Sosyalizmin
Sorunları Dosyası
III. Bölüm
|
Piyasa, Meta ve Para İlişkileri
ve Değer Yasası
Kapitalizmin belirleyici nitelikleri, artı-değer, meta
ve piyasadır. Artı-değere "mutlak" biçimiyle
kapitalizmden önce de rastlanmaktaydı. Ancak mutlak
ve nisbi biçimleriyle hakim bir kategoriye dönüşmesi,
kapitalizm süresine denk düşer.
Artı-değer, elden çıkarılan sermayeye oranla, metalardaki
artışın özel biçimi olarak çıkar. Bunun sonucu olarak
artı- değer, piyasayla en sıkı bağı olan kategori olmuştur.
Marks'ın saptadığı gibi, kapitalist üretim sürecinin
sonucu, ne yalnızca üründür (kullanım değeri) ne de
yalnızca meta; onun kendisine özgü ürünü olan artı-değerdir.
Onun sonuçları da, üretimi için para ya da meta biçiminde
elden çıkarılandan daha çok değişim değeri taşıyan,
yani daha çok emeği temsil eden metalardır. Kapitalist
üretim sürecinde, iş süreci yalnız araç olarak, değer
katma süreci ya da artı-değerin üretimi ise. amaç olarak
görünür. Ekonomi bu anlamı kazanınca, sermaye, kâr amacıyla
üretimde kullanılan zenginlik olmaktadır.
Sosyalist ilişkiler açısından ise, durum çok farklıdır.
Sosyalist üretim, planın öngördüğü süre içinde, toplumsal
ihtiyaçları, koşulların elverdiği en yüksek düzeyde
gidermeyi amaçlar. Bu, sosyalist üretimin toplumsal
amacı, sosyalizmin temel ekonomik yasasıdır.
Bununla birlikte meta üretimi ve ona bağlı kategoriler
olarak piyasa, para ve değer, sürekli tartışmalara konu
olmuştur. Reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun yöneldikleri
"yeniden yapılanma" da, bilindiği gibi, sosyalist
piyasa ekonomisi kavramının üzerinde yükselmiştir. Sorunun
kavranışı açısından, bu ülkelerde sözkonusu revizyonlara
gidilmeden önce; piyasa, meta ve değer kategorilerinin
içerdiği anlamı kısaca özetlemek gerekir.
Sosyalizmde artı-değer sömürüsü yoktur. Bununla birlikte,
üreticinin emek miktarının tam karşılığını aldığı da
söylenemez. Emeğin özgürlüğü, üretim araçlarının toplumun
ortak mülkü haline getirilmesini ve toplam emeğin, emek
gelirlerini adil olarak dağıtılacak biçimde örgütlenmesini
amaçlar.
Ancak, söz konusu dağıtım, idealize edilmiş bir norm
olarak ele alınmamalıdır. Her toplum karmaşık bir organizma
olması nedeniyle, gerekli fonksiyonların gerçekleştirilmesi
amacıyla, harcama yapılmasını gerektirir. Yalnızca burjuva
toplumunda değil, sosyalist toplumda da gerekli olan
bu harcamalar, ancak toplumsal üründen karşılanabilir.
Dolayısıyla her toplumsal sistemde, bir işçinin geliri
daima eksiltilmek durumundadır. Birey olarak üretici,
toplumsal harcamalar için gerekli indirimler yapıldıktan
sonra, topluma vermiş olduğunun tam karşılığını alabilir.
Onun topluma verdiği şey, kendi emek miktarıdır.
Burada uygulanan ilkeyi Marks, meta değişimini düzenleyen
ilkeye benzetmişti. Sosyalist toplumda kimse emeğinden
başka bir şey veremez ve tüketim araçları dışında bir
mülk edinme durumu da söz konusu olamaz. Dolayısıyla,
eşdeğer metaların ilişkisine benzetilebilecek bir ilişki
söz konusu olur ve bir biçimdeki belli bir miktar emek,
başka bir biçimdeki eşit miktarda emekle değiştirilir.
Sosyalist üretim ilişkileri içinde, meta kategorisinin
yeri ise, genellikle tartışmalara neden olmuştur. Stalin'den
başlayarak sosyalizmde niteliğinin tepeden tırnağa değiştiği
vurgulansa da, meta üretiminin ve ona bağlı kategoriler
olarak piyasa ve değer yasasının varlığı kabul edilmiştir
Buna göre sosyalist toplumda, meta değişimi kendisini;
birincisi, devlet sanayii ile tarımsal kooperatifler
arasında gerekli ekonomik ilişki biçimi olarak; ikincisi,
kolhozların "yardımcı" kişisel işletmelerinde;
üçüncüsü, devlet işletmeleri tarafından üretilen üretim
araçlarının dolaşımında, işletmeler arasında alış veriş
yoluyla; dördüncüsü, sosyalist ülkelerle diğer ülkeler
arasındaki ticarette gösterir.
Burada, kategorik olarak metanın kapsamını zorlayan
bir açıklama biçimiyle karşı karşıyayız. Çünkü, meta
her şeyden önce piyasada değişim için üretilen emek
ürünüdür. Metaların birbirleriyle değiştirilebildiği
oranlar, son çözümlemede, üretimciler için gerekli olan
soyut emekle belirlenir. Çeşitli dallara dağılımını
kendiliğinden belirler ve emek ürünlerinin meta biçiminde
ortaya çıktığı her yerde etkilidir.
Sosyalist ilişkiler ise, varlıklarıyla bu niteliğe sahip
bir meta dolaşımının hakimiyet kurmasına engeldir. Bronislav
Minch'in anlatımıyla, sosyalist ürünün ikili bir karakteri
olduğu saptanmaktadır: "Birincisi, sosyalist üretim,
planlanan biçimde gerçekleştirme amacıyla bağlantılı,
doğrudan kendine özgü nitelikleri içerir. İkincisi,
meta özelliğini içerir. Modern sosyalist ekonominin
ürünü, artık basit meta üretiminin ya da kapitalist
üretim sürecinin ürünü gibi, yalnızca meta değildir.
Saf metanın yapımcısı, yatay piyasada bir alıcı bulmaya
ve mümkün olan en yüksek kazanca (basit meta üretiminde)
veya kâra (kapitalizmde) yönelmeye dikkat etmek zorundadır.
Buna karşılık sosyalist üretim, seçilmiş bir dönem içinde,
toplumsal ihtiyaçların mümkün olan en yüksek düzeyde
giderilmesini, gerçekleştirilmesi gereken bir devlet
planı temelinde görür."(B, Minch, Bovyetler Birliği'nin
Sosyo Ekonomik Karekteri, A. Karlo)
Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, sosyalist toplumda
üretim bir plan çerçevesinde, toplumsal ihtiyaç esas
alınarak gerçekleştirilir ve satıştan kâr sağlama amacı
değil, kullanım değeri unsuru ağır basmaktadır. Yani
ürünlerin değeri, onları üretmek için, toplumsal bakımdan
gerekli emek zamanıyla belirlenir.
Öte yandan sosyalist ilişkiler, bireysel emeğin, doğrudan
doğruya toplumsal bir emek olarak üretim surecine sokulmasını
öngörür. Ücretli emek sisteminin tasfiye edilmesi, bireysel
emek ile toplumsal emek arasındaki çelişkiyi ortadan
kaldırmıştır; bir işgücü piyasası yoktur. Diğer bir
deyişle, bu üretimin çelişkisi olan kullanım değeri
ile değişim değeri arasındaki çelişki ortadan kalkmıştır.
Kapitalizmde, toplumsal bakımdan gerekli zaman, piyasada
anarşik biçimde saptanır, ve kapitalist artı-değeri
ve toplam ürünün sabit sermayedeki sürekli aşınmayı
karşılayan bölümünü, piyasada gerçekleştirmek zorundadır.
Sosyalizmde ise, bütün girişimler ve üretim, toplumsal
mülkiyet üzerinde yükselir, fiyatlar plana bağlı olarak
oluşur ve ölçü, gerekli emek zamanı olmaktadır.
Bu durumda, bir toplumsal plan çerçevesinde, toplumsallaşmış
emek tarafından üretilen ürünlerin, meta niteliğini
taşıdıklarından söz edemeyiz. Örneğin meta dolaşımının
başka biçimlerinden birisi olarak gösterilen, devlet
işletmelerinin arasındaki ürün alışverişini ele alalım.
Burada devlet, hem alıcı ve hem de satıcı durumundadır.
Gerek üretim ve gerekse de alışveriş, plan doğrultusunda
olmakta, fiyatlar ve ücretler, yine bu plan doğrultusunda
saptanmaktadır.
Piyasa ve değişim değerinin bu süreç içinde bir rolü
yoktur. Kuron ve Modzelewski'nin örneğini tekrarlayacak
olursak: "çelik fabrikasının çeliği, metal işleyen
fabrikaya ya da madendeki kömür çelik fabrikasına gittiği
zaman bu, defterlere üretim araçlarının satışı olarak
geçer. Gerçekte ise söz konusu olan, aynı sahiplik ilişkileri
çerçevesi içinde, basit biçimde transferdir, yoksa gerçek
bir alışveriş işlemi değil."(Kuron, Modzelewski;
Tekelci Bürokratik Sosyalizm)
Meta dolaşımının bir değer biçimi olarak gösterilen
dış ticari ilişkiler acısından da durum değişimez Devlet,
plan doğrultusunda, toplumsal ihtiyaçların belirlediği
ölçülerde ti cari ilişkiler içine girmektedir. Piyasa
ve kar. belirleyici bir olgu değildir. Dolayısıyla ithal
edilen bir tüketim maddesi, ülke içinde meta olmaktan
çıkmakta, toplumsal ihtiyaç ölçüsün de bu ürüne dönüşmektedir.
Meta dolaşımının üçüncü biçimi olarak gösterilen devlet
sanayii ile kolhozlar arasındaki alışveriş sürecinde
ortaya çıkan ilişki de, yine büyük ölçüde abartmaya
dayanmaktadır. Çünkü kooperatif çiftliklerini; devletten
bağımsız, devletle piyasa kurallarına uygun ticari ilişkiler
yürüten, dolayısıyla bir meta piyasasının oluşmasına
neden olan işletmeler olarak görmek yanlıştır.
Devlet ve kooperatifler arasındaki alışveriş sürecinde,
fiyatların ayırt edici özellikleri, nominal olmalarıdır.
Yani ekonominin hakim unsuru olarak, bir piyasanın olmadığı
koşullarda; devletin, planın öngördüğü çerçevede belirlediği
fiyatlar üzerinden bir alışveriş sözkonusudur. Buna
ticaret denilemez. "Devlet tarafından yapılan"
'ödeme', ancak kolhozun gerekli stokunun tamamlanmasını
mümkün kılmaya yarar. Aksi halde kolhoz, çalışmasını
durdurmak zorundadır (A. Karlo, Sovyetler Birli-ği'nin
Sosyo Ekonomik Karakteri)
Ekonomik anlamda da yekpare bir bütün olarak ifade edilen
süreç, eskinin çeşitli düzey lerde etkileri ce dönüştürücü,
yıpratıcı faaliyet-leriyle karşı karşıyadır. Buna gayri
meşru piyasa demek yanlış olmaz. Çünkü, kural dışı eğilim
ve uygulamaları içermekte ve kapitalist ilişkilerin
uzantısı olarak sürmektedir. Bu piyasayı iki biçimde
özetleyebiliriz:
Birincisi, küçük üreticiliğin bir sonucu olarak görülür
Eski reel sosyalist ülkelerin tamamına yakınında, özellikle
tarım alanlarında küçük üreticilik yaygındır. Kooperatif
çiftliklerde bile, kooperatif üyelerinin kağıt üzerinde,
kendi bireysel ihtiyaçlarını karşıladıkları, küçük çaplı
bahçeler bulunur. Bu küçük mülkiyetin, ülkedeki ekilebilir
tarımsal alanlar içindeki payı çok azdır. Ne var ki.
üretkenlik bağlamında kooperatif çiftliklerden çok ilerde,
onu bir kaç kez katlayacak düzeydedir. Böylelikle, özellikle
tüketim maddelerini içeren ve örgütlü olmayan, 'perakende'
diyebileceğimiz bir meta piyasası oluşur ve bunun tüketim
maddeleri içinde hatırı sayılır bir yeri vardır.
Ancak sosyalist ilişkileri geriye çekme ve bu ilişkilerin
genel özelliklerinin çarpıtılması bağlamında niteliksel
bir rol oynadıkları söylenemez. Böyle bir olasılık,
ancak sanayileşememiş, ekonomisi büyük ölçüde tarıma
bağlı ülkeler için söz konusu olabilir. Örneğin, SSCB'de
başlangıçtaki durum buydu ve Lenin, bunu büyük bir sakınca
olarak kabul etmekteydi.
Gelişmiş bir sanayi toplumu açısından da kırlarda küçük
üreticilik elbette
tercih edilmez ama artık küçük üretim sistemin varlığını
ya da niteliğini, sağlıklılığını birinci dereceden etkileyen
bir etken olmaktan çıkar. Çünkü sanayiye, toplumsal
planlama ve toplumsal mülkiyet üzerinde yükselen oranlı
bir gelişme damgasını vurmaktadır. Dolayısıyla, sanayiye
mutlak biçimde bağımlı bir sektör olarak tarımcılığın,
üstelik hakim 'olmayan bir biçimi olarak küçük üretimin
etki alanı sınırlı ve ancak uzun vadeli olmaktadır.
İkincisi, karaborsa ticareti ve stokçuluğu içerir. Bunun
da, reel sosyalist ülkelerin bir çoğunun ortak özelliği
olduğu bir gerçektir ve ülkeden ülkeye değişen bir etki
alanı vardır. Planın bilinçli düzenlenmesinden koparak
gayri resmi biçimde meta ilişkilerine tabi olan bu faaliyetlere,
gölge ekonomisi adı da verilmektedir.
Gölge ekonomisi, devlet tarafından tahsis edilmiş malların
bir bedel karşılığında özel kişiler arasında devri (örneğin
ev, daire kiralama) özel ders ve muayene, ev ve otomobil
tamirinin özel kişilere yaptırılması gibi "masum"
biçimlerden (gri borsa), resmi fiyat üzerinden talebi
arzı aşan malların (moda giysiler, mobilya, otomobil,
inşaat malzemesi, vb.) özel kanallardan daha yüksek
fiyata satılmasına (kahverengi borsa), nihayet ithal
ve yasadışı malların (fabrikalardan çalıntı, döviz,
altın, esrar, fahişelik hizmetleri, vb) satışına (kara
borsa) kadar geniş bir meta ilişkileri ağını kapsar.
Bu ekonominin boyutlarını kavrayabilmek için bir tek
sayı yeterli olmalı: E. Mandel'in Sovyet kaynaklarına
dayalı hesaplamalarına göre; 17 ila 20 milyon arası
Sovyet vatandaşı, iş dışı saatlerinde hizmetler kesiminde
çalışmıştır. (Katsegenelinber-gen ve Mandel'den aktaran,
S. Savran, 11.Tez)
İlk bakışta bu gölge ekonominin sosyalist ilişkileri
dönüştürücü etkilerinin sınırlı olduğu düşünülebilir.
Ama özellikle yozlaştırıcı ve sistemi yıpratıcı etkileri
küçümsenemez. Bu ilişkiler, herşeyden önce etkili bir
yabancılaşmanın göstergesi olmaktadır. Ve bu yabancılaştırmayı
yaygınlaştırma anlamında, büyük etkileri vardır. Öte
yandan başlangıçta sınırlı gibi görünen bu faaliyetlerin,
büyüme ve sistemi etkileme özellikleri de küçümsenmemelidir.
Reel sosyalist ülkelerde görülen ve piyasaya özgü olguları
çağrıştıran basit bir örnek olarak, satılamayan ürünler
vardır. Plan dahilinde üretilen bir ürün, eğer tüketici
tarafından benimsenmemişse, elde kalabilir ve stok büyüyünce
de, o ürünün fiyatı düşer. Yani satış sürecindeki tüketici
eğilimi, o ürünün fiyatını belirleyebilmektedir. Ancak
bu da tek tek ürünler bazında olmakta ve ürünlerin fiyatlarını
belirleyen genel bir özellik durumuna gelmemektedir.
İncelediğimiz bu özelliklerin bir sonucu olarak, paranın
sosyalist ilişkiler içinde yüklendiği rol, en azından
teorik düzeyde kapitalist ilişkilerden oldukça farklı
olmaktadır. Sosyalizm için para, sosyalist ürünlerin
fiyatlarının, bir piyasanın kurallarına bağlı olmadan
saptanması için, genel bir eş değer olarak kullanılır.
Gerçekte. Marks'ın da çerçevesini çizdiği gibi, sosyalist
bir düzende hesaplamanın ve değer ölçüsünün aracı para
değil, e-mek zaman birimine dayanan bir hesaplama olmalıydı.
Bu, başlangıçta pratik zorluklar nedeniyle olanaksız
göründü. Sonrasında ise, bölüşümün sosyalist olmayan
niteliğini gizleyen bir araca dönüştüğünden kurumlaştı
ve sistemin kabullendiği bir uygulama haline geldi.
Üretici Güçlerin Sürekli
Geliştirilmesi Zorunluluğu
Çağdaş sosyalist pratiğin en önemli sonuçlarından birisi
de üretici güçlerin sürekli geliştirilmesi sorunudur.
Çağdaş sosyalist teori, ekonomik büyüme ve üretici güçlerin
gelişmesini sürekli kılmanın yollarını, öncelikli bir
sorun olarak ele almıştır. Sosyalizmin günümüzde yaşadığı
sorunların kökeninde de, üretici güçlerin gelişmesi
sorununa mutlak bir çözüm bulamamak ve bu doğrultuda
bir gelişme temposunun yeterince örgütlenememesi yatmaktadır.
Bu bağlamda, sorun yalnızca ekonomik bir kategori olarak
alınmamalıdır. Toplumsal hayatın diğer süreçleriyle
derin bir bağlantı sözkonusudur; bu sorunun çözümlenememesi,
diğer süreçleri de etkiler ve onlardan etkilenerek büyür.
Üretici güçlerden; toplum tarafından yaratılmış olan
üretim araçları, herşeyden önce de iş aletlerinin ve
maddi malların üreticisi olarak insan anlaşılır. Üretim
süreci içinde, insanlar arasında meydana gelen maddi
malların değişim ve bölüşüm ilişkilerine ise üretim
ilişkisi denir. Üretici güçlerin belirli bir gelişme
düzeyine erişmeleri, bu gelişmeye uygun düşecek ilişkileri
gerektirir.
Tersi durumda, üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin
gelişmesine uygun bir nitelik kazanmaları zorunlu hale
gelir.
Gelinen noktada açık olan gerçek, sosyalist ülkelerde
üretici güçlerin gelişme özelliklerinin, sistemin ihtiyaçlarına
karşılık veremediğidir. Bu ihtiyaçlar nelerdir? Kısaca,
komünizmin üst ve yetkin aşamasına geçebilmenin koşullarının
yaratılması, diyebiliriz.
Bu da, SBKP'nin programlarında soruna yer vermek ve
1980'li yıllarda komünizme ulaşılacağını iddia etmek
türünden fantastik saptamalar oluşturmakla sağlanamaz.
En azından böyle olamayacağını tarih kanıtlamıştır.
1980'lerde komünizme varmayı öngören SBKP, bugün tarihe
gömülmüştür. Çünkü, üretici güçlerin gelişme temposu,
amaca ulaşabilmenin, bu yolda mutlak bir gereklilik
olarak emperyalist kapitalist sistemi bütün alanlarda
geride bırakabilecek düzeyin gerisinde kalmıştır.
Sosyalizm bunu başaramadığı gibi, şu ya da bu şekilde
yaşayabilecek bir düzeyi ancak tutturabilmiş ve sorun
nihayet bir arayış sürecinin hakimiyetine dönüşmüştür.
Bu arayış süreci; tarihin en büyük yıkımlarından biri
ile noktalanmıştır ve insanlık bunun acılarını, emperyalistler
arası dünya savaşlarından arta kalan acılardan çok daha
fazla ve derin bir biçimde çekmektedir.
Buradan bir sonuç çıkarmak gerekirse, reel sosyalist
ülkelerdeki üretim ilişkilerinin aldığı biçimin, üretici
güçleri geliştirmeye yetmediğini, ya da bu gelişmeyi
engellediğini söyleyebiliriz. "Perestro-ika"
işte bu temelin üzerinde yükselebilmiştir. Sosyalist
inşa sürecinde ortaya çıkan ilişkiler, çok hızlı bir
kalkınmayı, rekor bir gelişme temposunu mümkün kılmış,
fakat sosyalist inşanın en temelde başa-rılmasının ardından,
komünizmin üst aşamasına geçişin koşullarını yaratabilmekte
yetersiz kalınmıştır.
SSCB ve diğer reel sosyalist sistem ülkelerinde göze
çarpan genel bir olgu var. Bu, sanayi sektörleri arasındaki
gelişme farklılığıdır. Bir ekonominin üretken kesimleri,
sanayi ve tarımdır. Sanayi sektörünü ise, kendi içinde
üç dala ayırabiliriz: Yapım (imalat) sanayi, Madencilik
(istihraç) sanayi ve Enerji sanayi... Ancak' sanayi'
tanımlaması, genellikle imalat sanayi ile özdeş bir
nitelik kazanmıştır. İmalat sanayii de yine üç sektörden
oluşur: Tüketim malları imalatı, ara malları imalatı
ve üretim mallan imalatı.
Ağır sanayileşme, ancak üretim araçları imalatı ile
anlam kazanır. Üretim araçları imalatının olmadığı bir
ülkede sanayileşmekten söz edilemez. Örneğin Türkiye
açısından durum budur. Reel sosyalist ülkelerde ise,
tersi bir durum söz konusudur. Hemen hemen sosyalist
ülkelerin tamamında, sanayi yatırımlarının büyük bölümü
üretim araçları imalatına ayrılmış, tarım ve hizmetler
sektörleri ile tüketim ve ara mallan sanayileri, asıl
olarak üretim araçları sanayiine tabi kılınmıştır.
Bu durumun nedeninin, sosyalist sistem ülkelerinin çoğunda,
başlan gıçta üretici güçlerin gelişme düzeylerinin geri
olmasından kaynaklandığı açıktır. Emperyalizmden bağımsızlaşmak,
onunla rekabet ve çatışma koşullarında gelişmek ve ayakta
kalmak, büyük oranda ekonomik bağımsızlaşma ve gelişmeyle
mümkün olduğundan, devrim sonrası çabalar, en temelde
bu amaca yöneltilmiş, bunun sonucu olarak da, sanayileşme
çabası öne çıkmıştır. Üretici güçlerin yeterince gelişmediği
bir ülkede, emperyalizme rağmen sanayileşmenin bir tek
yolu vardır; diğer sektörleri, üretim araçları sanayiine
tabi kılmak ve kendine yeterli olmanın ötesinde, çağdaş
gelişmişliğin başlıca ölçüsü olarak ağır sanayileşme
sorununu bu şekilde en temelde çözmek.
Ancak bu çözümün de aksayan çeşitli yanları, süreç içinde
baş gösteren çeşitli sakıncaları vardır. Sağlıklı bir
ekonomi herşeyden önce, çeşitli unsurlar arasında, birbirine
koşut bir gelişme ve uyumu gerektirir. Sanayinin yalnızca
bir sektörüne dayanan bir gelişme, salt ekonomik düzeyde
değil, diğer düzeylerde de çeşitli sorunlar doğurur.
Üretim ve tüketim, bir bütünün iki kutbunu oluştururlar,
ve birinin ötekine sürekli baskın olması, başlangıç
için yüksek bir tempo oluştursa da; sorun, belli bir
aşamada sanayileşme sorununun çözümüne dayanır. Yani
üretim araçları sanayini hakim unsur yapan nedenin asıl
olarak ortadan kalkmasından sonra, gelişme temposu düşer;
giderek de, sosyalist gelişmenin ihtiyaç duyduğu düzeyin
gerisinde kalınmasına neden olur.
Reel sosyalist ülkeler, gelişme ağır sanayileşmeyi gerektirdiğinden;
bütün olanaklarını üretim araçları sanayiine seferber
ettiler. Bu,üretici ve tüketici sektörler arasında mutlak
bir eşitsizliği getirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde,
birbirine atbaşı giden bu sektörler, sosyalist ülkelerde,
üçe bir, dörde bir gibi oranları bulan farklılıklar
gösterdi. Yani arada, bir uçurum vardı ve bu uçurum
yalnızca bir sistem olarak kapitalizm ve sosyalizm arasındaki
farklılıklarda** değil, üretici güçlerin gelişme düzeyleri
arasındaki farklılıktan kaynaklanıyordu.
Lenin'in başlangıç için "acıklı" olarak nitelediği
bu durum ülkenin ekonomik potansiyelinin üretim araçları
sanayine tabi tutulmasını zorunlu kılmaktay-
dı. Ve sonuç bu yolla sosyalist ülkelerin sanayileşme
sorunlarını en temelde çözümlemeleri oldu. Çağımızda,
üretici güçleri geri iken sanayileşmeyi başaranbaşka
ülkeler ve başka bir gelişme modeli yoktur. Ne var ki
bu sürecin beraberinde getirdiği başka sorunlar da vardı
ve giderek büyüyen ve önem kazanan sorunların kökeninde
yatan başlıca nedenler de aslında bunlardı. Çünkü, aradaki
eşitsizlik gelişmeyi büyük ölçüde tek boyutlu kıldı,
özellikle emperyalizmle çatışmanın somutlaştığı sektörleri
yüksek bir teknolojik düzeye sahip kılarken, diğer sektörlerde
(özellikle de tüketim ve ara malları sektörlerinde)
görece geri niteliğin sürmesi gibi bir sonuç doğurdu.
Bu durumun, toplumsal düzeyde neden olduğu sancılar
nelerdir? Bu soruya en temelde, halkın günlük ekonomik
sorunlarına ilişkin taleplerinin karşılanamaması, beklentilerinin
giderilememesi biçiminde karşılık vermek yanlış olmaz.
Bu, ilk bakışta önemli görülmeyen ancak, onlarca yılı
içeren bir sürecin sonucu olarak, temel nitelikte bir
olguya dönüşen önemli bir konudur. Bu önem, bölüşüm
ilişkilerindeki sağlıksızlıklardan ve proletarya demokrasisinin
ayaklarının havada kalmasından kaynaklanmaktadır.
Bir ülkede halkın, iktidarın sahibi olduğundan yana
kuşkuları varsa, yönetici bürokrasi giderek genişlemekteyse,
ayrıcalıklar giderek büyüyorsa, o zaman günlük ekonomik
sorunlar kaçınılmaz biçimde önem kazanır; daha iyi yaşama
özlemi giderek artar, sistemin öngördüğü kural ve ilkelerin
dışında yolların yaygınlaşması, önde gelen özelliklerden
biri haline gelir. Bu noktada yabancılaşma artık o toplumda
etkili olmaya başlamıştır.
Ve yabancılaşma, sosyalist bir toplum için en tehlikeli
olgulardan biridir.
Perestroika’nın İdeolojik Çerçevesi
Gorbaçov, önce “uskorenie” (hızlandırma) dedi. Bu sürecin
gelişmeleri, bize pek yansımadı. Sonra “glasnost” (duyurma,
saydamlık, açıklık) kampanyasını başlattı ve kampanya
bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaygın popülarite
kazandı, genel bir ilgiyle ve sempatiyle karşılandı.
“Açıklık”, sosyalistlerin hep istedikleri, özledikleri
bir olguydu. Sosyalizmi totaliter bir sistem, toplumsal
bir karabasan olarak empoze eden emperyalizmin söyleminin
karşısında, düşüncelerin serbestçe anlatımına olanak
tanıyan bir imaja sahipti. Bu düşüncelerin, iddiaların
dünyadaki yankıları, doğal olarak Gorbaçov’a büyük bir
popülarite kazandırdı. Gorbaçov’un seçildiği günlerde,
SBKP/MK’nın kıdemli bir üyesi şöyle diyordu:
“Biri yarı yarıya ölmüş, biri yarım yamalak yaşayan,
biri de neredeyse konuşamayan üç önderin ardından, genç
ve enerji dolu Gorbaçov’u görmek, doğrusu sevindiriciydi.”
Ne var ki; Glasnost yalnızca bir başlangıç, bir ilk
adım, ya da yalnızca sorunun bize ilk elde yansıyan
boyutuydu. Süreç içinde, aysbergin su altında kalan
kütlesi ortaya çıktı. Sorun, özgürlük söylemiyle, ya
da asalak bürokrasinin tasfiyesiyle sınırlı değldi;
sosyalist sistemi temellerinden dönüştürmeyi amaçlayan
bir Perestroika söz konusuydu.
Üstelik, Glasnost’un bir gereği olarak, bu Perestroikanın
nedenleri, kapsamı ve amaçları yeterince açık biçimde
ortaya konması gerektiği halde böyle davranılmamaktaydı.
Seçenekler içinden bir seçenek değil, sosyalizmin başlıca
seçeneği olmak gibi bir işlev yükleniyordu perestroikaya
ve toplumsal bir devrim olarak lanse ediliyordu.
Perestroika, kendisine önsel olarak sosyalizmin çelişkilerinin
antagonist olamayacağı tezini almıştı. Bu, yıllardır
meta ekonomisi ile sosyalist ilkeleri uzlaştırmaya çalışan
revizyonist teorisyenlerin kendilerine dayanak olarak
kullandıkları bir savdı ve kökenleri sosyalizmin kuruluş
dönemine kadar dayanıyordu.
Bizzat Stalin’in ifadesiyle, tek ülkede sosyalizmin
inşaasının tamamlanacağına, geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalkabileceğine ve hatta komünizmin üst ve yetkin
aşamasına ulaşılabileceğine olan inanç, böyle bir teze
kaynaklık etmişti. Kullanılan ekonomist ölçülerden yola
çıkılarak; SBKP, 1936 yılında sosyalizmin inşaasının
tamamlandığını, 1956 yılında ileri sosyalist toplum
olduğunu ve 1981 yılında da komünizme ulaşılacağını
resmen ilan etmişti...
Ancak, Gorbaçov sürecinde birçok şey ortaya döküldü.
Rakamlar açıklandı, istatistikler konuldu. Marks’ın,
Lenin’in hayal bile edemeyecekleri kadar büyük çarpıklıklarla,
olumsuzluklarla yüklü bir “komünizmdi” bu... Proletaryanın
ve halkın öncüsü parti, geçinmenin ve rahat yaşayabilmenin
bir sığınağına dönüşmüş, partili olmak mesleki avantajların
aracı durumuna getirilmişti. Devlet bürokrasisi, gelişmenin
engeli, toplumun kamburu bir asalak olmuş; koyu bir
sansür ve baskı, kültürel ortamı tek boyutlu duruma
sokmuş, halk kitleleri yabancılaşmanın etkisine girmişti.
Zenginler için ayrı semtler, ayrı alış veriş merkezleri,
ayrı sosyal tesisler yapılması doğal karşılanırken;
karaborsa ve küçük üretim gibi sosyalizm dışı olgular
kök salmıştı.
Halkın yönetimi ancak kağıt üzerinde kalabilmiş, onlarca
yıldır ezilen ulusların kurtuluş umudu olan sosyalizmin,
ileri olduğu varsayılan anayurdunda, işlerin pek öyle
yolunda gitmediği, ulusal dokunun için için kaynayan
bir volkan olduğu açığa çıkmıştı.
Ama bütün bu olumsuzlukları, bütün bu sorunları bizzat
kendisi ifade eden, geçmişte ancak Troçkistlerin ya
da ÇKP ve yandaşlarının kullandıkları bir retorikle,
zaman zaman onları da aşacak biçimde sayıp döken Gorbaçov,
yine de ileri sosyalist olma iddiasını elden bırakmıyordu.
Bu bir rastlantı değildi elbette. Çünkü bu tez, bu ekonomik
indirgemeci yaklaşım, SBKP’ne sınırsız bir manevra alanı
sağlıyor, aykırı görünen çeşitli uygulamalara meşruiyet
kazandırıyordu. Sosyalizmin ileri aşamaya ulaştığı ve
geriye dönüşün koşullarının olmadığı bir ortamda; sistemin
sorunlarına çözüm çabası, geçmişteki ilkelerle çelişen
yanlar içeriyor gibi görünse de, bu durumun sistemi
geriletmek gibi bir tehlikeyi içermeyeceğine inanılıyordu.
Çünkü geriye dönüşün koşullarının ortadan kalkması demek,
antagonist çelişkilerin de artık ortadan kalkması anlamına
geliyordu. Sorunlar bir çatışmayı gerektirmeden aşılacaktı.
SBKP’ne göre çatışmanın olmaması, tarihsel bağlamda
geri olanın geçici bir egemenliğini bile olanaksızlaştırıyordu.
Bütün bunlardan yola çıkılarak, o dönem dünyada yaşanmakta
olan çelişki ve ilişkilere ve bu çelişkilerin çözüm
yollarına ilişkin, farklı yaklaşımlar getirildi. Genelde
dünyanın ve özelde sosyalizmin sorunlarına çözüm politikaları;
dolayısıyla da bir bütün olarak Perestroika sürecinin
ideolojik çerçevesi, daha önceden rastlanmadık biçimde,
komünist bir partinin, komünist teori ve pratiğin o
aşamaya kadar öne çıkan ilke ve kurallarının temelden
yadsınmasına dönüştü.
SBKP, günümüz dünyasının çelişki ve ilişkilerinin çözümlenmesine
“uygarlık krizi” önermesiyle başlamıştır. “Bu krizin
özü genel biçimiyle açıktır: İnsanlık; askeri, ekonomik,
ekolojik vb. nitelikteki felaketlerin önlenmesi bakımından
güvenilir araçları henüz bulamamıştır”denilmiştir. SBKP
tarafından, bu saptamadan yola çıkılarak; temel devrimci
görev, bu krizi aşmak olarak belirlenmiştir.
Dolayısıyla onlara göre bu yolda sağlıklı bir perspektif,
ancak geçmiş geleneklerin ve onun ürünü olan koşullanmışlıkların
aşılması ile mümkündür. Çünkü “uygarlık” demektedir
Gorbaçov, “sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden
daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunması duygusu
ile sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları; kısacası,
eski düşünceyi ayıran bir çizgiye alışmış bulunuyor.”
Yani, “uygarlık krizi kapitalizmin krizi ile özdeşleştirilemez
ve hatta yalnızca onun doğrudan bir sonucu olarak da
düşünülemez.”
Uygarlık krizinin, herşeyden önce; kapitalizmin gelişme
kaynaklarının henüz tükenmediği bir aşamada, yalnızca
kapitalizmin değil, bütün insanlığın varlığını tehlikeye
soktuğuna inanılmaktadır. Sosyalizm de objektif ve subjektif
nedenlerin bir sonucu olarak bu sürecin dışında kalmak
bir yana, önemli bir parçası olmuştur. Bu kriz aşılmadıkça
insan soyunun ortadan kalkması gibi bir tehlikenin var
olduğu düşünülmekte ve devrimci görüş, barışcıl yollarla
bu krizin aşılması biçiminde ifade edilmektedir. Bu
yol, insanlığın varlığını sürdürmesine uygun düşen ve
bu doğrultuda gerçek olanakları ortaya çıkaran bir yoldur
onlara göre...
Bu yolda izlenecek politika ise, her şeyden önce barışı
esas almalı, insan soyunun yokolmasına neden olacak
politikalar terkedilmelidir. Böyle bir çabayı sürdürmenin
maddi koşulları da var sayılmaktadır, çünkü kapitalizmin
farklılaştığı söylenmektedir. “Kapitalizmin alternatifi
vardır. Bu alternatif, sosyalizmdir. Ancak gelişmenin
çok seçenekliliği de ortadan kalkmış değildir. Eski
dünyanın güçleri, tarihsel spiralin her boğumunda, o
andaki tehlikeli ilişkiyi ortadan kaldırma ve egemenliklerini
sürdürme olanağına sahiptirler. (...) Kuşkusuz kapitalist
düzenin olanakları, her aşamada yeniden üretiliyor,
ancak bu üretim yeni bir biçimde, başka türlü oluyor.”
Buradan hareketle, kapitalizmin günümüzde kazandığı
bu ‘başka türlü biçimlerinin’, artık sağlam bir barışın
kurulmasına engel olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
“Sağlam bir barışın kurulmasını, sosyalizmin kurulmasına
bağımlı kılmak” düşünülmemektedir.
Bu yaklaşım, açık biçimde geçmişte izlenen politikaların
olumsuzlanmasıdır. Dolayısıyla geçmişteki politikalar
dogmatik olarak nitelenmektedir. “Sosyalizm, toplumsal
bir düzen olarak varlığını sürdürebilmek mücadelesi
dolayısıyla silahlanma yarışına kapılmış, etkili ve
rekabete yetenekli bir üretim mücadelesi içinde çevre
korunmasına yeterli ilgi gösterememiş ve sosyalizmin
gelişimi kendi sorunlarını ve çelişkilerini doğurmuştur.”
denilmekteydi.
“Barışın önündeki engelleri aşabilmeyi”, aynı zamanda
“geçmişin bu hatalarının aşılmasına“ bağladılar. Bunlar,
toplumsal ilerlemenin biçim ve yolları üzerine Lenin’in
ölümünden sonra Komintern’de ağırlık kazanan anlayışların,
toplumsal ilerlemenin, diyalektik bakımdan gelişen çok
yönlü konseptinin şemalaştırılmış bir basite indirgenmesidir.
Öte yandan, nükleer öncesi, ‘kriz öncesi’ çağ koşullarında,
belli ölçülerde haklı olan yargıların kutsallaştırılmasının
da onların yeni ölçülerine göre “aşılması” anlamına
gelmektedir.
SBKP’nin bu “yeni düşünme biçimi, silahsızlanma çerçevesinde,
kapsamlı bir uluslararası güvenlik sistemine ihtiyaç
olduğunu ve bunun mümkün olduğunu genel olarak kanıtlama”
(Gorbaçov, Ekim Devrimi ve Perestroika) amacına yöneliktir.
Oysa bir kez barış sorunu “stratejik amaç ve yönelim”
çerçevesinde ele alınınca ve kapitalizmin sağlam bir
barışın önünde engel olmadığı sonucuna ulaşılınca, diğer
çeşitli sorunlara yaklaşım da, uzlaşma esasına dayanmaktadır.
Bu noktada sınıflar savaşının yadsınması, uygarlık krizi
ve “yeni düşünme sistemi”nin doğal bir sonucu olmaktadır.
“Toplumsal sistemler olarak sosyalizm ve kapitalizm,
uzun süre başlıca antagonist gelişme mekanizması diye
adlandırılabilecek bir şeyle birbirlerine bağlıydılar.
Kuşkusuz bu durum, ticari, kültürel, politik ve diğer
ilişkileri ve değiş tokuşları dışlamadı. Ancak, sosyalizm
ve kapitalizm açısından harekete geçirici dış etki,
sözü edilen bu ilişkiler ve değiş tokuşlar değil, karşıt
sistemlerin birbirlerinin varlıklarına meydan okumalarıydı.
Karşılıklı mücadelenin bu etki ile bağlı biçimleri,
sistemlerin iç gelişmeleri açısından ne tür olumsuz
sonuçlara yol açmış olursa olsun, bu etkiyi önemsememek
olmaz.
Ama bu antagonist mekanizma, nükleer çağ öncesinde oluşmuş
ve etkide bulunmuştur. Şiddetten arınmış bir dünyaya
yönelmenin devrimci anlamı, insanlığın varlığını tehdit
eden ve ilerlemeyi engelleyen bu mekanizmanın parçalanmasını
zorunlu kılmasındadır. Karşılıklı bağımlı, bütünsel
ve patlamaya hazır bir dünyada, “sizin için ne kadar
kötüyse, bizim için o kadar iyidir” ilkesi artık geçerli
değildir. Dünyanın ilerlemesinin yeni formülünün en
önemli özelliklerinden biri, taraflardan birisinin ilerlemesi
onun karşıtının yıkımını getirmemelidir, bu karşıtın
tarihsel yokoluşa sürüklenmesini gerektmemelidir, kendi
ideolojik ve sosyal anlayışlarını uluslararası ilişkiler
alanına taşımayarak, barış içinde birarada yaşama becerisini
gerektirmelidir.”(Tezler, Y. Açılım)
Görüldüğü üzere, kapitalizm artık kendisini üreten,
geliştiren bir sistem olarak kabul edilmekte ve kapitalizm
ile sosyalizmin rekabet ve işbirliği içinde uzun bir
dönem yanyana yaşamak zorunda olduğuna inanılmaktadır.
Çağdaş dünyanın sorunlarını biraz olsun yakından izleyen
bir insan için, bu öyle yeni bir çıkarım ya da yeni
bir düşünme biçimi değildir. Tersine, emperyalizm sürecinin
çözümlenmesinden, tek ülkede sosyalizm anlayışının oluşturulmasından
bu yana, bu olasılık her zaman ve kendisine marksist
diyen herkes tarafından kabul görmüştür. Lenin bunun
canlı örneğidir.
Emperyalizmin, asalak, can çekişen ve çürüyen kapitalizm
olarak nitelenmesine rağmen, kapitalizm yok olmamıştır
ve görünen o ki daha uzun bir süre yaşayacaktır. Bu
arada dünya bilimsel ve teknolojik bir devrime sahne
olmuş, termo nükleer silahlanma, kapitalizmin emniyet
sibobuna dönüşmüştür. Bilimsel teknolojik devrimin dönüştürücü
etkileri, kapitalizmin yaşama olanaklarını genişletmiş,
üretim süreci üzerindeki etkileriyle, endüstrileşmenin
anlamını farklılaştırmıştır.
Ancak bütün bunlar ne kapitalizmin farklılaşması anlamına
gelir ve ne de buradan hareketle sınıflar savaşını,
insanlığın ilerletici dinamiği olmaktan çıkarır. Dahası,
Lenin’in emperyalizm anlayışı, böyle bir teorik çerçeveyi
zaten içermemektedir.
“Çürüme eğiliminin kapitalizmin hızlı gelişimini önleyeceğini
sanmak yanlış olur. Önlemez. Bütünüyle kapitalizm, eskiye
oranla çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”(Lenin,
Emperyalizm)
Kapitalizm, bir sistem olarak, genişletilmiş yeniden
üretime dayanan, artı değer sömürüsü üzerinde yükselen
ve bağımsız üretim birimlerinin anarşik rekabeti aracılığıyla
piyasada gerçekleşen bir üretim biçimidir.
Bu özellikler, Marx’tan bu yana temelde değişmemiştir.
Emperyalizmi can çekişen kapitalizm yapan neden de,
onun gelişmesinin aldığı son biçim olmasından kaynaklanmaktadır.
Çünkü tekelleşme ile birlikte, kapitalizmin gelişmesinin
kaynağı olan yeni pazarlar olanağı ortadan kalkmıştır.
Rekabet daha derin biçimde ve daha az sermaye grubu
arasında, paylaşılması tamamlanmış pazarlara yönelik
olarak sürmek gibi bir zorunluluğun üzerinde yükselmiştir.
Dolayısıyla, gelişmesi de teorik olarak tamamlanmıştır.
Öyleyse durumu nasıl açıklayacağız? Can çekişen kapitalizmin
hala yaşamasının sırrı nedir? Bunun cevabı kapitalizmin
farklılaşması olamaz. Tek bir karşılığı vardır; üretimin
yaygınlaşması ve bunun sonucu olarak, emperyalizmin
dünya halkları üzerindeki sömürüsünün başlıca biçimi
haline gelen yeni sömürgecilik...
SBKP, bu olgunun öneminden ve emperyalizme kazandırdığı
olanakların sınıflar kavgasının yönelimi üzerindeki
etkilerini ölçmekten her zaman uzak durmuş, yeni sömürgelere
ve ulusal kurtuluş hareketlerine yaklaşımında hep mesafeli
olmuştur. Bu durum, sorunun boyutlarını kavrayamamaktan
çok, partiye hakim olan ekonomik indirgemeciliğin ve
statükoculuğun bir sonucudur.
Bir kez daha tekrarlayalım; emperyalizm, 2. Dünya Savaşı’ndan
büyük kayıplarla çıkmış, ve bu süreçte de dünya topraklarının
üçte biri, emperyalizmin denetiminden çıkmıştı. Karşısında
güçlü ve gelişen bir sosyalist blok ile ulusal kurtuluş
hareketleri dalgası vardı. SBKP, bu sürecin yeni bir
paylaşım savaşıyla sonuçlanacağına inanıyordu. Tarihsel
kaçınılmazlığın bu kaba yorumu, sürecin içerdiği çelişki
ve ilişkilerin kavranamamasının açık bir örneğiydi.
Emperyalist-kapitalist sistem, savaştan ekonomisini
büyük oranda askerileştirerek ve ABD’nin yüklendiği
hegomonyacı rol ile çıkmıştı. Bir savaşın sistemi ve
hatta bütün bir insanlığı yok edebileceği olasılığı,
sistem ülkelerini entegrasyona zorlamış, emperyalistler
arası çelişkinin derinleşmesi, emperyalizmle sosyalizm
arasındaki çelişki, ve bunlara eklenen termo-nükleer
silahlanma olgusu, yeni bir paylaşım savaşı sonucunu
doğurmamıştı. Tersine, bütün bunlardan rekabet ve çatışmanın
son bulması anlamına gelmeyen bir entegrasyon doğmuştu.
Emperyalist kapitalist sistem açısından bu dönemde,
iki önemli olgu yaşamanın ve gelişmenin öne çıkan yolları
oluyordu. Bilimsel teknolojik devrim ve yeni sömürgecilik...
Her ikisi de emperyalist sömürü ilişkilerini temelde
farklılaştırmıyor, artı değer olgusunu ortadan kaldırmıyor,
ama ona büyük oranlara yükselen bir üretkenlik kazandırıyordu.
Üstelik bu, durağan bir süreç değildi, sabitleşmiş yöntemlerin
üzerinde yükselmiyordu. Tersine, kendini yeni tekniklerle
sürekli yenileyen yoğun bir süreçti. Örneğin, yeni sömürgecilik,
başlangıçta ithal ya da ihraç ikameciliğine dayanırken,
üretim araçlarının evriminin sağladığı olanaklarla,
bu sömürü tekniklerini yoğunlaştıran, birikim olanaklarını
arttıran fason sanayicilik ya da “yeni” ikamecilik türünden
gelişmelerle sürüyordu.
Değişmeyen, emperyalizmi bağımlı ülkeler için ekonomik-siyasal-toplumsal
düzeylerde, içsel bir olgu durumuna getiren, ülke iç
pazarının yeni olanaklar ve tekniklerle genişletilmesine
dayanan, temel nitelikti. Pazarlar gerçekte değişmiyor
ya da büyümüyor, ama üretim araçlarının evrimine bağlı
olarak, yeni birikim olanakları sağlayacak şekilde değerlendiriliyordu.
Kısacası yeni sömürgecilik, emperyalizmin can damarıydı.
Dolayısıyla, bu can damarının kopartılmasına karşı tepkisi,
her zaman çok yüksek oldu. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana
geçen zaman, emperyalizmin sayısız katliamları ve kırımlarıyla
doludur. Yakın zamanın çıplak gerçeklerine rağmen, barış
sorununun sağlıklı bir çözümünün, kapitalizmin varlığı
nedeniyle mümkün olmadığını görememek, ancak SSCB’deki
statükocuların ve uzlaşma politikalarının bilinçli bir
teorileşmesiyle açıklanabilir.
Dolayısıyla, ‘uygarlık krizi’ kavramı, tanımlanması
ve içeriği anlamında son derece yanlış bir kavramdır.
“Bu yaklaşım, çağdaş krizin köklerinin kapitalizmin
krizi açısından karakteristik olan toplumsal, sınıfsal
anlaşmazlıkta aranmasına yönelmemektedir. Bu kökleri,
çağdaş insanlık ile doğa arasındaki, tekniğin gelişmesi
sonucu ortaya çıkan sorunların arasındaki çelişkide
aramaktadır.” (G. Vodolozov,Y.Açılım)
Bilimsel ve teknolojik devrimin, günümüz açısından taşıdığı
önem ve üretim sürecindeki etkileri tartışma götürmez.
Emperyalizm, çok uzun yıllardır, bilimsel çalışmaları,
üretim sürecinin bir parçasına dönüştürmüştür. Bilimsel
teknolojik devrimin canlı emeğin önemini arttırdığı
açıktır. Çünkü, canlı emek, maddi hareket etkenlerinin
artan bir bölümünü harekete geçiriyor, kendi çevresinde
döndürüyor. Gerçekte el emeği az kalifiye olan emek
üretiminden uzaklaşıyor. Giderek daha çok zihinsel bir
karakter kazanan emeğin, bilimsel teknik emeğin, yaratıcı,
doğa ve üretim süreçlerini dönüştürücü, zorunlu toplumsal
değerleri yaratan emeğin rolü artıyor. Mühendis ve teknikerlerin
değil, aynı zamanda bilim adamlarının, çok çeşitli faaliyet
alanları temsilcilerinin ve bu arada ‘üretici olmayan
alana’ geleneksel olarak dahil kişilerin, giderek artan
biçimde üreticiler kategorisine girdikleri görülmektedir.
Bunlar genelde doğrudur, ama işçi sınıfı kavramının
farklılaşması gibi bir anlam taşımaz. Bir kez, bu süreç,
daha çok metropoller düzeyinde kalmıştır ve üstelik
belli stratejik sektörlerde geçerlidir. Ekstantif karakterli
sektörler ve bütün olarak dünyanın güneyine henüz yabancı
gelişmeler durumundadır. İkincisi bu gelişmeler, artı
değer ve ona tabi kategorileri ortadan kaldırmamakta,
tersine yoğunlaştırmaktadır. Proletarya üzerindeki sömürünün
nicelik anlamıyla farklılaşması başka şeydir, nitelik
değiştirmesi çok daha başkadır. Ama bu önemli olgunun
üstü örtülerek, ciddi bir teze ulaşılmaktadır:
“Eğer soruna insanlığın temel kaygısı olan soyunu devam
ettirme açısından bakarsak; o zaman görüyoruz ki, ‘bilimsel
teknik devrim öncesi’ döneme ait işçi sınıfı, en azından
kapitalist olmayan dünya ülkelerinde, bu acil toplumsal
amacın gerçekleştirilmesi mücadelesinde öncü olamamıştır.
Tek bir sınıfın (bu en ileri sınıf bile olsa) insan
uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması gibi
muazzam ve kapsamlı bir görevin üstesinden gelebilmesi
hemen hemen olanaksızdır. Bu durum gözönüne alındığında,
toplumsal ilerlemenin öznesinin basit biçimde değiştirilmesi
değil, onun daha geniş bir temelde oluşturulması zorunluluğu
açık biçimde ortaya çıkmıyor mu?” (Tezler)
Burada da Marksizm’in temel anlayışlarından birinin
çarpıtılması ile karşı karşıyayız. Marksizmin hiç bir
ustası, ya da hiç bir önemli teorisyeni, işçi sınıfının
insan uygarlığının korunması ve yeniden yapılandırılması
görevinin üstesinden tek başına gelebileceğini iddia
etmemiştir, etmez. Söylenen şey, çok daha başkadır.
Proletarya, Marx’ın anlatımıyla, “bütün toplumu kurtarmakla
kendisini de kurtaracak olan sınıftır” ve gücü; örgütlenmeye
ve disiplinli bir harekete yatkınlığından, kapitalizmin
diğer sınıf ve katlarının tersine, üretim araçlarına
sahip olamamasından ve kendi emeğinden başka satacak
şeyi olmamasına rağmen, üretim sürecinin temel dayanağı
olmasından kaynaklanır. Marx proletaryayı şöyle tanımlamıştır:
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf
olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün
sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu
için, evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan
haksızlık özel değil genel bir haksızlık olduğu için,
yalnız kendisinin kurtuluşunu değil, bütün toplumun
kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf. Geleneksel bir statü
değil, sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin
kimi sonuçlarına değil, bütün sonuçlarına karşı olan
ve kendisini bu bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına
olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi
demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması halinde
kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu sınıf,
proletaryadır.” (Marx, 1844 Elyazmaları)
Proletarya, bir ülkenin nüfusunun çoğunluğunu oluşturmaz.
Ama o ülkenin can damarları, sanayi işletmeleri, limanları,
ulaşım, iletişim, enerji sektörleri, yeraltı ve yerüstü
kaynaklarını değerlendiren işletmeleri, bu sınıfın üzerinde
yükselir ve onun siyasal eylemi, bütün bu faaliyetlerin
bir anda felç olmasına, ülkeyi sarsmasına yeterlidir.
Lenin’in sözleri, hala geçerliliğini sürdürmektedir.
“Kapitalist bir ülkede proletaryanın gücü, toplam nüfusun
içindeki oranına nazaran sınırsız biçimde daha fazladır.
Bu, proletaryanın, bütün kapitalist ekonomik sistemin
merkezi noktalarının, sinir merkezlerinin altında, ekonomik
ve politik bakımdan emekçilerin büyük çoğunluğunun gerçek
çıkarlarının temsilcisi olması nedeniyle böyledir.”(Lenin,
1919 Yılı)
Ne varki bunlardan; proletaryanın, yalnızca bu gücünün
bilincine ulaşarak ve bu bilinçten hareketle siyasal
eylemi yoğunlaştırarak, bütün bir insanlığı tek başına
ilerleteceği sonucu çıkmaz. Sahip olduğu nitelikler,
proletaryayı elbette bu sürecin başlıca unsuru yapar.
Sömürücü sınıf ve katların direncini kırmak, iktidarı
korumak, sosyalizmi kurmak ve böylece bizzat halkın
mutluluğunu sağlamak, toplumsal ilerlemeyi nesnel bir
gerçekliğe dönüştürmek ise, ancak proletaryanın bütün
çalışanlarla ve demokratik güçlerle oluşturacağı sağlam
ittifaklarla, kısacası geniş halk kitlelerinin ortak
hareketliliği ile mümkündür. Yani proletarya tek başına
toplumsal ilerlemeye gerçeklik kazandıran güç değil,
toplumsal ilerlemenin lokomotifi, devindirici gücüdür.
Proletarya demokrasisi de, ancak kentlerin ve kırların
proleter olmayan tabakalarıyla ve herşeyden önce de
köylülükle sağlam temellere dayanan bir ittifakla anlam
kazanır. Tersi durumda, proletarya demokrasisinin toplumsal
pratik içinde aldığı biçim, proletaryayı diğer sınıf
ve katlardan yalıtan bir çarpıklığa dönüşür. Diğer toplumsal
katların desteği yeterince sağlanamadığı, onlarla sağlam
bir ittifaka dayanılamadığı için; proletarya söylemi
sadece yeni iktidar sahiplerinin bir kalkanı olarak
kalır. Proletarya hakimiyeti ancak kağıt üzerindeki
sözlere hapsedilir. Dolayısıyla da, totalitarizme özgü
yöntemlerin kullanılmasının meşrulaştığı bir iktidara
yol verilmiş olunur, proletarya demokrasisinden uzaklaşılır.
Proletaryanın sınıf olarak sahip olduğu içeriğin abartılması
ve bu abartılı ölçülerin sonucunda, onun işlevinin azaldığı
düşüncesine ulaşılması, yeni bir olgu değildir. Marks,
bu türden sapmalar için şöyle demişti:
“Demokratlar halk kelimesini kutsallaştırmışlardır,
siz de proletarya kelimesini kutsallaştırıyorsunuz,
tıpkı demokratlar gibi, olayların yerine kelimeleri
geçiriyorsunuz. Biz emekçilere diyoruz ki, sadece yaşama
koşullarını değil, kendinizi de değiştirmek için mücadele
etmeniz gerekiyor.” (Franz Mehring, Karl Marks)
SBKP’nin proletaryanın farklılaşması tezinin dayandığı
“proletarya” da bu şekilde tasarlanmış bir kavramdır
ve bu abartılmış kavramdan yola çıkılarak oluşturulan
ölçüler, günümüz dünyasına uymayacağından, rahatlıkla
ihtilalci teori budanmakta, statükoculuk yüceltilmektedir.
Kuzeyin metropollerindeki işçilerden yola çıkılarak
ve dünyanın güneyi bütünüyle atlanarak tez yaratılmaktadır.
Oysa gelişmiş ülkelerde bile esktantif sanayileşme aşılmış
değildir. Kaldı ki bu da yeterli bir ölçü olamaz, çünkü
artı değer kategorisi, kapitalist sistemin temelinde
yer almayı sürdürmektedir. Emperyalizmin dayanağı olan
yeni sömürgelerde ise, kaba ve fahiş bir sömürü yine
vardır. Bu konuda burjuva ideolog Samuelson’un sözleri,
SBKP’nin yaklaşımından daha gerçekçi olmayı sürdürüyor:
“Gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki karşıtlığı
anlayabilmek için; az gelişmiş bir ülkede, örneğin El
Salvador’da, Hindistan’da veya Nijerya’da yaşayan yirmi
bir yaşında tipik bir vatandaş olduğunuzu varsayın.
Yoksulsunuz, üretip piyasaya sürmeden tükettiğiniz malları
da hesaba katsanız bile yıllık geliriniz yüz dolardan
düşüktür. (...) Ömrünüzün uzunluğu hakkındaki olasılıklar,
ileri ülkelerdeki ortalama vatandaşınkinin yarısı kadardır.
Zaten kardeşlerinizin ikisi ya da üçü rüştüne varmadan
ölmüştür. (...) Asya, Afrika ve Latin Amerika vatandaşı
olarak, dünya nüfusunun %70’ini oluşturuyorsunuz, buna
karşılık dünya gelirinin ancak %20’sini aranızda paylaşmak
zorundasınız. (Bugün Asya, Afrika ve Latin Amerika nüfusunun
dünya nüfusu içindeki payı %70’in üzerine çıkmış, geliri
ise, %20’nin altına inmiştir ve bu oransızlık giderek
derinleşmektedir.) (...) Yoksullar ve zenginler arasında
daima farklar olmuştur.
Neden az gelişmiş ülkeler sorunuyla bu kadar ilgileniyoruz?
Bu ilgimizin nedenlerini sıralarsak durumu daha iyi
anlarız: İleri ülkelerde gelir farkları küçülürken,
ileri ülkelerle az gelişmiş ülkeler arısndaki gelir
farkları, tam tersine büyümektedir. (...) Endonezya,
Hindistan ve diğer az gelişmiş ülkelerde hayat standartları
çok az düzelmiş ve hatta bazı bölgelerde bozulmuş bulunmaktadır.
(...) İnsanların midelerini doyurun, böylece komünist
olmalarına engel olursunuz derler. Bu iddia doğru değildir.
Sefalet içindeki insanlar isyan edemezler, geçmişin
büyük ihtilalleri (örneğin Fransız ve Rus ihtilalleri)
belli bir iktisadi gelişme başarıldıktan sonra olmuştur.
Buna rağmen, gelişme sorununa sırtımızı çevirmemiz,
bizim için felaket olabilir. (...) Sefiller başkaldıramazlar,
şimdilik korkmayın. Ama bir gün akılları başlarına gelirse,
biz para babalarının çanlarına ot tıkayabilirler. Bu
yüzden gene de dikkatli olalım. (...) Dünya nüfusunun
altıda birinden az kısmı gelişmiş ülkeler grubunda yaşamaktadır.”
(B. A. Samuelson, İktisat)
Proletaryanın farklılaştığı yönündeki görüşler, aynı
zamanda burjuvazinin de farklılaştığı görüşünü içerir.
Bu iki sınıf aynı bütünün kutuplarıdır ve birinin dönüşümü
ya da evrimi, ötekinin de evrimiyle mümkündür. SBKP
revizyonizmi, proletarya kavramının farklılaşması, genişlemesi
ve artı değer kategorisinin ortadan kalkmasıyla birlikte;
büyük sermayenin de, gerek kendisini yeniden üretme
ve gerekse de üreticilerle ilişkiler bağlamında farklılaştığını
açıkça söylemektedir:
“Büyük sermaye, bazen kendi ayrıcalıklarının bir kısmından
bile vazgeçerek, üretimin yönetimine ve kâra katılımı
öngören çeşitli sistemler yardımıyla, ücretli emeğe
özgü olan yabancılaşma olgusunun üstesinden gelmeye
yöneliyor.”
Dolayısıyla, bir bütün olarak üretim sürecinin de farklılaştığı,
kapitalizm ve sosyalizmin uzlaşmasına uygun bir çerçeveye
yönelindiği ileri sürülmektedir:
“Endüstriyel ekonominin mantığı, çok çeşitliliğin ortadan
kalkmasına, toplumun tek türdenleşmesine, toplumun tüm
alan ve sektörlerinde tek bir endüstri örgütlenmesine
yol açıyor. Her özel faaliyet türüne; tek, ortak bir
ölçüt ile değil, ona özgü bir ölçüt ile yaklaşılmasına
neden oluyor. Bu yaklaşım, faaliyet türü için en uygun
olan örgütlenme biçimlerini sağlıyor. Endüstriyel ekonomi
için, olgunluğa giden yol, çok çeşitlilikten tek çeşitliliğe
doğru bir hareket anlamı taşırken, bilimsel teknik ekonomi
için, bu yol tersi bir doğrultuyu öngörüyor. Bu ise,
yalnızca evrensel, girişken insanın oluşumunun çok çeşitliliğini
değil, aynı zamanda onun kendisini geliştirmesinin pratik
biçimlerinin de çeşitliliğini sağlıyor.” (Tezler)
Bu yaklaşım birçok belirlemenin de alt üst olmasını
ve “eski”nin yerine “yeni” saptamaları, buradan da yeni
programları kaçınılmaz kılar. Örneğin, dünyaya yön veren
çelişki ve ilişkilerin yeniden belirlenmesi ister istemez
gündeme gelecektir. Çünkü, “şiddetten arınmış bir dünyanın
kurulması yolundaki stratejik amacın bu yönleri, kendi
içinde anti-kapitalist bir potansiyel barındırıyor ve
kapitalizmi kimi temel özelliklerinin kendi karşıtlarına
dönüşümünün yeni bir aşamasına götürüyor.” (agy) Artık
yön verici olan eski çelişkiler değil, uygarlık krizidir,
deniyor ve bu krizin aşılması da, eski antagonist çelişki
saptamalarının tam olarak terkedilmesiyle mümkündür.
Gorbaçov’un şu sözleri, bu perspektifi yeterince verecek
kadar açıktır:
“Uygarlık, sistemleri ve ideolojileri ayıran çizgiden
daha çok, sağduyu ve insan soyunun korunma duygusu ile
sorumsuzluğu, ulusal egoizmi, önyargıları, kısacası,
eski düşünceyi ayıran bir çizgiye ulaşmış bulunuyor.”
(agy)
Bu durumda, emek ile sermaye arasındaki farklılaşma
nasıl bir biçim alacaktır? Üretim sürecinin temelden
değiştiği varsayıldığına, hem proletaryanın ve hem de
burjuvazinin farklılaştığına inanıldığına göre, dünya
nasıl bir biçim alacaktır? Kapitalizm ve sosyalizm,
yani bugüne kadar çatışan iki sistem, bilimsel teknolojik
devrimin açtığı yeni ufuklarla; toplumsallaşma ve desantralizasyon,
insan soyunun yok olmasına karşı tavır gibi paydalarda
buluştuğuna göre, burjuvazi ile proletarya arasındaki
tarihsel çelişkide farklılaşmakta, sorunun ancak bir
biçimi, çelişkinin özel bir biçimi olmaktadır.
“Toplumsal ilerlemenin bütün öznesi, şimdi ortak karşıtına
karşı koyma temelinden çok, insanlığın varlığını sürdürmesi
ile bağlı olan olumlu amaçların ortaklığı temelinde,
uygarlık krizinden çıkılması ve şiddetten arınmış bir
dünyaya doğru ilerlenmesi adına oluşmaktadır. Kuşkusuz
karşıt yok olmuyor, daha özgün bir biçimde, örneğin
genel olarak tekelci burjuvazi biçiminde değil, onun
militarist askersel-endüstriyel fraksiyonu olarak beliriyor.
Toplumsal ilerlemenin yeni bütünsel öznesi, olumlu amaçların
gerçekleştirilmesi olarak, belirli bir karşıta ‘karşı
birlik’ biçiminde anlaşılan daha önceki devrimci sürecin
akımları karşısına konulamaz. Ama ağırlık merkezinin
olumsuzlama görevlerinden kurucu görevlere doğru yer
değiştirmekte olduğunu söylemek mümkündür. İşte bu nedenle,
gerçekçi bir eylem programı böylesi bir önem kazanmıştır.”
(agy)
Çelişkilerin bu düzeye indirgenmesi ve her şeyin uygarlık
krizini aşmaya bağlanması, varlığı kapitalizmle özdeşleştirilmekten
önemle kaçınılan olumsuzlukların aşılması yolunda mücadeleye
de reformist bir içerik kazandırmaktadır.
“İlerlemenin çeşitli güçleri arasında önceki ayırdedici
birçok çizgi, yeni görevler karşısında anlamını yitiriyor.
Tüm tarafların ‘çok bilmişlik kibirinden’ vazgeçmesi,
gerçeğin birlikte aranması ve diyaloga hazır olunması,
her koşul ve durumda lider olma iddiasından uzaklaşılması,
daha esnek ve demokratik örgütsel yapıların yaratılması;
işte tüm bunlar, ilerici güçler ile onların ‘kriz karşıtı
güçlerin birliği’ çerçevesinde yeni işbirliği biçimleri
arasındaki mevcut ya da olası yapay engellerin aşılmasına
götürüyor.” (agy)
SBKP’nin sahip olduğu mücadele perspektifi en temelde
budur ve Gorbaçov’un “yeni düşünme biçimi” dediği şey
de, görüldüğü gibi uzlaşmacılığın yeni bir biçiminden
başka şey değildir.
Böylece, uygarlığın bir kriz içinde, bir yok olma tehlikesi
içinde bulunduğu ve kapitalizmin, geçmişte yapılan belirlemelerin
tersine çürüyen değil, kendisini üreten bir sistem olduğu
belirlemesine varılmaktadır. Buradan hareketle, bilimsel
teknolojik devrimin açtığı olanaklarda bu iki sistemin
buluştuğu sonucuna ulaşılmaktadır. Gerçi, bunun ogünden
sağlandığı söylenmiyor, ama kanallar bu yola açılıyor
ve böyle bir uzlaşmanın mümkün olduğu söylenerek, bu
uzlaşma devrimciliğin yeni biçimi olarak tanımlanıyor.
Eski reel sosyalizm revizyonizmine göre, toplumsal mülkiyet
olarak o güne kadar, hep devlet mülkiyeti ifade edildi
ve bu sahipsiz bir mülkiyet anlayışıydı. Öte yandan,
toplumsallaşma ve desantralizasyon bir arada düşünüldüğünde,
daha çok da ekonomik bir kategori olarak alındığında,
kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farklar asgariye
indirgenmektedir. Sosyalizmin kapitalizme alternatif
olduğu sözü, bu durumda giderek anlamsızlaşır. Çünkü
aradaki çelişkiye antagonist olmaktan çıkmış gözüyle
bakmak ve iki sistemi, ortak amaç ve özelliklerde buluşturmak,
devrim olgusunun ve sistemler arası farklılıkların açıkça
yadsınmasından başka bir anlam taşımaz.
Gorbaçov’a göre, bu yeni düşünme biçimi, kalıcı barışı
ilerletmenin imkanlarının teorik yöntemlerini incelemektedir.
Bu amaca ulaşmak hem zorunludur, hem de uygulanabilir.
Güçler arasındaki karşılıklı ilişkileri yöneten yasalar
belirlenmelidir ki rekabetin, çelişkilerin ve çelişen
çıkarların içinden, istenen sonuçlar elde edilebilsin.
Bu bağlamda, bazı zorlu sorular ortaya atılmalı ve karşılıkları
aranmalıdır. Bu soruları şöyle çıkarmış Gorbaçov: “Birinci
soru, emperyalizmin niteliği ile ilgilidir (...) şimdiki
aşamada dünyanın gelişmişliği ve onun karşılıklı bağımlılık
ve bütünlüğünün yeni düzeyi veri alındığında, o bünyeyi
etkilemek ve onun, daha tehlikeli göstergelerini bloke
etmek mümkün mü?” (Gorbaçov, agy)
Böyle bir sorunun ifade edilmesi bile, kapitalist sistem
üzerine değerlendirmelerdeki köklü değişimi anlamaya
yetmektedir. Militarizasyonun kapitalizmin doğasından
kaynaklanmadığına inanılmaktadır. SSCB’de çeşitli çevreler
bu soruya olumlu karşılık veriyorlardı. Örneğin, Bilimler
Akademisi şöyle diyordu:
“Bu mücadelenin mantığı (şiddetten arınmış bir dünya
mücadelesi) sosyalist olmayan dünyada, toplumsal ilerleme
güçleri bloğunun oluşmasını getirecektir. Bu blok, bir
görevden başka bir göreve geçerek ve bu arada kendisi
de gerekli değişimlere uğrayarak, derin toplumsal dönüşümlerin
bir öznesi olarak ortaya çıkabilir.”
Gorbaçov’un çizdiği çerçeve de bu görüşe uygundur: “Sadece
geçen savaşın dersleri değil; fakat aynı zamanda, şimdi
bir dünya sistemi olan sosyalizm karşısında, kendi enerjisini
tüketmek korkusu, kapitalizmin içsel çelişkilerinin
uç noktalara kadar götürülmesine izin verilmesini engellemiştir.
Kapitalist ekonomilerde, teknolojik ve örgütsel alt
yapı alanında meydana gelen değişiklikler de çelişkilerin
yatıştırılmasına ve değişik çıkarların dengelenmesine
yardımcı oldu.(...) Geçmişte, faşizm tehditi yükseldiğinde,
bir sosyalist ülke ile kapitalist devletler arasında
ittifakın mümkün olduğu kanıtlandığına göre, bu şimdi
için bir derse işaret etmiyor mu? Bugünün dünyası, nükleer
felaket tehlikesiyle, güvenli nükleer enerji ihtiyacı
ile çevre tehlikesinin önlenmesi ile karşı karşıya bulunuyor.
Bütün bunlar gerçek ve acil sorunlar. Onları kavramak
yeterli değil: Pratik çözümler de bulunmalı.” (Gorbaçov,
agy)
Gorbaçov’un ikinci sorusu, bu ilk soruyla bağlantılı:
“Kapitalizm, militarizmden kurtulabilir mi? Ve iktisadi
alanda, onsuz işleyişini sürdürüp geliştirebilir mi?”
Sovyet toplumbilimci Primakov şöyle cevap verdi bu soruya:
“Günümüzde kapitalist sistemin karakteristiği için ilkesel
önemdeki soru, onun gelişmesine eşlik eden militarizasyondur.
Bu kapitalizmin doğasından mı kaynaklanıyor sorusuna
verilecek cevap; görülüyor ki, ikilidir. Hiç kuşkusuz
militarizmin yaratılışı, kapitalist toplumun gelişme
süreciyle bağlantılıdır. Bununla birlikte bu sonuç,
günümüz koşullarında kapitalizmin militarizm olmadan
varolma anlayışıyla aynı anlama gelmiyor. Bilindiği
gibi, sermaye dünyasında çeşitli ülkelerin ekonomik
ve politik yaşamının militarizasyon düzeyinin eşit olmaktan
uzak olduğu gözleniyor. Bir dizi Batı Avrupa devleti,
geniş ölçekli bir militarizasyona sahip değiller. Savaş
sonrası Japonya’sı (...) kapitalizmde militarizmin üretici
güçlerin büyümesine zorunlu biçimde eşlik etmediğini
kanıtlamıştır. Tüm bunlar bize göre, ekonominin militarizasyonunun
ciddi biçimde gelişmiş olduğu kapitalist ülkelerde bile
bu sürecin tersine çevrilebileceği konusunu gündeme
getirmeyi olanaklı kılıyor.” (Primakov, Yeni Açılım)
Gorbaçov ise, yine kesin belirlemelere girmeden, çerçeveyi
çizmekle yetiniyor:
“Savaştan beri, ABD ekonomisi askerileştirilmeye doğru
yönlendirildi ve buna bağımlıydı ki; bu ilk bakışta
ekonomiyi canlandırıyor gibi görünüyordu. Fakat sonra
kaynakların anlamsız ve toplumsal açıdan yararsız biçimde
boş yere harcanması, astronomik ulusal borca, diğer
sorunlara ve hastalıklara yol açtı. En son tahlilde,
aşırı askerileştirmenin, iç durumu giderek kötüleştirdiği,
diğer ülkelerin ekonomilerini bozduğu ortaya çıktı.”
Gorbaçov’un üçüncü sorusu ise şöyle idi: “Kapitalist
sistem, halen bekası için gerekli öğelerden biri olan,
yeni sömürgecilik olmadan yapabilir mi?”
Ve cevabı: “Üçüncü sorumuza cevap ararken de; durum,
çözüme karşı koyar gibi gözükmüyor. Bu alanda da değiştirilebilirlik
sözkonusudur. Fakat bu gerçeği anlamayı ve yeni düşüncenin
ruhuna uygun olarak pratik eylemlerin ayrıntılı biçimde
planlanmasını gerektiriyor.”
Aynı günlerde SBKP’nin Türkiye’deki müminleri ise şöyle
diyordu:
“Fidel Kastro, ‘Eğer durum böyle devam ederse, inanıyorum
ki, patlamaya hazır bir ortam yaratabilir’ diyor. Bu
gerçeğin farkına varan kapitalist ülkeler, kendiliklerinden
zaman zaman bazı önlemler almaya yönelmektedir (...)
belirli koşullarda yeni krediler açmayı ve faiz indirimlerine
gitmeyi planlıyorlar. Bu uygulamalar, daha köklü çözümleri
tartışma gündemine getiriyor. Kapitalizm koşullarında
yeni sömürgeciliği geriletmek ve ortadan kaldırmak olanaklıdır.”
(M. Taş, Yeni Açılım)
Toparlayarak, perestroikanın üzerinde yükseldiği ve
yeni düşünce biçimi olarak tanımlanan ideolojik çerçeveyi
temel çizgileriyle özetleyelim:
l İnsanlık büyük bir dönüşüm
halindedir, ve uygarlık, ekonomik, askeri, ekolojik
vb. nitelikteki bir krize tutulmuştur. Bu kriz, genel
olarak insanlığın faaliyetleriyle doğanın gelişme yasaları
arasındaki çatışma anlamına gelir.
l Günümüzde devrimci görev
bu krize karşı mücadeledir, ve bu kapitalizme karşı
mücadele ile özdeşleştirilemez. Çünkü kapitalizmin gelişme
olanaklarının yitirilmesinin bir sonucu değildir.
l Bu yolda ilk elde yapılması
gereken termo-nükleer bir savaş olasılığını ortadan
kaldırma yolunda çabaları yoğunlaştırmaktır ve dünya
kamuoyunun yaptırım gücü, olumlu sonuca ulaşmanın koşullarını
olgunlaştırmaktadır. Barış sorununun tam bir çözümünün
kriteri, kapitalizmin yok olması değildir.
l Öte yandan, artık bilimsel
teknolojik devrimin açtığı ufuklar, üretim sürecini
farklılaştırmış, burjuvazi ve proletaryayı yok etmese
de klasik anlamlarının dışında nitelikler yüklemiştir.
l Geçmiş burjuvazinin
yerini artık menajerler almaktadır ve büyük sermaye
kendi zararına sonuçlardan hareketle, yabancılaşmayı
aşmaya çalışmaktadır. Büyük sermaye kendi varlığının
üreticilerin zenginleşmesine bağlı olduğunu anlamıştır.
l Bu nedenle, çağımızda
toplumsallaşma ve desantralizasyon, bir çelişki olmaktan
çıkmıştır ve yan yana yaşayabilmektedirler.
l Bu durumda kapitalist
sistem içinde, sistemi olumsuzlarından arındıracak devrimci
bir blok oluşturulabilir. Dolayısıyla da militarizasyon
ve yeni sömürgecilik, kapitalizm yok olmadan da aşılabilir.
l İki sosyo-ekonomik sistemden
sosyalizm, kapitalizmin alternatifi ve ileri olanıdır.
Ama anlaşılan o ki, bu ikisi uzun süre bir arada yaşayacaklar
ve bu süreç, kapitalist toplumun ekonomik, siyasal,
entellektüel bütün yanlarına dokunarak onun varlık ve
evrim koşullarının biçimini belirgin olarak değiştirmektedir.
l Bunların sonucu olarak,
kapitalizme ilişkin eski tanımlamalar ve mücadele perspektifi,
artık geçerliliğini yitirmiştir. Militarizasyonun ortadan
kalkmasının olanaklılığı, kapitalizmin reformlar yoluyla
düzelmesini de olanaklı kılmaktadır.
Perestroika’nın Ekonomik Çerçevesi
Daha önce de vurguladığımız gibi, sosyalizm hiç bir
zaman yekpare bir ekonomi olarak anlaşılmamalıdır. Üretimin
toplumsal planlamaya tabi niteliğine rağmen, kural dışı
uygulama ve eğilimlere her zaman rastlanabilir. Bunu,
teorinin toplumsal gerçeklikle çelişen karakteriyle
açıklayabiliriz.
Hiçbir teori, hiçbir planlama ve öngörü, hayatın kendisiyle
bire bir uyum göstermez. Beş yıllık kalkınma planlarının,
milyonlarca emekçinin, onbinlerce işletmenin içereceği
kural dışı eğilimleri engellemesi, olanaksızdır. Bu
eğilimler, çeşitli biçimlerde kendisini gösterir ve
bir kısmı dayanaklarının gücü ölçüsünde meşrulaşır.
Kırlarda bireysel tüketime ayrılan bahçelerdeki ürünlerin
meta olarak kullanımı, hiçbir planda öngörülmez ama
yaşayan bir gerçek olarak kabullenilegelmiştir. Karaborsa,
bunun bir diğer örneğidir ve planın aksaması ölçüsünde,
karaborsanın etki alanı genişler. Daha başka çeşitli
koşullardan, dış ilişkilerden, diğer sosyalist ülkelerdeki
gelişmelerden, doğal koşullara kadar yayılan geniş bir
yelpaze oluşturan çok sayıda etken; ekonominin yönlendirici
olguları olarak, planın uygulanış biçimini ve sonuçlarını
etkiler.
Ama bütün bu etkenler, genel bir nitelik olarak, sosyalist
ekonominin planlı karakterini ve planın bütün bir ekonomik
yapılanma üzerindeki genel denetimini değiştirmeye yetmez.
Çünkü toplumsallaşmış bir üretim ve toplumsal mülkiyet
söz konusudur.
Bu nitelik, sosyalist ekonomiyi, kapitalist ekonomik
işleyişe taban tabana zıt bir çizgiye oturtmuştur. Bu
ikisini birbiriyle uzlaştırmak mümkün olmaz ve böyle
bir çaba, bir norm olarak sosyalizmin ekonomik anlamının
çarpıtılması ile ancak gündeme gelebilir. Sosyalist
piyasa ekonomisi kavramının kökeninde yatan gerçek budur.
Piyasa, kapitalizme özgü bir kategoridir. Sosyalist
ekonomik işleyişi incelerken değindiğimiz gibi, SBKP’nin
uzun bir süre savunduğunun tersine; sosyalist yasalar,
değer ve piyasa kategorilerinin yadsınmasını gerektirir.
Piyasayı sosyalizmle uzlaştırmak, aynı zamanda kapitalizme
özgü diğer çeşitli olayları da içerecek ve bir işgücü
piyasasının oluşmasını getirecektir.
SBKP’ni böyle bir seçeneği gündeme getirmeye iten nedenler
nelerdir?
Nüfusun %4 artışına rağmen 1985’e göre son beş yıllık
dönemde, GSMH’da kişi başına artış olmamıştır. Fakat
ekonomide durgunluk yaşanmıştır. Sanayi kesiminin %40’ında
üretim gerçekte gerilemiştir, tarım ve taşımacılık da
buna dahildir. Halkın üçte ikisinin yaşam standartı
düşmeye başlamıştır. Durgunluk bunalıma doğru gitmektedir.
(A. Aganbegyan)
Üretimdeki etkinlik, ürünlerin kalitesi, bilimsel gelişme,
ileri teknoloji üretme ve kullanma bakımından dünyanın
ileri ülkeleriyle aradaki açık, sürekli olarak büyümektedir.
Yokluklar, gayri safi üretim saplantısı, üretim yapılırken
malzeme, işgücü, sermaye kullanımında sorunlar vardır.
Genel olarak israflı ve beceriksiz bir girdi kullanımı,
bilimsel ve teknolojik yeniliklerin etkin uygulama eksikliği
yüzünden başarısızlığa uğramıştır.
Bu etkenlerin bir sonucu olarak emek üretkenliği düşük
bir düzeyde kalmaktadır. Aradaki fark, yalnızca ekonomik
ve teknolojik verilerle açıklanmayacak kadar büyüktür.
Nitekim Gorbaçov da sorunu yalnızca bu biçimi ile açıklamamıştır.
Ona göre ideolojik boşluk, halkın moralindeki çürüme,
dayanışma duygusunun zayıflaması, disiplinsizlik, kayırma,
sorumsuzluk, parti rehberliğinin gevşemesi ve bazı hayati
süreçlerde girişimin kaybolması, kültür, sanat, eğitim
ve bilimde gerilemeler, önemli nedenlerdir.
Yoklukların ve kıtlıkların baskısı altında üretimi artırmak
için getirilen maddi teşvikler, hak edilmemiş gelirler
yaratmış, parazitlik artmış, bilinçli ve kaliteli işçiliğin
itibarı düşmüştür. Çalışma ile tüketim ölçüleri arasında
ortaya çıkan dengesizlik, toplumsal adaleti, kağıt üzerinde
geçerli bir kategoriye dönüştürmüştür. Ekonomi mali
bakımdan sıkışmış ve döviz sıkıntısı baş göstermiştir.
Bu sorunları aşabilmek için gündeme getirilen uygulamalar,
perestroika sürecinin beyni olarak nitelenen Aganbegyan
tarafından üç bölümde özetlenmiştir:
“SSCB’de perestroikanın ekonomik yönü üç biçimde gelişiyor.
Birincisi, ekonominin toplumsal gereksinmelere doğru
biçimde uyum göstermesinin güçlendirilmesidir. İkincisi,
ekstantif büyümeden intansif büyümeye dönüşümdür. Üçüncüsü,
yönetimde reformdur, idari yöntemlerden ekonomik önlemlere
geçiştir.”
Aganbegyan’ın ekonominin toplumsal gereksinmelere doğru
biçimde uyum göstermesinin güçlendirilmesi biçiminde
özetlediği şey, sosyalist piyasa ekonomisi olarak tanımlanan
uygulamaların yürürlüğe sokulmasıdır. Bu, çeşitli resmi
kaynaklarda yeterince açık biçimde konulmaktadır.
Örneğin, parti programında şunlar söyleniyor: “Üretimde
verimi artırmak, dönüşüm, mübadele ve tüketimi daha
iyiye götürmek için, mal - para ilişkilerini daha yaygın
biçimde kullanmak önemlidir. Ancak bu, sosyalizmin yeni
kazandığı içeriklere uygun olacak. Parasal araçlar kullanarak
işin miktarı ve kalitesinde, kontrolün ve daha yüksek
ekonomik hareketliliğin sağlanması zorunludur. Ekonomik
kaldıraç ve özendirmelerden ne varsa hepsini kullanmalı,
devlet bütçesi sağlamlaştırılmalı ve rublenin alım gücü
artırılmalıdır.” (Gorbaçov, 27. Kongre Siyasal Raporu)
Buradaki yaklaşımın anlamı, planlama ilkesinin, o güne
kadar taşıdığı anlamın farklılaştırılmasıdır. Planlı
ekonomide, toplumsal kaynaklar; değer yasası kurallarına
göre değil, önceden saptanmış önceliklere göre bilinçli
biçimde dağıtılır. Oysa Perestroika süreci, arz ve talep
arasında dinamik ilişkilere dayanmaktadır. Örneğin Aganbegyan
şöyle söylemektedir:
“1990’a kadar perakende fiyatların yapısında reform
yapmak. Perakende et ve süt fiyatlarının yükselmesi,
yaşam standartının ise düşmemesi için çalışılacaktır.”
Buradaki anlam; fiyatların belirlenmesi, sosyalist planlamanın
öncelikli ihtiyaçlar ilkesinin yerine, piyasa ölçülerinin
konulmasıdır. Örneğin, planlı ekonomik uygulamanın bir
gereği olarak sosyalist ülkelerde, öncelikli tüketim
maddelerinin fiyatları, sübvansiyonlar yoluyla her zaman
belli bir düzeyde tutulur. Onlarca yıl zam yapılmayan
tüketim maddeleri vardır. Ama artık bu uygulama bırakılmakta
ve ölçü piyasada oluşacak arz- talep dengesi olmaktadır.
Aganbegyan durumu; “bu perestroikanın ilk yönüdür: Kaynakların
genel yaşam standartını yükseltmek üzere kaydırılması.
Ama bütün bunlar daha yüksek verimlilik, daha fazla
çıktıya dayanıyor” biçiminde açıklamaktadır. Bu yaklaşımı,
Gorbaçov’un şu sözleri de doğrulamaktadır:
“Meta ve para ilişkileri konusundaki önyargılı bu ilişkilerin
planlı ekonomi rehberliğinde bütünüyle bir yana alınmasına
son vermek zamanı gelmiştir. Bunların insanların daha
iyi çalışmaya duyduğu ilgi ve üretim üzerindeki güçlü
etkisinin önemini reddetmek, mülkiyet muhasebesi sisteminin
zayıflamasına, hatta daha başka istenmeyen sonuçlara
yol açar. Tersine sosyalist bir temelde meta ve para
ilişkileri sonuçları, tam olarak kollektifin çalışma
kalitesine, yöneticilerin becerilerine ve insiyatifine
bağlı olan bir durum ve ekonomik koşulları yaratabilir.
Eskimiş, zamanını doldurmuş herşeyi yeniden yapılandırmak
göreviyle karşı karşıyayız.”
Anlaşılacağı üzere, perestroikanın anlamı, merkezi planlama
anlayışının bugüne kadar uygulana gelen işleyişinin
yadsınmasına dayanmaktadır. Perestroika öncesi Sovyet
planlaması, hiyerarşik düzeyde üç ana bölümden oluşmaktaydı:
Gosplan (merkezi planlama örgütü), bu planın belirli
üretim dallarına uygulanmasından sorumlu bakanlıklar
ve işletmeler.
Perestroika işletmelere özerklik tanıyarak onlara bağımsız
hareket etme olanağı verirken, bakanlıklar da onların
çevresindeki geniş bürokrasinin rolünü asgariye indirmeyi
amaçlamaktadır. Bunun aracı olarak, bir kaç bakanlığı
bünyesinde toplayan süper bakanlıklar oluşturulmaktadır.
Bu güçlendirilmiş merkezi birimler dikkatlerini; “toplumsal
ve ekonomik gelişme hızını artırma stratejisini, bilimsel
ve teknolojik ilerlemeye, kapital yatırımlarına, ulusal
ekonomideki yapısal değişikliklere, toplumsal üretimin
hangi kesimde yapılacağına, planlı devlet rezervlerinin
güçlendirilmesine, üretici güçlerin dağılımına, işçiliğin
karşılığının ödenmesine, sosyal güvenlik, fiyatlar,
tarifeler ve kamu maliyesi ve istatistiklere önem verme
üzerinde” yoğunlaştıracaklardır. (Gorbaçov)
Bu durum işletmelerin özerkliği uygulaması ile yanyana
getirildiğinde, ortaya geçmişin sıkı denetiminin yerini
alan dolaylı bir denetim çıkmaktadır. Gosplan’ın yeni
rolü şöyle ifade ediliyor: “Gosplan ve ekonomi alanındaki
öteki kuruluşlar; çabalarını, kısa vadeli planlama sorunları,
ekonomide oranlı ve dengeli gelişmenin güvence altına
alınması, perestroika programının uygulamaya konulması,
ulusal ekonominin her biriminde en yüksek sonuçlara
ulaşma fırsatı veren ekonomik koşulların ve özendiricilerin
üzerinde merkezileşmek zorundadır.” (Gorbaçov)
Planlama, ekonominin uzun erimli yönelimini belirlemek
ve perestroika programının önünü açmak, yani işletme
özerkliğinin hayata geçmesini engelleyen bürokratizmin
önünü almak gibi bir işleve oturmaktadır. Geçmişte planlama
hiyerarşisinin can damarı olan bakanlıklar bürokrasisi,
bu kez, merkezileşme yoluyla devreden çıkarılmakta,
insiyatif, işletmelere tanınmaktadır. Bu durumda denetim,
ancak dolaylı olacaktır.
Perestroika’nın tartışma gündemine soktuğu tam hozraşet
ilkesinin anlamı, böylece açığa çıkmaktadır. Hozraşet,
iktisadi muhasebe anlamına gelir. SSCB ekonomisinde,
öteden beri sözü edilegelen bir ilkedir. Ancak gerçek
uygulaması, perestroika ile başlamıştır. Buna göre,
“işletmeler öz finansmanına dayalı olarak çalışacak,
modernizasyon ve genişleme yatırımlarını kendi kârlarından
yapacaklardır. Devlet bütçesinden sadece öncelik taşıyan
devlet görevlerine yönelik yatırım fonları ayrılacaktır.”
(Gorbaçov)
Tam hozraşet; işletmeye, işgücü planlama yetkisi vermekte,
işletmelere fiyat belirleme hakkını tanımakta, başarısız
işletmelerin desteklenmesini reddetmektedir. Bu durumda,
işletme iflaslarını engelleme politikası da terk edilmektedir.
Nitekim ilk olay 1987’de baş göstermiş ve iki bin işçi
çalıştıran Leningrad İnşaat Birliği iflas etmiştir.
Bu yaklaşım doğal olarak beraberinde, Aganbegyan’ın
“yönetimde reform, idari yöntemlerde ekonomik önlemlere
geçiş” olarak tanımladığı, işletmelerin özerkliği uygulamasını
getirmektedir. Buna göre işletmeler, ekonomik yönetimlerini
idari amirler sisteminden ekonomik araçlarla, fiyat,
kar ve toptancılıkla, düzenleme sistemine doğru değiştirilmektedir.
Bunun anlamı; fiyat oluşumu kadar maliyet ve bankacılık
reformu, kaynakların merkezden dağıtılması yerine satın
alınması ve satılmasına geçilmesidir. (Aganbegyan)
Toparlayacak olursak; işletmelerin özerkliklerini arttırma
hedefinin içine şu öğeler girmektedir:
l İşletmelerin alım satımda
serbest olması, işletmelerin ve örgütlerin planlama
fazlası ürettikleri ürünü ve kullanmadıkları hammaddeleri
ve gereçleri, donanımları vs. bağımsız olarak piyasaya
sürebilmeleri, işlenecek maddeleri kendilerinin satın
alması.
l Mali özerklik; merkezden
sürekli olarak yardım isteme eğilimini ve “asalaklığı”
özendirmemek, belirli bir gerileme gösteren işletmelerin,
bakanlıkların, bölgelerin kayıplarının verimli birimlerin
zararına merkezden karşılanmaması, zararlı işletmelerin
kapanması. Mali özerkliğe uygun olarak finans ve kredi
sisteminin kullanılması. İşletmelerin talebe, fiyatlara,
maliyetlere, teknolojiye olan duyarlılığının artırılması.
l İşletmelere yatırım
yetkisi; işletmelerde üretimin geliştirilmesi ve teknolojinin
çağdaşlaştırılması için gerekli araçları bizzat kendilerinin
sağlaması, yani oto-finansman, üretim araçlarında toptan
ticaretin geliştirilmesi.
l Fiyat esnekliği; mali
özerklik sistemini etkinleştirmek, reel gelirleri artırmak
için fiyatları saptayabilme yetkisi, fiyatların düzeyinin
sadece maliyetlere göre değil malların tüketim özelliklerine,
sosyal ihtiyaçlara ve tüketici talebini karşılama derecesine
göre saptanması, fiyat hadlerinden ve sözleşmeli fiyatlardan
daha geniş ölçüde yararlanılması. Ayrıca hammadde ve
sanayi ürünlerinin fiyatlarının da arz talep yasasına
göre belirlenmesi. Fiyat esnekliğinin etkileyeceği önemli
bir alan olan konut, sağlık gibi sosyal tüketime dahil
bazı mal ve hizmetlerin paralı olması ve fiyatlarının
maliyete ve kaliteye göre farklılaştırılması, dağılımlarının
miktar kısıtlamasına göre değil, satın alma gücüne göre
yapılması.
l Ücret fonunun işletme
gelirlerine bağlanması, işletmelerin ücret fonunun,
malların piyasaya sürümünde elde edilen gelirlere doğrudan
doğruya bağlı olması, yararsız, düşük kaliteli, satılamayan
malları üreten işletmelerin, personelin ücret, prim
ve öteki gelirlerinden yararlanamaması; verimlilikten,
çalışmanın sonuçlarından sorumlu olunması ve buna göre
maddi pay almanın ücret sistemini belirlemesi, ücretin
yapılan işin kalitesi, miktarı ve verimliliğine uygun
hale getirilmesi, aşırı ücret eşitliği eğiliminden kaçınılması.
l İş hacmine göre vergilendirme.
- Merkezi dış ticaret sisteminin gevşetilmesi ve bazı
devlet kurumlarına ve sistemlere ithalat-ihracat yetkisi
verilmesi.
l Gelişmiş kapitalist
ülkelerle ortaklık ve modern teknolojinin ithaline izin
verilmesi.
l Ekonomik normların rolünün
artırılması, esas olarak verimlilik, karlılık, kalite
normlarının kullanılması. (Gayri safi üretim miktarı
normu yerine).
l İşletmelerde ve fabrikalarda
yöneticilerin çalışanlar tarafından seçilmesi, işletmelerin
yönetiminde çalışanların etkinliğinin artırılması. (T.
Arın)
Perestroikanın öne çıkan bir amacı da ekonomide intansif
(yoğun) gelişmeye uygun kanalların oluşturulmasıdır.
SSCB ekonomisine bugüne kadar hakim olan karakter ise
ekstantif (yaygın) gelişme olarak tanımlanmaktadır.
Ekstantif büyüme, hantal, gelişme dinamikleri zayıf,
büyüme esasının ileri teknolojiye değil, daha çok emek
miktarına dayanması anlamına gelir. Bu tür bir karakter,
hem daha çok emeği ve hem de daha çok sermayeyi gerekli
kılarken, emek üretkenliği düşük bir düzeyde kalır.
Ekstansif büyüme, sosyalist inşaa sürecinin başlangıcında,
üretici güçleri görece geri bir pozisyonda olan sosyalizm
için hemen hemen tek seçenek olmuştur.
Üretici güçleri görece az gelişmiş bir ekonomide hızlandırılmış
büyüme ve sanayi için, var olan fakat düşük kapasitede
kullanılan kaynak rezervlerini harekete geçirmek, hammadde,
sermaye, işgücü alanlarında yeni kaynaklar yaratabilmek
için ekonomide gerek duyulan yapısal dönüşümleri hızlı
ve tutarlı olarak başarabilmek gerekiyordu. Bunun da
en etkili yolu merkezileşmiş ve tepeden kararla yönetilen
bir planlama idi. Belli fiziksel hedeflere ulaşmak,
bu yapısal dönüşüm için son derece önemli ve belirleyici
idi.
Ancak, başlangıç için zorunlu ve geçerli olan bu yol,
süreç içinde yeterli olmamaya başladı. Sosyalist ekonomik
işleyişin sağlıklılığı, sürekli bir gelişmeyi gerektiriyordu.
Ekstansif karakterin hakimiyeti nedeniyle bunun anlamı,
sürekli gelişme için, daha fazla emek miktarı olmaktaydı.
Gelişme, yüksek teknolojiye dayandırılmadıkça, emek
miktarının artırılmasının yerine emek üretkenliğinin
artırılması koyulmadıkça, ekonomi hep daha fazla işgücü
talep edecek, tersi durumda gelişmenin durması ve sistemin
tıkanması başgösterecekti.
Geçmiş 5 yıllık planlarda emek gücü 5 yıllık dönem içinde
on milyondan onbir milyona çıkmış, yakıt tüketimi ortalama
%25’ten %30’a çıkmış, sermaye yatırım ortalaması %45’ten
%50’ye yükselmiş ve bu yolda çıktı artırılmıştı. Fakat,
1970’lerin ortalarından itibaren bu tür artışlar olanaksız
oldu, emek gücü 5 yılda 3 milyon arttı. Son 15 yılda,
önceki 15 yıldan, 20 milyon daha az arttı. Çünkü son
savaşın yol açtığı demografik biçimlenme nedeniyle daha
az genç insan, daha fazla emekli vardı.
Bu dönüşü karşılamak için emek verimliliğinin %100 artması
gerekiyor. Yakıt üretiminde bozulan jeolojik koşullar;
çıktının son 5 yılda, ancak %3-5 artmasına olanak veriyor.
Hammadde üretiminde de aynı sorunlar var. Ekolojik korunma
ve savunma talepleri artıyor, sermaye oluşumunda artış
son 5 yılda önceki sayının iki katından fazla, %25 düştü.
Bütün bunların anlamı, tam hızlanma gerektiği zaman,
ekonomik büyümenin yavaşladığıdır.
Olumsuzlukları aşabilmenin başlıca yolu; ekstansif karakterin,
yerini intansif büyümeye bırakmasından geçmektedir.
Büyüme, yoğun kaynaklarını, genel üretkenlik artışından,
sermayenin ve diğer üretim araçlarının daha etkin kullanımından
sağlar. Yoğun büyüme, daha etkin üretim yöntemlerini,
yani yeni üretim süreçlerini, emek tasarrufu araçlarını,
daha iyi fabrika örgütlenmelerini, vb. gerektirir. Bu
da genellikle ek sermaye harcamaları ile birlikte, teknolojik
yenilik ve gelişmelerle mümkündür. Yaygın büyüme de
sermaye harcamalarını gerektirdiğine göre, yoğun büyüme
asıl olarak teknolojik ilerleme ile mümkündür.
Nitekim Aganbegyan da aynı çerçeveyi çizmektedir: “Önümüzdeki
yol teknik ilerlemeden geçiyor. SSCB’de devrimci teknolojik
kazanımlar oldu, fakat bunların uygulanması gerekiyordu.
Bilime çok para harcanıyor ve yüksek düzey elde ediliyor
ama elde edilen sonuçlar uygulamaya konulmuyor. Üretim
planında çok az yenilenme var. Yanlış yatırımlar oldu,
teknolojik yenilenme yerine ilave inşaatlar hedeflendi;
yetersiz kaynaklar, özellikle geri kalmış mühendisliğe
yatırıldı. 1985’te mühendislikle ilgili bir araştırma
%71’inin geri kalmış olduğunu, fakat ancak % 3,1’inin
her yıl hizmet dışı bırakılabildiğini ortaya koydu.
Politika değişikliği şarttı ve 1988’de işletmelerin
% 9.3’ü yenilenecek. 1990’da bu oran % 13’e varacak.
Bu yaklaşım teknik temelin yeniden örgütlenmesini gerektiriyor.
1981 ve 1985 arasında sermaye yatırımı da % 24 arttırıldı.
1986-1990 arasında % 80 arttırılması planlandı. Bunun
büyük bölümü yeni yapımlara değil, mevcut işletmelerin
yeniden örgütlenmesine gidecek. 1986-1987’de bu uygulama
önceki yedi yılın oranını çoktan aştı. İmalatta böyle
bir dönüşüm süreci zordur, fakat emek üretkenliğini
1.5-2 kat arttırırken, metal tüketimini de %15 azaltacaktır.”
Ekstansif büyümeden intansif büyümeye geçiş sorunu,
ilk kez Perestroika dönemi ile gündeme gelmiş değildir.
1960’lı yıllarla birlikte sorunun bu yanı yeterince
ifade edilmiş ve çözümü yolunda girişimlerde bulunulmuştu.
Brejnev döneminde bu çözüm, ‘bilimsel ve teknik devrim’
kavramında ifadesini bulmaktaydı.
Bu dönemde de reform girişimleri, en temelde merkezi
planlamaya yeni bir çehre kazandırdı. Aksayan yönleri
aşmak amacına dayanmaktaydı. Böylelikle intansif büyümeye
geçişin koşullarının olgunlaştırılacağına inanılıyordu.
Temel felsefe, işletmelerin hareket alanlarını genişletmek,
onları özerkleşmiş ekonomik birimlere dönüştürmekti.
Böylelikle merkezi planlama sisteminin aksayan iki yanının,
işletmelerin pratik sorunlarının çözüm biçimi ile planın
genel hedefleri ve denetimi arasında başgösteren ve
işletmelerin zararına çözümleri getiren çelişki ile
dinamizm eksikliğinin aşılması amaçlanmıştı.
Ancak bu reform girişimleri, genellikle sonuç verici
olmadı ve pratikte karşılaştığı çeşitli sorunlara karşılık
veremeyerek tıkandı, başlangıçtaki olumsuzluklara yenilerini
ekledi. Çünkü, böyle bir kapsamlı dönüşümün gerektirdiği
bir koşul olarak, arz-talep ilişkisi başlıca ölçülerden
biri olamıyordu. Ama asıl olarak proletarya demokrasisinin
işletilmemesi, bu girişimlerin başarı yolunda ihtiyaç
duyduğu dinamizmin oluşmasını engellemekteydi.
Perestroika sürecinin özetlemeye çalıştığımız bu ekonomik
çerçevesi, kısaca, sosyalist piyasa ekonomisi biçiminde
ifade edilmektedir. Bununla birlikte, kavramın perestroika
süreci ile birlikte gündeme geldiğini söyleyemeyiz.
Bu kavramın, NEP dönemine kadar uzanan bir kökeni vardır.
O dönemde, Buharin’in emrindeki sağ muhalefetin tezleri,
bir çok açıdan, sosyalist piyasa ekonomisi düşüncesinin
öncülü kabul edilebilir.
Sorunu ilk kez formüle eden ise, O.Lange oldu. Lange,
1986 yılında yaptığı saptamaları daha sonra yanlış bulmuştu.
Ama, özellikle 1960’lı yıllar boyunca, kavram yaygın
biçimde tartışıldı. W.Brus, O.Şik, E.Liberman gibi revizyonist
teorisyenlerce çeşitli biçimlerde açıldı ve dahası uygulanma
olanağı buldu. Yine de Yugoslavya’nın etkileri, son
derece önemli olan erken dönüşümü bir yana, uzun süre
modelin başlıca örneği olarak Macaristan vardı.
1980’li yıllarla birlikte model yaygınlaştı. Çin ve
SSCB’nin de gündemine girdi. Sosyalist piyasa ekonomisi,
hızla sistem ülkelerinin ağırlıklı ekonomik politikasına
dönüştü ve bu, yaşanan sancılı sürecin ilk elde çıkardığı
sonuçlardan biri oldu.
Sosyalist piyasa ekonomisi, bir dönem çağdaş sosyalist
ilerlemenin zorunlu durağı olarak gösterildiyse, bunun
belli bir mantığı vardı. Kavramın değerlendirilmesine
geçmeden önce, bu mantığın yapı taşlarını özetlemek
gerekiyor.
Sosyalist piyasa ekonomisi kavramı, kendisine önsel
olarak, ekonomik indirgemeci yaklaşımın ürünü olan,
sosyalizmin inşasının tamamlanabilirliğini alır. Emperyalizme
karşı mutlak biçimde baskın olunamadan da böyle bir
düzeye ulaşılabileceği görüşü, beraberinde bu sistemin
iç çelişkilerinin antagonist olamayacağı düşüncesini
de getirir. Böylece çeşitli uygulamalar için, geniş
bir hareket alanı sağlanmaktadır. Yani varolan aksaklıkları
aşma yolunda atılacak adımların, hiçbir biçimde, sistemi
nitelik olarak sarsmayacağı, bir geriye dönüş tehlikesinin
olamayacağı yolunda, Stalin’in oluşturduğu ve Gorbaçov’un
da açıkça savunduğu, teorik bir temel var.
Bu, kuşkusuz Stalin’in düşünmediği bir sonuçtur. Çünkü
o, varolan işleyişin aynı tempoda gelişmeyi sürdüreceğine
inanıyordu. Bu türden olasılıkları içeren esnek bir
yaklaşımı yoktu. Ama oluşan gelenek, kendisini üretti
ve belli bir noktadan sonra, bu geleneğin kendisini
de yadsıyan sonuçlar doğurdu.
Bu önsel üzerinde yükselen kavram, sosyalist inşa sürecine
özgü uygulamaların, zamanla yetersizleştiğini söyler.
Başlangıçta üretici güçler görece geridir ve sosyalist
bir altyapıyı oluşturmak için, sıkı bir merkeziyetçilik
gerekmektedir. Görece geri nitelik, bu kalkınma sürecine
ekstansif bir karakter kazandırmakta, yani yaygın bir
emek miktarının kullanımını gerektirmektedir. Ancak,
ekonomik yapılar belli bir olgunluk ve karmaşıklık düzeyine
ulaşınca, ekstansif model, tıkanır.
Sosyalist işleyiş, sürekli ve istikrarlı bir büyümeyi
gerekli kılmakta, intansif bir karakter kazanılmadıkça,
bu durumun pratikte aldığı biçim, emek miktarının sürekli
olarak büyümesini bir ihtiyaç durumuna getirmekte ve
bu ihtiyacın karşılanması olanaksız olduğundan, tıkanıklık
başlamaktadır. Tek çözüm, yüksek bir teknolojiyi hakim
kılmaktır.
Ancak bu da zordur; geçmiş ilişkiler, bir bürokrasiyi
doğurmuş ve bu bürokrasi, giderek toplumsal gelişmenin,
bu yolda yeniden yapılanmanın engeli durumuna gelmişlerdir.
“Sanayileşme süreci içinde şekillenmeye başlayan ve
kollektifleştirme kampanyası ile yeni kan kazanan idari
buyruklar düzeni, ülkenin tüm toplumsal, siyasal düzeni
üzerinde etkili oldu. Bütün bunlar bir kez ekonomiye
ilişkin olarak oluştuktan sonra, onun üst yapısına sıçrayıp,
sosyalizmin demokratik olanaklarının gelişmesini sınırladı
ve sosyalist demokrasinin gelişmesini geciktirdi.”(Gorbaçov,
Ekim ve Perestroika) “Kemikleşmiş üretim ilişkileri
anlayışı uç vermiş, bu ilişkilerin üretici güçlerle
diyalektik ilişkisi küçümsenmiştir.”(Gorbaçov, Yenilenme
ve Kadro Politikası)
Dolayısıyla yapılması gereken, hem bu asalak engeli
kaldırmak ve hem de intansif büyüme kanallarını açacak
dinamizmi topluma yeniden kazandırmaktır. Çünkü “dar
demokratik temelli yönetim sistemi, halkın kamu mülkiyeti
ve kendisini yönetme bilincini olumsuz etkileyerek,
insan ilgisinin çeşitliliğinin ihmaline, çalışma isteksizliğine,
ahlakın bozulmasına, iktidarın kötüye kullanılmasına,
yolsuzluğa yol açmıştır.”(Gorbaçov, Perestroika)
Bu dinamikleri yaratmanın yolu da piyasa kurallarının
yürürlüğe sokulmasında bulunmuştur. Bu kuralların sosyalist
ilkelerle uyuşmayacağı da kabul edilmemektedir. Daha
önceden uygulanmaya çalışılan reformların; örneğin 1965
reformlarının, piyasa, meta ve para kategorilerine,
değer yasasına ön yargılı yaklaşmaktan kaynaklandığına
ve bu asalak bürokrasinin ön yargılarının, reformların
uygulanmasını engellediğine inanılmaktadır. “Bu koşullar
altında meta-para ilişkilerinin rolüne ve sosyalizmde
değer yasasına karşı ön yargılı tavır geliştirilmiş
olması ve çok kere bunların sosyalizm karşıtı ve yabancısı
olduğunun ileri sürülmesi, buna ek olarak kâr-zarar
muhasebesinin önemsenmemesi, etkin iktisadi önlemleri
engellemiştir.” (Gorbaçov)
Ekonomi artık sıkı bir merkezi planlamaya değil, dolaylı
bir denetime dayanacak ve toplumsal ihtiyaçlara doğru
bir uyum esas alınacaktır. Fiyatlar, arz-talep ilkesine
göre belirlenecek, çeşitli maddeler üzerindeki sübvansiyon
kaldırılacaktır. Çeşitli maddelere zam yapmak, bu politikaların
bir gereği olmaktadır. Bu arada ücretler de, Marks’ın
değindiği gibi, ‘herkese ürettiğine göre’ ilkesinden
hareketle belirlenecektir. Perestroikacılara göre, bu
ilkenin sağlıklı uygulanması, “Stalinizm” tarafından
bugüne kadar engellenmiş ve bu durum asalaklığın yayılmasına
neden olmuştur.
Sosyalist piyasa kavramının önemli bir unsuru da, ekonomik
işletmelerin özerkliğidir. İşletmeler planın dolaylı
yönlendirmesiyle, ancak kendi insiyatifleriyle çalışacaklardır
ve yöneticileri işçiler seçecektir. Piyasada rekabete
ayak uyduramayan işletmelerin iflas etmeleri doğal karşılanmalıdır.
Bu uygulama, sosyalist ilkelerle çelişmez, çünkü büyük
ölçüde toplumsallaşmış bir ekonomi, üretim araçlarının
toplumsal mülkiyeti üzerinde yükselmektedir. Özel işletmelerde
ücretli işçi çalıştırmak şimdilik yasaktır. Bu aşamada
yalnızca aile üyeleri çalışabilirler. Kırlarda ise,
üretimi teşvik amacıyla, toprak kiralama ya da sözleşmeli
yönetim gündeme gelecektir.
Bu yeniden yapılanma, doğal olarak dış ticarete de yansımaktadır.
Amaç; “dış ticaretin adım adım yeniden yapılandırılmasıdır.”(Gorbaçov,
27, Kongre Siyasal Raporu) 1985 yılında çıkan bir kararname,
işletme düzeyinde ihracat teşviki ve ihracat yoluyla
kazanılan dövizin kısmen işletme tarafından kendi ihtiyaçlarına
göre kullanılması yolunda serbestlik getirir. Ağustos
1986’da ise, 21 bakanlık ve 68 işletmeye, dışarıyla
doğrudan ticaret yetkisi verilmiştir. Yani, dış ticaret
tekelinden yavaş yavaş vazgeçilmektedir.
Sosyalist piyasa ekonomisinin genel çizgileri ve SSCB’deki
uygulanış biçimi, kısaca budur. Eğer bunlar sosyalizmin
yaşadığı zorlukların bir sonucu ve geçici uygulamalar
olarak açıklansaydı ya da proletarya demokrasisinin
işletilmesine dayandırılsaydı, o zaman tartışma ve değerlendirmeler,
çok farklı bir hatta otururdu. Ama durum bu değildi.
Gerek Gorbaçov’a ve gerek diğer reformculara göre, bu
uygulamalar, sosyalizmin o süreçte uygulanması gereken
gerçek biçimi idi. Ve Stalinizmin tahribatı dışında,
sosyalizmin teorisiyle çelişmemekte idi...
Gorbaçov, 3. programın hayata geçirilmediğini, bir dizi
tahmin yanlışı yapıldığını söyledi. Ama ona göre bu,
SSCB’nin gelişmiş bir sosyalist toplum olduğunun yadsınması
anlamına gelmemeli idi. Burada, gelişmişlikten kastedilen,
yalnızca refah düzeyinin artması değil, sosyalizmin
komünizme geçişin koşullarını olgunlaştırması anlamında
bir gelişmişliktir. Yani Gorbaçov da bütün o sert eleştirilerine
rağmen, sistemin antagonist çelişkiler içermediği görüşünü
savunmuştur. Dahası, kendi programının uygulamaya sokulmasının
bir dayanağı olarak, bu tezi önsel almıştır.
Perestroika seçeneğini sağlıklı bir eksene yerleştirmek,
içerdiği çeşitli sakıncaları görmekten geçer. Ama durum
tam tersidir. SBKP’nde; uygulamalara, geçici uygulamalar,
ya da bir geri çekilme olarak bakan yaklaşımlar söz
konusu olmamıştır. Tersine, toplumsal gelişmenin ve
komünizme geçişin tek yolu olarak, partinin belirlediği
yeni çizgi kabul edilmiştir.
Sosyalizm, üretimin toplumsallaşması sürecinin bir ürünüdür.
Marksizmin ustaları, üretimin toplumsal karakteri ile
üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkinin
kapitalizmi yıkacağına ve üretim araçlarının toplumsal
mülkiyeti üzerinde yükselecek yeni bir sistemin dünyaya
hakim olacağına inanmışlardı. Bu yeni sistem, meta ve
ona özgü kategorilerin, piyasanın, paranın, değer yasasının
yadsınması esasına dayanacak ve bunun yolu olarak da,
planlı ekonomik işleyiş hakim kılınacaktı.
Marks, Engels ve Lenin’in öğretilerinden çıkan sonuç
budur. Sosyalizm, komünizmin ilk aşamasını oluşturur
ve bir geçiş toplumudur. Dolayısıyla, çelişik bir karakteri
olacaktır. Ama önemli olan bunun saptanması değil, bu
çelişik karakterin ve toplumsal ilerleme sürecinin önündeki
engellerin, teorinin ve amaçların yadsınmasına dönüşmesini
engelleyebilmektir. Devrimci nitelik, ancak böylesi
bir çabanın sürekli kılınmasıyla korunabilir.
Değer yasası ve kategorileriyle, planlama ilkesi arasında
tarihsel bir çelişki vardır ve uzlaştırılmaları, hiçbir
koşulda mümkün olmaz. Marks’ın Engels’e söylediği; “Gerçekte
hiçbir toplum biçimi, toplumun tasarrufundaki çalışma
zamanını, üretimi şu ya da bu biçimde düzenlemekten
alıkoymaz. Ancak bu düzenleme, toplumun kendi çalışma
saatleri üzerinde dolaysız ve bilinçli denetiminde değil
de -ki bu ancak ortak mülkiyet ile olanaklıdır- meta
fiyatlarının hareketi tarafından yerine getiriliyorsa,
her şey senin Fransız-Alman Yılllığı’nda bütünüyle ustaca
tanımlamış olduğun gibi kalır.” (A. Karlo) sözleri,
sorunu yeterince ortaya koymaktadır.
Değer yasasının yön verdiği bir ekonomide tayin edici
olgu, piyasa ve arz-talep ilişkisidir. Toplumsal ihtiyaçların
önceliği değil, piyasanın talepleri belirleyici olmaktadır.
Bu piyasa, gelir eşitsizliğinin bir ürünü olarak farklılaşmış
taleplere, toplumun bölüşüm ilişkilerinden farklı düzeylerde
yararlanabilen kesimlerin farklı düzeylerde taleplerine
dayanır. Bu nitelik, merkezi planlama ve öncelikli ihtiyaçlar
ilkeleriyle bağdaşmaz. Onun yerine, anarşik karakterli
bir üretimi ve meta fetişizmini koymak zorundadır.
Sosyalist piyasa ekonomisi tezini oluşturanların tamamının
üzerinde durdukları sorun; fiyatların, piyasa mekanizmasının
serbest işleyişine göre belirlenmesidir. Yalnızca az
sayıda ürün bu kapsamın dışında tutulmaktadır. “Satın
alma gücü olan nüfusun artması; yiyecek talebini, özellikle
et, süt, meyve talebini arttırmıştır. Sürekli arz eksikliği
vardır. Devletin gıda üretim fiyatlarını düşük tutması
bunu körüklemektedir. Fiyatlar genellikle maliyetin
altındadır. 1990’a kadar reform” (Aganbenyan) yapmak
amaçlanmıştır.
Bu durum, yatırım malları fiyatlarının da piyasada oluşmaya
başlamasını getirir. Yani, piyasanın işleyişinin yaygınlaştığı
oranda, planın etkisi azalmaktadır. Çünkü belli bir
kâr amacıyla üretilmiş metalar ve bireysel tüketim taleplerine
karşılık veren bir meta piyasası söz konusudur.
Ekstansif büyümeye dayanan hantallaşmış bir ekonominin
bu yönde dönüşümü; başlangıç için bir dinamizmi ve gelişmeyi
sağlasa da bu süreç kâr unsurunun artan biçimde öne
çıkması, toplumsal tüketime yönelik üretimin, yerini
bireysel tüketime bırakmaya başlaması yönünde evrilir.
Çünkü ancak dolaylı bir denetime tabi olan özerk işletmelerin
başarılarının ölçüsü, bu işletmelerin ne derecede kârlı
olabildikleridir. Bu, üretim hedefleri ve çalışma yöntemlerinin
seçiminde özerk olarak hareket edebilen girişimleri
yönlendirebilecek başlıca ilkedir. Ve beraberinde çeşitli
uygulama ve sonuçları getirir; aralarındaki rekabet,
zayıf ve başarısız işletmeleri iflasa zorlar. Bunun
reel sosyalist sistem ülkelerinde pek çok örneği vardır.
İşsizlik, işçiler arasında bu temelde başlayan rekabet
ve nihayet bir emek gücü piyasasının oluşması, bu sürecin
bir sonucu olacaktır. Uygulamayı daha önceden başlatan
ülkelerin ulaştıkları sonuçlar, yeterli birer gösterge
olmuştur. İşletmelerin başarılı olabilmek, iflas etmemek
için bireysel tüketime yönelmeleri ve kâr unsurunu öne
çıkaran niteliği ile bütünleşen bu olgu, kapitalist
sömürünün işletmelerde uç vermesi ve gelişmesi demektir.
Yani piyasa ekonomisinin gelişmesi, merkezi planlamadan
giderek daha çok uzaklaşmayı, kar amacını taşıyan işletmelerin
birbirlerinden bağımsız üretimini, dolayısıyla da anarşik
bir karakteri, enflasyon ve işsizliği getirecektir.
Planlama ilkesi, ne kadar aksi iddia edilirse edilsin;
işletmeler arası rekabetin neden olacağı bir tekelleşmeyi,
işsizliği engelleyemez, emek gücü piyasasını oluşturacak
yöntemlerle yanyana yaşayamaz.
Bu türden eleştiriler, meta ekonomisi ile sosyalist
planlamayı uzlaştıran revizyonistlere göre dogmatik
bulunmakta ve kabul edilmemektedir. Çünkü; onlara göre
sosyalizmin inşaası tamamlanmıştır, geriye dönüş tehlikesi
yoktur ve amaç, var olan hantallığı aşmak, intansif
büyümeye geçebilmektir. Bu yaklaşımın temel dayanağı
ise, mülkiyetin ve kazancın toplumsallaştırılması ve
piyasa sosyalizminin işçi öz yönetimine dayandırılmasıdır.
Mülkiyetin ve dolayısıyla kazancın toplumsallaşması,
tek başına bir anlam taşımaz. Sosyalizm üretim araçlarının
toplumsal mülkiyetine dayanan bir sistemdir, ancak bu
yalnızca sistemin bir yönünü oluşturur. Üretim araçlarının
toplumsal mülkiyetini tamamlayan diğer olgular; toplumsal
planlama, bölüşüm ilişkilerinin “herkese çalışmasına
göre” ilkesine dayanması, meta ve ona özgü kategorilerin
yadsınması, üretici güçlerin sürekli bir gelişmesinin
sağlanması ve her şeyden önce de bu karakterin proletarya
demokrasisine koşut yürütülmesiyle anlam kazanır. Bunlar,
sosyalizmi bir sistem olarak farklı kılan temel taşlardır
ve bir tekinin aksaması bile sistemin sağlıklılığını
sarsar.
Lenin’in kapitalizmin gelişme yatağı olarak nitelediği
meta üretimini ve ona özgü kategorileri sosyalizmle
uzlaştırma çabası; sürecin bu yönde evrilmesiyle, diğer
temel taşları ve bu arada mülkiyetin ve kazancın toplumsal
niteliğini de dönüşüme zorlar.
İşletmeler arası rekabet ve kâra yönelik üretim, toplumsal
tüketimin yerini bireysel tüketim yasasının alması,
işletmeler arası farklılaşmaya uygun bir zemin doğurmuştur.
İflaslar, işsizlik ve enflasyonun başlaması, bu yönde
yeterli verilerdir.
Başlangıçta işsizlerin istihdamı sorunu çözümlense de,
piyasanın genişlediği oranda, sorunun artık çözümlenememesi
ve emek gücü piyasasının mutlak bir unsur haline gelmesi,
kaçınılmazdır.
Bu noktada, grup mülkiyeti olgusu ağırlık kazanmış olur.
Yani üretim araçlarının özel mülkiyeti bireysel düzeyde
değil ama, yönetici ve çalışanlarıyla grup düzeyinde
gerçekleşmektedir. İşletme özerk olduğundan, yani bağımsız
girişim ve hatta gelişmesi durumunda bağımsız iç ve
dış ticaret hakkına sahip olduğundan; karlı olduğu oranda,
grup olarak kazancı, başarısız işletmelerden yüksek
olacaktır.
Hukuken, mülkiyet yine toplumsal görünecektir. Ama durum
asıl olarak, bağımsız girişimci işletmelerin vergilendirilmesinden
başka bir şey değildir. Olayın hukuki ifadesi ile pratik
işleyiş biçimi arasındaki çelişki, sürecin kendi evriminin
belirleyici olması durumunda, hukuki prosedürün de değişimini
gerektirir. Bu aşamada, eddişelerimiz henüz uzak bir
olasılıktır. Ama Yugoslavya ve Macaristan örnekleri,
bu olasılığın ciddi bir olgu olduğunun kanıtlarıdır.
Bu aşamada, en azından işletmeler düzeyinde gelir farklılığı
söz konusudur. Yani, zaten sosyalist olmayan bölüşüm
ilişkilerinin bu niteliği aşılmamış, yeni ve daha geri
bir nitelik kazanmıştır. Kırlarda büyük arazilerin elli
yıllığına kiralanması ve sözleşmeli üretim gibi gelişmelere
koşut süren bu durum, Gorbaçov’un iddialarının tersine
gelir eşitsizliğini sona erdirmek bir yana, derinleştirmekten
öte bir sonuç doğuramaz.
Bir yanda yüksek bürokratlar, işletme yöneticileri,
karlı işletme ve sektörlerin çalışanları, kiracı ve
sözleşmeli çiftçiler ve öte yanda çalışanlar vardır.
Bu süreç ilerledikçe, kendisine uygun kültür ve teorileşmeyi
de yaratır. Eşitsizliğin toplumsal gelişmenin dinamiği
olduğu söylemi hakim olur. İşte Macaristan Başbakanı
Karely Groz’un 1987 yılında söyledikleri:
“Zenginlerle neden uğraşıyorlar? Çok açık: Çünkü zenginler
ötekilerden daha akıllı, daha yetenekli ve daha usta”
Macaristan bu noktaya elbette bir anda gelmedi, sosyalizm
ile meta ekonomisinin uzlaşmaz olmadığını varsayarak,
gelişme adına sosyalizmin başlıca ilkelerini birer birer
törpüleyerek geldi.
Tıpkı diğer reel sosyalist ülkeler için olduğu gibi...
Ama sosyalistler için reel sosyalizmle sosyalizmi ayırdedecek
temel ilkeler mevcuttur ve bizleri reel sosyalizm pratiklerine
karşı dinamik kılan tarz, bu ilkelerde yatmaktadır.
Ve yine diyoruz ki: “Yaşasın Sosyalizm”...
Geriye Dönüş Sorunu, SBKP Ekonomizminin Kökenleri
Tek ülkede sosyalizm sorunu, yalnızca bunun olabilirliği
ile sınırlı değildi. Aynı zamanda, sosyalizmin anlamının
ve sosyalist inşanın sınırları sorunlarının da tartışılmasını
içermekteydi. Emperyalist kuşatma koşullarında, sistem
en temelde inşa edilse ve hakim üretim biçimi durumuna
gelse bile bu, o ülkede sosyalizmin inşasının tamamlandığı
anlamına gelecek miydi?
Stalin 1924 yılında, yani tek ülkede sosyalizm sorununun
daha tartışılmadığı, Avrupa devriminden yana umutların
(önemli ölçüde çözülmekle birlikte) henüz yok olmadığı
bir sırada, bu soruya olumsuz karşılık vermişti.
Doğmatizmi aşamamalarının bir sorucu olarak, SBKP muhalefetinin
tek ülkede sosyalizm sorununa temelden yanlış yaklaşması
ve sürecin dışına itilmeleri, Stalin önderliğinin soruna
yaklaşımının tümüyle doğru olduğu anlamına gelmez. Stalin,
ekonomik indirgemeciliğin ve pragmatizmin yaratılmasında,
SBKP’ndeki hakimiyeti de düşünüldüğünde, en önemli payın
sahibidir.
Tek bir ülkede burjuvazinin devrilerek proletarya iktidarının
kurulması, sosyalizmin zaferinin sağlandığını kesin
olarak göstermez. Sosyalizmin temel sorununun, yani
sosyalist üretimin örgütlenmesinin gerçekleşmesi gerekmektedir.
Sosyalizmin nihai zaferini sağlamak ve sosyalist üretimin
organizasyonunu tamamlamak için tek bir ülkenin harcadığı
çabalar, özellikle Rusya gibi bir tarım ülkesinin harcadığı
çabalar yeterli değildir. Bundan dolayı, çeşitli ülkelerin
proletarya sınıflarının göstereceği çabaya ihtiyaç vardır.
(Stalin)
Ancak Stalin’in düşüncelerini değiştirmesi fazla uzun
sürmedi. Aynı yıl yayınlanan “Leninizm’in Sorunları”
adlı broşürde tersi görüşü savunmaya başladı:
“Biz, ülkemizdeki güçlerin proletaryayla köylülük arasındaki
çelişkileri çözebileceğini söylüyoruz. Öteki ülkelerin
proletaryasının sempatisi ve yardımlarıyla (ama öteki
ülkelerdeki proletaryanın zaferini bir ön koşul olarak
ileri sürerek değil), emekçi sınıfımızın iktidarı ele
alabileceğini ve bu iktidarı, tam anlamıyla bir sosyalist
toplum kurma amacıyla kullanabileceğini ileri sürüyoruz.
Böyle bir olanak yoksa, sosyalizmi kurmak, kurulabileceği
umudundan yoksun olarak sosyalizmi kurmak demek olur
ki, bu da Leninizm’in bir yana atılmasından başka bir
şey değildir.” (Stalin)
Ülkenin sanayileşmesi sorununun çözülmesine bağlı olarak
da önce Molotov ve ardından Stalin, 1936 yılında, sosyalist
inşanın tamamlandığını ilan ettiler. 1939 yılında Stalin,
emperyalist kuşatma koşullarında komünizmin yetkin aşamasına
da ulaşılabileceğini söyleyerek olaya bambaşka bir çehre
kazandırdı. Böyle bir durumda devletin ne olacağına
ilişkin soruna şöyle bir açıklama getirmekteydi.
“Biz, henüz komünizm aşamasına ulaşmış değiliz, ona
doğru hızla yol alıyoruz. Komünizm döneminde de devlet
varlığını sürdürecek mi? Evet, eğer kapitalist kuşatma
ortadan kaldırılmazsa, eğer dış askeri saldırı tehlikesi
yok edilmezse sürdürecek. Hayır, eğer kapitalist kuşatma
ortadan kaldırılır, eğer onun yerine sosyalist kuşatma
geçerse, devlet varlığını sürdürmeyecek ve yok olacaktır.
Sosyalist devlet sorununda durum budur.” (Stalin)
Bu sözler, herhangi bir yorumu gerektirmeyecek kadar
açık biçimde, emperyalist kuşatma koşullarında, komünizmin
yetkin aşamasına ulaşılabileceğini vurgulamaktadır.
Yani yalnızca sosyalizmin inşa edilmesi değil, daha
ileri aşama kastedilmekte, böyle bir aşamada devletin
yaşamasının doğal karşılanması gerektiği anlatılmaktadır.
Bu ciddi bir yanılgıdır ve SBKP ekonomizminin kökenlerini
açığa çıkartan başlıca örneklerden birisidir.
Tek ülkede sosyalizmin inşasını olanaklı bulmak ile
bu ülkenin tek başına komünizme ulaşabileceği iddiası,
aynı şey değildir. Ve tersine, özenle ayrı tutulmalıdır.
Stalin, tek ülkede sosyalizmin inşasını savunurken haklıydı
ve böylece emperyalist dönüşümle birlikte, derinleşen,
eşit olmayan gelişmenin dünya halklarının zararına sonuçlar
vermesi, halkların emperyalizme karşı savaşta sağlam
bir mevzide durmasının yolu açılmıştır. Troçkizm’in
konuyu bulanıklaştıran ve kapitalizmden komünizme geçiş
sorununu sürecin öne çıkardığı çelişki ve ilişkileri
dikkate almadan belirsiz bir geleceğe devreden yaklaşımına
karşılık Stalin’de simgelenen yaklaşım, Marksizm’in
eylem klavuzu olma niteliğinin önemli bir örneği olmuştu.
Ne var ki bu sürecin tamamlanabileceği savı hatalıdır,
geriye dönüşün koşullarının kalktığı anlamına gelir.
Sosyalizm, bütün insanlığa sunulmuş bir olanak, maddi
bir olgu olarak, ileri bir niteliğe ulaşabilir. Ama,
emperyalizme karşı mutlak bir üstünlüğün sağlanamadığı
koşullarda, geriye dönüş teorik olarak her zaman zayıf
bir olasılık biçiminde de olsa pratikte vardır.
Kapitalizmin yıkılması süreci, daha önceden öngörülenin
tersine, sistemin ileri ülkelerinde değil, görece geri
kalmış ülkelerde başladı. Bunun sonucu olarak kapitalist
üretim ilişkileri ile gelişmesi bu ilişkiler tarafından
engellenen üretici güçler arasındaki çatışma, yerini,
sosyalist üretim biçimi ile bu üretim ilişkilerinin
gereklerine karşılık verebilmekte yetersiz kalmaktan
kaynaklanan çelişkiye bıraktı.
Değişik biçimde anlatacak olursak, devrim yapmış ülke,
yalnızca ileri kapitalist ilişkileri dönüştürerek sosyalizmi
inşa etmekle değil, kapitalizmin saldırdığı koşullarda
hem görece geri olan üretici güçlerini geliştirmek ve
hem de bunları sosyalist ilişkilere ve dağıtım mekanizmalarına
uygun biçimde örgütlemek gibi ciddi bir problemle karşılaştı.
Tek ülkede sosyalizmi inşa çabasının başlangıçtaki durumu
budur.
Yanlış olan, bu yolda başarının mutlaklaştırılmasıdır.
Oysa çağımız bir yönüyle, emperyalist-kapitalist sistemle
sosyalizmin çatışma çağıdır fakat bu, tarihsel olarak
haklı olan sosyalizmin bu çatışmadan her aşamada üstün
çıkacağı anlamına gelmez. Üstünlük, çeşitli etmenlerle,
daha önceden hesap edilmeyen ve toplumsal pratik içinde
beliren çeşitli düzeylerden engellerin çözümüyle ve
yeni olguların yol açtığı etkilerle büyük ölçüde bağlantılıdır.
Emperyalizm ile yanyana yaşanılan bir dünya -olumlu
ya da olumsuz anlamda,- siyasal,kültürel ve ekonomik
ilişkilerde karşılıklı etkilenmeleri de kaçınılmaz kılar.
SSCB tarihi boyunca, emperyalist ülkelerle ilişkiler,
farklı nedenlerle, sürecin o aşamada ihtiyaç duyduğu
boyutlarda , her zaman olmuştur.
Bu ilişkiler, sosyalist sınırlar içinde uygulanan politikalar
ne olursa olsun, eğilim düzeyinde de olsa, geriye dönüş
olasılığını canlı tutar. Kaldı ki SSCB, geriye dönüşün
koşullarını ortadan kaldırırken de komünizm aşamasına
ulaşıldığı ifade edilirken de sağlıksız pek çok özelliğe
sahipti. Herşeyden önce, emperyalist-kapitalist sistemle
çatışmada üstünlük ele geçirilmemişti. Ne var ki revizyonizm
soruna bu biçimiyle bakmıyordu. Ölçüleri daha farklıydı
onun...
Geçiş toplumları, çelişkilerin son derece yoğun biçimde
yaşandığı toplumlardır. Bir yanda geçmiş toplumun etkileri
ve bir yanda da geleceği örgütlemek gibi bir çaba vardır.
Aynı zamanda geçiş toplumları, gelecekteki olgun dönemini
yaşayacak, bir sonraki toplumsal sistemi karşılayan
(tekabül eden) ilişkileri de bağırlarında üretir ve
taşırlar. Toplumsal sürecin çeşitli ögelerinde, bu nitelik
kendisini gösterir; eski ve yeni topluma özgü ilişkiler
yanyana, birbirleriyle rekabet ve çatışma halinde yaşarlar.
Zafer, kuşkusuz yeni ve gelişmekte olanındır. Ancak
sorunun bu teorik ifadesi, toplumsal pratik içinde süren
ve sürecek olan çatışmaların yadsınması anlamına gelmez.
Eski topluma özgü ilişkiler, sık sık baskın çıkabilir
ve hatta çeşitli düzeylerde bir hakimiyet de söz konusu
olabilir. Geriye dönüşün koşulları her zaman vardır
kısacası... Hele hele eski toplumsal ilişkiler, dünyada
hala güçlü ve baskın durumda ise, hala sosyalist sistemle
rekabet ve çatışmanın çeşitli alanlarında üstün durumda
ise, bu tehlike çok daha büyüktür.
Sosyalist mücadele sürecinde, birçok yanlışlığa kaynaklık
etmiş bir eğilim olarak, ekonomik olanın rolünü abartmak,
ekonominin son çözümlemedeki belirleyiciliğini toplumsal
sürecin diğer başat unsurlarının yadsınmasına dönüştürmek,
sonuçları açısından ciddi zararlar vermiştir. SBKP’nin
yanlışlıklarının önemli bölümünün temelinde bu olgu,
ekonominin rolünü, ekonomizme saplanacak ölçüde abartmak
yatmaktadır ve kökenleri sosyalist inşa sürecine dayanmaktadır.
Durum, sosyalist inşa sürecinin “zorunlu” uygulamalarının
olağandışı bir sürecin olağan olmayan uygulamaları olmaktan
çıkarılmasıdır. Ve bu olağandışı uygulamalar; kurum
ve alışkanlıkların kendilerine varlık temeli yaratma
çabalarıyla, ekonomik indirgemeciliğin hakimiyetine
dönüşmüştür.
Sosyalist inşa süreci politakaları ve bunların teorik
düzeyde ifade ediliş biçimi olarak en başta Stalin’in
yazdıklarının ortaya çıkardığı bir sonuçtur bu... Örneğin,
Stalin’in, Lenin’in çeşitli zamanlarda söylenmiş sözlerinden
yola çıkarak geriye dönüş olasılığı ve devrilmiş burjuvazinin
gücünün kaynakları üzerindeki saptamalarına bakalım:
“Devrilmiş burjuvazinin gücü nerede yatmaktadır?”
Birincisi, uluslararası sermayenin gücünde, burjuvazinin
uluslararası bağlantılarının güç ve sağlamlığında.
İkincisi, devrimden sonra uzun bir süre sömürücülerin
kaçınılmaz olarak, bir dizi muazzam gerçek avantajları
ellerinde bulundurmasında. Çünkü hala paraları vardır.
(Paranın derhal ortadan kaldırılması mümkün değildir.)
Bir miktar para, çoğu zaman önemli miktarda taşınabilir
servet, ilişkiler, örgüt ve yönetme alışkanlıkları onlarda
kalır. Yönetmenin bütün sırları (aletler, yöntemler,
araç ve olanaklar) ellerindedir. Daha yüksek eğitime
sahiptirler, (burjuva tarzda yaşayan ve düşünen) yüksek
teknik personelle yakın ilişki içindedirler, askerlik
sanatında karşılaştırılmayacak derecede büyük deneyimleri
vardır. (Bu çok önemlidir) vb.
Üçüncüsü, alışkanlığın gücünde, küçük üretimin kuvvetindedir...
Çünkü ve yazık ki dünyada hâlâ pek çok küçük üretim
vardır.” (Stalin, Leninizm’in Sorunları)
Bu sözler, tek boyutlu ve eksik yaklaşımın, ekonomik
indirgemeciliğin dışa vurumudur. Herşeyden önce, sorunun
ancak ikincil boyutlarını ele almaktadır. Burjuvazinin
gücünün asıl kaynağı, sosyalist bir ülkede geriye dönüş
tehlikesini canlı tutan gerçek neden, sosyalist yaşama
biçiminin topluma egemen kılınamamasından, yeni sosyalist
insanın yaratılamamasından ve bir geçiş dönemi toplumu
olarak sosyalizmin, emperyalizm karşısında mutlak bir
üstünlük elde edememesinden kaynaklanır.
Bunlar sağlanmadıkça, bu temelde bir süreklilik kazanılmadıkça,
devrilmiş burjuvaziye maddi güç kazandıracak somut görünen
nedenler ezilse ve tasfiye edilse bile, sorunun sağlıklı
bir çözümü mümkün olamaz ve olmamıştır. Dahası bunlar
başarılmadan, emperyalist kapitalist sistemden asgari
düzeyde yalıtılma gerekliliği de gerçeklik kazanamaz.
Çünkü bu düzeyde de ekonomik indirgemecilik ölçü olacak,
emperyalizmle ekonomik ilişkilerin asgari düzeyde tutulması,
seyahat serbestisinin sınırlanması yeterli bulunacak,
emperyalist kapitalist sistemin canlı ve güçlü olmasının
toplum üzerinde yaratacağı muazzam baskının boyutları,
kültürel ve psikolojik etkileri hesaba katılmayacaktır.
Stalin’in bu sözleri, uzak görüşlü bir Marksist önderden
çok, günlük pratiğin gereklerine karşılık veren ve teorik
çıkarımları da bu pratikle sınırlı kalmayı ancak başarabilen
bir politikacının sözleri gibidir. Dolayısıyla, geçiş
sürecinde kültür ve yeni tip sosyalist insan olgularının
önemine karşılık veren yaklaşımları, Stalin’de bulamayız.
Sosyalist inşanın ve komünizme varabilmenin ölçüleri,
temelde ekonomik veriler ve gelişme olmaktadır.
Bu perspektifin sonucu; sözkonusu yaklaşımın gelenekselleşmesi,
sosyalizmi inşa sürecinin zorunlu olarak içerdiği, gerçekte
ise sosyalizm dışı kalan kurum ve eğilimlerin varlıklarının
teorik bir temele dayanması ve kendisi için eğilimler
kazanması, bu eğilimlerin giderek toplumun sırtında
bir kambura, gelişmenin önünde bir engele dönüşmesinin
yolunun açılması olmuştur.
Stalin 1924 yılında, burjuvazinin devrilmesinin, iç
savaşın kazanılmasının üzerinden yalnızca birkaç yılın
geçtiği, devrimci coşku ve heyecanın hâlâ yüksek olduğu
bir sırada, ancak Çarlık Rusya’sına yeniden dönüş tehlikesinin
kaynaklarını açıklayabiliyor ve 1924 yılının bu açıdan
hakim atmosferinin ifadesi sözler söylüyordu. Ama Lenin’in
50-60 yıllık zaman biçtiği bir süreç olarak sosyalist
inşanın gerçekleştirilmesi sürecinde, eski haliyle değil
ama yeniden burjuva sınıfının oluşması gibi bir olasılığın
canlı kalacağını, bunun da sosyalist yaşama biçiminin
gerçekleştirilebilmesindeki, sosyalist yeni insanın
yaratılabilmesindeki zaafların üzerinde yükselebileceğini
göremiyordu.
Geriye Dönüşün Anlamı
Gerçekte, toplumsal sürecin hiç bir parçası diğerlerinden
soyutlanamaz. Toplumsal gelişmenin ekonomik, siyasal,
kültürel, ideolojik, estetik, etik boyutları; birbirleriyle
yoğun bir ilişki içindedirler, birbirlerini karşılıklı
olarak etkilerler.
Örneğin ekonomik gelişme, özünde üretici güçlerin gelişmesidir
ve üretici güçlerin başında da insan yer alır; insanı
yönlendiren etkenler ise çok çeşitlidir. Ve ekonomik
alan, bunlardan yalnızca birisidir. Bir bütün olarak
topluma hakim olan atmosfer, insanı biçimlendirir, olay
ve olgulara yaklaşımlarına, eylemlerine yön verir. Ama
bir kez sorunun bu niteliği, zorunlulukların kurumlaşmasına
kurban olursa, toplumsal gelişme de temelinden engellerle
karşılaşmış olur. Stalin’in yaklaşımlarında bu olgu
hemen göze çarpar. En önemli eseri diyebileceğimiz “Sosyalizmin
Ekonomik Meseleleri” adlı derlemesi üzerine Mao’nun
söylediği sözler, kuşkusuz çarpıcıdır:
“Stalin’in kitabı, başından sonuna kadar, üst yapı hakkında
hiç bir şey söylemiyor. Kitap insanlarla ilgili değil,
insanları değil, eşyaları göz önünde bulunduruyor.(...)
Onlar teknolojinin, kadroların herşeyi belirlediğine
inanıyorlar; her zaman “kızıl”dan değil, uzmanlardan,
kitlelerden değil, kadrolardan sözediyorlar.” (Mao,
Yayınlanmamış Eserler)
Bununla birlikte Stalin’le başlayan ekonomik indirgemecilik
ele alınırken; kaba bir biçimde, onlarca yıl, ekonomik
alan dışında, diğer toplumsal süreçlere hiç önem verilmediği
söylenemez. Troçki’ye yakın tarihçi İ. Deutscher’in
söyledikleri kayda değer:
“1930 yıllarında, ortalama bir Avrupa ulusununkinden
daha aşağıda olan maddi üretim aygıtı öyle büyük ve
öyle çabuk genişledi ki Rusya şimdi Avrupa’nın birinci
ve dünyanın ikinci sanayi gücü durumundadır. On yıldan
azıcık fazla bir zamanda, kent ve ilçelerin sayısı ikiye
katlandı ve kent nüfusu 30 milyon arttı. Her dereceden
okul sayısı çok şaşırtıcı bir biçimde çoğaldı, bütün
ulus okula gönderildi. Ulusun bilinci öyle uyarıldı
ki gerisin geriye uykuya güçlükle yatırılabilir. Bilgi,
bilimler ve sanat için arzusu, Stalin hükümeti tarafından,
sıkıntı verici ve doymak bilmez bir hal alma noktasına
kadar uyarıldı.(...) Son olarak Rus toplumunun bütün
yapısı öyle derin ve çok yönlü bir değişim geçirdi ki
gerçekten tersine çevrilemez.” ( Stalin, İ. Deutscher)
Thomas Angotti ise, bu ifadeyi daha da ileri götürerek,
Stalin’in ekonominin belirleyiciliğini, toplumsal sürecin
diğer unsurlarının önemini yadsıyacak düzeyde öne çıkardığı
iddialarına karşı çıkmakta ve tam tersine Stalin önderliğinde
bir kültür devriminin yaşandığını vurgulamaktadır:
“Kültür devrimi, yaygın bir okuma-yazma kampanyasını
içerdi; tiyatro, sanat ve edebiyatı işçi sınıfı için
ilk kez ulaşılabilir hale getirdi ve kültürel hayatın
bütün dallarında gözü pek bir deneyimin önünü açtı.
Stahanovist hareket, rekabet kampanyalarıyla üretimi
arttırmak için, işçiler tarafından başlatılan kendiliğinden
bir hareket olarak çıktı. Bu kampanyalar Bolşevik Parti
tarafından yönlendirilince, nihayetinde işçilerin geniş
katılımını sağladı. Subbotnikler, kamu işlerinde gönüllü
çalışmayla ve toplumsal olarak yararlı diğer tasarılarla
ilgilendi. Moskova Metrosu gibi birçok kilit tasarımın
inşasına yardım ettiler.” (Stalin Dönemi: Tarihin Açımlanışı,
T.Agnotti)
Bu yaklaşım, sorunun özüyle değil, biçimiyle ilgilenmenin,
dahası sosyalizmi sistem olarak farklı kılan ilke ve
kuralları biçime kurban etmenin tipik bir örneğidir.
Agnotti’nin buradaki sözlerinin doğruluğunun tartışılması,
Stahanovizm ve Subbotnizmin, bir kültür devriminin ne
derece göstergesi olabileceğinin ele alınması ayrı bir
konudur. Sovyet yazarları şimdi, resmi yazının yıllarca
söylediklerinin tam tersi şeyler söylüyorlar ve bir
yerde bütün bunlar anlamsız olmakta. Çünkü özellikle
kültür devriminin anlamı, burada çizilen çerçeveden
daha farklıdır.
Kültür de toplumsal sürecin diğer parçaları gibi, ancak
bir bütün olarak sosyalist sistemin uygulanış biçimiyle
bağlantılıdır. Proletarya demokrasisinin kağıt üzerinde
kaldığı bir ülkede, ekonomik gelişmeyle toplumsal gelişmenin
hemen hemen özdeşleştirildiği, ekonominin, üretici güçlerin;
makineler, eşyalar ve uzmanlar düzeyinde ele alındığı
koşullarda, bir kültür devriminin varlığından sözetmek,
ancak toplumsal gerçekliği yansıtmaktan uzak, iktidar
güçlerini koruyan ve aklayan bir yaklaşımın ürünü olabilir.
Deutcher ve Agnotti’nin sözünü ettikleri kültürel seferberlik,
kuşkusuz doğrudur ve iktidar tarafından bilinçli olarak
başlatılmıştır. Ancak atlanan şey, bu seferberliğe hakim
olan tek boyutluluktur. Halkın yönetime ortak edilmediği,
politikaların yürütülüş biçimi üzerindeki etkilerinin
sınırlı düzeyde kaldığı bir ortamda; söz konusu kültürel
faaliyetler, ancak başlangıç anlamında çarpıcı kalır.
Belli bir noktadan sonra -ki bu süre oldukça sınırlıdır-
kendi kendini üretemeyecek olan kültürel alt-yapı, ürettiği
taleplere karşılık olamayacağı için, süreklilik kazanamaz
ve durulur.
Sosyalist sistemin kültürel özellikleri bu olamaz. Sağlıklı
bir kültür devrimi, ne Stalin’in genel seferberliklerle
başlattığı ve kültürü asıl olarak kendisiyle sınırlayan,
dolayısıyla daha baştan güdük kılan politikalarla; ne
de Mao’nun yaptığı gibi, halkın öne çıkan taleplerini
uyararak kültür devrimini bir kitlesel gösteriye dönüştürme
ve bu çerçevede bir kült yaratma ama öne çıkan taleplerin
de hiç birine ciddi biçimde karşılık veremeden kitle
gücünü boğma olarak kavranamaz.
Bu kültür devrimlerinin en çarpıcı sonuçları, Stalin
ve Mao çevresinde yaratılan kült olmuştur. Buna karşılık,
süreç içinde sonuçları açığa çıkan son derece olumsuz
yanları vardır. Örneğin SSCB’de, Lisaynko Olayı, Wersmann-Morgan
teorileriyle birlikte bütün genetiğin milyonlarca siyasi
okul öğrencisinin gözünde bir daha tamir edilemez şekilde
mahkum edilmesi, böylece de ülkenin en yetenekli bilim
adamlarının yer aldığı bir bilim dalının, şaşırtıcı
denecek biçimde yıkıma uğraması, sonra, Stalin’in dil-bilimi
ve ekonomi-politik bilimine düzenleme ve toparlama anlamında
yaptığı katkıların, yıllarca resmi politika gereği baştacı
edilmesi türünden örnekler, oradaki kültür devriminin
sonuçlarının önemli göstergeleridir.
Çin’deki kültür devrimi hareketinin ardından, koca ülkede
beş yıl tek bir romanın yayınlanamaması da kayda değer
bir başka örnektir. Proletarya demokrasisinin olmadığı,
halkın yönetime katılma talebinin yerine getirilmediği
yerde, sosyalist bir kültür de sağlam biçimde oluşamaz
ve sosyalist insanın ülkenin hakim karakteri olması
gerekliliği yerine gelmez.
Her devrim, toplumsal bir alt üst oluş, toplumsal sürecin
bütün alanlarını kapsayan büyük bir çalkalanma anlamına
gelir. Eski düzenin bürokratik askeri mekanizması parçalanmış,
yerine daha ileri bir üretim biçimini inşa etmenin bir
aracı olarak devrimci bir kurumsallaşmaya yönelinmiştir.
Bu süreç, zoru temel alarak ilerlemekte ve burjuva devlet
mekanizmasının parçalanmasıyla kalmamakta, aynı zamanda,
ekonomik, ideolojik, entellektüel ve etik düzeylerde
de eski-yeni çatışmasına dönüşmektedir.
Devrimin ilk yılları, devrimci coşku ve heyecanın da
en üst düzeyde olduğu yıllardır. Yalnızca iktidar el
değiştirmez, toplumsal yaşantının yerleşik kural ve
ilkeleri de sarsılır ve yenilenmeye başlar. Her devrim,
ülkenin kültürel ortamını da etkiler ve bu düzeyde de
yankılarını bulur. Toplumun manevi özelliklerinin ve
geleneklerinin sarsılması ve dönüşüme uğraması, devrimin
izlerini taşıyan bir sanat ve düşünsel ortam, devrim
sonrası her ülkenin ortak özellikleri arasında yer alır.
Bununla birlikte, her devrimin bir durulma, bir oturma,
yerleşme aşaması vardır. Bunun süresi, devrimin üzerinde
yükseldiği koşullara, devrim sonrası çatışma ve yaklaşımlara
bağlıdır. Ancak sonuçta, eski-yeni çatışmasının geçici
bir dengesi, toplumsal ilişkiler ve değerler bağlamında
aldığı bir biçim vardır. Eski olan, bir anda teslim
olmamakta, etkileri sürmektedir.
Devrimin halka verdikleri ve ondan aldıkları, bu etkilerin
düzeyini büyük ölçüde belirler. Eski toplumun simgelediği
değerlerin üzerinde yükselen sistem dünyada hâlå güçlüyse,
geri kültür ve yargıların etkileyicilik şansı daha yüksek
demektir. Sorunu bu biçimde saptarsak, ister istemez
kullanılan ölçüleri, oluşturulacak programları ve günlük
politikanın yürütülüş biçimini derinden etkileriz. Tersi
durumda, yeni ekonominin rolünün abartılması durumunda
da aynı düzeyde hatalar gündeme gelir.
SSCB’nin sosyalist inşasının tamamlandığının ve geriye
dönüşümün koşullarının ortadan kalktığının açıklandığı
dönemde kullanılan ölçüler, değindiğimiz gibi, ekonomik
alanın rolünün abartılmasına dayanıyordu. Sanayileşme
sürecinin başarıları açıktır. Bugün de Stalin’e yönelik
eleştirilere rağmen, bu genel kabul görmektedir. Ama
bu başarı, geriye dönüşün koşullarının ortadan kalktığı
anlamına gelmezdi ve hayat bunun doğru olmadığını açığa
çıkarmıştır.
SSCB’nde, üretici güçleri görece geri bir ülkeden, sosyalist
bir ülke yaratılmış ve bu, büyük ölçüde halkın özverisine
dayanmıştı. Devrimi izleyen ilk yılların coşku ve heyecanının
durulmasıyla da halkın daha farklı talep ve eğilimleri
ortaya çıkmaya başladı. Bu doğal bir sonuçtu ama neden
olduğu olumsuzluklar anlamında kaçınılmaz değildi.
Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda, toplumsal
sonuçlarıyla birlikte, yeterince saptanabilen bir gerçektir
bu. Halkın düzenden yana tercihinin ortadan kalkmasına
yol açtığını söylemek yanlış olur. Halk, kapitalizme
karşı sosyalizmden yana tercihini belki yine korumuştur.
Ama bunun derin bir hoşnutsuzluk ve giderek büyüyen
bir yıpranmayla atbaşı gittiği açıktır.
Bu durumun göstergeleri ortadadır. Glasnost ve Perestroika’yla
birlikte yaşananlar ve en başta da Gorbaçov’un o dönemde
söyledikleri, yeterli kanıtlardır. Bu arada, karaborsanın
ulaştığı boyutları ve küçük üreticiliğin verimlilik
bağlamında, devlet işletmelerini birkaç kez katlayan
düzeyinin öğrettiklerini de unutmamalıyız. Kısacası,
SSCB’nin sosyalizmin ekonomik alt-yapısını en temelde
yaratmak bağlamında, geçmişten başarılı olduğu ne derece
gerçekse, sosyalist yaşama biçimini egemen kılmak ve
yeni sosyalist insanı yaratma anlamında başarılı olamadığı,
aynı derecede gerçektir.
Halkın düzenden yana tercihinin mutlak kalmasının yolu
nereden geçer? Devrimi izleyen yılların coşku ve heyecanından
kaynaklanan tercihini sürekli kılmanın yolu ne olabilir?
Deneylerden yola çıkarak diyebiliriz ki, bu soruya verilecek
karşılık, birbirini tamamlayan, iç içe geçmiş iki ana
başlığı içermektedir: Halkın günlük sorunlarının çözümü
ve halkın politikaya ilgisinin canlı tutulması.
Sosyalizm bir piyasa ekonomisine dayanmaz. Ekonominin
işleyişi, kapitalist bir piyasanın gerekleriyle değil,
planlamayla yürür. Plan, toplumsal ihtiyaçların karşılanmasının
ve gelişmenin başlıca aracıdır. Kapitalizmin anarşik
niteliğinin karşısına dikilen bu olgu, sosyalizmi kapitalizme
karşı daha baştan üstün kılar.
Marks ve Engels, kapitalizmin anarşik niteliğinin yerini
alacak planlı bir ekonomik işleyişin, dünyayı altın
çağa ulaştıracağına inanıyorlardı. Ancak planlı ekonomi,
kapitalizmin üretici güçlerinin muazzam gelişmesi ve
uluslararası sermayenin büyük ölçekli birikiminin ardından,
üretici güçlerin görece geri olduğu ülkelerde gündeme
geldi. Bu durum, planlamanın, ülkenin bütün kaynaklarının,
üretici güçlerin geliştirilmesi esasına uygun biçimlendirilmesine
neden oldu.
Bunun pratik içinde aldığı biçim, tüketim sektörünün
işgali, daha açık bir deyişle, halkın büyük ölçüde özverisine
dayanan bir kalkınma modeliydi. Üretici güçlerin niteliği,
yoğunlaşmış bir sanayileşmeyi, yani yüksek teknolojiye
dayalı sanayileşmeyi değil (intansif gelişme); yaygın
sanayileşmeyi, yani halkın özverisine dayanan, emeğin
büyük ölçekli kullanımına ve giderek daha çok işgücüne
ihtiyaç duyan sanayileşme çabasını (extansif gelişme)
ancak mümkün kılıyordu.
Her ülkede değişik bir süreç izleyen devrimci coşkunun
durulmasıyla, halkın günlük yaşama ilişkin ekonomik
talepleri de ağırlık kazandı. Halkın politikaya ilgisinin
sürekli kılındığı da söylenemezdi; çünkü bunu sağlayacak
temel şey başarılamamış, halk yönetime ortak edilememişti.
Dolayısıyla sağlıklı bir kültür politikası ve yeni sosyalist
insan yaratma sorununun gerçek bir çözümü de mümkün
olmuyordu.
Böylece, sonuçları 1980’li yıllarda ortaya çıkan sorunlar
öne çıktı. Halkın günlük sorunlarını çözmekle, ekonomik
sorunlarını çözmek anlamında yeterlilik yoktu. Kalkınma
temelde başarılmış, ancak halkın bir refah toplumuna
uygun hayat standartına ulaşması, tam olarak başarılamamıştı.
Oysa emperyalizmle çatışma, yalnızca sosyalizmin kazanımlarının
ve dünya halklarının savunulması değil, asıl olarak
sosyalist toplumsal ilişkilerin ve onun ürünü olarak
sosyalist refahın, kapitalizmle, onun olanaklarıyla
çatışmasıdır. Bu çatışmada üstünlük elde edilmedikçe,
ideolojik, kültürel ve ahlaki bir erozyonun koşulları
her zaman vardır ve komünizme bu sorun aşılmadıkça ulaşılamaz.
Sosyalist sistem ülkelerinin yöneticileri, izlenen politikaların
ve genel bilançonun çıkardığı bir sonuç olarak, sorunun
bu niteliğine, determinist ve ekonomist bir temelde
bakmışlardır. SSCB’nde sosyalizmin inşası ve komünizme
ulaşma hedefleri, her zaman ekonomik gelişmeyi, daha
doğrusu üretici güçlerin gelişmesini temel almış, sorunun
ideolojik boyutları yeterince değerlendirilememiş, beş
yıllık kalkınma planlarına olmasa da, sosyalizmin sahip
olduğu toplumsal içeriğe, yani sistem olarak kapitalizmi
aşma planına ulaşılamamıştır.
Kapitalizmin, hayatın her alanında geçilmesini bütünüyle
SSCB ekonomisine bağlamak doğru olmaz. Ancak, bugün
sosyalizmin yıkılmış olmasının başlıca nedenlerini,
sosyalist planlamanın zorunlu olarak dayandığı gelişme
eksenine bağlamak da açıklayıcı olmaz. SBKP, ekonomist
niteliğiyle olumsuzlukların başlıca sorumlusudur. Tarihsel
zorunlulukların sonucu olarak, teoriden hareketle olaylara
yön verme, teorik ilke ve yöntemleri bu bağlamda sürekli
kılma gerekliliğinin yerine; teoriyi, olayların gidişine
büyük ölçüde bağımlı kılma ve pragmatik bir niteliğe
büründürme tavrının başlıca örneğidir.
Bir topluma, sosyalist ekonomik işleyiş temelde hakim
olsa bile, gelir eşitsizliği, karaborsa, rüşvet, fuhuş
ve alkolizm en yetkili ağızlardan, yaygın toplumsal
hastalıklar olarak doğrulanıyorsa, o ülkede sosyalizmin
inşasının tamamlandığından sözedilemez. Komünizme ulaşmaktan,
sosyalist bir yaşama biçiminden, yani sosyalist insanın
yaratılmasından hiç söz edilemez. Genel ekonomik performans
ve emek üretkenliğinin, emperyalist metropollerin çok
gerilerinde kaldığı koşullarda ise, komünizm hiç bir
zaman yakalanamaz. Ancak komünizmi karşılayan ilişkiler
vardır ve bunlar da görüngü olmayı aşamazlar.
Bu durumda sorunların niteliği giderek sönmek yerine
güçlenecek ve böylece toplumsal üretim sürecinin üstünde
yer tutmak, ekonomik artıktan önemli bir payı alıkoyan
bir kastlaşmayı temel almak gibi bir eğilim, devlette
her zaman var olacaktır. Parti’nin görevi, devletin
işlevini üstlenmek değil, toplumun örgütlü öncü müfrezesi
olarak, bu eğilimle mücadele etmek ve bu eğilimin ürünü
olan yanlarından arınarak, dinamik bir güç olarak üzerine
düşeni yapmaktır.
Devlet, önceden yapılan kurgularla ve planlarla değil,
ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçlerin böyle bir
örgütlenmeyi gereksiz kılması, bir fazlalık haline getirmesiyle
söner.
Eski Reel Sosyalist ülkelerin birçoğunun er ya da geç,
sosyalist piyasa ekonomisi kavramına yönelmelerini rastlantıyla
açıklayamayız. Olay, üretici güçlerin gelişmesine rağmen,
yaşama düzeyinin yeterince yükseltilememesinin bir sonucudur.
Bu başarılamayınca, yozlaşma ve kapitalist sistemden
farklı biçim ve nedenlere dayansa da yabancılaşma yaygınlaşmakta,
ekonomik verimlilik düşmekte ve bu kez üretici güçlerin
gelişmesi durmaktadır.
Reel Sosyalist ülkelerde yıllarca, emek üretkenliğini
arttırma adına, maddi ve manevi teşvik yöntemleri kullanılmış,
prim, emek kahramanlığı vb. uygulamalar yaygınlık kazanmış,
yarışma ve rekabet savunularak teorileştirilmiştir.
Bu, belki yanlış değil; ama şu gerçek görülürse: Maddi
ve manevi teşvik, son çözümlemede ancak bireysel bir
çıkış yolu olabilir ve toplumsal dinamizmi yoğunlaştırma
bağlamında ciddi bir rol oynadığından söz edilemez.
Bu işlev, sınırlı bir düzeydedir. Çözüm, toplumun bir
bütün olarak refah düzeyine ulaşabilmesinden, bu yolda
bütünlüklü ve uyumlu bir gelişmeden geçer.
Zorunluluk, belli bir noktadan sonra açıklayıcı olmaktan
çıkar ve giderek engelleyici bir işlev görür. Çünkü
bu açıklama yolu, yanlış bir teorileşmeyi, dolayısıyla
yanlış çözümlere kaynaklık etmek gibi bir tehlikeyi
içerir. Örneğin, SSCB’nde yıllarca tüketim sektörü ihmal
edilmiş, uzay teknolojisinde önde giden bir ülke, tüketim
ve ara malları sanayisinde, birçok yeni sömürgenin fason
mallarının gerisinde bir kalitede kalabilmiştir. Bu
elbette asıl olarak üretici güçleri geliştirme zorunluluğunun
bir sonucudur. Ama emek üretkenliğini ve tüketime yönelik
talebi düşük tutmak gibi kaygılar da önemli olmuş ve
süreç içinde asıl neden haline gelmişlerdir.
Bu türden olguların ortaya çıkardığı sonuç, başta SSCB
olmak üzere, sosyalist ülkelerin birçoğunun, belli bir
aşamadan sonra başlangıçtaki yüksek gelişme temposunu
yitirmeleri ve giderek hantal bir niteliğin ağır basmasıdır.
Sorunun kökeninde yatan neden ise, topluma dinamizm
kazandıracak olguları güçlendirememektir.
Bilindiği gibi, sosyalizm öncesi toplumlara dinamizm
kazandıran temel neden, aynı zamanda eşitsizliğin de
başlıca nedeni olan özel mülkiyettir. Sosyalizmin buna
karşı alternatifi, çoğunluğun azınlık üzerindeki egemenliğine
dayanan bir sistem olmasıdır. Bu niteliğin sosyalizmi
dinamik kılacağı ve planlı ekonominin sağladığı avantajla
sosyalist sistemin kapitalist sistemi geride bırakacağı
düşünülmüştür.
Ancak, sosyalist sistem ülkeleri, halkı yönetime ortak
etmek gibi, sosyalizmin temel bir ilkesine ciddi zararlar
vererek ve ezilenlerin hakimiyeti yerine, yönetimi onlar
adına üstlenenlerin hakimiyetini engelleyemeyince, toplumun
üretim sürecine yabancılaşması ve dolayısıyla da, gelişme
dinamiklerinin zayıflaması gibi bir sonuç doğmuştur.
Öte yandan, sosyalizmin sistem olarak, insanlarını refah
toplumunun üyeleri yapabilmekte emperyalist metropollerin
gerisinde kalması, hantallığın ve durgunluğun diğer
önemli nedeni olmuştur. Sonuçta, devrimi izleyen sosyalist
inşa ve üretici güçleri geliştirme sürecinin baş döndürücü
gelişme temposu ve dinamizmi, sosyalist sistemin çökmesi,
temelden sorgulanması sürecini ve sorunların masaya
yatırılmasını engelleyememiştir.
Stalin’in 1936’da ilan ettiği sosyalist inşanın tamamlandığı
iddiası, birçok yanılgının ve izleyen yıllardaki teorik
formülasyonların, bunlara bağlı pratiklerin nedenini
oluşturmuştur. Ne var ki, SBKP yöneticileri, bu düzeyde
bir hesaplaşmayı hiçbir zaman yapmadılar. Çünkü bu tip
bir sorgulama herşeyden önce, parti bürokrasisinin kökenleri
üzerine, onu besleyen ve ayakta tutan nedenler üzerine
bir sorgulama anlamına gelecekti.
Böyle bir süreci, sonuçlarıyla ve yürütülüş biçimiyle,
olumsuzlukları sınırlı tutarak Stalin’in hatasıyla açıklamak,
çeşitli yanlışlıkları birbirinden yalıtarak ve çok yönlü
etkilerini atlayarak ele almanın yanında hem daha zor,
daha sancılı ve hem de bürokrasinin ayrıcalıklarının
ortadan kalkması anlamına gelebilirdi.
Dolayısıyla sık sık gündeme gelen yenilenme ve reform
girişimleri, geçmişin sağlam bir teşhisine dayanmadığından,
hastalığı yanlış teşhis etmenin bir sonucu olarak, yanlış
tedavi yollarına yönelecek ve sonuçta yenileme adına
varılacak nokta, sosyalist ilke ve kurallar ölçüsünde
geçmişin aşılması bir yana, bu geçmişin gerisine düşmek
olacaktı.
SBKP 3. Programı ve Sonuçları
SBKP’nin ilk programı, RSDİP’in 2. Kongresinde (1903)
kabul edilen programdı. Bu program daha çok “acil demokratik
hedefleri” içermiş ve komünizmi partinin nihai amacı
olarak ilan etmişti. Böylece RSDİP, dünyada proletarya
diktatörlüğüne programında yer veren, Marks ve Engels’in
bu arzularını yerine getiren ilk parti olma şerefini
de kazanmıştı.
SBKP’nin ikinci programı ise, 1918’de toplanan 9. kongrede
açıklandı. Bu program asıl olarak sosyalist toplumun
inşa edilmesine ilişkin görevleri saptamıştı. Programda
“Gotha Programının Eleştirisi” ve “Devlet ve İhtilal”de
çizilen çerçeveye uygun olarak, kapitalizmden komünizmin
üst aşamasına geçiş sürecinin devlet biçimi olarak proletarya
diktatörlüğü öngörülmekteydi. 1959 yılında toplanan
SBKP’nin 21. Kongresinde ise, SSCB’de komünizmin ilk
aşamasının tamamlandığı, resmen ilan edildi. Bu açıklama,
Molotov ve Stalin’in daha önceki açıklamalarından oldukça
farklı yanlar içeriyordu.
Stalin, komünizm aşamasına ulaşılmasını değil, sosyalizmin
kesin üstünlüğünü dile getirmiş ve geriye dönüşün koşullarının
ortadan kalktığı savından yola çıkmıştı. Ancak, soruna
kazandırdığı yeni nitelik, Marx ve Lenin’in çizdikleri
perspektiften bu düzeyden kopuşa, daha farklı yönelimlerin
ortaya çıkmasına uygun bir zemin oluşturmuştur. Ve işte
şimdi, komünizmin ilk aşamasının tamamlandığı söylenmekteydi.
Aynı kongrede bir komisyon seçildi. Bu komisyonun görevi,
toplumun içinde bulunduğu aşamayı tanımlamak ve yeni
hedefler saptamaktı.
Komisyonun çalışmaları iki yıl sonra, 22. Kongre’de
açıklandı. Ve onaylanarak, SBKP’nin 3. Programı olarak
ilan edildi. 3. Program asıl olarak, Stalin’in emperyalizme
rağmen komünizme ulaşılabileceği yaklaşımının bir uzantısıydı.
Ve söz konusu perspektifin ekonomist ölçülere ağırlık
verilerek programlaştırılmasıydı.
Stalin, emperyalist kuşatma altında tek ülkede bile
komünizmi olanaklı görmüştü. Oysa şimdi sosyalizm daha
avantajlı ve daha güçlüydü.
Emperyalistlerin çabaları, 2. Dünya savaşının sosyalizmin
zaferine dönüşmesini engelleyememiş, savaştan güçlü
bir sosyalist blok çıkmıştı. Sosyalizmin anayurdu, şimdi
düşman ülkelerle değil, sosyalist ülkelerle çevrilmişti.
Doğu Avrupa ve Çin ile, dünyanın üçte birini kapsayan,
dev bir sosyalist blok kurulmuştu. Ve sosyalizm, dünyanın
diğer yörelerinde de gündemin ilk sırasında, halkların
kurtuluş bayrağı durumundaydı; hızlı ve dinamik bir
gelişme vardı. Yani komünizm çok daha yakındı artık...
Stalin’in devletli komünizm anlayışını oluştururken
Marx, Engels ve Lenin’in öğretilerine dogmatik yaklaşmama
adına oluşturduğu, teoriyi yenileme, gelişen olaylara
uyarlama yaklaşımı, artık tam bir eklektizme dönüşmüş,
ihtiyaç duyulan teorik temel, fazla zorlanmadan yaratılmıştı.
Program, kapitalizmden komünizmin üst aşamasına geçiş
sürecini ikiye bölmekteydi. İlk aşama sosyalizm, ikinci
aşama ise ileri bir sosyalizmdi. İlk aşamanın devlet
biçimi proletarya diktatörlüğü olurken, ikinci aşamada
bütün halkın devleti sözkonusu olmaktaydı. İlk aşama,
kapitalizme geri dönüşün koşullarını ortadan kaldırmaya
ve sınıflar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya hizmet
etmişti. İkinci aşamada ise, komünizme geçişin koşulları
olgunlaştırılacak ve sınıflararası ayrım ortadan kalktığı
için, proletarya diktatörlüğü yerine, bütün halkın devleti
geçerli olacaktı.
Bu, yalnızca burjuvazinin ortadan kalkması anlamına
değil, aynı zamanda, proletarya, küçük burjuvazi ve
köylülük arasındaki ayrımın da ortadan kalkması anlamına
geliyordu. Böylelikle, parti de proletarya partisi olmaktan
çıkıyor, bütün halkın partisi oluyordu.
Programla birlikte, SSCB’de komünizmin büyük ölçüde
kuruluşu dönemine girilmişti. “Sosyalizmin komünizme
kerteli dönüşmesi nesnel bir yasadır, Sovyetler sosyalist
topluma daha önceki tüm gelişmesiyle hazırlanmıştır”
(SBKP 3. Programı, Nikitin) deniyordu. Buna göre, 1961-1980
yıllarını kapsayan onar yıllık iki plan süresinde bütün
halk için maddi ve kültürel mal bolluğu sağlanarak komünizmin
maddi ve teknik temeli yaratılacak, Sovyet toplumu,
ihtiyaca göre bölüşüm ilkesinin uygulamasını başlatacak,
tek bir komünist mülkiyete, bütün halkın mülkiyetine
kademeli bir geçiş gerçekleşecekti. Komünist toplum
SSCB’de 20 yılda esas olarak kurulmuş olacak ve bu iş
ileri bir dönemde tamamlanacaktı.
Programda, “Toplumsal güçler; işçi sınıfı, kooperatiflerde
toplanan köylülük, halktan gelme aydınlar ve ekonominin
toplumsal biçimleri (sosyalist mülkiyetin iki biçimi
üzerine kurulan işletmeler), Sovyetler Birliği ile öteki
sosyalist ülkelerde aynı tip olduğuna göre; her birinin
ulusal ve tarihsel özellikleri hesaba katılınca, komünizmin
başlıca kuruluş yasaları, SSCB’de ve öteki sosyalist
ülkelerde ortak olacaktır.” (Nikitin,Ekonomi Politik)
denilmekteydi. Yani, diğer sosyalist ülkelerin de, çoğunun
ileri sosyalizm aşamasına ulaştıkları varsayılmaktaydı.
Örneğin programı hazırlayanlardan P. Nikitin şöyle diyor;
“Sosyalist ülkeler, bugün, farklı gelişme evrelerinde
bulunuyorlar. Sovyetler Birliği, komünizmin büyük ölçüde
kuruluşu dönemine girmiştir. Öteki kardeş ülkeler sosyalizmin
kuruluşunu esas olarak tamamladılar ya da tamamlamak
üzereler. Dolayısıyla, dünya sosyalist sistemine giren
bazı ülkelerde sosyalizmin gelişmesinin farklı bir düzeyi
ile, eşitsiz bir derecesi ile karşı karşıya bulunuyoruz
(...) Dünya sosyalist sistemi, oluşturan ülkelerin,
bir tek ve aynı tarihsel çağın sınırları içinde komünizme
az çok birlikte geçişine olanak verir.” (Nikitin, Ekonomi
Politik)
Açıkça anlaşılacağı üzere, 1961’den 1981’e uzanan komünizme
kerteli geçiş, yalnızca SSCB’ni değil, diğer Doğu Avrupa
ülkelerini de içeriyordu. Nitekim 3. Program’dan sonra
bu ülkeler de çeşitli aralıklarla kendilerini “ileri
sosyalist” ilan ettiler. Örneğin, ileri sosyalizm kavramı,
SSCB’de 1967’de resmen kullanılmadan önce, Çekoslovakya’da
1960’da, Macaristan’da 1961’de, D.Almanya’da 1967’de
literatüre girdi.
Program, komünizmin maddi temelini ise şöyle açıklıyordu:
“Ülkenin toptan elektriklendirilmesi ve bundan (buradan)
hareket edersek, tüm ulusal ekonomi dallarında tekniğin,
teknolojinin ve toplumsal üretim örgütlenmesinin yetkinleştirilmesi,
imalat yöntemlerinin toptan mekanikleşmesi, yöntemlerin
daima daha ileri otomasyonu, kimyanın ulusal ekonomiye
geniş şekilde uygulanması; ekonomik verimliliği yüksek
yeni sanayilerde, yeni enerji ve malzeme tiplerinin
azami gelişmesi; doğal, maddi ve emek-gücü halindeki
kaynakların azami ve rasyonel kullanılması; bilimin
ve üretimin hızlı bilimsel ve teknik ilerleme tempolarının
organik bağdaşıklığı (association); emekçilerin kültürel
ve teknik düzeyinin yükselmesi; emek üretkenliği bakımından
kendileri kapitalist ülkeler üzerinde hatırı sayılır
bir üstünlük, ki bu da komünist rejimin zaferinin önemli
bir koşuludur.”
Daha sonraları, bunu sağlamanın bir aracı olarak bilimsel
ve teknik devrim kavramı yaygın biçimde kullanıldı.
2. Dünya Savaşı’nın ardından dünya çapında gündeme gelen
dev atılımların, bilimsel ve teknolojik düzeylerde büyük
bir dönüşümü, bir devrimi içerdiği gerçektir. SBKP ise,
bu kavramdan yola çıkarak, sözkonusu devrimin sosyalizmi
ilerletici, komünizme ulaşma hedefini hızlandırıcı işlevini,
yoğun biçimde vurgulamaktaydı:
“Parti, komünist toplumun kurulmasında, bilimin rolünün
sürekli artmasına geniş çaplı katkıda bulunacaktır,
üretici güçlerin gelişmesine yeni olanaklar getiren
araştırmaları özendirecek, en yeni bilimsel ve teknik
gerçekleştirimlerin geniş ve hızlı bir şekilde uygulanmasına,
doğrudan doğruya üretim için yapılanlar da dahil olmak
üzere, deney çalışmalarında kesin bir iyileşme, örnek
ve bilimsel ve teknik iletişim örgütü, yerli ve yabancı
öncü deneyim için araştırma ve yayma sistemi elde etmeye
çalışacaktır.”
Perestroika’nın beyni olarak kabul edilen A. Aganbegyan,
partinin bu görevi nasıl yerine getirdiğini şöyle açıklıyor:
“İlk Sputnik fırlatıldığında, ABD’de bir komisyon Sovyet
gelişiminin nedenlerini inceledi ve gizin, okul düzeyinde
Sovyet eğitiminde yattığına karar verdi. O zaman ABD’de
SSCB’deki % 10 oranına karşılık, ulusal gelirin %4’ü
eğitime harcanmaktaydı. 1985’e gelindiğinde ABD’nin
eğitim harcaması %11’e çıktı. SSCB’de ise %7’ye düştü,
çağdaş yaşamın getirdiklerinin çok daha altına. Okulların
donanımı kötü, öğretmenlerin maaşları düşük ve nitelikleri
yetersizdi.”
Komünizmin maddi temelinin kurulması ne getirecekti?
Nikitin şöyle cevaplıyor bunu:
“Komünizmin maddi temelinin kurulması, şu önemli sorunların
çözümüne olanak verecektir;
Birincisi, üretici güçlerin görülmedik bir gücünü yaratmak
ve nüfus başına üretim bakımından dünyada ilk sırayı
almak;
İkincisi, daha yüksek emek üretkenliğini sağlamak, Sovyetleri
en yetkin teknikle donatmak, çalışmayı bir mutluluk,
esin kaynağı haline getirmek.
Üçüncüsü, Sovyetlerin bütün ihtiyaçlarını sağlamak üzere,
maddi mal üretimini geliştirmek, bütün halka daha yüksek
yaşam düzeyi sağlamak, ihtiyaçlara göre bölüşüme geçiş
koşullarını yaratmak;
Dördüncüsü, sosyalist üretim ilişkilerini kerte kerte
komünist üretim ilişkilerine dönüştürmek, sınıfsız toplumu
yaratmak, kent ile kır arasındaki, kafa ile kol emeği
arasındaki başlıca farkları ortadan kaldırmak;
Beşincisi, kapitalizmle yapılan ekonomik yarışmayı kazanmak,
ülkenin savunmasını SSCB’ne, tüm sosyalist kampa saldırmaya
kalkışan her saldırganı ezmeye olanak verecek bir düzeyde
tutmak.”
Ne varki; bilinen bütün belgelerin, incelemelerin ortaya
çıkardığı bir sonuç olarak, bu amaç ve beklentilerin
hiç birine ulaşılamamıştır. Durumu yalnızca koşulların
zorlayıcılığıyla açıklayamayız. Bu, ancak sosyalist
inşa sürecini açıklamakta kullanılabilir. Ama ileri
kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki fark,
1950’lere oranla daha da açılmışsa, ortada ciddi bir
sorun var demektir.
Emek üretkenliği bağlamında, dünyada ilk sırayı almak
bir yana, sosyalist ülkeler, Asya, Latin Amerika ve
Afrika’nın aşağı çektiği dünya ortalamasının bile gerisinde
kalmaktadır. ABD ile SSCB arasındaki fark ise bir uçuruma
dönüşmüştür.
“Çalışmanın bir esin, bir mutluluk kaynağına dönüşmesi”
amacının ulaştığı sonucu açığa çıkaran şu sözlerin sahibi
ise, Perestroika’nın önderlerinden T. Zaslavskaya’dır:
“Sosyolojik incelemeler, hem kentte hem de kırda, bütün
işçilerin ancak beşte birinin tam kapasitede çalıştıklarını
gösteriyor. Geri kalanı, yapabileceklerinden daha azını
yaptıklarına, koşullar izin verdiğinde daha çoğunu yapabileceklerine
inanıyor. Bugüne kadarki yönetim sistemi, birçok durumda
kendiliğinden etkenlerin uyandıracağı etkiye ayak uyduramıyor,
toplumsal ekonomik gelişme de daha dengesiz hale geliyor.
Bu gibi sonuçlar istenmiyorsa, bir takım işçilerin en
önemli toplumsal değerlerden uzaklaşmalarının üstesinden
gelmemiz, bireysel çıkarları, grup çıkarlarını ve toplumsal
çıkarları bir bütün içinde birleştirmemiz gerekiyor.
Sosyal toplumda, buna ulaşmanın başlıca yolu, ekonomik
yönetimle ve toplumsal politikayla olur.”
SBKP 3. Programında; “Komünizme geçiş, komünist bilince
sahip, pek bilgili, kol emeğine olduğu kadar kafa emeğine
de yatkın, toplumsal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında,
bilim ve kültür alanında çalışması üstün olan insanların
eğitimini ve yetiştirilmesini gerektirir” deniliyordu.
1981’e gelindiğinde bu sorun çözümlenmiş olunacak ki,
“komünizmin yetkin aşamasının” kuralları işlemeye başlayacaktı.
1981’den sekiz yıl sonra 1989 Ekimi’nde, Aganbegyan,
sosyalist insanın ne düzeyde yaratıldığını açığa çıkaran
bir örnek verdi:
“Diğer bir hata, anti-alkol kampanyası sırasında yapıldı.
1986’nın sonunda votka fiyatlarını iki misli arttırdık,
hiç bir gerekçe göstermeden, hiç bir hazırlık yapmadan.
Karar, akademisyen ve uzmanlara danışılmadan alındı.
Bu kararın sonucu olarak votka satışları yarı yarıya
düştü. Ancak alkol tüketimi azalmadı. Çünkü insanlar
kendi votkalarını kendileri yapmaya başladılar. Biz
buna Samağon diyoruz. Evde alkol üretiminin hammaddesi
şekerdi, bu yüzden kişi başına yılda 40 Kg. olan şeker
tüketimi, 48 Kg’a çıktı. Ülkede şeker kıtlığı başladı.
Ve ne oldu? Şeker ithalatına başlandı. İnsanlar ellerindeki
para fazlasıyla şeker alıp bundan alkol yaparak içki
içiyorlar.”
Bir de şu sözlere bakalım: “Aşırı sağın çekim merkezi
VOOPIK’la birlikte Novosibirsk; Moskova ve Leningrad’da
şubeler kuran (Pamyat) Bellek ve Rodina (Anayurt) klüpleri
oldu. Onların önderleri, Yahudi karşıtı ve anti-demokratik
görüşlerini gizlemiyorlardı. Güçlü bir devleti, eski
imparatorluğun gerçek ruhunun canlanmasını düşlemektedirler.
Yetkililerin, 1985-1986 yıllarında başlattıkları sarhoşlara
karşı kampanya sürecince oluşmuş, çeşitli içki aleyhtarlığı
kulüplerinde tutunmuşlardı. Moskova çevresindeki bölgede
“Lyüberler” diye bilinen yarı kendiliğinden bir hareket
başgöstermiştir. Programları şaşırtıcı derecede basittir:
Moskovalıları, yabancı elbise giyen herkesi dövmek,
“metalcileri” kovmak ve hippilerin saçını kesmek. (...)
1986 sonunda kamu savcılığı bürosu, Lyüberlerin yaptığını
soruşturmaya başladı. Ne varki soruşturma bitirilemedi.(...)
Oldukça açık biçimde belirli güçler, kamuoyunu bu tehdide
karşı seferber etmekle hiç ilgili değillerdi. Açık olan
başka birşey daha vardı. Lyuberlerin isimsiz ve nüfuzlu
koruyucularının Gorbaçov’un muhalifleriyle bir ve aynı
kişiler olması.”
Örnekler çoğaltılabilir, ama bu kadarı fazlasıyla yeterli.
SBKP’ne göre 1961’den 1981’e kadar geçen zaman içinde,
emperyalizm yakalanacak ve her alanda geçilecek, komünizmin
yetkin aşaması başlayacaktır. SSCB, D.Almanya, Polonya,
Çekoslovakya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan, bu
kategoride değerlendirilmektedir.
Yanlış saptama ve amaçlar, bununla bitmedi; 1981 yılında,
SBKP 11. Kongresinde ileri sosyalist toplumun kurulduğu
ilan edildi. Böylelikle sosyalizmin artık emperyalist
kapitalist sistemi geride bıraktığı anlatılmaktaydı.
Çünkü 3. Program’a göre, 1961-71 sürecinde kapitalizm
yakalanacak ve geçilecek, izleyen on yılda ise, bütün
halkı kapsayacak maddi ve kültürel bolluk dönemi başlayacaktı.
Ama, 1971-75 döneminde de amaçlara ulaşılamayınca, bu
kez 1976 yılında “ileri sosyalist topluma doğru güçlü
ilerlemeden” söz eden bir söylem belinlendi. Nihayet
1977 yılında, SSCB Anayası’na, “ileri sosyalist toplumun
kurulduğu” yazıldı. Komünizm başlamıştı...
Doğu Avrupa ülkeleri de bu plan ve programa, bu söyleme
uygun olarak davranmaktaydı. Brejnev şöyle diyordu:
“SBKP’nin program ve amaçlarının gerçekleştirilmesi
için alınan yol ve zamanlama düzeltilmiş, somutlaştırılmış
ve uzun bir tarihsel dönem için strateji ve taktikleri
tamamlanmıştır.”
Zamanla teori ve pratik arasındaki uçurum, SBKP önderliğini
de ihtiyatlı olmaya zorladı:
“Ülkenin komünizm aşamasına yakınlığı konusundaki olası
abartmalardan kaçınılması yolunda uyarıda bulunduk.”
diyordu Andropov.
Gerçeğin itirafı içinse, Gorbaçov’un önderliği üstlenmesi
beklenecekti.
“3. Parti Programı’nın kabulünden bu yana geçen çeyrek
yüzyılda pek çok şey değişmiştir. Yepyeni bir tarihsel
deneyim biriktirilmiştir. Tezlerin ve çıkarılan sonuçların
hepsi doğrulanmıştır. Komünizmi tam olarak kurmanın
görevleri, doğrudan doğruya pratik çalışmalar düzeyine
aktarma zamanının gelmediği ortaya çıkmıştır. Bir dizi
somut sorunun çözüme kavuşturulması süreci ile ilgili
olarak tahmin yanlışları yapılmıştır.”
Buna rağmen, Gorbaçov, SSCB’de sosyalist inşanın tamamlandığı,
geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığı ve ülkenin
ileri bir sosyalist toplum olduğu iddialarını görmemekte,
ya da komünizme geçişin kendi programı ile mümkün olacağını
söylemektedir. Perestroika’nın ideolojik çerçevesini
incelersek, bu program ve teorik temelin komünizmle
ne kadar ilgili olup olmadığını göreceğiz. Ancak öncelikle,
Perestroika’yı “son çare” yapan nedenleri gözden geçirmemiz
ve sistemin baş çelişkisini tespit etmemiz gerekli.
Toparlayacak olursak, resmi açıklamalara göre, SSCB’de
1917’den 1950’ye kadar geçen süre, tek ülkede sosyalizmin
kuruluş aşamasıdır. Bu tarihte Stalin, sosyalizmin inşasının
tamamlandığını açıkladı. 1936’dan 1961’e kadar geçen
süre, ileri sosyalist toplumu oluşturma aşamasıdır.
1961’den sonra ise, ileri sosyalizm aşaması sözkonusudur.
1977’de bu resmen ilan edilmiş ve anayasaya alınmıştır.
Ayrıca 1961’den 1981’e kadar geçen sürede komünizme
geçileceği öngörülmüş, bu planın tutmadığı ise, ancak
1987’de açıklanmıştır.
Bu açıklamalara temelde ekonomik indirgemeci ölçüler
hakim olduğundan, hiçbiri, gerçeği yansıtmamıştır. Sosyalist
inşa, ekonomik, siyasi, entellektüel ve etik süreçlerde
tam bir hakimiyeti gerekli kılar. Dünyada emperyalist
kapitalist sistem yaşarken de bu olanak dahilindedir.
Ama emperyalizm karşısında mutlak bir üstünlüğü gerekli
kılar. Bu da emperyalizmin zaten büyük ölçüde etkisizleştiği
anlamına gelir.
Böyle bir olasılığı teorik düzeyde olanaklı kılan neden,
bütün insanlığı tehdit eden nükleer silahlanmadır. Emperyalizm,
nükleer silahlanmayı kendisi için bir çeşit emniyet
sübobuna ve varlığına yönelik tehditlere karşı dünya
halklarının tepesinde sallanan bir demokles kılıcına
dönüştürmüştür. Ancak emperyalizmin varlığı henüz yalnızca
nükleer silahlanmayla korunmaktan çok uzaktır. Bu değişmedikçe,
gerçekleşmiş olan ve gerçekleşebilecek olan geriye dönüş
sorunlarının sağlıklı bir çözümü olanaksız kalır. Çünkü
sorunun temelinde yatan neden, yani yeni tip insanın
yaratılması olanaksızlaşır.
Reel Sosyalist ülkeler, çöküş günlerine kadar, ekonomik
ölçüleri, üstelik dünyanın diğer bölümünü bu ölçülerin
ötesinde tutarak, gelişmenin göstergesi olarak kullandılar.
Kendi içinde bir gelişme, elbette saptanmaktaydı. Ancak
değil ileri sosyalizmin, sosyalizmin anlamı bu olamazdı.
Bu, reel sosyalizmdi...
Ekonomist ölçüleri kullanırsak, dünyanın hiçbir yerinde,
insanların 1917’den daha geri bir yaşama düzeyine sahip
oldukları söylenemez. Örneğin Marks’ın “Kapital”de uzun
uzun betimlediği işçi sınıfı görüntüleri, bugün ileri
kapitalist ülkelerin hiçbirinde yoktur. Ekonomist ölçülerle
bir gelişme, yaşama düzeyi bağlamında bir ilerleme elbette
vardır. Ama bu reel bir gelişme anlamına gelmez. Çünkü
sistemin temel işleyişi değişmemiş, artı-değer sömürüsü
ortadan kalkmamıştır. Tersine daha büyük ölçekli ve
daha yoğun bir sömürü vardır.
Sosyalizmin üstünlüğü başlangıçta, yaşam düzeyi bağlamında,
ekonomik ölçüler bağlamında daha ileri olmasından kaynaklanmaz.
Bu üstünlüğün dayandığı temel, daha ileri işleyiş yasalarına
sahip olması, üretim sürecine hakim olan anarşinin yerine
planı koyması, eşitsiz bölüşmenin yerine daha adil bir
bölüşmeyi esas almasıdır. Ama çağdaş sosyalist gelişmenin,
üretici güçleri görece geri ülkeleri başlangıç alması,
bu üstünlüğün teorik düzeyde kalmasını getirmiş, sorunun
gerçeklik kazanması süreç içinde çözüm beklemiştir.
Bu süreç tamamlanmadıkça, sosyalizmin teorik üstünlüğü
toplumsal pratik içinde gerçeklik kazanmadıkça, geriye
dönüş her zaman mümkündür. Yani sosyalizmin teorik planda
var olan üstünlüğü, ekonomik, siyasal, entellektüel,
estetik ve etik düzeylerde gerçeklik kazanmadıkça, sosyalist
inşanın tamamlanmasından söz edilemez.
Sosyalist inşa değerlendirilirken kullanılan ölçütlerin
niteliği ise, daha başkaydı. Özel mülkiyetin kaldırılması,
kollektivizasyon ve sanayileşme programlarında hedeflere
ulaşılması ve bu sorunların en temelde çözümü, geriye
dönüşün koşullarının ortadan kalktığını ilan etmeye
yetmişti. Ekonomi politiğin asıl konusunun üretim değil,
üretim sürecinde insanlar arası ilişkiler ve eğitimin
toplumsal yapısı olduğu gerçeğine ters düşen ölçülerdi
bunlar. Sosyalist kültür sorunu atlanıyor, sosyalist
yaşama biçimi ve yeni insan olguları ölçü olmaktan çıkıyordu.
Bugün varılan sonuçtan hareketle rahatlıkla söyleyebiliyoruz
ki, geriye dönüş koşullarının ortadan kalktığını ve
komünizmin üst aşamasına ulaşıldığını iddia eden yaklaşımlara,
ekonomizm damgasını vurdu. Bu niteliğin sonucu olarak
da, proletarya diktatörlüğünün varlık nedenlerini yitirdiği
düşünüldü. “İhtiyaca göre dağıtım” ilkesine uygun ilişkiler
örgütlenmeden, ileri sosyalist bir nitelikten söz edildi.
Gelir eşitsizliği sistemin baş çelişkisiyken, sınıfların
kalktığı var sayılıyor, proletarya diktatörlüğünün yerine
“bütün halkın devleti” ve proletarya partisinin yerine
“bütün halkın partisi” konuyordu. Diğer yanlışlıklara
koşut giden ve yanlış programlara, yanlış çıkarımlara
kaynaklık eden tezlerdi bunlar ve sonuçları da ağır
oldu.
1981 yılında komünizme ulaşılacağı varsayılan ülkelerden
SSCB, yerkürenin bütün halkları için de ağır ve acı
bir yıkım, geriye dönüş yaşamıştır.
Ekonomik ve siyasal sorunlar bir yana, ülkenin en büyük
sorununun ulusal sorun olduğu, ve bu yakıcı sorunda
SSCB sürecinde gerçek bir ilerlemenin sağlanamadığı
anlaşılmış durumda. Ulusal sorunun çözümü, demokratik
devrimin konusunu oluşturur. Sosyalist devrimin üzerinden
70 yılı aşkın bir sürecin geçtiği bir ülkede, bu sorun
yıkıcı sonuçlar yaratabilecek düzeyini korumuşsa, durumu
hiç bir biçimde “zorunluluk” türünden açıklamalarla
tanımlayamayız. Tümüyle sosyalist inşa süreci boyunca
işlenen bir hata vardır ortada. Yani sorunun çözümü
daha baştan bir dizi yanlışı içermiş, süreç içinde de
bu yanlışların aşılması bir yana, ortaya kocaman bir
patlama çıkmıştır.
Polonya, Macaristan, Bulgaristan, Doğu Almanya, Çekoslavakya
ve Romanya’da da özgün süreçler yaşandı. Romanya’da
Çavuşesku, yıkım sürecine ciddi bir direniş gösterdi
ve bu direnişinin bedelini, pespaye bir CIA darbesinde
infaz edilerek canıyla ödedi. Ardından, başta güzelim
Romen kızlarının etleri olmak üzere, tüm Romanya başdördürücü
bir satışa çıkarıldı. İç dinamizmleriyle değil, Emperyalistler
arası 2. Paylaşım Savaşı’nın rüzgarıyla sosyalizme yönelen
bu ülkelerin sosyalizm pratikleri de kuşkusuz ciddi
bir tartışmanın konusudur. Ama ekonomist ölçülerin değil,
Leninist ölçülerin kullanılması halinde, en azından
Doğu Almanya ve Çekoslovakya ayakta kalabilma potansiyeline
çok daha fazla sahiptiler.
Çünkü bu iki örneğin, ekonomist ölçülerde ciddi görünen
sorunları yoktu. Sistemin en ileri ülkeleriydiler. Ama
ekonomik başarılarla sorunların bitmeyeceği, dahası,
ekonomik gelişmişliğin sağlam bir ölçü olmadığı açıkça
görülmektedir. Onbinlerce insan Doğu Almanya’dan kaçtı
ve Doğu Almanya’ın yıkımı, emperyalizmin görkemli ve
isterik bir gösterisine dönüştü.
Bu sonuca nasıl varıldı? “İleri sosyalist” ülkeleri,
bir sarsıntıya, bir çıkmaza, bir yıkıma sokan nedenler
nereden kaynaklanıyordu? Bu sonuç, bir bütün olarak
çağdaş sosyalist pratiğin bir sonucudur ve kökenleri
Stalin sonrasına değil, Stalin’in yöneticiliğini yaptığı
sürecin öne çıkardığı uygulama ve kurumların süreklilik
kazanmasına dayanır.
Bugünün olumsuzlukları, kuşkusuz Stalin’in eseri olamaz.
Ama oluşan yanlış uygulamalar, daha yanlış uygulamaları,
bu temelde kural ve gelenekleri getirmiş, birbirini
tamamlayan olumsuzluklar, giderek süreci belirlemeye
başlamış ve sonuçta sistemi, tarihin en büyük yıkımıyla
karşı karşıya bırakmıştır.
Ama çok iyi bilinmelidir ki, yıkılan, çöken, sosyalizm
değil, reel sosyalizmdir ve yenilen sosyalizm değil,
sosyalizm adına yapılan hatalardır. Sosyalizm yaşamaktadır
ve mutlak zaferi, kaçınılmazdır!.
Devam etmek
için tıklayınız
|