahlanma ve ulusal kurtuluş
hareketleri emperyalizmi bir entegrasyona iterken, emperyalist
sömürü yöntemi olarak yeni-sömürgecilik esas olmaya
başladı.
E) BİRİNCİ BUNALIM DÖNEMİ ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ
Yer yer değindiğimiz kapitalizmin temel çelişmesi, üretimin
toplumsal niteliği ile üretim araçlarının kapitalist
özel mülkiyeti arasındaki çelişme; değişik bir anlatımla,
emek ile sermaye arasındaki çelişmedir. Bu durumun pratik
anlamı, serbest rekabetçi dönem koşullarında, burjuvazi
ile proletarya arasındaki çatışma biçiminde oluyordu.
Emperyalizm sürecinde ise, yaşanan dönüşüme bağlı olarak
çelişmelerin toplumsal pratikte kazandığı anlam daha
değişik özellikter göstermeye başladı. 20. yy’a gelindiğinde,
dünyadaki olaylara yön veren iki baş çatışma, temel
çelişmenin pratikte kazandığı iki anlam yeterince belirginleşmişti.
Emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma, burjuvazi
ile proletarya arasındaki çatışmanın geniş ölçekli durumuydu.
Emperyalizm süreciyle birlikte, kapitalizmtüm dünyayı
sarmalayan bir sistem haline gelmiş, burjuvazinin tekelleşmesi
ve giderek yoğun biçimde dünya pazarlarına uzanması,
çatışmayı ulusal sınırlarından çıkararak uluslararası
bir karaktere ulaştırmıştı. 1. ve 2. Bunalım Dönemleri
emperyalizmin dünya halklarını yağmalaması ve dünya
halklarının buna direnişinin örnekleriyle doludur.
Emperyalistler arası çatışma ise sorunun bir diğer yanını
oluşturur. 20. yy’a emperyalist devletler, topyekün
bir savaşın hazırlıklarıyla girdiler. İngiltere ve Fransa
gibi emperyalist güçler, dünya pazarlarının önemli bir
bölümünü denetimleri altında tutmaktadırlar. Buna karşılık,
emperyalist dönüşümü sonradan kotaran Almanya, Japonya,
ABD gibi ülkeler, kendilerini denetlem ve tekellerin
talebine uygun olarak yeni pazarlar bulmak çabasındaydılar.
Alman, Amerikan ve Japon tekelleri, gelişme tempolarının
gereksinme duyduğu pazarlara sahip değillerdi ve bu
pazarları İngiltere, Fransa, Rusya gibi ülkelerin elinden
almak ancak yeniden bir paylaşımla olası idi. Bunun
da tek karşılığı vardı: Topyekün savaş...
Burada önemli olan nokta, savaşı engelleyecek olan güçlerin
etkisizzliğidir. 3. Bunalım Döneminde son derece cılızdı.
Emparyalistler arası çelişmenin dışında dönemin diğer
önemli çelişmesi olan emperyalizmle dünya halkları arasındaki
çelişme, bu tür bir engelliyici etkiye sahip değildi.
Değişik bir anlatımla, savaş durumunda emperyalizmin
varlığını tehdit edecek olgunluğa ulaşma durumu söz
konusu değildi. Dolayısıyla 1. Bunalım Döneminde emperyalizmin
başlıca kaygısı yeniden paylaşım oldu.
Emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü, sömürge
ve yarı-sömürgelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarının
yağmalanması, ucuz emeğin sömürülmesi; emperyalizme,
metropolün işçi sınıfına bu kaynaktan belli bir pay
vererek onun tavrını dumura uğratabilmesi avantajını
sağlamıştı. Sömürgeci emperyalist ülkelerin yeniden
paylaşım talebine karşın, emperyalist ülkeler genelde
bir gelişme içindeydiler. Ancak bu, sorunun yüzeysel
yanını oluşturmaktaydı. 1873’de patlak veren depresyonun
bir çevrimin boyutlarını aşması ve etkilerinin bir türlü
bitmemesi, 1890’larda daha da ağırlaşarak kendini göstermesi,
genel bunalım olgusunu yeterince açığa çıkarmaktadır.
I. Dünya Savaşı başlamadan önce, dünya toplam sanayi
üretiminin %35.8’ni tek başına ABD, %15.7’sini Almanya,
%14.4’ünü İngiltere, %4’ünü Fransa ve %5.5’ini de Rusya
elinde bulundurmaktaydı. Bu veriler, ABD’nin dünya toplam
sanayi ürünlerinin 1/3’ünden fazlasını ürettiğini öteki
ülkelerin de (Almanya başta olmak üzere) kendisini izlemekte
olduğunu ancak, bir bütün olarak Avrupa’nın dünya sanayi
üretiminin %43’ünü karşıladığını göstermekteydi.
1917’e gelindiğinde toplam sanayi ticaretinin %59 Avrupa
(İngiltere %15, Almanya % 13, Fransa % 8, diğerleri
%23 ), %11’i ABD tarafından gerçekleştirilmişti. (13)
Görüldüğü gibi, ABD sanayi üretiminin büyük bir bölümünü
gerçekleştirmesine karşın, uluslararası ticaret içinde
payı azdı. Çünkü, ABD’nin sanayi üretimi daha çok kendi
iç pazarına yönelikti. Bir Almanya ya da İngiltere ise
iç pazarları sanayi üretimine doymuş ülkeler olarak
daha çok dünya pazarlarına yönelik üretim yapmakta idiler.
Sanayi üretiminin gereksindiği hammadde ve besin maddelerinin
bir kısmı sömürge ve yarı-sömürgelerden karşılanıyordu.
Bu oran Almanya için % 58, Fransa için % 60, İngiltere
için % 81 idi.Üç ülke sermaye ihracı açısından da ABD’nin
önünde gözükmekteydi. Dünyada,220 milyar frank tutan
toplam sermaye ihracının 3/4 tamamen üç ülkeye aitti.
Kalan 1/4 ise ABD, Japonya, İtalya, vb. arasında paylaşılmıştı.
İngiltere’nin yatırımları, Avrupa’nın yanısıra daha
çok Latin Amerika’da yoğunlaşırken, Alman yatırımları,
Balkanlar, Ortadoğu ve Rusya’da yoğunlaşıyordu. Fransız
sermaye ihracı ise Avrupa’nın diğer ülkeleri ile özellikle
Rusya’ya yöneliyordu. (14) Sonuç olarak Almanya, Fransa
ve İngiltere’de uç noktalarını bulan yoğun rekabet,
bir yeniden paylaşım mücadelesi sürüyordu.
Yeniden paylaşım savaşları, değişik zçaplar içinde I.
Dünya Savaşından önce de sürüyordu. İngilizz ve Fransız
bankalarının sermaye ihraçlarıyla 1870’lerden başlayarak
emperyalizmin denetimine giren Mısır’da bu duruma karşı
gündeme gelen köylü hareketini bahane eden İngiltere,
1882’de işgal ederek sömürgesi durumuna getirmişti.
1881’de Sudan’da patlak veren ve emperyalizme karşı
ilk önemli halk hareketi niteliğini taşıyan köylü hareketi,
İngiliz emperyalizminin ulusal topraklardan atılmasıyla
sonuçlanıyor, ancak 1896-98 savaşı sonucunda İngiliz
sömürgeciliği korkunç katliamlar eşliğinde Sudan’ı işgal
ediyordu.
1880’de İtalya ve Avusturya-Macaristan’da “Üçlü ittifak”
denilen bir cephe oluşturarak güçlenen Almanya, sömürge
elde etme savaşına giriyor ve Afrika’da henüz el atılmamış
toprakları dönemin en kıyıcı operasyonlarıyla ele geçiriyordu.
1884’de Güneybatı Afrika, Togo, Kamerun, 1885’de Afrika’nın
doğu kesimi, Zangibar, Alman emperyalizmi tarafından
sömürgeleştiriliyordu.
1898’de İspanya-ABD savaşıyla ABD sömürge elde etme
savaşlarına katılıyordu. Yükselen emperyalist güç ABD’nin,
bir talanı, kapitalizm öncesi sürecin yağma ve talan
anlamına gelen sömürgeciliğin önemli adı İspanya’dan;
Filipinler, Porto-Rico, Guam, Küba, Havai ve Samoa Adalarını
almalarıyla sonuçlanacaktı. Bu savaş, kapitalizmin eşit
olmayan sıçramalarla gelişme karakterinin bir sonucu
olarak dünyanın yeniden paylaşımı yolundaki savaşların
ilk büyük ve somut örneğiydi. 1899’da bu kez İngiltere,
yeraltı kaynaklarının zenginliğiyle dikkatleri çeken
ve Hollanda kökenli Boerlerin denetimlerindeki Orange
ve Transyaal Cumhuriyetlerine saldırdı. Saldırı, Boerlerin
çetin direnişiyle karşılaştı. Ancak yerli halkın desteğini
almayan ırkçı Boerlerin direnişi, üç yıl sonra 1902’de
İngiltere’nin emperyalist barış planına teslim olunca,
birleşerek Güney Afrika Cumhuriyeti adını alan iki ülke,
İngiliz sömürgesi durumuna düştü.
Dönemin dikkat çekici bir diğer olgusuda ABD’nin Latin
Amerika’da giderek güçlenmesiydi. 1902’de Panama Kanalı
ihalesini Fransa’dan satın alan ABD, Kolombiya Kongresinin
Kanalı 99 yıllığına ABD’ye kiralayan anlaşmayı reddetmesi
üzerine çıkardığı provakasyonla, kanal bölgesinde kendi
himayesinde Panama adlı kanal devletini kurdu. ve bölgeye
kendine kiraladı. Öte yandan Latin Amerika’daki İngiliz
sermayesine yönelen ABD, İngiltere’nin Almanya ile giderek
derinleşen çelişkilerini İngiltere’ye karşı bir koz
olarak kullanacaktı. Ve Latin Amerika’dan İspanyol sömürgeciliğinin
kovulmasından sonra etken duruma gelen İngiliz sermayesinin
önce etkisini kırmaya, sonra da yerini almaya yönelecekti.
Emperyalistler, aralarındaki tüm çatışmalara karşın,
kendilerinin varlıklarına ya da çıkarlarına yönelen
hareketler karşısında bir araya gelmekten geri kalmıyorlardı.
Bunun ilk önemli örmeği, Çin’de başgösteren Bokserler
Ayaklanması’nda yaşandı. Çin’de anti-emperyalist ihtilalci
bir geleneğin oluşmasında önemli bir rolü olan bu ayaklanma,
1899’da emperyalistlerin Çin’i sömürgeleştirme çabalarına
tepki olarak gündeme gelmişti. Bir Alman Generalinin
komutasında büyük bir uluslararası ordu kuran emperyalistler,
1901’de ayaklanmayı bastırdılar. Sonuçta İngiltere,
Almanya, Fransa ve japonya, Çin’in önemli bölgelerini
doğrudan işgal ederek, kalan bölgelerini de denetimlerine
alarak, ülkeyi yarı-sömürgeleştirdiler.
Almanya’nın Ortadoğu ve Balkanlar’daki yayılmacılığı
da aynı perspektiflerin diğer bir ayağını oluşturuyordu.
1893 ve 1903 yıllarında Türkiye ile iki anlaşma imzalayan
Almanya’ya karşılık İngiltere’de 1899’da Kuveyt’i himayesine
alarak, Arabistan ve Mezapotamya’yı kontrol altına almaya
çalışıyordu. Almanya’nın Bağdat-Berlin Demiryolu Hattı’nı
inşaya başlaması, iki emperyalist güç arasındaki çatışmayı
yoğunlaştıran nedenlerden biri oldu.
1.Dünya Savaşı öncesinin en önemli paylaşım savaşlarından
biri de 1904-1905 Rus-Japon Savaşıdır. Dünya topraklarının
paylaşılmasında çok az pay elde eden Japonya’nın Uzakdoğu’daki
yayılmacı amaçları, 1904 yılında Rusya’ya saldırmalarını
getirdi. Rusya’da başgösteren 1905 Devrimi, iktidarı
sarsılan Çarlığı zaten zor durumda oldukları savaştan
geri çekilmeye, teslim olmaya zorladı. Sonuçta Japonya
Uzakdoğu’da önemli imtiyazlar elde etti.
1905 Devrimi, Çarlık Rusya’sı otokrasisini yıkmaya yetmedi
ama, gerek Rusya özgülünde, gerekse dünya çapında önemli
yankılar uyandırdı, etkileri oldu. İran Devrimi (1906-11),
Jön Türk Hareketi (1908), Çin’de Sinhal Devrimi (1911-13),
Kore’de Hindistan’da, Endonezya’da ulusal nitelikli
hareketler; 1905 Devriminden güç almış, yankılarından
etkilenmiş hareketlerdi.
Almanya’nın Avusturya-Macaristan ve İtalya ile oluşturduğu
ittifak karşısında, İngiltere ve Fransa da 1904 yılında
Afrika’da Ortadoğu’da çıkar ortaklığı ve üçlü ittifaka
karşı güç arama temellerine dayanan antant adlı bir
uzlaşmaya yöneldiler. İngiltere ile, Balkanların ve
Güneyasya’nın paylaşılmasında öteden beri çekişen Rusya’nın;
Japonya ile savaşta yenilmesinin ardından, Avusturya-Macaristan
ve Almanya ile olan çelişkilerinin, zararına sonuçlar
doğuracağı kaygısıyla, söz konusu bölgelerde İngiliz
yayılmacılığını kabullenmesinin ardından, Rusya’da Antant’a
katıldı.
Böylece iki belirgin kampa bölünenz emperyalist güçler,
tüm enerjilerini, ufuktaki savaşın hazırlıklarına yönelttiler.
Zaten emperyalistz dönüşümle birlikte, savaş sanayisi
önemli ölçüde gelişmiş, özellikle 20. yy ile birlikte,
emperyalist sermaye içinde aslan payı durumuna gelmişti.
Savaşın şafağında Avusturya-Macaristan ile sorunlarını
çözümleyemeyen İtalya, ittifaktan ayrıldı, Antant’a
katıldı. Her emperyalist ülke savaşa kendine göre hesaplar
ve bezklentilerle giriyordu. Savaş; Almanya açısından,
Kıta Avrupa’sının fiili işgali ve dünyanın dört bir
yanında sömürge imparatorluğu kurmak; İngiltere açısından,
Almanya’nın durdurulması ve sömürge imparatorluğuna
Ortadoğu’nun da eklenmesi; Fransa açısından Almanya’nın
stratejik bazı bölgelerinin ve Afrika’daki Alman sömürgelerinin
işgali; Rusya açısından, Balkanların ve Marmara Boğazlarının
işgali; İtalya açısından, Adriyatik Kıyılarının işgali
ve Afrika’da sömürgeler elde edebilmek amaçlarını taşıyordu.
Savaşa, ileri aşamalarında ABD, Japonya, Türkiye ve
daha başka ülkelerde zkatılınca, olay tam bir zdünya
savaşına dönüştü. Resmi verilere göre bu savaşta 9 milyon
700 bin insan öldü. Bu, 19. yy boyunca yapılan savaşlardaki
toplam ölü sayısının çok üstünde bir rakamdı. Ayrıca
21 milyon insan sakat kalırken, milyonlarca insan salgın
hastalık ve açlıktan dolayı yaşamını yitirdi. Savaştan
en kazançlı çıkan ülke, savaşın kendi topraklarından
uzak geçtiği ABD ve Japonya oldu. Örneğin, ABD’nin en
önemli tröstünün yalnızca 1916 yılındaki kazançları,
savaş öncesi kazançlarının üç katı olan 965 milyon dolardı.
Savaşın en önemli sonucu ise Rusya’da sosyalist devrimin
gerçekleşmesi ve dünyanın 1/6’sının emperyalist-kapitalist
sistemin dışına çıkması oldu. Ekim Devrimi, bir dönemin
kapanması, yeni bir tarihsel sürecin başlaması yolunda
ilk adım oluyordu. 1898 yılında kurulan RSDİP’in 1903’de
Brüksel’de gerçekleşen 2. Kongresi’nde başgösteren bölünmenin
Bolşevik (çoğunluk) kanadı öncülüğünde gerçekleşen Ekim
Devrimi, tüm bir çağı sarsan sonuçlar doğurdu. Dünya
halklarının emperyalizme karşı savaşlarında güç kaynaklarından
biri oldu. Ekim Devrimi’ni izleyen uzun iç savaş, emperyalizmin
topyekün saldırısına karşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlandı.
Emperyalistlerce, kapitalizme dönüş biçiminde nitelenerek
sosyalizzmin çıkmazına kanıt gösterilen NEP (Yeni Ekonomik
Politika) ise, zemine olumlu faktörler sunarak onları
yanıtlıyordu.
Ekim Devrimi, kapitalizmin genel bunalımının 1. Aşamasının
sona ermesi anlamına geliyordu. İzleyen süreçte dünya
savaşının sona ermesi, buna karşılık bu durumun yeniden
paylaşım çatışmasının çözümünde ancak geçici bir olgu
olmaktan öteye gidememesinin yanısıra, Rusya’da iç savaşın
sosyalistlerce kazanılması, böylece sosyalist devrimin
perçinleşmesi ile emperyalizmin bunalımının 2. aşaması
başlıyordu....
F) İKİNCİ BUNALIM DÖNEMİ-ÇELİŞKİ VE İLİŞKİLERİ
Emperyalizmin 2. Bunalım Dönemi, Rusya’da Ekim Devrimi’ni
izleyen iç savaşın sosyalizmin zaferiyle sonuçlanmasıyla
başladı. Böylece artık kapitalizm, dünyanın başlıca
sistemi olmaktan çıkmış, emperyalizmin tüm çabaları
dünyanın ilk sosyalist devletinin oluşmasını, dünyanın
1/6’sının emperyalizmin denetiminden çıkmasını engelleyememiş,
savaşlar, ekonomik ablukalar, provakasyonlar sosyalizmin
yükselişini durduramamıştı. Genel bunalım olgusu, artık
kapitalizmden sosyalizme geçiş anlamına geliyordu.
Lenin 1. Paylaşım Savaşı’nın karakterini daha 1912 yılında
açıkça ortaya koyluştu; “Bu dönemin karakteristik özelliği
, yeryüzünün paylaşılmasının sona ermesidir”, “Sona
ermesi” sözcükleriyle, yeniden paylaşımın olanaksız
olduğu kastedilmemektedir. (Tak tersine, yeniden paylaşımlar
olanak dahilindedir ve kaçınılmazdır.) Kastedilen, kapitalist
ülkelerin sömürgeci politikalarının gezegenimizin işgal
edilmemiş topraklarını ele geçirmeyi tamamlamış olmasıdır.
Dünya öyle bölünmüştür ki, gelecekte ancak yeni bölünmeler,
yani bir sahipten diğerine aktarımlar mümkündür. ‘Sahibi’
olmayan bir bölgenin, bir ‘sahip’ tarafından ele geçirilmesi
değil...
Emperyalist-kapitalist sistem açısından; 1. Dünya Savaşının
yol açtığı sonuçlar nelerdir? Birincisi, Almanya’nın
gücü geçici olarak ezilmişti ve sömürgeleri, savaşı
kazanan ülkeler (ağırlıkla İngiltere ve Fransa) tarafından
devralınmıştı. İkincisi, Avusturya-Macaristan emperyalist
alandan silinip atılmıştı. Üçüncüsü, ABD ekonomik açıdan
dünyanın en güçlü ülkesi olarak ortaya çıkmıştı. Dördüncüsü,
kazanan kampta yer almalarına karşın, İtalya ve Japonya
emperyalist isteklerine yanıt bulamamışlardı.
Gerek savaşın sonuçlarının emperyalist ülkelere getirdiklerini
ve götürdüklerini, gerekse sömürgeciliğin savaş öncesi
ve sonrası boyutlarını daha iyi kavrayabilmek açısından,
bir de emperyalistlerin fiili olarak elde tuttukları
topraklara bakalım: (ilk hanede, söz konusu ülkelerin
savaş öncesi elde tuttukları topraklar, ikinci hanede
savaş sonrasında elde tuttukları topraklar, üçüncü hanede
ise bugün sahip oldukları ulusal yüzölçümleri verilmiştir.
Almanya için Demokratik ve Federal Cumhuriyetlerin toplamı
alınmıştır.
|
Savaştan Önce |
Savaştan Sonra |
Bugün |
İngiltere |
30.812.400 |
30.310.200 |
235.555 |
Fransa |
11.020.500 |
11.930.500 |
525.100 |
Almanya |
3.493.800 |
471.800 |
356.884 |
Japonya |
673.720 |
683.120 |
368.675 |
İtalya |
1.910.310 |
2.334.310 |
290.757 |
Belçika |
2.394.500 |
2.449.400 |
29.447 |
Görüldüğü gibi, sonuçlar bağlamında ve onca yıkıma karşın
savaş, emperyalist kapitalist sistemin sorunlarına çözüm
getirebilmekten uzaktı. Bu oranda güçlenen ABD’nin pazar
talebi başlı başına bir sorun olacaktı. Ayrıca yenik
Almanya için yeniden paylaşım talebi kuşkusuz gündeme
gelecekti. Aynı durum, savaştan kazanarak çıkmalarına
karşın, yeniden paylaşma taleplerine karşılık bulamayan
İtalya ve Japonya için de söz konusuydu. Bunlara bir
de, sosyalizmin varlığı, oldukça ağırlaştıran faktörler
yükleyecekti.
Dolayısıyla döneme egemen olan çelişme ve ilişkiler,
1. Bunalım Dönemine göre oldukça değişik özellikler
gösteriyordu. Kapitalizmin temel çelişmesinin somut
biçimlenişi olan iki baş çatışmaya, öncelikle emperyalizmle
dünya halkları arasındaki çatışma olmak üzere (bununla
birlikte emperyalistler arası çatışmaya). bir üçüncü
çatışma eklenmişti; emperyalist-kapitalist sistemle
sosyalist sistem arasındaki çatışma... Bu olgu, olayların
boyutlarını ve yönelimene önemli oranda etkileyecek
nitelikteydi.
Savaşı izleyen yıllar, genelde atılım yılları olarak
kabul görecekti. Savaş kayıplarının temini, yıkılmış
ülkelerin restorasyonu, ekonomik düzeyde bir canlılığı
kaçınılmaz kılmıştı. Ancak 1925’e kadar süren bu durum
yerini, 1929’da büyük bir depresyona bıraktı. Kapitalizm
tarihinin en derin depresyonu gündemdeydi.
Gerçekte savaşın bitiminden 1922’ye kadar süren dönemde
savaşın yıkımını aşmaya çalışın emperyalistler, 1925’e
kadar yüksek tempolu bir yüyümeye yönelmişlerdi. Ancak,
gerek bu ülkelerin savaştan sonra, savaşın ekonomik
plandaki yaralarını kapatıp sanayi ürünlerini artırmaları,
gerek ABD, Japonya gibi ülkelerin zaten savaşı önemsiz
kayıplarla atlatmış olarak üretim kapasitelerini artırmaları,
gerekse daha savaşın şafağında Kanada ve Avustralya
gibi bazı dominyonların belirli sanayi kollarında üretimi
artırmaları; sonuçta toplam üretimin ulusal ve uluslararası
düzeyde gelişmeleri, satınalma gücüyle desteklenmiş
talebin aşılmasını, böylecede aşırı, pazarlanmayan bir
üretimin varlığını ortaya çıkarmıştır.
Sonuçta üretilen malların ulusal ve uluslararası düzeylerde
sürümü düştü ve 1929 yılının sonbuharında başlayan depresyon
kısa sürede emperyalist-kapitalist sistem ülkelerinin
tamamını sarstı, uluslararası ticaret durdu.
Depresyon, bir yanıyla hem Birinci Dünya Savaşı öncesinde
hem de sonrasında, şirketlerin kısa dönemde büyümesi
ve iç örgütlenmelerinin etkinleşmesi nedeniyle hızla
yükselen üretkenliğin bir sonucuydu. Yoğunlaşan üretimin
pazarlanamaması, buna karşılık 2. Dünya Savaşı sonrasında,
bir çözüm olarak gündeme gelen kurumsallaşmış yeniden
dağıtım mekanizmalarının var olması çöküntüyü doğurdu
%25’i aşan işsizlik oranları, satılamayan mallar, terkedilen
fabrikalar ortaya çıktı. 1925-32 depresyonu, özellikle
sermaye ihracını güçleştirecekti ve emperyalist ülkelerde
büyük bir sermaye ve döviz sıkıntısı, ticari zorluklar
ortaya çıkacaktı. Üretimin pazarlanabilmesi çabasının
sonucu ise, emperyalizmin devaülasyona yönelmesi, böylelikle
de sermaye ve meta ihracının canlanmasının amaçlanması
olacaktı. Bu devaülasyonlar, fiyat artışlarını ve yeniden
başka devalüasyonları getirince sonuç bunalımın dana
da derinleşmesi oldu.
Emperyalizm çöküntüden çıkış yolunu, en kısa tanımıyla;
devlete, piyasanın işlemesi sonucu oluşan gelir dağılımını
değiştirici, geliri ve dolayısıyla talebi yeniden dağıtıcı
işlev yükleyen bir ekonomik politika izlemekle buldu.
Bu durum, tekelci devlet kapitalizminin bütün çıplaklığıyla
somutlaşmasından başka bir şey değildi. Böylece ekonomik
ve politik anlamda piyasa ilişkilerine yönelik tamamlayıcı
görüntüsünü aşıyor, ekonomik politika üzerinde idari
bir işlev üstleniyordu.
Kuramsal temelini Keynescilikte bulan bu yaklaşım, 1930’larda
emperyalist devletler tarafından yaygın biçimde gündeme
getirildi. Emperyalizmin dünya düzeyinde geliri yeniden
bölüştürme, devlet örgütlenmesini ekonominin aktifi
bir unsuru olarak finans kapitalin yararına kullanma
politikası olarak özetleyebileceğiniz Keynesci politikaların
devlete biçtiği rol, ABD’de New Deal (Yeni Düzen) döneminin
özelliği olurken, Almanya, İtalya ve Japonya’da burjuva
egemenliğinin yeni ve son biçimi olarak faşizmde anlamını
buldu.
ABD’nin New Deal’i ve Almanya’nın faşizmi arasındaki
fark, ekonomik politikadan değil, devletin bu ekonomik
politikaya gerçeklik kazandıracak yol ve yöntemlerinden
oluşuyordu. Daha geniş bir tanımlamayla; iki ülkenin
içinde bulunduğu uluslararası ve ulusal koşulların siyasal
ve toplumsal farklılıklarından; Almanya’nın pazarlarını
yitirmiş bir ülke olmasına karşın ABD’nin doygunluklarından
kaynaklanıyordu. Uyguladıkları ekonomi politika temelde
aynı yaklaşımları taşıyordu. Söz gelimi; sanayide rekabetin
artırılması, tekelleşmenin yoğunlaşması, işçi sınıfına
karşı korporatist yaklaşım, yeni iş olanaklarına yönelim,
vb...
ABD, oldukça önemli harcamalarda bulanmasına karşın,
1. Dünya Savaşından yıkıma uğramadan, güçlü olarak çıkmıştı.
Savaşı izleyen durgunluk ve artan işsizliği, 1922’den
başlayarak, yükselen bir üretim temposu izlemişti. Ancak
anarşik bir karakter taşıyan bu atılım, 1929 depresyonuyla
ters yüz olmuştu. Depresyondan en çok zarar gören ülke
olan ABD, çıkışı; bazı hükümlerini Anayasa Komisyonunun
bile anayasaya aykırı bulduğu yasalarla, doğrudan finans
kapitalin yararına uygulamalarda bulunmuştu. 1933’den
başlayarak, 2. Dünya Savaşına kadar kendisini savaş
sonrası emperyalist kapitalist kampın jandarması yapacak
çapta gelişmeye yönelmişti.
ABD sermaye ihracı, savaştan sonra önemli oranda gelişmişti.
1879’da 684,5 milyon dolar olan sermaye ihracı, 1914’de
3.5 milyarı bulmuştu. Savaştan sonra artan yükselme,
deprasyon dönemindeki düşmeye karşın yeniden artmış
ve 1940’a gelindiğinde; ABD sermaye ihracı 13 milyar
doları bulmuştu. General Motors, General Elektirik,
Standart Oil gibi finans kapital grupları eliyle yürüyen
sermaye ihracı, ağırlıklı olarak Kanada, Latin Amerika
ve Filipinler’e yönelmişti.
İngiltere, görünürde savaştan büyük kazançlarla çıkmıştı.
Yeni sömürgeler elde etmiş, ticari imtiyazlar kazanmış
ve yüklü bir savaş tazminatından yararlanmanın yolunu
bulmuştu. Ancak bu, olayın yalnızca bir yanını oluşturmaktaydı.
İngiltere gerçekte savaştan büyük kayıplarla çıkmıştı.
Zenginliklerinin %35.4’i savaş yıllarında harcanmıştı.
Aynı oran ABD için %8.7, Fransa için %19, Almanya için
%32 idi. Görünürde İngiltere dünyanın en büyük ülkesi
olmayı sürdürüyordu. Ancak büyük ölçüde sömürgelere
dayanan bu görüntüye rağmen, ABD’nin ağırlığı giderek
her alanda artıyordu.
Nitekim sermaye ihracı ve sanayi üretimi açısından İngiltere
oldukça gerilerde kalmıştı. Depresyon dönemi, diğer
sistem ülkeleri gibi İngiltere’yi de sarsmıştı. Önce
devalüasyonlarla idare edilmeye çalışılan durum, yıkıma
dönüşünce yerini sermaye ihracı ve meta ihracının gerilemesine
bırakmıştı. Depresyondan çıkışın yolunu diğer ülkelere
benzer ekonomik yöntemleri kullanmakta bulan İngiltere,
2. Dünya Savaşına geldiğinde sistemin artan para dolaşımının
merkezi olma özelliğini yitirmiş New York ve Paris borsaları
da Londra’ya ortak olmuştu. Bunlara karşın, depresyonun
yükünü sömürge halklara yıkmak gibi çok önemli bir avantaja
sahip olması, İngiltere tekelci burjuvazisinin faşizm
seçeneğini gündemine almasını gerektirmemiş, tüm dünyanın
çalkalandığı 1930’lu yılları, İngiltere siyasal düzeyde
göreceli bir istikrarla geçirmiş, silahlanma sanayii
özellikle hız kazanmıştı.
Fransa, kazanmış görünmesine karşın savaştan önemli
kayıplarla çıkmıştı. Toplam sanayi üretiminin % 75’inin
gerçekleştirildiği tesisler tahrip olmuş, geniş tarım
alanları kullanılamaz duruma gelmişti. Ancak Fransa’nın
kazancı, bazı Alman sömürgelerini işgal etmesi ve esas
olarak da Alsas ve Lorain bölgelerini alması olmuştu.
Kömür ve potasyum yataklarına sahip olması açısından
dünyanın en zengin yerlerinden olan bu bölgelerle birlikte
pek çok hafif sanayi işletmesi de Fransa’nın eline geçmişti.
Yaklaşık 10 yıllık bir süreyi savaşın yıkımını atlatma
uğraşıyla geçiren Fransa, 1929-32 depresyonundan en
az etkilenen ülke olmuş, ekonomisini istikrarlı tutabilmeyi
başarmıştı. Ancak özellikle otomotiv sanayiinde yaptığı
atılımlara karşın, ağır sanayileşme ve sermaye ihracı
açışından ABD, Almanya, İngiltere ve giderek Japonya’nın
oldukça gerisinde kalmıştı. Tüm emperyalistlerin savaş
sanayilerini hızlandırdığı 1930’lu yıllar boyunca, Fransa
bu anlamda oldukça geri kalmıştı. İlk kez 12 Şubat 1934’de
temeli atılan Halk Cephesinin, 1936 Ocak ayında kurulması
2. Dünya Savaşı Fransa’sının önemli olaylarındandı.
Radikal Sosyalist ve Komünist partilerinin oluşturduğu
cephe, 3 Mayıs 1936’da seçimleri kazanarak iktidara
geldi. Ancak, KP’nin hükümette yer almadığı Halk Cephesi
iktidarının, faşizmin Fransa’da güçlenmesine engel olmaktan
öte bir etkinliği olmayacaktı.
Savaştan yenilerek ve sömürgelerini yitirerek çıkan
Almanya da savaş sonrası önemli siyasal ve toplumsal
çalkalanmalara sahne olmuştu. 28 Kasım 1918’de Kayzer
Wilhelm’in tahttan çekilmesi, bir anlamda burjuva devriminin
son adımının da atılması oluyordu. Devrimi ileriye götürmeye
çalışan devrimci ayaklanma ise, Spartakist hareket önderleri
R. Lüksemburg ve K. Liebnecht’in ölümüyle bastırılıyorduk.
Weimar Cumhuriyeti ilk yıllarını; savaşın ağır sonuçlarını
azaltabilmek, savaş tazminatlarının altından kalkabilmek
ve sosyalist bir devrimi önleyebilmek çabalarıyla geçirmişti.
Bu yolda başvurulan enflasyonist politika, 1929 depresyonuyla
birleşince, Almanya finans kapital grupları faşizme
yöneliyorlardı.
Faşizm, kitlelerin devrimci yöneliminin burjuva demokrasisi
yöntemleriyle engellenemediği, ekonomik olumsuzlukların
gerektirdiği sert istikrar önlemlerinin bu tehlikeyi
daha da artırmasının kazınılmaz olduğu dönemin koşullarında,
o güne kadar KP’ye karşı bir silah olarak kullanılan
Nazi Partisinin desteklenmesi ve iktidar seçeneği olarak
kullanılmasıyla gerçeklik kazanan bir burjuva seçeneğidir.
Faşizm, burjuva egemenliğinin son ve en kanlı biçimi,
finans kapitalin gerici, şövenist ve meperyalist emellerinin
yön verdiği zoru, siyasal varlığının temel unsuru yapmış
diktatörlüğü oldu. Nazi Almanyası, 1933’ten başlayarak
tüm enerjisini yeniden paylaşım yolunda başlatacağı
savaşın hazırlıklarına hasretti. Faşist devlet, ABD’de
olduğu gibi, ekonominin, üretimin ve pazarların dağıtım
mekanizmalarını örgütlemenin birici derecede unsuru
halindeydi.
Uaponya emperlalist dönüşümü 20. yy’ın başlarında tamamlamış
bir ülkeydi. Dolayısıyla dünya pazarları içindeki payı
oldukça azdı. Savaş, Japonya’nın taleplerine hiçbir
karşılık vermemişti. Çok sayıda insanın öldüğü bu savaşa
Japonya tam anlamıyla katılma olanağı dahi bulamamıştı.
Nitekim savaş yıllarında özellikle makine-kimya sanayinde
atılım yapan Japonya, ağır sanayi üretimini iki katına
çıkarmak gibi çok önemli bir atılım gerçekleştirmiş,
böylece savaştan ABD ile birlikte en güçlü çıkan ülke
olmuştu.
Bu sınırsız gelişme eğilimi, büyük depresyondan Japonya’nın
önemli yaralar almasını da beraberindez getirdi. Öteden
beri burjuva demokrasisinin sağlıklı biçimde kurumsallaşmadığı
ülkede, dünya pazarlarından pay kapabilmek kaygısının
fanatizm boyutlarında olduğu Japon Finans Oligarşisi,
yürütme kurumlarını sıkı biçimde denetliyor, ordu içindeki
anti-komünist ve ırçı kliklerin, sivil hükümete yönelik
eylemlerini bu yolda tehditz unsuru olarak kullanıyordu.
Dolayısıyla Japonya’nın faşist yöntemleri kullanması,
(İtalya ve Almanya’dan değişik olarak) devlet mekanizmalarını
aşağıdan yukarıya bir gelişme sonucunda darbe, seçim
ve benzeri yolların zorlamasıyla başlamadı. Emperyalist
amaçlar bu tür yöntemleri gerektirmeden devlet kurumlarını
faşist dönüşüme itti. Mayız 1932’de askeri kliğin ayaklanarak
başbakan İnuaki’yi öldürmesi, parlamenter hükümetlerin
de sonu olacaktı.
1931’de Mançurya’ya asker çıkaran Japonya, 1910 yılında
ilhak ettiği Kore’den sonra bu bölgeyi işgal ediyor
ve 1937’de bu kez Çin’le savaşa tutuşarak yolunu belirginleştiriyordu.
Hankow, Kandon ve Nanking’i işgal eden Japon ordularının
katliamlarının boyutu, demokratik bir kamuoyunun sınırlı
olgularını taşıyan Japonya’da bile büyük tepki yaratacaktı.
1937-38’de devlet bütçesi içinde askeri harcamalarını
%70’e çıkaran Japonya savaşın şafağında, sanayi üretiminin
%61’ini ağır sanayinin oluşturduğu, özellikle köylülüğün
ve proletaryanın çok yoğun sömürüsüyle önemli atılımlar
yapmış savaşa hazırlıklı ve istekli bir emperyalist
güçtü. Japon sermaye ihracı, özellikle Çin, Mançurya
ve Kore’nin dışında Endonezya’ya yönelmişti.
Yeniden paylaşma talebi olan ve bunu sağlamanın yolunu
savaşta gören diğer bir ülke de İtalya idi. İtalya,
zengin tarım potansiyeline sahip bir ülke idi. Emperyalist
dönüşüm ve ağır sanayileşme ise İngilter, ABD, Fransa,
Almanya’dan sonra gerçekleşmişti. 1912’de Türkiye ile
savaşarak Libya’yı sömürgeleştiren İtalya, savaştan
sınırlı toprak kazanımlarının dışında önemli bir avantaj
elde edemeden çıkmıştı. Buna karşılık savaş sonrası
dönem ciddi bir ekonomik durgunluk ve siyasal, toplumsal
çalkalanmalara sahne olmuştu. Devrim olasılığı ve yükselen
halk muhalefeti; tekelci burjuvazinin, devrimci güçlere
karşı kullandığı küçük burjuvazi ve lümpen proletaryaya
dayanan faşist çeteleri iktidar seçeneği olarak kullamasını
ve Mussolini önderliğindeki faşist darbeyi desteklemesini
getirdi. Böylece devlet mekanizmasını 1922’de ele geçiren
ele geçiren faşist parti, tekelci burjuvazinin taleplerine
uygun bir ekonomik izlemeye yöneldi. Sözde işçi ve işverenin
özel ekonomik örgütlenmesi olarak gündeme getirilen
korporasyonlar, gerçekte Togliatti’nin tanımladığı gibi,
işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırırken aynı
zamanda onların tepkilerini nötralize etmeyi amaçlayan
girişimler olarak dikkat çekecektir. Almanya ve japonya
örneklerinde olduğu gibi devletin ekonomik yaşamın aktif
bir unsuru olarak kullanıldığı İtalya, savaş öncesinde
-1935 yılında- Etiyopya’yı işgal ederek genişlemeye
çalışmıştı.
Sonuç olarak, emperyalist ülkeler yeni bir paylaşım
savaşına olanca güçleriyle hazırlanıyorlardı. Bir yanda
“mihver devletler” olarak adlandırılan Almanya, İtalya,
japonya faşist ittifakı, öte yanda ise ABD, İngiltere,
Fransa ittifakı bu paylaşım savaşının taraftarı durumundaydılar.
Son tahlilde tüm bu emperyalist ülkelerin ortak hedefleri
ise Sovyetler Birliği olarak somutlaştı.
Sovyetler Birliğinde iç savaş boyunca süren savaş komünizmi
dönemi, yerini 1921’de NEP dönemine bırakmıştı. 1. Dünya
Savaşından 9 milyon ölüyle çıkan Rusya büyük bir yıkıma
uğramıştı. Devrimi izleyen iç savaş gerçekte, çoğu kez
emperyalist güçlere karşı yürütülen bir savaştı. Uzun
savaş yılları, milyonlarca insanı açlık tehlikesiyle
karşı karşıya bırakacak sonuçlar doğurmuştu. Bu bağlamda,
sosyalist dönüşüm, ölü bir ekonominin üzerinde yükselmek
gibi bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Tarımda durgunluk
ve giderek gerileyiş, hammadde ve özellikle enerji alanında
yetersizlikler, sosyalist alt yapının inşaasını daha
baştan sağlıklılıktan yoksun kılıyordu. Bunun çözümü,
toparlanma ve canlanmaya uygun zemin oluşturacak bir
geri çekilme olarak kapitalist ilişkilerin sınırlı anlamda
desteklenmesi anlamına gelen NEP oldu. İlk evrede enerji
sektöründe sorunları çözümlemeye yönelen sosyalizm,
uygun zeminin olgunlaşmasının ardından sosyalist inşaayı
yükseltecekti.
Partinin sahip olduğu perspektif, ufuktaki paylaşım
savaşını zaten öngörüyordu. Böyle bir savaşın en önemli
hedeflerinden birinin SSCB olacağı da açıktı. Böylelikle,
1930’lu yıllar boyunca süren büyük sosyalist seferberlik
başladı.
Bir yandan ağır sanayileşme yolunda yürünmeye çalışılırken
öte yandan, emperyalist saldırıya karşı hazırlık yürütülmekteydi.
SSCB’nin bu yıllardaki kalkınma temposu, ABD’nin 19.
yy sonlarındaki başdöndürücü gelişme hızını geride bırakmıştı.
Dönemin en çok tartışılan sorunu ise tek ülkede sosyalizmin
inşaasının olabilirliği ve böyle bir süreçte devletin
işlevi idi. Sonuç olarak ta bunun olabilirliğini kabul
eden SBKP, politikasını temel olarak böyle bir dönüşümü
gerçekleştirme ve sosyalist ülkenin korunmasına bağlı
olarak biçimlendirmeye başladı.
Stalin, 1939 yılında, SBKP Kongresinde bu konuya yaklaşımlarını
özetlerken, “Tek ülkede sosyalist bir toplumu inşaa
etmek mümkünmüdür?” diye sorduktan sonra “Evet mümkündür”
diyor ve şunları söylüyordu; “Biz henüz komünizme ulaşmış
değiliz, ona doğru hızla yaklaşıyoruz. Komünizm döneminde
de devlet varlığını sürdürecekmi? Evet kapitalist kuşatma
ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi
yok edilemezse, sürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma
ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatmaya
geçilirse devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacak.
Sosyalist devlet sorununda durum budar.” Sosyalizm inşaasına
ve devlet olgusunun niteliğine ilişkin bu yaklaşım,
ilerde 3. Bunalım Döneminde çeşitli tartışmalara kaynaklık
edecekti.
Sonuç olarak; uluslararası durum yeni bir dünya savaşının
koşullarını hızla olgunlaştırıyordu. Öteden beri açık
sömürgeleştirme politikası yerine sermaye ihracı silahının
etkin kullanımı yoluyla, naylon bir siyasal bağımsızlık
görüntüsünün ardına gizlenmiş işgali, emperyalist sömürünün
bir yöntemi olarak kullanan ABD’nin bu yolla yaygınlaşma
amaçları bir yana, Almanya, İtalya ve Japonya’nın toprak
talepleri İngiltere ve Fransa’nın bunu engelleme çabaları
ve SSCB’nin ortak bir hedef durumunda olması; böyle
bir sonucu kaçınılmaz kılıyordu.
Savaş, gerçekte daha 1931 yılında Japonya’nın Mançurya’yı
istilasıyla başlamışıtı. İtalya’nın Etiyopya’yı istilası,
İspanya İç Savaşı, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslavakya’nın
bir kısmını ilhakı, 1939 yılında bütün dünyayı kana
bulayan topyekün bir savaşa dönüştü.
2. Dünya Savaşı, 1. Dünya Savaşına göre, bazı noktalarda
farklı özellikler gösteriyordu. Bu savaşın özelliklerini
şu şekilde tanımlayabiliriz: Birinci olarak bir yanını
ABD, İngiltere ve Fransa’nın karşı tarafını Almanya,
Japonya, İtalya’nın oluşturduğu bir yeniden paylaşım
savaşıdır. İkinci olarak, emperyalist, kapitalist sistemle
sosyalist sistemin savaşıdır ve Alamanya-SSCB bu savaşın
öne çıkan taraftarlarıdır. Üçüncü olarak, dünya halklarının
emperyalizme karşı kurtuluş savaşıdır. Çin’in Japonya’ya
karşı, Balkan halklarının Almanya’ya karşı, Vietnam’ın
Fransa’ya karşı mücadelesi bu özelliğin somutlaşmış
biçimleridir.
Bu savaşın, esasen 1931’de başlayıp 1949’da sona erdiğini
söylemek gerekir. Çin halkının önce Japon emperyalizmini,
sonra emperyalizmin desteklediği Kuamintang gericilerini
yenilgiye uğratması, Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da demokratik
iktidarların kurulması, 1949’a gelindiğinde dünyanın
çehresini önemli oranda değiştirmişti. Artık emperyalist-kapitalist
sistemin genel bunalımının 3. aşaması başlamıştı.
G) SÖMÜRGECİLİK
Birinci ve İkinci Bunalım Dönemlerinde emperyalist sömürü;
sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik biçimlerinde gerçekleşmekteydi.
Sömürgecilik fiili işgal anlamına gelirken, yarı-sömürgecilik
görünürde var olan bağımsızlığa karşın, gerçekte emperyalizmin
boyunduruğu altında tutulmayı ifade ediyordu. Sömürgecilik,
serbest rekabetçi dönemde de yaygın biçimde kullanılmıştı.
Buna karşı yarı-sömürgecilik, özellikle emperyalizm
süreciyle birlikte niteliğini belirgenliştirmiş ve serbest
rekabetçi dönem boyunca kendi iç dinamiklerinin gelişimiyle,
kapitalist ilşkilerin egemen olmadığı ülkeler -ki buna
doğal ekonominin (15) egemen olduğu ülkeler de diyebiliriz-
kapitalizmin yeterince gelişmediği ülkeler 1. ve 2.
BunalımmDönemlerinde emperyalizmin yarı-sömürgeleri
durumuna geldiler ve bu sömürü yöntemi, emperyalizm
tarafından yaygın bir biçimde kullanıldı.
Çağdaş sömürgecilik, Avrupa ülkelerinde kapitalizmin
oluşması sürecinde doğmuştur. Ticari amaçlarla; yeni
ticaret yolları bulabilmek kaygılarıyla denizlere açılan
Avrupa ülkeleri, keşfettikleri ve tümünde doğal ekonominin
egemen olduğu yeni ülkeleri işgal ederek sömürgeciliği
başlatmışlardır. Bu durum, geçmişin yağmacılığından
değişik yönleri içeriyordu. Yeni ülkelerin bulunması
ve sömürgeleştirilmesi, ulaştırma biçimini, ticaret
yollarını, değiş tokuş edilen malların nitelik ve niceliğini
dolayısıyla da ticaretin niteliğini değiştirmişti. Başlangıçta
yeni bulunan kıtalar olan Amerika ve Avustralya’nın
yağmalanmasıyla başlanan sömürgecilik, giderek yaygınlaşacak,
Asya ve Afrika’nın da sömürgeci ülkeler olan İspanya
ve Portekiz’in sömürgelerinin talan edilmesinden sağlanan
servetleri, toplumsal gelişmeyi hızlandıracak nitelikte
alt yapılara sahip olamadırlarından; daha çok diğer
ülkelerin, özellikle de kapitalizmin hızla geliştiği
İngiltere’nin yükselmesine hizmet edecekti. Süreç içinde
kendini ilerletmeyen İspanya ve Portekiz’in yerini İngiltere
ve Fransa’nın ilk sıralarda olduğu başka sömürgeci ülkeler
aldı. Çağdaş sömürgecilik, bu ülkelerle anlamını bulacaktı.
Sömürgecilik, emperyalizmin gelişebilmek ve sermayesini
geliştirebilmek için etkin biçimde kullandığı bir silah
oldu. Olayın yağmacı eski sömürgeciyikten farkı, herşeyden
önce kapitalizm açısından sömürgelerin sermaye birikimine
uygun koşullara sahip olmasından kaynaklanıyordu. Kapitalizm,
feodal, kendine yeterli bir ortamda, bu doğal ekonomik
yapıyı ve küçük üretimi parçalayarak doğmuş ve gelişmişti.
Dolayısıyla, büyüyebilmesinin ve yaşayabilmesinin koşulu
da kendi ülkesinin arzını karşılayamayan doygun pazarlar
değil bakir alanlardı. Yani; kapitalist olmayan ortam
ve koşullar... Bu koşulları sömürgecilik yönteminin
zemininde buluyordu.
Kapitalizm öncesi “sömürgecilik”, bir ülkenin işgal
edilmesi ve vergilendirilmesi, zenginliklerinin zor
yoluyla talan edilmesi anlamına geliyordu. Ancak bunlar,
işgal edilen Örneğin; Hindistan’ daha MÖ. 6. yy’da Persler
tarafından istila edilmişti. Onu Yunanlılar izlemiş,
Sonra Araplar, Afganlar ve Moğollar bu ülkeyi sırasıyla
istila etmişler, yağmalamışlardı. Ama tüm bunlar Hindistan’ın
ekonomik dokusunu değiştirmeye yetmemiş, ekonomik dokunun
temelindeki antik-komünal köy ekonomisini bozmamış,
istilacılar ülkeyi talan etmek ve vergilendirmekle yetinmişlerdi.
Oysa İngiliz sömürgeciliğinin girmesiyle birlikte, ülkenin
ekonomik dokusu alt üst olacak ve giderek çözülecekti.
Çünkü kapitalizmin ve onun son aşaması emperyalizmin
sömürgeciliği ve beklentileri değişikti. Kapitalist
sömürgeci için, sömürgelerin taşıdığı anlam özellikle
üç noktada düğümleniyordu.
Birincisi; sömürgeler, kapitalizmin artı-değer sömürüsü
yoluyla ürettiği metaları sürebileceği pazarlardı.
İkincisi; sömürgeler, üretim araçları açısından arz
kaynağı, hammadde deposuydu.
Üçüncüsü; sömürgeler, ücret sistemi açısından ucuz işgücü
deposuydu.
Rosa Lüxemburg sermayenin, doğal ekonominin geçerli
olduğu toplumlarla mücadelesindeki uygulamalarını şöyle
maddeleştiriyordu: 1) Toprak, balta girmemiş ormanlardaki
av hayvanları, madenler, kıymetli taş ve maden cevherleri,
kauçuk, yabancı iklime özgü bitkilerin ürünleri vb.
önemli üretim güçleri kaynaklarına derhal sahip çıkmak.
2) İşgücünü özgürleştirip kendi hizmetine sokmak.
3) Meta ekonomisini getirmek,
4) Ticaret ile tarımı ayırmak. (16)
Aynı zamanda yarı-sömürgeler için geçerli olan bu uygulamaların
geçeklik kazanması, yukarıda üç başlıkta özetmediğimiz
hedeflere ulaşılması anlamına gelmekteydi. Kapitalizmin
oluşma ve gelişme dönemlerinde kulllandığı en büyük
silah, köylülüğün mülksüzleştirilmesi idi. Aynı silah,
daha büyük ölçekli biçimde, emperyalizzm aşamasında
sömürgeci yöntemin bir gereği olarak uygulandı. Kapitalizm
öncesi ekonominin egemen olduğu ülkelerde, toplumsal
örgütlenmede meta ekonomisi, metanın değişimi temelinde
yükselen bir piyasa ekonomisi ve bu perspektife uygun
biçimde olgunlaşmış kural ve gelenekler bütünü yoktu.
Kendine yeterli, kapalıbirimler ekonomik yapının temelinde
yer alıyordu ve bu biçimiyle emperyalizmin beklentilerine
karşılık vermeleri olanaksızdı.
Emperyalizmin bu duruma karşı silahı, en önemli üretim
araçlarına el koymak oldu. Böylece kapitalizm öncesi
ekonomiye öldürücü bir darbe vuruyor, yerli ekonomik
doku ve dolayısıyla yerli toplumsal örgütlenme çözülmeye
uğruyordu. Bu “zor”un yaygın biçimde kullanılmasıyla
gerçekleşiyor ve mülksüzleştirilen yerli halklar, ucuz
işgücünün, sömürgelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerin
yağmalanmasının bir aracı oluyordu. Zor, en karlı, en
hızlı sonuç getiren, dolayısıyla emperyalizme en uygun
yöntem olarak kullanılıyordu.
Hindistan örneğini incelemeyi sürdürecek olursak, üretim
araçlarının gasbı, mülksüzleştirme ve bu temelde sermaye
birikimi olayını daha somut göreceğiz. ingiliz sömürgeciliği,
kendinden önceki işgalcilerin tersine, kaba ve ağır
bir vergilendirmeye yönelmek yerine, olaya toprağın
mülkiyetini almak ve komünal köy yapısını dağıtmakla
başladı. İlk aşamada kendisine işbirlikçi yaptığı vergi
toplayıcılarına ve denetçilere toprak dağıtan İngiltere,
köylünün buna tepkisinin neden olduğu kargaşayı kullanarak
toprağın bir bölümüne el koyacaktı.
Buna koşut olarak çok yüksek vergiler yürürlüğe koyan
İngiliz sömürgeciler, kısa sürede vergilerini ödeyemeyen
köylünün toprağını gasbetti. Böylece topraktaki aile
birliği dağılıyor, toplumsal örgütlenme çözülüyordu.
İngilizler, geleneksel toprak mülkiyeti biçimlerini
yıkan ve Hint köy ekonomisinin çökmesine yol açan bu
siyasetin aslında köylüleri o ülkeye özgü baskı ve sömürüye
karşı korumak gerekliliğinden kaynaklanmış gibi göstermeye
çalıştılar. Bilinen sömürgecilik hilelerini kullanarak,
bu siyasetin, köylülerin çıkarlarını korumaya hizmet
ettiğini ileri sürdüler. ingiltere, köy topluluklarında
eski mülkiyet hakları karşılığında yapay bir toprak
aristokrasisi oluştuğundan, bu baskıcı oldukları ileri
sürülen kişilere karşı köylüleri korumaya girişerek,
gasbedilmiş toprakları İngiliz mülkiyetine geçirme yolunu
izledi. (17)
Aynı uygulamanın bir benzerini de Fransa, Cezayir’de
gündeme getiriyordu. Osmanlıların uzun egemenliği Cezayir
toprak sistemini belli ölçülerde bozmakla birlikte,
sistemin özü olan klan topraklarına dokunmamış, mevzilendirmekle
yetinmişti. Fransız sömürgeciliği ülkeyi işgal edince
klanların sahip olduğu topraklarda ortak mülkiyeti olanaksız
ve çağdışı ilan ediyor ve ortak araziler üzerindeki
ortak mülkiyete son veriyordu. Çıkarılan çeşitli yasa
ve kararnamelerle desteklenen bu durum, hayvancılık
ve tarımcılığa büyük darbe vururken, spekülatif bir
ortamın ve dolayısıyla da tefecilik ve vurgunculuğun
yaygınlaşması gibi bir sonucu getirdi. Cezayir’in kırsal
dokusunun parçalanması ve sömürgeciliğin bu kırsal dokuyu
piyasa mekanizması ölçülerine uygun olarak biçimlendirmesi,
bu temelde gelişecekti.
Böylece sömürğecilik ve giderek yarı-sömürgeciliğin
taktiği öne çıkıyor, biçimleniyordu. Bu taktik, öncelikle
doğal ekonomik ilişkileri parçalamak, felce uğratmak
e ardından da meta ekonomisini egemen kılarak köylünün
mülksüzleştirilmesi, mülksüzleşen köylü kitlelerinin
özgür emekçiler olarak kabul edilip, ülkedeki yeraltı
ve yerüstü kaynaklarının sömürülmesinde çok az ücretler
karşılığında çalıştırılmalarıydı. Bu taktik, bazı değişik
yöntemler eşliğinde olsa da hemen hemen dünyanın her
yerinde sömürgeciliğin, sömürgelerdeki etkinliklerinin
temeli olacak; İngiliz, Alman, Fransız, Hollanda vb.
bellibaşlı sömürgeciler, dünya halklarının zenginliklerini
işte böyle bir temelin üzerinde yükselerek yağmalayacaklardı.
Emperyalist dönüşümle birlikte, dünyanın sömürgeleştirilememiş
son toprakları da işgal edilmiş ve paylaşılmamış toprak
kalmamıştı. Sömürgelerde uluslaşma olayı ya hiç olmadığından
ya da yeterince olgunlaşamadığından, Amerika’daki sömürgeler
dışında, uzun soluklu ve sonuç alıcı başkaldırılar görülmemekteydi.
Sömürgeciliğe karşı ilk başkaldırı ABD’nin kurulmasıyla
sonuçlanan başkaldırı oldu. Kuzey Amerika’da İngiliz
sömürgelerinde kapitalizmin, yerlilerin doğal ekonomik
ilişkilerini hızla parçalaması ve gelişmesi, özellikle
18. yy’ın ikinci yarısında güçlü bir Amerikan bujuvazisinin
doğumunu getirmiş ve çıkarları İngiliz Emperyalizmiyle
giderek çelişen bu sömürge burjuvazisinin açtığı savaş,
aynı zamanda sömürgeciliğe karşı bir uluslaşma sürecinide
içermiş, ABD oluşmuştu.
Bir sonraki yy’da bu kez Latin Amerika’da burjuva içerikli
ulusal hareketlere tanık olunacaktı. Latin Amerika’yı
işgal altında tutan İspanya ve Portekiz’in kendilerinden
ileri kapitalist ülkelerin gerilerinde kalmaları ve
onlara bağımlı bir nitelik kazanmaları, sömürgelerde
oluşan burjuvazinin muhataplarının da değişmesi ve İngiltere,
Fransa gibi ülkemeri ekonomik anlamda İspanya ve Portekiz’in
yerini almalarını getirmişti. Süreç içinde Latin Amerika
burjuvazisinin sırtında yük durumuna gelen İspanyol
ve Portekiz sömürgeciliği, 19. yy boyunca süren savaşlarla
kıtadan atıldı. Ancak Latin Amerika’da kapitalizmin
gelişme düzeyinin niteliği, eski sömürgeleri bu kez
yarı-sömürgeler durumuna sokacaktı.
H) YARI-SÖMÜRGECİLİK
Yarı-sömürgecilik olgusu emperyalizmle birlikte doğdu.
Ancak kökleri serbest rekabetcilik dönemine dayanıyordu.
Türkiye, Çin, İran gibi kapitalizm öncesi zamanların güçlü
ülkeleri kapitalist dönüşümü sağlayacak yeterli dinamiklere
sahip olmadıklarından, kapitalist ülkelerle ilişkilerinde
giderek onların gerisinde kalmaya başlamışlardı. Kapitalist
nitelikli ticaret bu ülkelere büyük darbe vurmuş, Avrupalı
kapitalistlerin malları, ülkelerin iç pazarını ele geçirmiş,
uç veren yerli kapitalist ilişkileri kavurmuştu. Kapitalist
meta ihracına sermaye ihracının eklenmesi ve emperyalizm
süreciyle birlikte sermaye ihracının ön plana geçmesi,
söz konusu bağlılığı pekiştirmiş ve bu ülkelerin siyasal
bağımsızlıklarına, giderek daha göstermelik olan bir karakter
kazandırmıştı. İspanya ve Portekiz gibi kapitalismin yeterince
gelişmediği ya da Latin Amerika ve Balkanlar gibi siyasal
bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkelerin bulunduğu doğu
bölgelerinin eklenmesiyle, yarı-sömürgecilik gelişti ve
yaygınlaştı.
Yarı-sömürgecilik, emperyalizmin, doğal ekonomik ilişkilerin
egemen olduğu ülkelerde komprodor bir sınıf oluşturması
ve önemli oranda bu sınıf eliyle ülkeyi sömürmesi temelinde
yükseliyordu. Emperyalizm, eğer ülkede şu ya da bu oranda
oluşmuş bir burjuva sınıf yoksa en azından başlangıçta,
işbirlikçilerini, ülkedeki doğal ekonomik ilişkilere özgü
egemen sınıf ve katlar içzinden seçiyordu. Örneğin Osmanlı
Türkiye’sinde, emperyalizmin ülkeyi yarı-sömürgeleştirmesi
sürecinde merkezi feodal iktidarın, emperyalizmin işbirlikçisi
olarak komprodor bir karakter kazanmasının, emperyalizmin
önünün düzlenmesinde önemli rolü olmuştur. Süreç içinde
ülkende önemli bölümü levanten olan komprodor karakterli
bir ticaret burjuvazisinin oluşmasina koşut olarak, emperyalizmin
saraya duyduğu gereksinme azalmıştı.
İlerde yeni-sömürgecilik yönteminin başat özelliği olacak
olan emperyalizmin içsel bir olgu durumuna gelmesi esprisi,
1. ve 2. Bunalım Dönemi koşullarında henüz söz konusu
değildi. Değişik bir anlatımla, yarı-sömürge ülkelerin
sömürüsü, emperyalizmin işbirlikçileri eliyle kapitalizmi
kendi yararına yukardan aşağıya çarpık bir biçimde geliştirerek
o ülke içinde tekelleşmesi ve ekonomik potansiyeli içten
sömürüsü biçiminde gelişmiyordu. Emperyalizmin 1. ve 2.
Bunalım Dönemlerindeki özgün çelişki ve ilişkilerin bu
tarz sömürüyü zzorunlu kılmasının yanında, esas olarak
ekonomik evrim henüz bu temelde sömürüye gerçeklik kazandıracak
boyutlara uluşmamıştı. Emperyalist sermaye ihracı, üretici
olmaktan çok borçlandırıcı bir nitelik taşımaktaydı.
Bu durumda emperyalizm yarı-sömürgeler ve sömürgeler açısından
içsel bir olgu olamıyordu. Bu sömürünün varlığı, kapitalizmin
aşağıdan yukarıya gelişmesi gibi bir sonuç doğurmadığından,
doğal ekonomik ilişkiler, meta değişiminin girmesine bağlı
olarak önemli oranda çökmekle birlikte, kapitalizm gelişip
doğal ekonominin yerini alamıyor, sonuç olarak da doğal
akonomik ilişkiler oldukça değişik de olsa egemenliğini
çarpık bir biçimde sürdürüyor, emperyalizm ve işbirlikçilerinin
fiili denetimi, ülke nüfusunun küçük bir bölümünü barındıran
kentlerle sınırlı kalıyordu. Geniş kırsal alanlar ise,
denetim dışı yumuşak karınlar olma özelliğini kazanıyordu.
Mahir Çayan bu durumu, şöyle ifade ediyor. “İkinci Paylaşım
Savaşı’ndan önce emperyalist istismar metodu sonucu geri
bıraktırılmış ülkelerde,emperyalizmin müttefiki yerli
egemen sınıf, feodalizmdi. (komprodor burjuvazi, emperyalizmin
uzantısından başkabirşey değildi)... Emperyalist ve fiili
denetim genellikle kıyı bölgelerinde, limanlarda, stratejik
yerlerde ve ana haberleşme merkezlerindeydi. Merkezi otorite
çok zayıftı. Ülkenin ve nüfusun 3/4’ü kendi aralarında
çelişkileri olan zayıf mahalli devletçiklerin kontrolü
altındaydı. Şehirleşme, ulaşım, haberleşme, kapitalizm
egemen olmadığından çok zayıftı. Ülke içinde emperyalizm
dışsal bir olgu, toplumsal süreç de feodal bir süreçti.
Bu yüzden ülkedeki baş çelişki, ülkenin ve nüfusun 3/4’ünü
kontrol altında tutan zayıf feodal birimler ile yarı serf
durumundaki köyüler arasındaydı (demokratik mücadele).
Köylülerin spontane mücadele ve patlamalarını örgütleyip
onlara proleter devrimci bilinci götürecek proletarya
partisinin yönetiminde kurulan köylü ordusu ile zayıf
feodal mahalli otoritelerin güçlerini kırarak üs bölgeleri
kurmaya başlayıp, ülkeyi yavaş yavaş yönetim altına almaya
başladıkları aşamada, emperyalizm kendi sömürüsünü korumak
için ülkeyi bütün olarak işgal ediyordu. O zaman ülkenin
baş çelişkisi, bir avuç hainin dışında bütün ulusla emperyalizm
arasında olmaktaydı. (milli mücadele). İç savaş döneminde
savaş genellikle sınıfsal şiarlarla ve sınıfsal planda
yürürken, devrimci milli savaş evresinde savaş, ulusal
planda ve ulusal şiarlarla yürümekteydi.” (18)
Emperyalizm açısından yarı-sömürgecilikte olduğu gibi,
ucuz işgücünün kullanımı ve yeraltı-yerüstü zenginliklerinin
yağmalanması, amaçlarına hizmet eden bir yoldu. Bu amaca
varılırken öncelikle doğal ekonomik ilişkilerin parçalanması,
meta ekonomisinin ülkeye sokulması, yani meta değişiminin
yapıldığı piyasa ekonomisinin kurallarına en temelde uygun
düşen bir ortamın oluşturulması ve son olarak da ticaret
ve tarımın ayrıştırılması, dolayısıyla doğal ve kendine
yeterli ekonomik kalıpların kırılması ve bu temelde oluşturulan
metaların piyasaya aktarılması, böylece de kendi mallarının
sürümüne açık bir pazar yaratılması türünden yöntemler
izleniyordu. Durumu, yarı-sömürgeciliğin iki klasik örneği
Çin ve Osmanlı Türkiye’sini genel çizgileriyle inceleyerek
somutlayalım.
Her iki ülke de emperyalist dönüşümle birlikte yarı-sömürge
ülkeler olma sürecine girdiler. Anck bu dönüşümden önce
de serbest rekabetçi kapitalistm, her iki ülkeyi kendine
bağımlı kılmıştı. Kapitalizmin, kapitalist meta dolaşımının
Çin’de ilk etkileri Afyon Savaşıyla birlikte başlamıştı.
17. yy’da Bengal’de afyon ekimine başlayan İngiliz - Doğu
Hindistan Şirketi, bu uyuşturucuyu Kanton’da açtığı şube
aracılığıyla Çin’e bol miktarda sürmüş ve ucuz fiyatla
halk içinde yaygın bir tüketim pazarı oluşturmuştu. Yaratılann
alışkanlığa bağlı olarak sürekli yükselen afyon fiyatları,
giderek Çin halkının sırtında büyük bir ekonomik kambura
dönüştü.
Özellikle ezilen sınıf ve katlar içinde üstelik en kalitesiz
ve zararlı türünün satılmasının yol açtığı felaketler,
sonuçta Çin yönetimini afyon ekimini yasaklamaya ve içimini
cezalandırmaya itti. Bunun sonucu, İngiltere’nin Çin’e
savaş açması olacaktı. Yani bir ülke insanlarını kıran
bir uyuşturu maddeyi yasakladığı için, başka bir ülke
tarafından, ekonomik çıkarlarının zedelendiği iddiasıyla
açılan savaşla karşı karşıya kalıyordu. Oysa aynı dönem
İngiliz Parlamentosu afyonla mücadele kararı alıyor. ve
halk içindeki afyon alışkanlığına karşı çeşitli kuruluşlar
harekete geçiyordu. Savaşın ilk ayağı 1842’de son buldu.
Yapılan anlaşmayla Hong Kong İngiltere’ye veriliyor ve
belli başlı liman kentleri de dış ticarete açılıyordu.
Ancak aradan 15 yıl geçmeden 1857’de savaş yeniden başladı.
Bu kez İngiltere ve Fransa tarafından ortak sürdürülen
savaş, 1858’de bitiyor ve afyon trafiği serbest bırakılırken
Avrupa ticareti ve hırıstiyan misyonerliğinin ülke içine
girmesi de kabul ettiriliyordu.
1859’da yeniden saldıran İngiltere ve Fransa, bu kez savaşı,
İmparatorluğu parçalayıp yıkıncaya kadar sürdürdü ve isteklerini
Çin’e kabul ettirdi. Artık Çin, toprakları üzerinde çıkarları
uğruna yabancıların birbirleriyle yarıştıkları bir ülke
durumunu almıştı. Ve tepki olarak 1899’daBokserler Ayaklanması’nın
patlak vermesine karşın, 1901’de emperyalist ordular Alman
bir generalin komutasında birleşerek ayaklanmayı bastırdılar.
Çin, meta değişiminin geri ülkelerdeki “nazik” ve “barışsever”
uygulamalarının klasik örneğini oluşturuyordu. Çin tarihi,
40’lı yıllarda başlayan ve 19. yy boyunca süren, bu ülkeyi
kaba kuvvet yoluyla ticarete açmayı amaçlayan savaşlarla
altüst edilmişti. Misyonerler, hıristiyanların katledilmesini
kışkırtmış, Avrupalılar başkaldırıları tahrik etmiş ve
zaman zaman giriştikleri katliamlarla, tamamen aciz tarımsal
nüfus, Avrupa’nın büyük güçlerinin modern kapitalist tahrikleriyle
boy ölçüşmeye zorlanmıştı. Ağır savaş yükünün devlet borçlarını
arttırması, Çin’in Avrupa’ya borçlanması; mali denetimin
Avrupa’nın eline geçmesine ve tüm savunma mekanizmasının
kırılmasına yol açmış, Avrupalı kapitalistler için zorla
demiryolları imtiyazları sağlanmış, serbest limanlar açtırılmıştı.
Bütün bu eylemlerle 1830’ların başından Çin devrimine
kadar ülkede, meta değişimi sistemi kurulma amacı güdüldü.
Yeni Çin Devrimi ise, sorunların çözümünde ancak gerici
bir olgu olabilecekti. Ezilen sınıf ve katmanların önemli
oranda rol aynadığı, Sun Yat Sen önderliğindeki burjuva
içerikli Yeni Çin Devrimi, Devrimin ilk yıllarının ardından
Kuomingtang’ın gericileşmesine bağlı olarak, zaten çözüm
bulunmamış olan sorunların yeniden derinleşmesini ve yarı-sömürge
karakterinin 1949 Çin Halk Devrimi’ne kadar sürmesini
getirdi.
Osmanlı Türkiye’si açısından ise durum farklı olay ve
gelişmeler üzerinde yükselse de, sonuç aynı olacaktı.
Kapitalist dönüşüm sağlayacak dinamiklerin güçlü olmaması,
geçmişin güçlü Osmanlı İmparatorluğu’nu süreç içinde Avrupa
kapitalizminin gerisine düşürmüştü. Özellikle Balkan’larda,
artan tahıl, mısır, pamuk, tütün gibi ürünlere ve hayvancılığa
gelen taleplerle, kapitülasyonlar denilen ve Avrupa tüccarına
ülke içinde mallarını satma olanağı tanıyan imtiyazlarla,
Osmanlı pazarının Avrupalı içinde cazip duruma gelmesi
çakışmıştı. Bu arada Osmanlı egemenliğindeki Balkanlarda
burjuva hareketlerin yükselmesi, kiza geniş Osmanlı topraklırının
yükselen kapitalizme hedef olması ve bunun neden olduğu
savaşlar, zaten sarsılmış durumdaki Osmanlı Türkiye’sini
zayıflatmıştı. Kapitülasyonların süreklilik kazanmasının
ardından, ilkini 1838 İngiliz Ticaret Anlaşmasının oluşturduğu
bir dizi anlaşmayla, ilerde yarı-sömürgeye dönüşecek olan
bağımlılık başlamıştı. Ülkeyi kapitalist ülkelerin denetimine
iten bu süreçte, Gülhane Hattı Hümayun-u (1839), ı- Islahat
Fermanı (1856), Arazi Kanunnamesi (1859) gibi düzenlemelerle,
kapitalizmin gereksindiği hukuk da oluşturulacaktı.
Kapitalizmin girişiyle, öteden beri belli merkezlerde
var olan meta dolaşımı, bu kez özellikle kapitalist girişimlerin
el attığı alanlarda bir meta pazarının oluşmasına dönüşmüştü.
Şimdi kapitalist tüccar, mamul yerine hammadde satın alıyor
ve yerine mamul madde satıyordu. Bu temelde oluşan meta
piyasası, tüccar aracılığıyla köylülüğün ve kapitalist
sermayenin karşı karşıya gelmesi gibi bir sonucu doğuruyordu.
Dolayısıyla bu pazar, içerde kapitalizmin girdiği yerlerde
(19) yıkılmaya başlayan feodal ilişkilerin bağrında, aynı
şekilde yıkılan küçük üreticinin, (20) mülksüzleşmesine
bağlı olarak ücretli işçiler olmasını sağlayacak nitelikte
değildi. Yani, kapitalizmin meta pazarı oluşturarak yıktığı
feodal ilişkilerin mülksüzleştirdiği köylüler, geçmişte
kapitalizmin oluşum dönemlerinde olduğu gibi proleterleşemiyordu.
Çünkü, emeklerini satın alacak bir sermaye grubu, ulusal
bir burjuva sınıf yoktu. Kısacası kapitalizmin girmesiyle
birlikte tüm sömürge ve yarı-sömürgelerde olduğu gibi
köylülük genel olarak mülksüzleşiyordu, ama onun emeğini
satın alacak bir ulusal burjuvazi oluşmuyordu. Kapitalizm
öncesi özellikle madenlerin işletilmesinde bu yığınların
küçük bir bölümü kullanılıyordu. Geniş kitleler için sonuç:
yoksulluk ve işsizlikti.
Söz konusu kapitalistleşme sürecinin önemli özelliği yalnızca
ülkede meta dolaşımı temelinde oluşan piyasa değil, daha
büyük ölçüde sermayenin ve bu sermayenin ülke ekonomisi
üzerindeki etkisinin de hızla gelişmesiydi. (21) Çeşitlisektörlerde
oluşturulan emperyalist sermayeli kuruluşlar, ürünün pazarlanması
ve satışının tek yetkilisi olmaktaydılar. (22). Aynı durum
yeraltı kaynakları için de geçerliydi. Ülkenin yeraltı
kaynaklarının tümü emperyalist şirketlerce işletilmekteydi.
20. yy’a girildiğinde 1887’de kurulmuş bir İngiliz şirketi
Boraks, 1892’de kurulan Balya-karaaydın şirketi gümüş,
kurşun ve linyit, 1892’de kurulanKassandra adlı şirket
manganez, bakır ve başka bazı madenlerin işletilmesi için
gerekli ayrıcalıkları ele geçirmişlerdi. (23) Emperyalist
sömürünün en sert olduğu madencilik bölgesi ise Zonguldak
havzası idi. İşletme hakkını “Ereğli Şirketi Osmaniyesi”
adlı bir Fransız şirketinin elinde tuttuğu havzada, devletin
çıkardığı bir nizamnameyle köylüler 15 gün tarlada, 15
gün ocakta çalışmak zorundaydılar. Çalışma koşulları zenci
kölelerden kötüydü. Şirket böylece 10 yıl içerisinde sermayesini
iki katına çıkarma olanağı bulmuştu.(24).
Yarı-sömürgeleşmenin bir diğer önemli unsuru da demiryollarıdır.
Emperyalist sermaye yatırımlarının %58’inin demiryollarına
yönelmesi de bu durumun bir göstergesiydi. Demiryolları
işleten şirketin, demiryollarının iki yanında belli bir
uzaklık içindeki madenleri işletme hakkını elde etmeleri
ve kilometre garantisiyle yapım, bu sektörü emperyalizm
için son derece cazip kılıyordu. 1908 yılında İngiltere’nin
440, Fransa’nın 266 ve Almanya’nın 1020 km’lik demiryolu
vardı. İzmir-Aydın Demiryolu, İngiliz sömürüsünün ve aynı
zamanda 1. Bunalım Döneminin etkin bir unsuru olan Bağdat
Demiryolu hattı, Alman sektörünün simgeleriydi.
Ülke alt yapısındaki gelişmelere koşut olarak, devlet
hızla borçlanmaktaydı. 1856’da başlayan bu süreç; 1863’de
sermayesi tamamen yabancı olan Osmanlı Bankası’nın kurulması
ve banknot çıkarma hakkını da tekeline almasıyla iyice
hızlanacaktı. 1857’de devlet, borçların faizlerin bile
ödeyemeyeceğini açıklayacak ve bu durum giderek tekelciliğin
egemen olduğu kapitalist ülkelerin, Osmanlı ülkesini tümüyle
denetlemek için Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) yi kurmalarını
getirecekti.
Düyun-u Umumiye yalnızca borçlarla ilgili alacakları kollayan
bir kuruluş değildi. Gerçekte Düyun-u Umumiye, emperyalist
sermayenin ülkey girişinin hangi alanlarda ne tür ayrıcalıklarla
gerçekleşeceğini araştıran, organize eden ve emperyalist
sermayenin en uygun koşullarda kazanç edenmesini amaçlayan
bir kuruluş durumundaydı. Halk ve devlet durmadan yoksullaştığı
halde, Düyun-u Umumiye’nin gelirleri artmaktaydı. 1882-83
gelirine oranla örneğin 1911-12 devletin gelir kaynaklarını
1/3’ü, 1910’da gümrük gelirlerinin %95,4’ü ve temettü
vergisi denen kazanç vergisinin önemli kısmı Düyun-u Umumiye’ye
gidiyordu. Böylece develet bir kalkınma aracı değil, emperyalistlerin
kazançlarını koruma şubesi oluyordu (25).
Sonuç olarak toparlamak gerekirse, 1.ve 2. Bunalım dönemlerinde
emperyalist sömürü, sömürgecilik biçimlerinde görülmekteydi.
Her iki biçimde de olay, doğal ekonominin geçerli olduğu
bu ülkelerin yapısını parçalamak ve meta piyasası yaratmak,
mülksüzleşen kitleleri yeraltı ve yerüstü kaynaklarının
talanında kullanmaktı.
II. İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE SONUÇLARI
II. Dünya Savaşı, gerek gelişmesi, gerekse sonuçları
açısından son derece önemli bir savaştı. Bazı yönleriyle
bu savaşı, I. Dünya Savaşı gibi yalnızca bir paylaşım
savaşı gibi görmek ve bu şekilde tanımlamak, hem olayın,
sahip olduğu kapsamın daralması, hem de yol açtığı sorunların
eksik değerlendirilmesi gibi hatalara neden olmaktadır.
Bu nedenle, III. Bunalım dönemi değerlendirmesine, insanlık
tarihinin önemli bir kavşağı olan bu savaşı tekrar irdelemekle
başlayalım.
Daha önce belirttiğimiz gibi, savaş gerçekte 1931 yılında
Japonya’nın Mançurya’yı işgal etmesiyle başlamıştı.
İtalya’nın Etiyopya’yı istilası ve İspanya İç Savaşı
ile süren savaş, Almanya’nın Avusturya ve Çekoslovakya’nın
bir kısmını işgaliyle hızlanmış ve 1939’da Çin Devrimi
ile sona ermişti. Bu savaş üçlü bir karakter taşıyordu.(26)
İlk olarak, emperyalistler arası bir paylaşım savaşıydı.
Bur yanda ABD ve İngiltere’nin yer aldığı, karşısında
Almanya, Japonya ve İtalya’nın olduğu iki kampa ayrılan
emperyalist ülkeler, bir yeniden paylaşım savaşına tutuşmuşlardı.
ABD, Almanya, Japonya ve İtalya yeni pazar istemiyle,
İngiltere ve Fransa ise ellerindeki pazarları koruyabilme
kaygısıyla hareket etmekteydiler.
ABD’nin İngiltere’nin yanında yer almasının nedeni;
İngiltere’nin Almanya karşısında tutunabilmek için ABD’ye
önemli tavizlerde bulunmasıydı. Buna göre, yıpranan
bir güç olan İngiltere, zaten tek başına faşist kampla
başedebilecek güçte değildi. Bu durumda faşist kamp
yenerse, ABD’nin liderliğini kabul etmesi olanaksızdı.
Özellike Japonya ile ABD’nin çıkarları önemli oranda
çelişmekteydi. Öte yandan ABD, ingiltere’nin yanında
yer alırsa, hem faşist kamp etkisizleşecek hem de savaşın
tüketeceği İngiltere Fransa ABD için tehlike arzetmeyecek;
savaş öncesinin en büyük emperyalist gücü olan, ama
dünya pazarları üzerindeki payı gücüne oranla çok az
olan ABD, savaştan kazançlı çıkacaktı. Sonuçta ABD,
kamuoyunun da istediği ve benimsediği bir tercih olarak
faşist kampa karşı savaşa girdi. Japon saldırısıyla
daha da genişleyen savaşı müdahale eden ABD, savaşın
sonucu üzerinde tayin edicibir rol oynayacaktı. Japonya’nın,
özellike Fransız ve İngiliz sermayesinin denetlediği
bir yarı sömürge olan Çin’e saldırısıyla başlayan paylaşım
savaşı, 1945’de Japonya’nın teslim olmasıyla sonuçlandı.
Savaşın emperyalist güçler açısından tek galibi ABD
oldu.
Almanya, Japonya ve İtalya yenilgiye uğrayınca, yeni
pazar kazanmak bir yana, kendi ülkelerinin de işgali
durumu ile karşı karşıya kaldılar. İngiltere ve Fransa
ise savaştan büyük yıkımla çıktılar. Fransa, dört yıldır
faşizmin işgalinde kalmış, harabeye dönüşmüştü. Sömürgelerini
koruyordu ancak sermayesi, sömürgeciliği büyük çapta
sürdürmeye yetmekten -en azından kısa vadeli sonuçları-
açısından uzaktı. Bu nedenle savaş sonrasında ABD sermayesi,
hem Fransa’da hem de sömürgelerinde etkin biçimde yerini
aldı. Aynı şeyler aşağı yukarı İngiltere açısından da
geçerliydi. Her iki ülke de savaşı kazanmış görünmelerine
karşın, savaş sonrasında ABD sermayesine bel bağlamak
zorunda kalacaklardı.
Ayrıca, eski tip sömürgecilik artık yeni dönemin koşullarına
ve gereksinmelerine karşılık vermekten uzak bir hantallık
anlamına geliyordu. Bilimsel ve teknolojik devrimin
açtığı yeni ufuklar ve işgalcilik olgusunun, dünya halklarının
giderek yükselen hareketliliğini getiren niteliği, savaşı
izleyen yıllarda anlamını daha çok İngiltere ve Fransa’da
bulan klasik sömürgeci ve yarı-sömürgeci yöntemlerin
terkedilmesini getirecekti. Ezilen ülkelerin bir kısmı
siyasal düzeyde var olan ya da yeni kazandıkları bağımsızlıklarını,
ekonomik bağımsızlıkla pekiştiremeyince, bayraktarlığını
ABD’nin yaptığı ve giderek dönemin başlıca emperyalist
sömürü biçimi durumuna gelen yeni sömürgeci yöntemlere
teslim edeceklerdi.
İkinci olarak, II. Dünya Savaşı sosyalizmle kapitalizmin
savaşıydı. SSCB, daha Ekim Devrimi’nden başlayarak,
emperyalizmin saldırılarıyla karşılaşmıştı. Emperyalizm,
kendisinden daha ileri bir toplumsal yapılanma anlamına
gelen bir ülkeyi boğmaya çalışmıştı.
Açıktan müdahale sonuç vermeyince, bu kez ekonomik ve
siyasal bir tecrit yoluna gidilmiş; SSCB ablukaya alınarak
sosyalizmin yıkılması amaçlanmıştı. Ancak, anarşiden
uzak planlı bir gelişme, 30’lu yıllarda gerçekleşen
yüksek kalkınma temposu, SSCB’yi 40’lı yıllara, ağır
sanayileşmeyi büyük ölçüde tamamlamış, devrim sonrası
siyasal çalkantılara ilişkin sorunlarını çözümlemiş
bir ülke olarak taşımıştı.
II. Bunalım Döneminin bütün süreci, SSCB’nin dünya düzeyinde
yüksek bir prestije sahip olmasıyla ve kapitalist dünyanın
halklarını derinden etkilemesinin örnekleriyle doluydu.
Bu yıllarda özellikle Avrupa işçi sınıfı, kendi geleneğinin
bir parçası olarak SSCB’nin verdiği güven ve moral etkiyle,
emperyalizmi tedirgin edici ölçülerde örgütlenmişti.
Sosyalizmin maddi bir güç oluşu öncelikle aydınları
etkilemesini getirmişti. ‘Avrupa Devrimi’ beklentisine
pratikte ciddi olarak darbe vurulmuş ve bu kez mahkum
edilmiş, çapı giderek genişleyen faşizm olgusu bile,
Avrupa’yı etkileyen yeni dalgayı boğamamıştı. Savaşa
girildiğinde sosyalizm Avrupa ülkelerinin pek çoğunda,
işçi sınıfıyla önemli buluşma durakları yaratmış bulunuyordu.
Savaşı başlatan faşist ülkelerin en büyük hedefi SSCB
idi.
Kaba bir anti-komünizmi, eklektik ideolojisinin en önemli
silahlarından biri hatta birincisi olarak kullanan faşizm
için SSCB, emperyalizme kapalı çok büyük bir pazar ve
aynı zamanda komünist hareketin bastırılması için boğulması
zorunlu bir ülkeydi. Durum, ABD ve İngiltere açısından
da değişik değildi.
Sonuçta, 1941’de Almanya’nın SSCB’ye saldırısıyla, kapitalizm
ve sosyalizmin daha önce İspanya İç Savaşı’nda küçük
çapta yaşanan çatışması, bu kez daha büyük ölçekli olarak
başladı. Alman saldırısı sonucunda, objektif olarak
SSCB ile aynı cepheye düşen ABD ve İngiltere’nin tavrı,
bir dönem savaşın sosyalizm ile kapitalizzm arasında
cereyan eden bu boyutunu gizlemek oldu. Savaş, 1941-44
arasında Almanya-SSCB savaşı olarak geçerken, İngiltere
ve ABD savaşa Kuzey Afrika’nın paylaşılması ve İngiltere’nin
korunması bazında katılmışlardı. (ABD bu dönem savaşı
zaten esas olarak Japonya ile yeniden paylaşım düzeyinde
sürdürmekteydi.) Böylece, Kıta Asya’sının iyice harap
olması ve Almanya’nın, son darbe öncesinde yeniden paylaşımda
yer alacak diğer güçlerin de ezilmesi; daha önemlisi,
SSCB’nin ezilmesi amaçlanıyordu. Ancak 1943’de Almanya
SSCB önünde gerilemeye başladı. SSCB yanında fiili olarak
yer almaya başlayan ABD ve İngiltere, 1944’de Alman
gerileyişinin bozguna dönüşmesi sonucunda, Kıta Avrupa’sının
sosyalizme yönelmesini engellemek amacıyla savaşa katıldılar.
Buna karşılık yine de Doğu Avrupa’nın önemli kısmı sosyalist
orduların denetiminde kaldı. Bu olgu, yani Kızıl Ordu
etmeni, söz konusu ülkelerdeki işçi sınıfı hareketleriyle
bütünleşince, savaş, Doğu Avrupa’da halk demokrasilerinin
kurulmasında başat rol oynadı.
SSCB’nin Almanya’yı yenmesi, ABD ve İngiltere’nin hesaplarını
bozması, savaştan güçlenerek çıkması, sosyalizmin dünya
çapında sahip olduğu prestiji artırdı. Sosyalizm artık
emperyalizmden kurtuluşun biricik yolu olarak dünya
halklarının umudu olmuştu zve sosyalist iktidar mücadelesi,
Avrupa’dan sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaymaktaydı.
Üçüncü olarak, II. Dünya Savaşı, emperyalistlerle dünya
halkalarının savaşıydı. II. Dünya savaşına girildiğinde,
birçok sömürge ve yarı-sömürgede, giderek yükselmekte
olan ulusal kurtuluş hareketleri gündemdeydi. Savaş
yıllarğnda açık işgal ordusunun da etkisiyle bu hareketler
hızla kitleselleşti. Bağlaşık olarak asıl insiyatifin
giderek işçi sınıfının önderliğine kayması nedeniyle,
hareketler sosyalizmi hedefleyen perspektiflere yöneldiler.
Şu nokta önemlidir: Savaş, dünya halklarının salt Alman
ya da Japon faşizmlerinden değil, bütünlüklü bir olgu
olarak emperyalizmden kurtulma savaşlarıydı. Japonya’nın
1931’de Mançurya’yı 1932’de Kore’yi işgal etmesi ve
1937’de Çin’e saldırması, gerek Çin gerekse Kore’de
işgale karşı mücadeleyi körüklemiş, önderlik Komünist
partilere kaymıştı.
Balkan ülkeleri ve genel olarak Kıta Avrupası’nda ise
savaş fiili Alman işgaline karşı başlamış, giderek sosyalist
iktidar mücadelesiyle çakışmıştır. Fransa, İtalya, Yugoslavya,
Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Polonya, Çekoslavakya,
Macaristan gibi ülkelerde işgale karşı savaşın gerçek
boyutu buydu. Birçok komünist partisi bizzat bu savaş
içinde nitel ve nicel bağlamda güç kazanmıştı. Yunanistan’da
başlangıçta İtalya’ya sonra Almanya’ya karşı süren savaş
giderek İngiltere’ye karşı savaşı da içermişti. Yugoslavya’da
Alman işgaline karşı başlayan savaş, İngiliz beslemesi
Çetnikler’e karşı savaşla yan yana yürümüştü. Öte yandan
Vietnam’da savaş, Fransız işgaline karşı yürütülürken,
Orta-Doğu ülkelerinde ve Hindisten’da İngiliz sömürgeciliğine
karşı boyutlu bir hareketlilik biçimini almıştı. Kısacası,
savaş yılları boyunca emperyalizme karşı halk hareketlilikleri
vardı ve niteliği anti-faşizmle sınırlı değildi, anti-emperyalist
bir genişlik taşıyor ya da hızla buna dönüşüyordu.
Nitekim, emperyalistler arsı savaş bittikten sonra da
dünya halklarının emperyalizme karşı savaşı sürdü. Çin
ve Yunan iç savaşları, ayrıca Kore savaşı bu durumun
göstergeleridir. Emperyalist zincirin çözüldüğü bir
dönem olan Dünya Savaşı, sonuç olarak halkların emperyalizme
karşı dünya çapında bir uyanış dönemi olarak, soluklu
bir halk savaşı olan 1949 Çin Devrimine kadar sürdü.
Avrupa Halk Demokrasilerine Çin’in eklenmesiyle savaş,
dünya savaşı olmaktan uzaklaştı. Ancak emperyalizme
karşı isyanlar, çeşitli bölge ve ülkelerde sürdü, giderek
III.Bunalım dönemi çelişki ve ilişkilerine yön veren
bir nitelik kazandı. III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilerini
saptamaya geçmeden önce özetleyerek çerçevesini çizmeye
çalıştığımız II. Dünya Savaşının bir bütün olarak ortaya
koyduğu durumu; savaşın sonuçlarını, genel çizgileriyle
de olsal saptamak, III. Bunalım Dönemi’nin çelişkilenini
ve bu temelde yükselen uluslararası ilişkileri, daha
sağlıklı kavrayabilmek açısından gereklidir.
Savaşın sonuçların, savaş sonunda dünya ölçüsünde ortay
çıokan panaromayı dört maddede özetleyelim:
a) Birincisi: Sosyalist bir blok doğmuştu. Bunun doğrudan
ilk sonucu; emperyalizmin ağırlıklı sorununun kendi
karşıtları sosyalizmle ve dünya halklarıyla çatışmaların
ağırlık kazanması olacaktı.
I. Bunalım Döneminde emperyalizmin politikası esas olarak
ve heman hemen tamamen yeniden paylaşıma yönelmişti.
ABD, Almanya, Japonya gibi pazarda payı az olan ülkelerin
pazarda ağırlıklı yer alma ve Fransa, İngiltere gibi
ülkelerin buna karşı kendi pazarlarını koruyabilme çabaları;
dünyadaki olay ve süreçlerin kökeninde yatan nedendi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki anti-emperyalist hareketlilik,
emperyalizmin varlığını tehdit edici boyutlarda değildi.
Sömürge ve yarı-sömürgelerin çoğunda henüz uluslaşma
ve ulusal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele
olgunlaşmamıştı. var olanlar da son derece cılızdı.
Kuramsal düzeyde,emperyalizmle dünya halkları arasında
sınıfsal bilinç temelinde işgalciliğe karşı mücadele
olgunlaşmamıştı. Var olnlar da son derece cılızdı. Kuramsal
düzeyde, emperyalizmle dünya halkları arasındaki çatışma,
emperyalistler arası çatışmayla birlikte dönemin başlıca
çatışmalarından birini oluşturuyordu. Buna karşın, bu
durumun hayatın gerçekliği içinde kazanacağı anlam biraz
değişiyordu. Zaten yetersiz olan dünya halklarının hareketliliği
sağlam bir temele sahip değildi. Bu hareketlerin sosyulist
iktidar mücadelesinin bir parçası olarak yürütülmemesi,
işçi sınıfı hareketi önderliğinde yürselememsi gibi
nedenlerle etki alanının daralması başarısızlıkları
getiriyordu. Nitekin Birinci Bunalım Döneminde, pek
çok ülkenin sömürgeleşmesine ya da yarı-sömürgeleşmesine
karşın, Sudan’ın ancak geçici bir dönem emperyalist
işgale karşı savaş sonucunda işgalden kurtalması örneği
dışında, emperyalezme karşı ezilen halkların başarılı
bir bağımsızlık savaşı olamamıştı.
Ancak Rus Devrimi olayların çehresini değiştirecek,
emperyalist kapitalist sisteme vurulmuş ağır bir darbe
olacaktı. Bununla birlikte Rus Devrimi’ni izleyen sürecin
beklenen bir devrim dalgasına neden olmaması, Almanya,
Macaristan ve Bulgaristan’daki girişimlerin bastırılması,
SSCB’de sosyalizmin açısından tek ülkede atılan adımlara
karşın, sosyalizm beklentilerini, en azından emperyalist
ülkeler için durdurmuştu.
Faşizmi, devrimci dalgayı bastırmada bir çözüm olarak
kullanan emperyalizm, dönem boyunca ağırlıklı çabalarını
dünyanın yeniden paylaşılmasına ayırmış, Almanya, Japonya
ve İtalya’nın bu yolda bir savaş örgütlemeleri, dünyadaki
oluy ve süreçleri belirleyen temel neden olmuştu. Ezilen
halkların özellikle Çin’de yoğunlaşan hareketliliği
ise emperyalizmin söz konusu yönelimini caydırıcı boyutlara
ulaşamamıştı.
İkinci Dünya Savaşı ise sonuçlarıyla, olay ve süreçlerin
bu karakterini dönüştürücü bir nitelik taşıyordu. Çin’e,
Kore ve Vietnam’ın Kuzeylerinin de eklenmesiyle sosyalizm
olgusu, dünyanın 1/3’ünü emperyalizme kapayan bir boyut
kazanıyordu. Bu ülkelerin, ekonomik dayanışmanın dışında
siyasal düzeyde de birlikte hareket etmeleri, olayın
sonuçları daha da etkili kılmaktaydı.
Bu olguya aşağıda değineceğimiz gibi kurtuluş hareketleri
de eklenince, emperyalizmin olay ve süreçlere yaklaşımının
kökeninde yatan neden yeniden paylaşmaktan çok, varlığını
koruyabilmek çabası oldu. Ne var ki emperyalistler arası
rekabet genel bir çatışmaya dönüşme karakteri taşıması
da varlığını koruyordu. Ancak bu durumun, sürece yön
veren dinamiklerin yalnızca bir ucunu oluşturması, diğer
iki dinamik olan sosyalizm ve ulusal kurtuluş hareketlerinin
caydırıcı bir karakter kazanmalarını getirecek ve emperyalistler
arası rekabetin bir paylaşım savaşına dönüşmesini engelleyecekti.
b) ABD’nin, savaştan emperyalist-kapitalist sistemin
Jandarması, dünya emperyalist sistemin örgütçüsü ve
lideri olarak çıkması, savaşın ikinci önemli sonucu
oldu. Savaşın ABD topraklarında geçmemesi nedeniyle
diğer emperyalist güçlerin (İngiltere, Japonya, Almanya
ve Fransa’nın) topraklarının, sanayilerinin harap olduğu
koşullarda, ABD savaştan korunmuş güçlü ve ileri bir
sanayileşme düzeyine sahip olarak dönemi kapatmıştı.
Bunun yanısıra, söz konusu sanayii güçlendirmesi iç
örgütlülük ve birikim olanakları açısından da ABD avantajlıydı.
Almanya ve Japonya savaşı yitirmekle rakip olmaktan
çıkmışlardı. İngiltere ise, savaşı kazananlar arasında
yer almasınakarşın, sermaye birikimi olanakları ve iç
örgütlenmesi ile sanayiini katlayarak geliştirme şansını
nerdeyse sıfırlamış, bir ülkeydi. Bu ülkelerin hiçbiri,
ABD’nin daha savaşın ortalarında başlattığı teknolojik
atılıma ayak uydurabilecek düzeyde değildi. Sonuçta,
bu avantajlarını iyi değerlendiren ABD savaş sonrasında,
üstünlüğüne dayanak olacak uluslararası örgütlenmeler
oluşturma yoluna giderek, gereksindiği kurumsal ve hukuksal
temeli de yaratacaktı.
Bu yolda ilk oluşum, dönemin dayattığı yeni ilişkilerin
uygun bir para sistemin yaratıldığı Bretton Woods Konferansı
oldu. Doların, daha İkinci Bunalım Döneminde durumu
önemli oranda sarsılmış olan Sterlin’in yerini alarak
uluslararası kapitalist ticaretin ve emperyalist sermaye
ihracının para birimi durumuna gelmesine yol açan bu
konferansı, IMF, IBRD gibi yeni para sistemine uygun
uluslararası emperyalist kurumların oluşturalması izleyecekti.
Bu sürecin bir halkası olarak, ABD’nin jandarmalığı
kurumsal düzeyde anlam kazanacaktı. Emperyalist-kapitalist
sistemin başlıca ülkelerin ordularının doğrudan doğruya
ABD genel kurmayının denetiminden girmesi anlamına gelen
NATO ise varlık gerekçesini; komünizm tehlikesi olarak
açıklayacaktı.
III. Bunalım Dönemi ilişkileri oturdukça söz konusu
durum daha da belirginleşti. Artık, dünya, emperyalistlerin
yeniden paylaşma alanları değil, emperyalizmle sosyalizmle
dünya halkları arasındaki çelişmenin olay ve süreçlerinin
kökeninde yattığı bir aşamaya sahne olmaktaydı. Dönüşüm
sonrasında ilk kez bu dönem emperyalist güçlerin tamamı
aynı kamp içinde bir araya gelerek ordularını bir komuta
altında birleştiriyorlardı. Bunun tek anlamı vardı:
Entegrasyon, var olma yolunda saldırganlık... Emperyalistleri,
aralarında giderek derinleşecek olan çelişmelere karşın,
bir arada olmaya ve bu temelde kurumlaşmaya, üstelik
içlerinden birinin, ABD’nin önderliğini diğerlerinin
kabul etmesine zorlayan bir zemin oluşmuştu.
c) II. Dünya Savaş’ının diğer önemli sonucuysa, ulusal
kurtuluş hareketlerinin bağımsızlık savaşlarını yükseltmesiydi.
Yukarıda da değindiğimiz gibi, emperyalizmle dünya halkları
arasındaki savaş, II. Dünya Savaş’ının önemli boyutlarından
biriydi ve en önemli halkasını Çin oluşturmaktaydı.
Savaşın diğer boyutlarının 1945’de sona ermesine karşın,
Çin’in emperyalizm ile savaşının sonuçlanması 1949’u
bulacaktı. Savaş, Avrupa’daki örneklerinin yanısıra,
Kore ve Vietnam’ın kuzey bölgelerinin Japon ve Fransız
emperyalistlerden arındırılması sürecine tanık olacaktı.
Büyük Ekim Devrimi’yle ulusal kurtuluş hareketleri,
sosyalizme yönelmek gibi bir özellik kazanmıştı. Gerçek
bağımsızlığın, gerçek kurtuluşun ancak ekonomik bağımsızlığın
sağlanabilmesi bir anlam kazanacağı, ekonomik bağımsızlıkla
bütünleşmemiş bir siyasal bağımsızlığın göstermelik
olmaktan öte bir anlam taşıyamayacağı yeterince ortaya
çıkmış; Rus Devrimi ile düş olmaktan çıkan sosyalizm,
bağımsızlık ve gelişmenin gerçek ve sınanmış anlamı
durumuna gelmişti. Bu olgunun ulusal kurtuluş hareketlerine
yapacağı etkiler kaçınılmazdı. Bu noktada, Çin devriminin
önemi ve yüklendiği misyon açığa çıkmaktaydı.
Çin devrimi herşeyden önce emperyalizme karşı savaşa
ve devrim olgusuna, demokratik halk iktidarlarının oluşturulmasına
kazandırılmış yeni bir bakış, yeni bir soluk anlamına
gelmekteydi. Klasik ayaklanma stratejisi, bu devrimle
yerini, sömürge ve yarı-sömürgeler için geçerli bir
model olarak Halk Savaşı stratejisine bırakıyor; Lenin’in,
köylülüğü devrimin temel güçlerinden biri olarak gören
yaklaşımı, bu kez geliştirilmiş yekliyle köylülüğe temel
güç olabilme işlevini yükleyen yeni bir yaklaşıma kuramsal
neden oluyordu.
Sonuçta; sosyalizmi, sanayileşme sorununu en temelde
çözümleyebilmiş ileri kapitalist ülkelerin geçebileceği
bir toplum biçimi olarak gören klasik mantık yerini,
sosyalizmi bütün dünya ülkeleri için somut hedep durumuna
getiren yaklaşıma bırakıyordu. Bu, Lenin’in emperyalizm
süreciyle birlikte, devrimin objektif koşullarının tüm
dünyada olgunlaşmamış biçimde de olsa varolduğu yolundaki
saptamasının tamamlanması anlamına gelmekteydi.
Sosyalizmin, emperyalizmin duvarlarıyla çevrili de olsa
tek ülkede inşaasının olası olduğu gerçekliğinin ardından
sosyalist toplum kuramına yapılmış iki önemli katkı
gelişordu. Ayrıca, Rus Devriminin sömürge ve yarı-sömürge
ülkelerin gerçekliğine uygun düşmeyen stratejisi, yerini,
bu ülkeler düzeyinde, yine Rus Devrimi modelinin geliştirilmesiyle
ve onun açtığı yoldan yeni bir boyutun yakalanması ile
halk savaşı stratejisine bırakıyordu.
Halk Savaşı, genel ayaklanma stratejisine eklenmiş ikinci
bir devrim stratejisi oldu ve III. Bunalım Döneminde
yeni-sömürge ülkelerde temel çizgileriyle geçerli olma
özelliğini korudu.
Bunun dışında Çin devrimi, emperyalist sömürgecilik
ve yarı-sömürgecilik politikalarına vurulmuş ağır bir
darbeydi. Savaş sonrasında bilimsel ve teknik ilerlemenin
yol açtığı yeni olanaklar, sömürge yollarının denenmesini
olanaklı kılmıştı. Bu durum, Çin devrimi öncesinde de
var olan fiili işgale karşı hareketliliiğin bu devrimden
sonra daha da yükselmesi olgusuyla birleşince, eski
sömürgeci taktiklerin terkedilmesi ve yeni sömürgeci
yöntemlerin oluşturulmasında önemli etken oldu.
d) 2. Dünya Savaşı sonrasının önde gelen özelliklerinden
bir de teknolojik gelişmenin hızlanması ve uluslararası
bir nitelik kazanması olmuştu. Bilim ve toplum arasında,
sürekli ve karşılıklı etkilenmeye dayanan bir bağ vardır.
Toplumsal gelişmede bilimin ulştığı boyut önemli rol
oynamış, bilimsel etkinliklerin açtığı ufuklar her zaman
toplumu ileriye iten, üretim araçlarının gelişmesini
sağlayan bir etken olmuştur.
Özellikle Bilimsel Devrimin başlangıcı olarak kabul
edilen Rönesans (1440-1540) ile birlikte toplumsal gelişme
üzerinde daha önemli roller oynamaya başlayan bilim,
sanayi devrimi sürecinde birikimini artırmıştır. 20.
yy. ise bilim ve teknolojinin, giderek toplumsal hayatın
belirleyici güçlerinden bir olmak gibi bir işlev yüklenmesini
getirecekti. 2. Dünya savaşı sondasında özellikle belirginleşen
bu durum, Emparyalizmin 3. Bunalım döneminin bir bilimsel
ve teknolojik devrime sahne olmasında somutlaşacaktı.
Serbest rekabetçi kapitalizmin tekelciliğe dönüşümü,
bilimin üretime yönelik etkinliklerinin de önemli ölçüde
değişmesini beraberinde getirmişti. Çünkü tekelcilikle
birlikte savaş olgusu daha fazla ağırlık kazanmış, paylaşım
savaşları dünyayı sarsmaya başlamıştı.
Topyekün bir paylaşım savaşına hazırlanmaları, bilimsel
çalışmaların tamamına yakınının sürdüğü emperyalist
ülkelerde bilimin savaş sektörüne yönelmesini doğurmuştu.
Bu durum özellikle 3. Bunalım döneminin karakteristiklerinden
biri olacaktı. Tekellerle emperyalizm ve savaş arasında
sıklaşan bağlar, en büyük harcamaları silahlanma üzerinde
olan emperyalistlerin, yeni silahları büyük tekelci
şirketlere sipariş vermelerine yol açtı. Bu silahların,
jet uçakları, yerden yönetilen roketler, baliştik roketler,
alarm ve hidrojen bombaları -yalnızca orjinal buluş
olmaları açısından değil, arkadan gelen sürekli değiştirme
zorunlulukları açısından da giderek daha fazla bilime
ihtiyaç duyulacaktı.
Emperyalistler büyük bir hızla bilimsel araştırma ve
gelişmelere yönelirken, askeri araştırma harcamalarının;
sadece bilimsel araştırmaları değil , sanayi araştırmaları
harcamalarını da aşmasına yol açıyordu. Tekellerin bilimsel
araştırmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanma
amaçları, bilimsel araştırmaların sınırlarının emperyalist
hükümetlerce saptanmasını getirdi. Üniversitelere yapılan
baskı (27) bilimsel çalışmaların seyrinde köklü bir
değişikliği getiriyor ve üniversitelerde araştırmalar
tekellerin gereksindiği sektörlere ve özellikle silahlanma
sektörüne yöneltiliyordu.
“3. Bunalım döneminde, bilimsel ve teknolojik devrimin
bir sonucu olarak bilimin toplumsal süreçlerin üzerindeki
önemli rollerinin açığa çıkması ile birlikte, büyük
masraflarla üniversitelerden bağımsız araştırma birimlerinin
kurulması, özellikle silahlanma ve uzay konularında
oluşturulan bu birimlerin üniversitelerden bağımsız
çalışmaları sağlanacaktı. Nitekim bugün dünyanın belli
başlı tüm uluslararası tekelleri, kendi sektörüne ilişkin
araştırmaları kendisinin finanse ettiği birimlere yaptırmakta,
devlet desteğiyle gerçekleşen bu politika, devletlerin
de benzeri etkinlikleri yürütmelerini getirmektedir.
Britanya’da, serbest teşebbüsün kalesi sayılan Birleşik
Amerika’da savunma ile ilgili araştırma programlarının
baskısı altındaki hükümetlerin, üniversitelerin finansmanını
yüklenmeleri, araştırmaların statüsünde muazzam bir
değişikliğe neden olmuştur. Şu an için, araştırmalar
üzerindeki denetim, hiç değilse Britanya’da daha kolaydır.
Ama yine de araştırmaların genel yönü artık hükümetler
tarafından saptanacak demektir...” Aynı statü kaybına,
17.yy’den itibaren bilimin ilerlemesinde büyük rol oynayan
mucitler ve amatör bilim adamları da uğraşmışlardır.
Artık bilim adamları ve teknologlar, doktorların çoğuyla
beraber, ücret karşılığı beceri satan ya da kendi hesabına
çalışan, kelimenin eski anlamında profesyonel olmaktan
çıkıp devletin ya da büyük şirketlerin memurları durumuna
gelmişlerdir. Önce tedricen, 2. Dünya Savaşı sırasında
ve sonrasında ise çok hızlı gelen bu değişim, bunların
hayatlarını kazandıkları kaynaklara bağlılıklarıyla,
bilimin korunması, geliştirilmesi ve uygulanmasıyla
ilgili sorumlulukları arasında derin bir çelişki yaratmıştır.
(28)
Savaş sonrasında kendini açıkça gösteren bilimsel ve
teknolojik devrim, dünya üretici güçlerinin daha önceki
bütün gelişme aşamalarında bu ön koşulların yaratılmasına
bağlı olarak gündeme gelmişti. Özgül özelliklerinden
biri, üretim tekniklerini kökten değiştiren, yeni ve
yürsek derecede üretken araçları ve yeni donatımları
kullanma olanaklarını öngören bilim ve teknolojide bir
çok dalın doğuşu oldu. Ayrıca bir çok alandaki ilk buluşlar,
hızla başka alanlara yayılarak ilerleme temposunu artırdı.
Atomik parçalanma yalnızca nükleer enerji sanayinin
doğmasına neden olmadı, aynı zamanda sanayide, tarımda
izotop ve radyasyonların geniş çaplı kullanılmasının
yolunu açtı. (29) Uzay keşiflerindeki ilerleme, doğrudan
ya da dolaylı olarak metalurji, coğrafya ve jeoloji
gibi değişik alanlarda ilerlemyi hızlandırdı.. Suni
peyklerin gelişmesi, yalnızca yeryüzüne bağlı değişik
ölçüleri denetlemekle kalmadı, aynı zamanda maden kaynaklarının
yerini belirten etkili araçlar oldu. Sibernetik bilimin
pratik bulmasıyla, hem yeni hem de eski üretim dallarından
daha yeni yüksek bir aşamaya, otomasyona geçildi. (30)
Giderek daha büyük bir adım anlamına gelen ve canlı
doğa süreçlerinin özlü biçimde incelenmesi temeli üzerinde,
makine yapım ve teknoloji sorunlarının çözümünü gerektiren
fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin bütünleşmesi anlamına
gelen “bionik” doğacaktı.
Kısacası dünya, Mahir Çayan’ın ifadesiyle “burjuva araştırmacılarının
II. Sanayi Devrimi, Marksist araştırmacılarınsa, Bilim
ve Teknolojik Devrim dedikleri bir döneme girmişti.
Bu Aydınlanma Cağı’nın tanık olduğu ilk bilimsel devrimin
ardından gerçekleşen ikinci bilimsel devrimdi.
Sözkonusu iki devrim arasında çok önemli bir fark vardır.
İlk devrim, bilimsel yöntemin bulunmasına yol açmıştı.
İkinci Devrim ise çok değişik bir temelde yükseliyordu.
Bu kez yöntemin bulunmasından çok, onunu uygulanması
sözkonusuydu. Ancak ikinci bilimsel devrim, insanın
doğaya hükmetmesinin yolunu açacak sonuçlar doğuracak,
kapitalizmin çürümesi ve sosyalizm olgusuna koşut bir
nitelik taşıyacaktı. İkinci devrimle bilimin rolü ve
üretim üzerindeki etkisi açığa çıktığından, savaş sonrası
bilimsel araştırmaların boyutu ve aldığı yol tüm bir
insanlık tarihinin bilimsel ilerlemesini aşacak boyutlara
ulaşacaktı. Bunun çok yönlü sonuçlara yol açması kaçınılmazdı.
Bu olgu, III. Bunalım döneminin başat özellikterinden
biri olarak söz konusu sürecin tüm ilişkilerini, olay
ve süreçlerini derinden etkiledi. Sosyalizm ve kapitalizm
yaklaşımları kuşkusuz temelden farklıydı. Bu farklılık,
Lenin’in daha 1913’de değiniği gibi sosyalizmin olaya
insanlığın genel ilerlemesi ve özgürleşmesi temelinde
yaklaşmasından kaynaklanmaktaydı. Çünkü Bilimsel ve
Teknolojik Devrimin emperyalizm açısından; onun yaşama
çabasından kaynaklanan saldırganlığını, yeni sömürü
teknikleriyle geliştirebilmesine ve sosyalizmin yayılmasının
karşısına bu şekilde çıkmasını açacaktı.
Teknoloji, diğer yönüyle otomasyon, insanın üretim sürecine
katılma payının azalması, emeğin daha az kullanımı ve
nitelikli emeğe duyulan gereksinimin azalması gibi sonuçlar
kaçınılmaz kılmaktaydı. Böylelikle üretim ve dolayısıyla
sermayenin uluslararasılaşmasının ve tekelleşmesinin
bu ölçüde boyutlanarak sürmesi, kısa vadede elde ettikleri
önemli kazanımlara karşın, uzun vadede emperyalist kapitalist
sistemi depresyona zorlayan sonuçlar doğuracaktı.
Teknolojinin, sermayenin ve üretimin uluslararasılaşması
sürecini hızlandırmasının başlıca nedenlerini şöyle
sıralayabiliriz:
a) ABD’de gerekli teknolojinin geliştirilmesi için yeterli
sermayeye sahip olan ya da bu sermayeyi bulabilecek
ve diğer ülkelerde bu alandaki boşluktan yararlanabilecek
şirketler vardı.
b) Bu teknik liderlikte, ABD şirketleri, devletin önemli
boyutlardaki araştırma ve geliştirme bağışlarından yararlanmaktaydı.
c) Bu şirketler, uluslararası ilişkilerde ya kendi başlarına
ya da ABD’nin dünya ölçüsündeki askeri programları ve
bir denetim aracı olan yardım programları sayesinde
önemli oranda deney kazanmışlardı.
d) Büyük şirketlerde, cömert hükümet yardımlarıyla bilimsel
araştırma ve teknoloji gelişme bütünleşmiş, böylelikle
bilimsel olanaklar, üretim sürecini kısaltmanın önemli
bir unusuru olarak kullanılmıştı. Bu da uluslararası
şirketlere, kendisinden daha büyük ve daha az güçlü
olana rakipleri üzerinde dünya düzeyinde bir üstünlük
sağlamıştı.
e) Ulaşım olanaklarının artması, ulaşımın kolaylaşması,
yabancı ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmeyi olanaklı
kılmıştı. Böylece, çeşitli ülkelerde kolları olan, birbirleriyle
bağlantılı alanlara yayılan çok uluslu şirketlerin güçlenmesinin
koşulları oluşmuştu.
Bilimsel teknolojik devrimin bir sonucu olarak, kömür,
petrol, tekstil, demiryolculuğu, vb. sanayi dallarının
yerlerini giderek yoğunlaşan biçimde teknolojiye dayanan
elektronik ve nükleer sanayinin almaya başlamasının
koşulları oluşacaktı.
İngiliz bilim adamı John Bernall, bilimsel ve teknolojik
devrimin sonuçlarını şöyle saptıyordu.:
Birinci eğilim ;yalnızca nükleer enerjinin keşfine değil
aynı zamanda yeni üretim yollarının geliştirilmesine
de bağlı olan tükenmez enerji kaynaklarının bulunması.
İkinci eğilim ; bilgisayarların bulunması ile makinenin
ve insanın yeni bir yaşam biçimine yönelmesi.
üçüncü eğilim ; biyolojik sürecin niteliğinin daha derin
taranması, böylece biyoniğin ortaya çıkması (31)
Bu üç önemli saptamaya, Bernall sonrasında saptanan
dördüncü bir eğilim olarak uzayın keşfinin açtığı yeni
ufukları ekleyebiliriz (32)
1950-68 döneminde kapitalist dünyada, her sanayi dalında
istihdam ve sermaye yatırımlarından çok, bilimsel personel
ve araştırmaların daha geniş biçimde kullanımı ve teknolijik
ilerlemeler, üretimin karakterini de önemli oranda değiştirmekteydi.
Örneğin bilimsel ve teknolojik devrim öncesinde, mikroorganizmalar,
yalnızca özel besin ve kimya sanayiileri girişimlerinde
uygulama buluyordu. Bilimsel ve Teknoloji Devrimden
sonra ise bunlar suni protein üretiminde, madenlerin
işletilmesinde ve daha başka alanlarda petro kimya sanayii
tarafından kullanılır oldu.
ABD’de Batı Avrupa’da Japonya’da sanayideki eğilim,
yalnızca büyük işletmelerce küçük ve orta ölçekli girişimlerin
şiddetle yutulmasıyla değil, aynı zamanda büyük tekeller
ve korporasyonların hızlı biçimde bütünleşmesi biçimndeydi.
B.T.D., üretimin yoğunlaşmasını getirmiş ve uluslararsı
tekelleri güçlendiren bir işlev yüklenmişti. Sözkonusu
şirketlerin bilimsel gelişmeliri kendilerine yedeklemeleri
ve giderek bilimsel çalışmaların yönelimini belirlemeleriyle
edinilen dezavantaj çokuluslu tekellere muazzam birgüç
kazandırmıştı.
Ayrıca tekelleşme yalnızca uluslararası ölçüde sürüyordu.
Metropol sınırları içinde de teknolojik devrim tekelleşmeyi
hızlandırmıştı. Bir yandan üretim yoğunlaşırken, öte
yandan tekelleşme sürüyordu. Gerçekte emperyalizst dönemde
de sanayi, taşeronlara ve yardımcı gereç yapımlarına
yaşama şansı tanımaktaydı. Ve bu gelişmeydi. Ancak,
Bilimsel Teknolojik Devrim, bu gereksinmeyi ortadan
kaldıracak ve ara imalatçılık giderek gereksinme duyulmayan
fazlalıkları durumuna düşerek çözülecek ya da tekellere
eklemlenecekti.
Örneğin, ABD’de 1967’de 2400 şirketin birbirlerine eklemlendiği
saptanmıştır. 1969’da bu rakam 5400’ü bulmuştur. Aynı
durumdaki şirketlerin sayısı F. Almanya’da 1963’te 25
iken, 1969’da 100’dür. İngiltere’de gelişen sanayi dallarında
birbirlerine eklemlenen şirketler toplam şirketlerin
1/3’ünü oluşturmaktadır. (Bernall age) Tekelleşme sürecinde
üretimin yoğunlaşması, daha hızlı bir büyümeyle sonuçlanır.
ABD’de en büyük 500 şirket, ülkenin toplam sanayi üretiminin
yarısını imal etmektedir.
İngiltere’de 180 şirket, bütün sanayi üretiminin %40’ına
yakınını karşılar. Fransa’da ise 100 tröst, toplam sanayi
üretiminin 2/3’üne yakınını denetler. Bu arada tekellerin
birbirlerine eklemlenmeleri de olayın bir diğer yanını
oluşturur.
Aynı zamanda bilimsel teknolojik devrim, ekonominin
askerileştirilmesinin bir aracı olarak kullanılmaktaydı.
Siyasal düzeyde anlamını anti-komünizmde bulan olgu,
girçekte emperyalizme; silahlanma ve sosyalist ülkeleri
de silahlanmaya yöneltmek yoluyla varlık temellerine
yeni ve güçlü bir olgular katma şansı getiriyordu. Bu
nokta son derece önemlidir.
Kaynakları bu alana akan devrimini yapmış ülkeler, doğal
olarak kaynak isteyen diğer alanlardan öz veride bulunmak
durumunda kalıyorlardu. Bilimin de askerileşmesi demek
olan bu durum, bilimsel araştırmalar içindeki aslan
payını askeri harcamaların tutması anlamına gelmekteydi.
Örneğin, ABD’de bu oran %62’yi bulacak askeri siparişler,
havacılık, elektronik, nükleer gibi stratejik sanayi
dalları, toplam üretimin %32,65’ini oluşturacaktı. Böylece
bilimsel teknolojik devrim, dünya halklarının sırtında
bir yüke dönüştürülüyordu.
Bilimsel teknolojik devrimin tartışma gündemine soktuğu
diğer bir konu da, insanlığın gelişmesinde muazzam bir
adım anlamına gelen bu devrimin emperyalist-kapitalist
sistemi değişime zorladığı ve sistemi çözdüğü biçimindeki
yaklaşımdır. Buna göre; bilimsel patlama, üretimin emeğe
duyduğu gereksinmeyi azaltmış ve dolayısıyla da artı
değer sömürüsü önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Bu
durumda proletarya sınıf olarak çözülmüş ya toplumsal
dinamizm sınıf kavgaları olmaktan çıkmış, bilim olmuştur.
“Elveda Proletarya” mantığında ifadesini bulan bu yaklaşım,
kuşkusuz olaya sığ bakmaktan kaynaklanmaktadır. Herşeyden
önce emperyalizm olgusu, bilimin bağımsız gelişmesine
engel olmakta ve bilimsel çalışmaları saldırganlığın
bir aracı olarak kullanmaktadır. Bilimsel gelişmenin
insanlığa asıl katkısı emperyalizmin yokoluşuyla başlayacaktır.
Daha önemlisi ise bilimsel ve teknolojik devrimin emperyalizmin
dünya halkları üzerindeki sömürüsünü ortadan kaldıramamasıdır.
Emperyalizm süreciyle birlikte sistemin esas dinamiği,
emperyalist metropollerdeki proletaryanın sömürüsünden
öte, emperyalizmin dünya halkları üzerindeki sömürüsü
haline gelmiştir. Bilimsel teknolojik devrimin sağladığı
olanaklar, ancak metropol proletaryasi üzerindeki sömürünün
değişik boyutlar kazanmasını getirmiştir. Buna karşılık
modern teknoloji, dünya halklarının kurtulması bir yana,
sermayenin uluslararasılaşmasına koşut olarak üretiminde
çokuluslaşmasına yol açmıştır. Emperyalizme bağımlı
ülkelerdeki ucuz emeği kullanabilmek gibi daha cazip
bir olanak sağlamış, teknolojinin nitelikli emeğe, geçmişe
oranla daha az gereksinme duyması, kadın ve çocukları
da içeren kaba ve fahiş sömürüyü yeniden canlandırmıştır.
Serbest bölgeleri emperyalizm için böylesine çekici
kılan etken, yüksek teknolojinin geçmişin pek çok engelini
ve zorluğunu aşmasını sağlamıştır. Öte yandan yüksek
teknolojinin emperyalizmi uzun vadede sarsmaya yöneldiği
de yeterince açığa çıkmaktadır.
Bilimsel çalışmaların koşullandırılmasına ve teknolojinin
başta savaş sanayii olmak üzere emperyalizmin öngördüğü
alanlarda yoğunlaştırmasına karşın, bu devrim daha temelden
kapitalizme karşıdır. Bilimsel ve teknolojik devrim
emeğe duyulan gereksinmeyi azaltmıştır, bu doğru. Ancak
kapitalizm, üretim anarşisinin üzerinde yükselen teknolojinin
kullanılmasıyla edinilen avantajın topluma eşit biçimde
dağılımını engellemektedir. Dolayısıyla sistemde üretim
araçlarının özel mülkiyetiyle üretimin toplumsal karakteri
arasındaki çelişme daha da derinleşmektedir.
Örneğin bir iş kolunda yüksek teknolojiye dayanan bir
üretim aracının devreye girmesiyle emeğe duyulan gereksinimin
azalmasına karşın, bunun sonucunda o sektörde çalışan
işçilerin işgününün kısaltılması yerine, işten çıkarmalar
gündeme gelmiştir. Dolayısıyla kapitalist karakter teknolojinin
sağladığı avantajların topluma yansımasını engellemektedir.
Önemli bir işsizlik yekunu ve toplumsal eşitsizlik uçurumunun
derinleşmesi, ilk elde fark edilen sonuçlardandı. ABD,
İngiltere, Almanya gibi metropollerde görülen bu olgu,
1970’li yılların depresyonuyla birleşince, bunalımı
derinleştirmek gibi bir işlev yüklenmiş ve emperyalizm
çözümü, ekonomiyi daha büyük orandu askerileştirmekte
aramaya başlamıştır.
Özetleyecek olursak, bilimsel teknolojik devrim, emeğe
duyulan gereksinmeyi azaltmış, ama tümden ortadan kaldırmamış,
üretim daha da toplumsallaşırken, teknolojinin sağladığı
olanak emperyalizmin elinde ancak üretim anarşisinin
yoğunlaşmasına hizmet etmiş ve öte yandan bağımlı ülkelerin
ucuz emeğine yönelmesi, metropol ülkelede işsizliği
yoğunlaştırmıştır.
“Uluslararası revizyonizm buradan hareket ederek, emperyalizmin
özünün değiştiğini, bu yüzden de Leninizmin evrensel
tezlerinden biri olan şiddete dayalı devrim tezinin
geçersiz olduğunu öne sürmektedir. Oysa değişen öz değil
biçimdir. Emperyalizm bir sistem olarak çökene kadar
da Leninizmin evrensel tezleri geçerliliğini koruyacaktır.
Bu bilimsel ve teknolojik devrim, burjuva ektesatçıların
düz mantığına göre, emperylizmin bunalımına ilaç olmuştur.
Oysa durum tam tersinedir. Bilimsel ve teknolojik devrim,
kapitalist düzenin özünde var olan çelişmelerin görülmedik
düzeye çıkarak, kapitalist ilişkilerin çerçevesini çatırdatmaktadır.
Üretimin artan yoğunlaşması, sermayenin temerküzü, özel
tekellerle devlet tekellerinin iç içe geçmesi, anormal
bir talep yetersizliği ve korkunç bir kaos yaratmıştır”
(33)
Bu arada konuya ilişkin olarak bir de SBKP’nin yaklaşım
tarzına bakalım:
“İnsanlığın ilerleyişini bilimsel ve teknolojik devrime
doğrudan doğruya bağladılar. Bu devrim yavaş yavaş,
adım adım olgunlaşmış ve daha sonra, yüzyılın son çeyreğinde
insanın maddi ve manevi olanaklarının devasa bir biçimde
artmasına yol açmıştır. Bunalımın ikili bir niteliği
vardı. İnsanlığın üretici güçlerende bir sıçrama sözkonusudur.
Buna karşılık, yıkım araçlarında, askeri alanda, tarihte
ilk kez gezegeenimizde yaşayan herşeyi yok edebilecek
kapasite ile insanı donatmış” olan nitel bir sıçrama
sözkonusudur. Değişik sosyo-politik sistemlerde bilimsel
ve teknik devrim, farklı görünüşler ve sonuçlar ortaya
koyuyor. 80’li yılların kapitalizmi, elektronik ve enformasyon
biliminin, bilgisayarlar ve robotlar yüzyılının kapitalizmi
gençler ve eğitilmiş kişiler de dahil, milyonlarca insanı
sokağa atıyor. Zenginlik ile iktidar, giderek az sayıda
insanın elinde toplanıyor. Silahlanma yarışı militarizmi
ölçüsüz bir biçimde körüklüyor ve o da, iktidarın siyasal
kaldıraçlarını adım adım ele geçiriyor. 20. yy’ın en
korkunç ve en tehlikeli olgusu, onun yüzünden ileri
bilimsel ve teknik fikirlerin kitlesel kırım silahlarına
dönüşmesidir.
Aynı rapor, bilimsel ve teknolojik devrimin sosyalizm
için taşıdığı anlama şu şekilde yer veriyor : “ Sosyalizm,
çağdaş bilim ve tekniği insanlığın hizmetine sunmak
için gerekli olan herşeye sahiptir. Ancak,bilimsel ve
teknik devrimin sosyalist toplumun karşısına bazı sorunlar
çıkarmadığına inanmakda yanlış olacaktır. Uygulamanın
da ortaya koyduğu gibi, bunun gelişmesi, sosyal ilişkilerin
yetkinleşmesine, yeni bir düşünce biçiminini, yeni bir
zihniyetin oluşturulmasına, dinamizmin bir hayat tarzı
ve kuralı olarak kabul edilmesine bağlıdır. Bu bilimsel
ve teknik devrim, mevcut yönetim şemalarının sürekli
olarak gözden geçirilmesini, yenileştirilmesini gerektirmektedir.
Başka bir deyişle, bu devrim, sadece yeni ufuklar açmakla
kalmaz, aynı zamanda ülkelerin iç hayatının ve uluslararası
ilişkilerin örgütlenmesi konusunda daha yüksek istemler
ileri sürer. Bilimsel ve teknik ilerleyiş, kuşkusuz
ne toplumsal gelişme yasalarını ortadan kaldırabilir
ne de bu gelişmenin toplumsal amacını değiştirebilir,
ama dünyada var olan bütün süreçler ve bu süreçlerin
çelişkileri üzerinde muazzam bir etki yapar.”
Bilimsel ve teknik devrimin emperyalizm açısından getirdikleri
ve götürdükleri yanında, gelişmekte olan ülkeler açısından
getirdikleri ve götürdükleri ise; sorunun bir diğer
boyutunu oluşturmaktadır. Bugün için gelişmekte olan
ülkeler bilimsel ve teknik devrimin kazanımlarının (sonuçlarının)
pek azından yararlanabilmişlerdir. Bunun dışında bu
devrimin açtığı ufuklar, yeni sömürgeci yöntemlerin
kullanılması yoluyla, sömürü taktiklerine katkılar yapmıştır.
Bu durumda bilimsel ve teknik devrim, gelişmekte olan
ülkelere, ancak emperyalist üretim biçimlerinin ve yeni
sömürgeciliğin gereksindiği ölçülerde yansıtılmaktadır
demek yanlış olmaz.
Sonuç olarak II. Dünya savaşı ortalarında başlayan ve
savaş sonrasında da hızlanan teknolojik patlama, 3.
Bunalım Dönemini derinden etkilemiştir. Bu durumun emperyalist
kapitalist sistem açısından başlıca sonuçlarını şöyle
özetleyebiliriz:
a) Üretim araçlarının gelişmesi üretimi yoğunlaştırmış
ve tekelcilik olgusu yeni boyutlar kazanarak sürmüştür.
b) Uluslararası tekeller güçlenmiştir.
c) Ekonominin askerileştirilmesinde kullanılmış ve nükleer
silahlanma doğmuştur.
d) Bilimsel çalışmaların üretim açısından taşıdığı önemin
kavranmasıyla, bilimsel bağımsız gelişmenin önü tıkanmıştır.
e) Emperyalistler arası entegrasyonu olası kılan başlıca
nedenlerden biri olmuştur.
f) Yeni sömürgeci yöntemlerin kullanılabilmesinin yolu
açılmıştır.
g) Çeşitli sektörlerin önemini yitirmesi ve otomasyona
geçiş nedeniyle işsizlik ve enflasyon artmıştır.
h) Bunun sonucu, deflasyonist politikaların yaygınlık
kazanmasının etkenlerinden biri olmuştur.
(DEVAMI
İÇİN BURAYI TIKLATIN)
|