31 Mart yerel seçimleri, bunu takip eden 1 Mayıs süreci, burjuva partiler arası ilişki ve çelişkilerin almış olduğu biçim, çeteleşen devlet, devlet içinde büyüyen çatışmalar, giderek ağırlaşan toplumsal ve siyasal gündemler, nereden bakarsak bakalım devrim ve sosyalizm için yeni bir kavga sürecini içermektedir.
KISA BİR GİRİŞ:
Daha önceki bir çalışmamızda, 31 Mart yerel seçimleri üzerine yapmış olduğumuz özet değerlendirmede, 31 Mart seçimlerinin burjuva partilerde, hatta sol ve devrimci harekette yeni sonuçlar doğuracağını, siyasetin yeniden biçim alacağını ifade etmiştik. Gerçekten de yaşanan budur, 31 Mart seçimleri birçok açıdan adeta bir deprem yaratmış, sadece toplumsal süreç değil, siyasal süreçte yeniden biçim almaktadır.
31 Mart seçimlerin iki kazananı vardır. Birincisi, Kürdistan da DEM parti ve Kürt halkı; ikincisi, Türkiye de CHP. Kaybedenler ise, “tek parti tek adam” yani saray rejimini ifade eden AKP ve MHP bloğu, sadece bu blok değil, Türk milliyetçiliği ekseninde ırkçılık ve şovenizmi bayrak edinen İP, ZP, hatta AKP’ den koparak sözde “merkez sağda” bir alan tutmak isteyen GP, DP, İslamcı SP kaybetmiştir. Tabloya bakarsak, CHP hariç, tüm burjuva partiler yenilmiş, ortaya çıkan sonuçlardan sarsılmış, çatışma ve yeni arayışlar hızlanmıştır. Tüm bu çatışma ve arayışların, mevcut toplumsal yapı, ilişki ve çelişkilerden kopuk olmadığı, bu toplumsal yapının birer yansıması olduğu açıktır.
Bu siyasal depremin, devlet içinde çatışma dahil birçok alanda devam edeceği de açıktır.
Bu tabloda kazananlar ve kaybedenler için, yeni sorumluluk ve yeni adımlar da zorunludur. CHP kazandı ama bu kazanım halk için ne anlama gelecek, CHP saray rejimine karşı demokratik bir muhalefet mi geliştirecek, [düzeni yıkmayacağı açıktır] yoksa saray rejimi ile uzlaşacak mı? AKP ve MHP, saray rejimi kaybetti; fakat sarayda oyun bitmez, “yeni ve sivil anayasa” gibi yeni oyunlar, yeni hamlelerin devreye sokulacağı açıktır. Ancak asıl eğilim şudur, halk düşmanlığı ve saray rejiminin devamı için her şeyi yapmak, bu eğilimin güçlenerek devam edeceği de açıktır. Diğer burjuva partiler bu pres, basınç ve yaşadıkları kaos ortamında yeni arayışlar içinde olacak, ciddi ve demokratik bir muhalefet geliştiremeyecek, işçi ve emekçilere halklara ve tüm ezilenlere bir şey veremeyecektir.
Demokrasi kavgası başka Kürt halkı, onun örgütlü gücü DEM parti olmak üzere, sol ve devrimci hareketin omuzlarındadır. Ancak buradan yürürsek, 31 Mart seçimleri kaybeden saray rejimi çözülür, dahası giderek yıkılır.
Tam da bu alan, bu ana başlık ciddi tartışma, arayış ve adımların konusudur; bu alan bizim en önemli sorunumuz ve çözüm için odaklaşacağımız alandır.
TAKSİM 1 MAYIS ALANIDIR
31 Mart seçim sonuçlarının olumlu rüzgarını arkasına alarak 1 Mayıs süreci umutla başladı. Her 1 Mayıs da olduğu gibi, başta DİSK olmak üzere, dört büyük sendika ve kitle örgütü yasal başvuru yapıp, anayasa mahkemesinin Taksim kararını da eline alarak Taksim iradesini gösterdi. Sol ve devrimci hareket bu tartışma ve kavgayı, Taksim eksenli irade ve tartışmayı uzun yıllar yapmaktadır, dört büyük kitle örgütünü de dikkate alarak konumunu belirlemektedir. Hem seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan morel ve rüzgar, hem de özellikle DİSK’in yüksek sesle ve tek bir taktikle, Taksim hedefiyle ortaya çıkması, bu temelde umut ve irade sadece sol ve devrimci harekette değil, halkta da giderek güçlendiği de açıktır.
Taksime nasıl girilir, eski tecrübeleri, bunlardan çıkan politik ve pratik sonuçları elbette sol ve devrimci hareket kendi içinde ve dışında tartışır. Herkesin de şu yada bu biçimde bir fikri, bir politikası vardır. Ancak, küçük grupların Taksime girmesinden öte ( ki devletin ciddi önlem ve kuşatmaları bunları önemli ölçüde daraltmaktadır) daha önemlisi, kitlesel bir giriş, Taksim alanının yeniden 1 Mayıs alanına dönüşmesi stratejik önemdedir.
Bu açıdan Taksim iradesinin güçlü biçimde ortaya çıkması bir kazanımdır.
Ancak sadece irade ve bu yönde talep yetmez, bu irade ve politikanın somut biçim alması zorunludur. Gerçek kazanım da burada ortaya çıkar.
Devlet, oligarşi her deneyi sol ve devrimci hareketten daha ciddi ele alır, bu temelde de önlem alır, bunu pratikleştirir. Nitekim, Taksim için “toplantıya yasak alan” demesi, Taksim dahil, çevresi, hatta Kadıköy gibi önemli merkezlerin kuşatılıp, trafik düzenlemesinden tutalım çöp toplamaya kadar tedbir alması, 50 bin polisi seferber etmesi devletin/iktidarın bu yöndeki hazırlığıdır. Bu durumda güçler dengesi önem kazanır, sol ve devrimci hareketin, 1 Mayıs için Taksime diye yürüyen kitlenin, kitlelere öncülük eden sendika ve kitle örgütlerin gücü önemlidir, bu kuşatma ancak kitle hareketiyle aşılır. Sol ve devrimci hareketin kitle temeli eski yıllara nazaran zayıfladığı bir gerçektir. Nitekim dar gruplar halinde giriş denemeleri pek başarılı olamamıştır. Asıl kitlesel güç saraçhanede toplanmış, DİSK ve KESK başta olmak üzere, buna CHP ve diğerlerini de eklemek gerek, oligarşinin barikatını zorlamaması, alternatif bir kutlamayı bile planlamadan kitleyi “bebek, yaşlı var, can güvenliğini alamayız” diyerek alanı terk etmesi koca bir fiyaskodur. CHP, yerel seçim sürecinde yer yer “sokak” dedi; ama bu söylemi saraçhanede fotoğraf vermekle yetindi. DİSK, artan eleştirileri “teknik eksiklik” diyerek örtmeye çalıştı; halbuki ortada “teknik” değil siyasal bir sorun, siyasal duruş ve buna uygun eylem sorunu vardır. Taksim iradesi ve bunun için kavga devrimcilerin elindedir.
ARA PARANTEZ: CHP
Bu noktada, güncel olduğu için CHP’ye özel bir parantez açmak zorunludur.
İlk kez, uzun yıllar sonrası CHP, %25 bandını aştı, bu CHP için başarıdır. Bunun birçok nedeni var, mevcut sistemin yaşadığı kriz ve sonuçları, AKP’nin çözülmesi gibi faktörler tabi ki önemlidir, hatta asıl zemin budur; ancak bu başarıda CHP’nin de rolünü bir yana atamayız.
Ancak, CHP burjuva partisidir, 50 yılı aşkın, bazı ara süreçleri bir yana bırakırsak, yerel yönetimleri bir yana bırakırsak CHP, iktidardan uzak bir yerde konumlandı, buna rağmen CHP aynı zamanda devlet partisidir. CHP’ye asıl karakterini verende budur!
Bununla birlikte, CHP’nin neo- liberal politikalara bir eleştirisi yoktur; tam tersine onun savunucu konumdadır. Başta Kürt sorunu olmak üzere, siyasal demokrasinin birçok sorununda CHP, gerici ve anti- demokratik bir konumdadır. CHP, saray rejimine yönelik en ciddi eleştirisi, “tek adam tek parti” eksenli rejime karşı “parlamenter demokrasi” ile sınırlıdır. Bu eleştirileri bir yana bırakırsak burjuva muhalefet özelliği de kalmaz, örneğin MHP ile benzer konuma düşer.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, CHP, bir kez daha ifade edelimki halkın, işçi ve emekçilerin değil, strateji, program, taktik, politika, gelenek, yapı her açıdan burjuva ve devletin partisidir.
CHP, bu seçim sürecinde, Özgür Özel ile birlikte, örneğin Kemal Kılıçtaroğlu çizgisinden ( Kılıçtaroğlu, sokağı tümden ret eden, her şeyi seçime, sandık sonuçlarına bırakan, pasif bir çizgiyi savunmuştur) kısmen farklı olarak, “sokak” vurgusu yaptı, miting, esnaf ziyaretleri ile bu yönde, 31 Mart seçimleri sürecinde küçük adımlar attı, ancak bu adım ve söylem 1 Mayıs’ta duvara çarptı. Bir kez daha anlaşıldı ki, CHP, asıl olarak, işçi ve emekçilerin, Kürt, Türk her ulustan halkın, tüm ezilenlerin düzene tepkisini yumuşatma, tepkileri düzen sınırlarına bağlama, yani “itfaiye” rolü oynamaktadır. Çok daha önemlisi, “yumuşama” adı altında, saray rejimiyle “müzakere” adımını attı, bu adım kendi içinde bir dizi sorun ve tuzak içirmektedir. Bu görüşmelerde “Türkiye partisi” gibi tehlikeli bir kavram da ön plana çıktı; bunun bir kısmı emperyalistlerle ilişkileri kapsasa da asıl Kürt sorunu ve Kürdistan’ın diğer parçalarına yönelik, devam eden işgal sürecinin yeni adımlarla güncelleşmesidir. Ağırlaşan kriz girdabında CHP, yönünü saraya mı yoksa sokağa mı dönecek? CHP Kürt sorunda yeni bir adım, burjuva sınırlar içinde yeni bir adım atacak mı yoksa 100 yıllık inkar ve imha siyasetinde ısrar mı edecek? Siyasal demokrasinin her bir sorununda CHP, yeni bir adım atacak mı yoksa bugüne kadar sürdürdüğü çizgiyi devam mı ettirecek? Başka sorunlarda sorulabilir, ama bizim için, devrimci sosyalizm için bu soruların yanıtı açıktır.
CHP’den işçi ve emekçilere, halklara bir yarar yoktur.
GÜNDEM VE SORUNLAR; ÇÖZÜM YOLLARI
Buradan bu çalışmanın asıl eksenine gelmekte yarar vardır.
Bu noktada beş ana çıkarım yapmak gerekiyor.
Bir: son yıllarda derinleşen kriz sarmalı yeni boyut kazanacak, bu krizin faturası emekçi halklara çıkarılacak, yeni bir işsizlik ve yoksullaşma dalgası kapıda değil, başladı, bu dalga yeni bir yıkım süreci olmakla beraber aynı zamanda yeni imkan ve olanaklar yaratacaktır.
Hemen ifade edelim, yeni sömürge Türkiye, hem emperyalist- kapitalist sistemin bir parçası, piramittin en üstünde emperyalist ülkelerin olduğu, onun altında, emperyalizme her açıdan bağımlı, çok parçalı ülkelerin olduğu, bu sistem içinde orta düzeyde gelişmiş bir ülkedir. Son 50-60 yılda ise yeni sömürge Türkiye bir dizi aşamadan geçerek, neo-liberal sömürü paydası etrafında bugüne devinmiştir. Neo liberal sömürü, özelleştirme saldırısıyla devlet kapitalizmin tüm kazanımlarını tasfiye etmiş, eğitimden sağlığa her alanda kapitalist kar eğilimi egemen olmuş, tarım tasfiye edilip, emek ucuz ve örgütsüz hale dönüştürülmüş, sanayileşmekten uzak sermaye birikim modeli işsizlik ve yoksulluğu büyütmüştür. Bu tablo; emperyalist- kapitalist sistemin yaşadığı krizin ülkemize yansıması olarak çarpık ve üretimden yoksun kapitalist kalkınma modelinin ürettiği kriz sarmalı iç içe geçmiş, böylece zaman zaman hafiflese de sürekli bir kriz sarmalından kurtulamamıştır. Sadece bu değil, bunlar kadar önemli olan iki ana başlık daha vardır. Bunlar, sömürge Kürdistan da yürütülen sömürge savaşı ve AKP eliyle yürütülen hırsızlık, talan siyaseti ve bu temelde sermaye birikim modeli.
Daha yakın ve özel bir yerden ifade edersek, AKP elinde son 20 yılda neo-liberal sömürü derinleşmiş, hatta tüm sınırlarını tüketmiş, AKP’nin ilk yıllarında emperyalist sermayenin açmış olduğu kredi de son 10 yılda bitmiş, tam bir talan düzeni kurulmuş, bu talan düzeni “tek adam-tek parti” ekseninde saray rejimiyle, açık faşizmin kurumsallaşması ile birlikte, iç içe, neden ve sonuç ilişkisi içinde vücut bulmuştur.
Bu sistem kriz üzerinde inşa edilmiş, kriz üretmiştir. Kriz, sadece ekonomik, yani açlık, yoksulluk, işsizlik gibi sosyal sonuçlar üretmemiş, aynı zamanda kriz siyasaldır, kültüreldir, her alanda süreklidir. Böyle olunca, neo-liberal sömürünün devamı için, sınıf mücadelesini baskı altına almak için ortaya çıkan saray rejimi tel tel dökülmekte, bir dizi iktidar odağı, çeteleşen devlet içinde çatışmakta, burjuva partiler derin sorunlar yaşamaktadır.
AKP’nin dilinde, son yıllarda, önce kriz inkar edilmiş, sonra varlığı kabul edilip, sık sık tarih biçilmiş, her yıl, hatta her ay krizin sona ereceği ifade edilmiştir. Ancak ortada krizi aşacak ne bir program vardır ne de politika; sermaye her gün büyümüş, halk her gün yoksullaşmıştır. Gelinen aşamada ise, M. Şimşek eliyle IMF programı devreye sokulmuştur.
Kriz derindir, sonuçları ağırdır, krizi faturası halka kesilmiştir; bu tablo, içinde geçtiğimiz ağır süreç devrimci kavga için yeni imkan ve olanaklar yaratmaktadır.
İki; Kürt sorunu yeni bir savaş konseptiyle derinleşecektir. Kürt sorunu, Kürt ulusunun özgürlüğü sorunudur, Kürt ulusunun kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkı sorunudur. 100 yıllı aşkın bir sorundur, sadece Türkiye için değil, Irak, İran ve Suriye içinde bir sorundur, orta doğuda en önemli ulusal sorundur, artık gelinen aşamada tek tek ülke sınırları içinde bir sorun değil, uluslararası bir sorun haline dönüşmüştür.
Ayrıca, oligarşi, uzun yıllar sömürge savaşını tüm Kürdistan’a yaydığı bilinmektedir. Afrin’in işgali, güney Kürdistan da KDP ile iş birliği ve “sınır ötesi” operasyonlar, Rojava devrimini boğmak için her yolun kullanılması, sadece bu değil, eski adıyla “özgür Suriye ordusu” yeni adıyla “Suriye milli ordusu” adı altında toplanan, bir yanı İŞİD’e uzanan diğer yanı direk MİT bağlı çetelerin adeta oligarşinin “askeri aparatı” olması bilinen gerçeklerdir.
Tüm bunlar yetmiyor, sadece emperyalist çevrelerle değil, Irak merkezi yönetimi ve KDP ile kirli pazarlıklar yapılır, yeni bir savaş konsepti devreye sokuluyor.
Bununla birlikte, mevcut durumda Kürt ulusal sorununun demokratik bir çözümü gündemde yoktur, tam tersine devrimci ulusal savaş ekseninde kazanılan bir dizi kazanımım adım adım, açık faşizmin kurumsallaşması ile budandığı açıktır. AKP, “çözüm süreci” adı altında, yüz yılın en büyük oyununu oynamış, Kürt özgürlük hareketiyle yürütmüş olduğu görüşmeleri bir kenara atmış, Dolmabahçe de “masa” devrilmiş; böylece “Kürt sorunu çözüldü, artık böyle bir sorun yoktur” diyeli çok oldu. Sadece masa devrilmedi, adım adım kazanımlar ortadan kaldırıldı, Kürt halkının sadece demokratik talepleri değil, örneğim seçimlerle ortaya çıkan iradesi “kayyum” siyasetiyle yok sayıldı. İmralı üzerinde tecrit ağırlaştı, örgütlü güçleri sadece binleri bulan tutuklama ile değil, parti kapatmalarla devam etti, bir dizi anti demokratik yasa ile mücadele sonucu elde edilen kazanımlar tasfiye edildi. Bu eğilim artarak devam etmektedir; en son örneği Kobani davasıdır.
Tüm bunları alt alta toplarsak, 100 yıllık bu sorun, Kürt ulusunun özgürlük sorunu ağırlaşarak devam edeceği, bu temelde yeni bir mücadele sayfasının da açılacağı açıktır.
İlk iki maddenin devamı olarak….
Üç: açık faşizmin kurumsallaşması yeni adımlarla devam edecek, “demokratikleşme” değil, diktatörlük eğilimi güçlenecektir.
31 Mart seçimi sonrası, CHP “müzakere” adımı attı, AKP ve T. Erdoğan bu adıma çanak tutu, “siyasette yumuşama” olarak tanımladı. Sadece bu değil, ham liberal hayalcilerin “demokratikleşme” beklentisi canlandı. Hiç şüphesiz, tüm bunlar basit bir oyun olarak tanımlanamaz, ortada bir oyun var ama AKP ve faşizm için yeni ihtiyaçlarda var.
Ne zaman AKP ve burjuva partiler “demokratikleşme” dese bu “demokratikleşme” çok fazla zaman kaybetmeden yeni bir baskı ve zor eğilimi güncelleşir. Bu çıkarım dün de bugün de hele de yalan ve takiyeyi bir sanat edinen AKP elinde somut bir gerçektir. Nitekim 1 Mayıs ve en son Kobani davası, sadece hukukun AKP elinde siyasallaşması değil, “demokratikleşme” hayalinin bir balon gibi sönmesine yol açmıştır. Başta “etkin ajanlık” gibi yasalar olmak üzere bir dizi saldırılar, bu eğilimin giderek güçleneceğini göstermektedir.
Kriz ile diktatörlük, ve/veya faşizm arasındaki kopmaz ilişki mevcuttur. Faşizmin, emperyalist çağda, kapitalizmin yaşadığı ağır kriz ortamında burjuva devlet biçimi olarak ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu eğilim bugünde güçlü biçimde görülmektedir. Bugün bir yandan, yaşanan ağır krizin faturası halka kesilirken, halkın tepkilerini pasifize etmek için, düzen sınırları içinde tutmak için, yukarıda işaret ettiğimiz gibi yeni bir saldırı dalgasını güncelleştiriyor. Talan ve sömürü, yalan ve baskıyla iç içe yeni biçimler alarak devam ediyor.
Yeni bir saldırı dalgası günceldir, başlamıştır. Bu yeni saldırı dalgası, yüz yıllık, hatta daha eski siyasal ve toplumsal sorunları yeniden üretecek, işçi ve emekçiler, Kürt, Türk tüm halk kesimleri, kördüğüm haline gelen bu sorunların doğrudan hedefi olacaktır.
Bu durum aynı zamanda hak arayışını ve demokratik talepleri ön plana çıkaracaktır.
Dört: faşizme karşı demokrasi mücadelesi/kavgası ön plana çıkmıştır.
Sürekli kriz, bu krizin derinleşmesi, birikmiş, kördüğüm olmuş, çözülmemiş tüm demokratik sorunları, Kürt ulusunun özgürlüğü başta olmak üzere, hak ve özgürlükler sorunu, siyasal demokrasi ve özgürlüğün tüm sorunlarını, yeniden güncelleştireceği açıktır. Başkasını ezen ulus özgür olamaz; Kürt ulusu özgürleşemeden Türkiye halkı özgürleşemez. Sürekli faşizm, sadece Kürt ulusunun demokratik haklarını inkar etmiyor, sadece Kürt halkına zülüm uygulamıyor, bununla birlikte işçi, emekçi, kadın, genç, Alevi, Sünni tüm Türkiye halkına zülüm ediyor, siyasal ve demokratik haklarını yok sayıyor, baskı ve zulmünü kurumsallaştırıyor. En temel yasal ve anayasal haklarını yok sayıyor ( toplanma ve düşüncesini açıklama hakkı, seçim süreçlerin de yaşanan haksızlıklar, yeniden yargılanma hakkı, Can Atalay örneği gibi), hak arama kavgasını yalan ve demogoji ile süsleyerek bastırmaya çalışıyor.
Neo liberal sömürü düzeni, AKP elinde yıkım ve talan düzeni, sadece doğayı değil ( Karadeniz’den Akkuyu’ya, Çanakkale’ den Linç’e, Soma’dan Zonguldak’a her köşeyi, orman ve madenleri, suyu ve doğal güzellikleri), kentleri de yeni rant alanlarına dönüştürmüştür, bu hızlanarak devem edeceği açıktır. Tam bu noktada yeni hak arayışları ve çevre ve insan eksenli mücadele alanı güncel karakter kazanacağı açıktır.
Başta barınma hakkı olmak üzere, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sorunları, kadın ve kadına yönelik şiddet sorunu, gençliğin yoğunlaşan gelecek sorunları, Sünni İslam’ın her alanda egemen kılınmasıyla laiklik eksenli sorunlar, tarımın tasfiyesi, çöken ekonominin yarattığı işsizlik ve yoksulluk, bu temelde bir dizi sorun ağırlaşan gündemin birer parçasıdır, bu hızlanarak devam edecektir.
Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, ekmek kavgası ile özgürlük kavgası, Kürt ulusunun özgürlüğü ile Türkiye halkının özgürlüğü, Karadenizdeki HES’lere, Linç de hak arayışı, Kazdağları örneğinde olduğu gibi orman talanlarına karşı mücadele, işçinin hak arayışı ve örgütlenme hakkı, kadının eşitlik ve özgürlük talepleri ile Kürt halkının, irade gaspına, asimilasyona, özgürlük için attığı her adım ve mücadele arasında kopmaz bir bağ, ilişki vardır.
Sömürge tipi faşizmin bu saldırı ve talan düzenine karşı, tüm ezilenlerin kavgayı büyütmesi yetmez, aynı zamanda kavgayı ortaklaştırması, mücadelede birliği zorunludur.
Beş: Demokrasi mücadelesi/kavgası ancak Halk devrime bağlanırsa gerçek anlamını bulur.
Her devrimin temel sorunu iktidar sorunudur. Yeni sömürge Türkiye de emperyalizm ve oligarşiye karşı halk devrimi zorunlu bir duraktır. Halk devrimi, emperyalizmin tüm egemenlik biçimlerine son verecek, Türk, Kürt, tüm halklara zülüm eden sömürge tipi faşizmi yıkacak, işçi sınıfı önderliğinde halkın iktidarını kuracaktır. Halk devriminin temel sorunu halkın iktidarıdır.
Burjuva devrimi ve burjuva demokrasisi dönemi kapanalı çok oldu, artık çağ emperyalizm ve siyasal gericilik çağıdır. Ayrıca, sosyalizme karşı geliştirilen, emperyalist çağda bir ara parantez olan “sosyal devlet” dönemi, sosyalizmin büyük geriye düşüşü ve 1970-80 döneminde başlayan neo-liberal sömürü düzeniyle, bunun üzerine inşa edilen burjuva devlet biçimleriyle geride kaldı.
Gerçek ve halk için demokrasi, ancak işçi sınıfı önderliğinde tüm halkın söz ve yetki sahibi olmasıyla, sadece seçimlerle değil, burjuva demokrasisinin bir kazanımı olan seçimlerle birlikte, seçilenlerin yeniden görevden alınma hakkının olduğu, halkın söz ve yetkisinin halk meclislerinde somut biçim aldığı bir demokrasi ile inşa edilir. Böyle bir demokrasi için, emperyalizmin tüm egemenlik biçimlerinin tasfiyesi, faşizm ve siyasal gericiliğin asıl toplumsal temeli olan tekelci sermayenin ve onun devlet biçimi olan sömürge tipi faşizmin yıkılıp toplumsal zemininin kurutulmasıyla mümkündür.
Bunun için, halk devrimi zorunludur.
Artık demokrasi mücadelesi, işçi ve emekçilerin elindedir. Türkiye de faşizme karşı demokrasi mücadelesi, ancak halk devrimine bağlanırsa amacına ulaşır. Bu kavgada, bu mücadelede, Kürt halkı stratejik ittifaktır.
DAHA SOMUT BİR ÇERÇEVE VE GÖREVLERİMİZ
Her şeyden önce bu kapsamlı saldırı karşısında, yılgınlık, umutsuzluk değil, umudu ve kavgayı yeniden ve yeniden üretmek devrimcilerin görevdir.
İkinci olarak, bu kapsamlı saldırılar karşısında, tek tek devrimci bireyden başlayarak, çevre ve örgütlere, buradan en geniş halk kesimine direnişi, direniş ruhunu taşımak zorunludur. Hiçbir değer ve kazanım olduğu yerde durmaz, eğer üstüne koymazsak her kazanım ve değer önce zayıflar giderek başkalaşır, karşı devrimin de etkisiyle çözülür. Sol ve devrimci harekette son yıllarda, düzen içi eğilimlerinde etkisiyle direniş geleneğinin kısmen zayıfladığını söyleyebiliriz. Ancak, tarihsel bir arka plan vardır, birbirine eklenen yüzlerce destansı direniş vardır ve hala her şeye rağmen bu direniş geleneği ayaktadır; en önemli değer ve moral kaynağımızdır.
Buradan güç alacağız ve direniş hattında yeni halkalar, yeni bir direniş kültürü yaratacağız.
Bu bizim ve devrimci hareketin hem kazanımı hem de görevidir.
Üçüncü olarak, sol ve devrimci hareket en zayıf konumdadır; siyasal gündemi belirlemek, buradan biriken siyasal ve toplumsal sorunlara karşı çözüm üretmekten uzaktır. Bu noktada iki ana başlık iç içedir. Birincisi, zayıflayan, giderek etkisiz bir konuma sürüklenen devrimci hareketi, farklı bileşkeleriyle yeniden örgütlemek ve ikincisi devrimci sosyalizm için kendi öz gücüyle 4. Bunalım döneminin devrimci partisini inşa etmektir. Hem devrimci sosyalizmin partileşmesi hem de bir dizi devrimci kesimin birleşik gücü olarak devrimci hareketin kendini yeniden örgütlenmesi zorunludur. Yönünü sokağa dönen (bu noktada biz ve sol güçler çok şey kaybettik), stratejik bir bakışla ve devrimci eksende yenilenen (dillerde yenilenme kavramı olsa da bu eğilim zayıftır. Aslında devrimci yenilenme kavramını daha güçlü bir kavram olarak iç devrim olarak tanımlamak daha doğrudur), yasallığa değil meşruluğa önem veren (yasallık hastalığı sol ve devrimci harekette bir hayli güçlüdür. Açık alan çalışmasını yasal çalışma olarak algılama eğilimi de sorunun başka boyutudur), açık alan ile özgür alanda kurumsallaşmayı önüne koyan, yeni bir devrimci ve sosyalist kültürün inşasına bugünden başlayan, öz-gücüne güvenen ancak devrimci güçlere eşit, özgür ve yoldaşça yaklaşan, ideolojik gelişimi sürekli kılan bir hat üzerinden devrimci hareket yeniden örgütlenmelidir.
Dördüncü olarak, tüm bunlar için iki alanda yoğunlaşmak zorunludur.
Devrimcinin görevi devrim yapmaktır, ancak önümüze çıkan her bir sorunu çözmeden devrim yapmak mümkün değildir. Asıl olan devrimci sosyalizmin partileşmesidir; bu ana görev, strateji, program gibi ideolojik-politik bir zemin üzerinde, yıpranan, içe kapanan, zayıflayan her eğilime karşı iç devrimi sürekli kılarak, yeni bir kitle ve kadro birikimiyle, ilk adımdan başlayarak tüzük devrimciliğini örgütleyerek inşa edileceği açıktır. Güçlerimiz dağınık mı, toparlamak, buna uygun yaklaşım ve çaba içinde olmak zorunludur. Toparlamak demek, ilke ve kimi önemli süreç ve suçları yok saymak demek değildir. Gelinen aşamada, bir kez daha ifade ediyoruz; ipi oligarşinin elinde olmayan ( ki bu tipler çevremizde vardır, hepsini biliyoruz ve hesabını soracağız), mafyatik, hırsız, kirli işlere bulaşan ( bu tipler de vardır, bunları daha önce açıkladık) tipler hariç, hareketimize karşı bu temelde suç işlemeyen, her bir samimi devrimci kurtuluşcu ile yoldaşlık bağlarını kurmak, hareketin her sorununu dedikodu değil samimiyet ekseninde ele almak ve çözmek görevimizdir. Bu anlamda, barikatlar başında, birlik ve yoldaşlık, bugün değerlidir. Bu anlamlı değer ve yaklaşımı şu yada bu biçimde anlamayan, hatta bunu yozlaştırmak isteyenler, bu kaotik ortamdan beslenenler doğal olarak olacaktır ve vardır. Ancak ısrarla ifade ediyoruz; birlik büyük şiardır, sorumlu ve samimi yaklaşım esastır, barikatta birlik, bununla birlikte kavga ve mücadele yoğunlaşacağımız ilk alandır.
Bununla birlikte, birlik için, sadece Devrimci Kurtuluşcuların birliği yeterli değildir. Partileşme yolunda, içte tüm samimi devrimci kurtuluşcuların birliği ile iç içe, dışta, sol ve devrimci harekette, faşizmin saldırıları karşısında, her alanda, gücümüze bağlı olarak dayanışma ve birlik, ittifak zorunludur. Bu birlik yada ittifak geçici veya güncel olduğu gibi kalıcı ve dönemsel birlik/ittifaklarda olabilir, somut koşullara bağlı her biçime hazır olmak görevimizdir.
Özetle; içte, Devrimci Kurtuluşcuların parti/örgüt birliği, dışta, faşizme karşı direnen tüm sol ve devrimci çevrelerle mücadele birliği, ortak mücadele ve ittifaklar. İşte bu süreçte devrimci taktiğimizin en önemli köşe taşı budur!
SONUÇ YERİNE
Kavga bizi çağırıyor…
Kavga beklemez, bizim dışımızda nesnel ve öznel tüm koşulların organik toplamı olarak kavganın koşulları vardır, akıp giden bir süreç, birbirine eklenerek devinmektedir. Bu kavgayı seyredenler, her gün daha çok içe kapanıp, boş ve anlamsız “gündemlerle” kendini tüketecek, sürecin öznesi değil nesnesi olacaktır.
Bu noktada atılan her adım önemlidir ve değerlidir. Büyük laf edip hiçbir adım atmayanlar sol ve devrimci harekette, hatta bizim çevremizde hiç de az değildir. Bugün kıymetli olan, büyük yada küçük demeden her adıma değer vermek, bu yöndeki adımların öznesi olmaktır.
Tabi ki bu zorlu ve karmaşık süreç, tek tek devrimci kişileri, devrimci çevreleri şu yada bu biçimde yıpratacaktır, yıpratmaktadır da. Devrimcilik, kolay ve düz bir yolda yürümek, yada örneğin klavye başına geçip “yürü aslanım” demek değil, bu zorlu süreçte, dün ne yaparsan yap, dün rütben, ünvanın, mevkin ( ki bunların arakasına sığınanlar zaten devrimci olamaz) ne olursa olsun, bugün sorumlu ve mütevazı, emek ve üretmekle yürünecek, zorlu ve engebeli bir yolun savaşçısı olmaktır.
Kavga bizi çağırıyor, devrimcilik kavgaya yanıt olmaktır.
Bunun için bir adım öne; devrimci kurtuluş bayrağı altında, bir adım öne!
COMMENTS