Sosyalizmin
Sorunları Dosyası
IV. Bölüm
|
Glasnost
Glasnost, literatürümüze Perestroika'dan daha önce girmiştir.
Glastnost, 'sorunların ve çözüm yollarının açıkça tartışılması'
ve bu temelde "sosyalist demokrasi"nin geliştirilmesi
olarak öne sürülmüş, ilk aşamada da, genelde büyük bir
sempati ile karşılanmıştır.
72Ancak sürecin ilerlemesi ve tezlerin yaşam içindeki
yansımalarının belirginleşmesiyle birlikte, sorunun
yalnızca bu çerçevede kalmadığı görüldü.
Sözkonusu olan, yüzeysel bir açıklık gösterisi ya da
tezlerde ifade edildiği gibi, sosyalizmin uygulama hatalarının
düzeltileceği bir sürecin kapılarının aralanması değildi.
Sözkonusu olan, köklü bir dönüşümün, bir yeniden yapılanmanın
tamamlayıcı unsuru olarak öne sürülen bir 'açıklıktı'...
Reel sosyalizmin, kapitalizme açılmasıydı.
Giderek içinde Glasnost, Perestroika sürecinin siyasal
düzeyde yürürlüğe soktuğu uygulamalarla ve bu doğrultudaki
çeşitli sonuçlarla özdeşleşen bir terime dönüşmeye başladı.
Gorbaçov, bir dönüm noktası olan 19. Konferans'ta şöyle
diyordu:
"Geniş ölçekli bir süreç başlattık, radikal bir
ekonomik reform yapıyoruz. Şimdi de, siyasal sistemin
reformu gündemde. Buraya, Perestroika'nın kendi gelişiminin
bir sonucu olarak vardık, iç mantığın bir sonucu olarak
vardık. Bizim için açıkça yaşamsal bir gerekliliktir
bu. Neden? İşlerin geçmişte nasıl olduğunu bir çok insan
hatırlar, daha genç olanlar da bilmek zorunda. Savaş
sonrası dönemde bir çok temelli, sosyo-politik reform
girişimine tanık olduk.
1953 Eylül Plenumu, kırların gelişmesine büyük bir itilim
kazandırmıştı. Ama 1958'e gelindiğinde, herşey yeniden
batağa batmıştı. Aynı şey, 1965'te başlatılan reform
için de geçerliydi. Bu sürecin, bizim şimdi ekonomik
reformlarımızda öngördüklerimizle aynı şeyleri ele aldığını
hatırlatabilirim yoldaşlar. Gerçekte reformun bir çok
sonucundan faydalanıyoruz. Öyle ise aksama nerede idi?
Bütün o geçmiş çabalar, toplum yönetiminde idari yöntemleri
benimseyen siyasal sisteme takıldı kaldı. Bana iyi kulak
verin: Eğer siyasal sistemimizi gerektiği gibi biçimlendiremezsek,
bütün girişimlerimiz, bütün dev tasarımlarımız, düpedüz
tökezleyecektir." (Gorbaçov, Rapor)
Bu sözler, Perestroika sürecinin gündeme getirdiği siyasal
düzenlemelerin kökeninde yatan mantığı yeterince açıklamaktadır.
Olay, salt bu biçimiyle, kuşkusuz doğrudur.
Gerçek bir dönüşüm ve ilerleme, yalnızca ekonomik düzenlemeler
bağlamında ele alınırsa, sorunun siyasal, toplumsal
ve ideolojik etkileri ve ihtiyaçları atlanırsa, ortaya
uzun vadeli sonuçlar bağlamında, ancak sakıncalı ve
zararlı uygulamalar çıkar. Sosyalizmin çağımız boyunca
yaşadıkları, bu tezin defalarca kanıtlanmasını içermiştir.
Ne var ki; sorun yalnızca bu teorik çerçevenin belirlenmesi
ile sınırlanamaz. Önemli olan, bu çerçevenin içinin
nasıl doldurulacağıdır.
Gördük ki; Perestroika, ekonomik düzeyde ancak geçici
bir canlanma sağlamış fakat orta vadede, sosyalist sistemde
gerileme anlamına gelecek, daha da ötesi, sistemi çökertme
anlamına gelecek bir uygulamalar zincirini ifade etmiştir.
Dönemin siyasal, toplumsal ve entellektüel düzenlemeleri
de, bu yeni çerçeveye uygun biçimde geliştirilmiştir.
Daha doğrusu, bütün bu sonuçlar amaç olarak saptanmıştır
ve baştan itibaren, proletarya demokrasisi normlarından,
yönelimler bağlamında da uzak bir tablo, hızla çizilmeye
başlanmıştır. Bu gerçekliğin ayırdında olmak ve onu
bu biçimde tanımlamak için daha fazla neden gerekmemektedir.
Sözkonusu süreçte ekonomik yeniden yapılanmaya koşut
olarak gündeme getirilen, sosyalizmin temel prensiplerinden
yararlanılarak formüle edilen, özünde emperyalizmin
reel sosyalizmi çökertme programının parçaları olan
'sanal' düzenlemeleri şöyle sıralayabiliriz:
* Sosyalist ekonomiye gerçeklik kazandırmanın temel
aracı olarak, işçi öz yönetimi ilkesinin yürürlüğe konulması
amaçlanmıştır.
* Ülke içinde serbest bir tartışma ortamı yaratılmış;
basın, sanat ve bilim alanlarında daha fazla özgürlük
ve bu kesimlerin örgütlenmeleri üzerindeki engeller
azaltılmıştır.
* Bu sürece uygun idari reformlar başlatılmıştır. Parti
içi demokrasinin geliştirilmesi ve Sovyetlerin güçlendirilmesi,
bunun başında gelmektedir.
Bütün bu gelişmelerin ihtiyaç duyduğu ideolojik temel
olarak anti-stalinizm, destalinizasyonu geride bırakacak
boyutlarda ve yaygın olarak gündeme getirilmiştir.
"İşçi özyönetimi" ilkesi, öteden beri geniş
tartışmalara konu olmuştur ve Türkiye Solu'nun gündeminde
de önem kazanmıştır. Bugüne kadar uygulanan ve eski
SSCB'li yazarların ifade ettikleri biçimiyle işçi yönetiminin,
proletarya demokrasisinin sağlıklı bir işleyişine doğal
olarak yol açacağı tezleri, doğru değildir. Bu işletmelerde;
kar, bir bölüşüm kategorisi olarak, işletmeye aktarılmaktadır.
Böyle bir sistem çerçevesinde, işletmenin üretiminin
ve karının simgesi haline gelen işletme yöneticisi,
kaçınılmaz olarak kapitalist bir anonim şirketin yönetim
kuruluna benzer tavırlar geliştirecektir. İşçilere,
bu yönetim kurullarında biçimsel haklar verilse bile,
ezici bir genellemeyle, bu hakları sınıf çıkarlarına
göre kullanamazlar. Çünkü onlar da, "kar için üretim"
yasasına tabi olacaklardır.
Eğer işçiler, işyerlerinin iflasını ve zarara uğrama
tehlikesini göze almak istemiyorlarsa; sistemin gerekleri,
belli metaların belli amaçlar için üretimini ve ücret
taleplerinin sınırlandırılmasını dayatır. Bu koşullarda
"işçi özyönetimi", olsa olsa kendi sömürülmesini
onaylayabilir ve bütüne de, parlak bir "sosyalist
demokrasi" cilası sağlar.
Yugoslav özyönetiminin teorisyeni E. Kardelj, Yugoslavya'da
işletme yöneticilerinin etkisinin, Merkez İşçi Konseyi'nde
bu arada belirleyici hale geldiğini, işçilerin yetkilerini
"menacerlere" devrettiklerini ve sadece biçimsel
bir denetleme işlevine sahip olduklarını itiraf etmek
zorunda kalmıştı. Kardelj'e göre; "Mühendislerin
ve genel olarak uzmanların -mutlaka sayısal olmasa da-
katılımın aktifliği açısından, Merkez İşçi Konseyi'nde
ağır basmaları, genellikle yaygın bir olgudur, ve belki
şimdiden belirleyici bir etkiye sahiptir." (A.
Karlo agy)
Öte yandan, kullanma yetkilerine konulan sınırlamaları
değerlendirirken, burjuva toplumlarında bile üretim
araçları üzerindeki kapitalist tasarruf serbestisinin
sınırsız olmadığı olgusunu gözden uzak tutmamak gerekir.
Üretim araçlarının, neyi ve nasıl üretmek üzere kullanılacağı,
yeni yatırımlarla genişletilmesi, eskiyenlerin satılması,
ürünlerin hangi kayıtlarla ve kime satılacağı gibi sorunların,
kimin tarafından ve nasıl cevaplanacağı önemlidir. (K.
Boratav, Piyasa ve Sosyalizm)
Bu saptamalardan hareket ederek diyebiliriz ki; SSCB'nde
uygulanan işçi özyönetimi, proletarya demokrasisinin
gelişmesine değil ama, yabancılaşmanın ve atomizasyonun
gelişmesine hizmet etmiştir.
Proletarya demokrasisi, toplumsal bir örgütlenmedir
ve ekonomi ile siyasetin içiçe girmesine dayanır. Bunun
da tek yolu vardır: Toplumsal mülkiyet+toplumsal planlama.
Toplumsal mülkiyetin yerine grup mülkiyetini, toplumsal
planlamanın yerine piyasayı koyan sistem, proletarya
demokrasisine hiçbir zaman yaklaşamaz ve ölçüleri de
bir noktadan sonra, burjuva demokratik ölçüler olmak
durumundadır.
Dolayısıyla eski SSCB'de Glasnost ile başlayan süreç,
yarattığı 'serbest tartışma ortamından', basın, sanat
ve bilimsel çalışmalara sağladığı 'olanaklardan' yola
çıkarak, proletarya demokrasisinin gelişmesi olarak
kabul edilmemeli idi.
Sosyalist ülkelerde, özellikle onlarca yıl boyunca antagonist
çelişkilerin olmadığı iddia edilen SSCB'de, bu konularda
gereken özgürlüklerin sağlanamaması, sistemi yönetenler
açısından büyük bir çelişkiydi. Ama bütün bunları, oldukça
geri toplumsal özelliklerin üzerinde yükselmeye çalışan
ve alabildiğine kuşatılmış topraklarda yaşam savaşımı
veren bir sosyalizm sürecinin kendi özellikleri ve koşulları
için değerlendirmemek, tarihe karşı olduğu kadar, geleceğe
karşı da haksızlık olur.
Öte yandan bütün bu uygulamalar, reel sosyalist ülkelerde,
proletarya demokrasisinin ayırt edici yanına dokunmaz.
Proletarya demokrasisi, emeğin özgürleşmesinin politik
biçimidir.
Değer yasası ile emeğin özgürlüğü kavramlarının arasında
ise, tarihsel bir çelişki vardır. Ve emeğin özgürleşmesinin
bir aracı olarak toplumsal planlamanın yürürlüğe sokulması,
değer yasasının yadsınması ile, bu çelişki aşılır.
Marksist yöntemden hareketle, piyasa ekonomisi ve proletarya
demokrasisini uzlaştırmak mümkün değildir.
Zaten SBKP'nin de böyle bir çabası olmamıştır. Onlar,
'sosyalist demokrasi' demişlerdir ve bununla proletarya
demokrasisi kavramı arasında çok önemli farklılıklar
vardır.
Daha doğrusu, böyle bir farkı, SBKP yaratmıştır. "Sosyalist
demokrasi" ve "proletarya demokrasisi"
tanımlamaları, yanlızca aynı durumun farklı adlandırılması
değil, aynı zamanda temelden farklılaşma anlamına gelmektedir.
"Bütün halkın devleti" ve "bütün halkın
partisi" kavramlarıyla yan yana gelince, SBKP'nin
"sosyalist demokrasi"den ne anladığı, yeterince
açıklık kazanmıştı. Bu, proletaryanın öncü rolünün ve
toplumsal insiyatifinin gözardı edildiği bir demokrasi
anlayışıdır. SBKP 19. Konferansı'nda alınan idari reform
kararları, bu temelde değerlendirilmelidir. Kararların
ekseninde, "Sovyetler'in canlandırılması ve güçlendirilmesi,
merkezi yönetim organlarının yeniden biçimlendirilmesi
ve parti ile devletin ayrılması" anlayışları yer
almaktadır.
Bu kararların mantığı, genellikle bürokrasinin tasfiyesi
yolunda çaba ve Gorbaçov'un parti içindeki direnişçilere
karşı yeni ağırlıklar oluşturmayı amaçlaması biçiminde
açıklanmıştı. Bu nedenle, genelde desteklendi ve ilgi
gördü. Kararların kağıt üzerinde ifade ediliş biçimi,
parlak, yanıltıcı ve hatta sosyalizm yanlılarının yüzde
doksanlara varan genişlikte bir kesimi için, sosyalizmin
geleceği adına umut verici idi...
Gorbaçov, değişimin ve yenilenmenin dayanaklarını çok
usta bir polemikçi tarzıyla, Lenin'de 'arıyordu'. Ortaya,
sosyalizmin uygulamada herkes tarafından altı çizilen
aksamalarını koyuyor ve bunların değiştirileceğini iddia
ediyordu. Sonuçta; amaçlanan ve değiştirilen, sistemin
topyekün kendisi oldu.
Bunun ipuçları, o günlerde de yok muydu? Kuşkusuz vardı
ve daha Gorboçov'un en parlak sosyalizm nutukları attığı
ilk dönemlerde bile sürecin, yüzyılın programını içeren,
sosyalizm düşmanlığını içeren bir süreç olduğunu saptamıştık.
(Şafak Yargılanamaz 1. Cilt/ Hasan Şensoy/ Sf,26-32)
Sağlıklı bir değerlendirme için, şu gerçekleri gözden
ırak tutmamak gerekiyordu:
* SBKP kararlarındaki en önemli temel nokta olan, toplumsal
çelişkilere ilişkin saptama hatası, bütün gelişmeleri
belirleyecekti. SBKP, toplumun antagonist çelişkilere
sahip olduğunu gözardı etmekteydi. Onlara göre, sanayi
ötesi toplumlarda sınıflar farklılaşmışlardı ve özel
olarak SSCB'de, sınıflar arasında ayrım yoktu.
* Buna bağlı olarak toplumsal planlama ve toplumsal
mülkiyet kavramları alabildiğine esnetilerek, özel girişimcilik
desteklenmeliydi. Sanayi sektörlerinde grup mülkiyeti
düzeyinde başlayan bu süreç, yaygın bir desantralizasyonu
açığa çıkardığı gibi, hızla derinleşmiştir.
Bu olgular, SSCB'nin hızlı çözülüşünü açıklamak için
önemlidir. Sistem, o güne kadar süre gelen uygulamaların
sonuçsuz olduğu görüşünden hareketle, değer yasası temelinde
yeniden biçimlenme yoluna sokuldu. Siyasal düzenlemeler
de, alt yapıdaki dönüşümlerin doğal sonuçları olarak
tanımlandı.
Süreci, bazılarının yaptığı gibi reformcularla tutucuların
çatışması olarak algılamak, büyük bir yanılgıdır ve
sosyalizm bilincinin temel kuramlar düzeyinde dahi yerli
yerine oturtulamamış olduğunun göstergesidir.
Ancak, sözkonusu süreçteki çatışmalara, sosyalist değerleri
savunanlarla onu tasfiyeye çalışanların çatışması olarak
da bakmamak gerekir.
Olay, toplumsal gelişmeleri reformlarda arayan ve bu
reformları açıklarken temel kavramları farklılaştıran,
bunu da ustalıkla yapan yöneticilerle; büyük dönüşümlerde
o güne kadar sahip oldukları ayrıcalıkları yitirecek
olan, varlıkları eski idari işleyişle özdeş olan kesimlerin
çatışmasıydı.
Bu süreçte parti içinde gerçek bir devrimci sosyalist
direniş ve bu yolda mücadele, etkinlik sözkonusu değildir.
Aksi halde, sosyalist düşüncenin ve programların gücü,
belki de sürece bambaşka ivmeler kazandırabilecekti...
Perestroika sürecinin asıl karşıtları, bu taraflar değildir;
asıl çatışma da, parti içi çatışma olarak gündeme gelmemiştir...
Bu çatışma, geçici ve yeni sürecin sahip olduğu özelliklerin
bir sonucu olmak durumundadır.
Asıl çatışma, sistemi savunan silahlı güçlerle, perestroika
süreciyle birlikte palazlanacak olan karşı güçler arasındaki
çatışmadır. Bir yanda parti vardı ve öte yanda da çeşitli
tonlara sahip muhalif çevreler...
Bu muhalif çevreler, çeşitli cumhuriyetlerdeki milliyetçi
gruplardan, açıkça burjuva demokratik işleyişi savununlara
kadar uzanan geniş bir yelpazeyi oluşturdu. Ve başlıca
eksiklikleri, örgütlenme alanında, yasama organları
seçimlerine katılmalarını sağlayacak haklara sahip olmamalarında
açığa çıkıyordu.
Gündemdeki sorun, sistemin bu örgütlenme talebine ne
kadar karşı koyabileceği idi. Ekonomik reformlar, hem
cumhuriyetlerin ayrılma taleplerini, hem de bazı çevrelerin
burjuva içerikli örgütlenme taleplerini canlı tutacak
özelliklere sahipti. Bütün bunlara rağmen bir yandan
ulusal mozaiğin korunması, bir yandan da partinin öncü
rolünü sürdürmesi ve ekonomik reformların sosyalizmi
ilerletici sonuçlar doğurması; ancak, proletarya demokrasisinin
işletilmesiyle mümkündü.
Komünizme geçinceye kadar kapitalizmin yeniden gelişme
olasılığının varlığını, sosyalizmin ayrı bir toplumsal
yapılanma modeli olmadığı bilinci yenebilirdi. Sosyalizmin
komünizme geçiş süreci olduğunu ve antagonist çelişkileri
içerebileceğini görmek, sistemin güvencesi olarak da
proletarya demokrasisini yürürlüğe sokmak gerekiyordu.
Bölüşüm ilişkilerindeki sağlıksızlığı aşmak, burjuva
içerikli muhalefetin güçlenmesinin yolunu tıkamak, yanlızca
böylece mümkün olabilecekti...
Ne var ki; SBKP'nin sahip olduğu ideolojik anlayış,
bu tür bir persperktiften çok uzaktı. Dolayısıyla, bütün
bu idari reformlar, kaygan bir zemin üzerinde durmakta
idi ve uzun bir süreç düşünüldüğünde, gelecekteki sonuçlar
açısından ciddi sorunlar yaratmaktaydı. Başlangıçta
sürecin yönelimi değerlendirildiğinde; gelecek yıllarda
ne olacağı sorusunun karşılığı, bütünüyle sistemin kendisini
savunma dinamiklerine bağlı idi... Fakat gördük ki,
sistem kendisini savunamamıştır!..
SSCB'nin giderek önem kazanan sorunu, ulusal sorun
idi...
Proletarya demokrasisinin sağlıklı biçimde işlemediği,
paranın zenginliğin simgesine dönüştüğü ortamda, sınıfsal
kaygı ve çıkarlar, yerini yavaş yavaş, bireysel kaygıların
ön plana çıkmasına bırakır.
Bu, çözülemeyen ve zaaflı kalan sorunların büyümesi
ve çarpık boyutlar kazanmasına yol açar. Bugün artık
anlaşılan odur ki; SSCB'nde ulusal sorun, geçmişte de
sağlıklı çözümlerle buluşamamıştı. Parti önünde, Rus
üyelerle diğer ulusların insanlarının konumu eşit değildi.
Gorbaçov, Rusya Cumhuriyeti'nin parti önündeki konumunu,
diğer cumhuriyetler düzeyine çıkaracak düzenlemelere
gidileceğini, ancak Kasım 1989'da açıkladı.
O güne kadar, SBKP'nin gövdesini Rusya'daki parti örgütü
oluşturuyor, diğer cumhuriyetlerdeki parti örgütleri
ise, SBKP'nin seksiyonu olarak kabul ediliyordu. Bu
durum, yetmiş yıllık süreç içinde, Ruslar'a, diğer cumhuriyetler
karşısında kesin bir üstünlük sağlamıştı. Yine, diğer
cumhuriyetlerdeki ekonomik kaynakların kullanımında
merkeze öncelik tanınması, kültürel faaliyetlerde Rus
kültürünün mutlak hakimiyeti, sosyalist eğitimin ve
yaşamın odağına insan'ın konulmaması; bütün bunların
sonucunda milliyetçiliğin nesnel anlamda yenilememesi;
ulusal sorunu, SSCB coğrafyasının en önemli sorununa
dönüştürdü.
Ulusal sorunun çözümü, demokratik devrimin kapsamı içinde
yer alır. Benzer sorunlar, dünyanın bir çok ülkesinde,
hatta demokratik devrimin gerçekleştirildiği ilk ülkeler
olan İngiltere, Fransa gibi ülkelerde de vardır. Ama
SSCB'nde kazandığı karakter çok başkadır.
SSCB, demokratik devrim bir yana, sosyalist devriminin
üzerinden yetmiş küsur yıl geçmiş bir ülkedir ve buna
rağmen ulusal sorunla sarsılmıştır. Reel sosyalist sistemin
çökmesinden sonra bu topraklarda oluşan-oluşturulan
"ülkeler"de, ilkel milliyetçiliğin çeşitli
örnekleri yaşanmaktadır.
Devrimden önce Çarlık Rusya'sı, Avrupa'nın en büyük
militarist güçlerinden biriydi. Marks ve Engels, bu
gücü sosyalist devrimin önünde önemli bir engel olarak
görüyorlardı. Rusya, önemli ülkeler arasında, otokratizmin
en güçlü olduğu ülkeydi. Baltıklar'dan Pasifik'e, Kuzey
Denizi'nden Kafkaslar'a kadar uzanan geniş bir alanı
tutuyordu. Kapitalist Polonya'dan, henüz kabile ilişkilerinin
hakim olduğu Asya topraklarına kadar çok sayıda ülke
işgal edilmişti.
Devrim ise, asıl olarak Rusya'daki ilişki ve çelişkilerin
ürünüydü. Ama işgal altında yaşayan ve Çarlık baskısının
yıldırdığı diğer halklar da, devrimi büyük bir coşkuyla
karşıladılar. Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, bu coşkunun
üzerinde yükseldi. Arada Gürcistan ve Baltık Cumhuriyetleri
gibi farklı örnekler olsa da, SSCB'ne katılım, genelde
halkların gönüllü beraberliğine dayanmıştı.
Ancak bu gönüllülük, sosyalizmin, Rusya dışında kalan
diğer cumhuriyetlerinde de sağlam temellere sahip olabilmesi
anlamına gelmiyordu. Birçoğu kapitalizme yabancı olan,
ya da en azından sosyalist bir devrime sahne olacak
birikime ve iç potansiyele sahip olmayan, kendi dinamikleriyle
böyle bir devrimi örgütleyebilmeleri olanaksız ülkelerdi.
Dolayısıyla, bu devrimin sözkonusu coğrafyalarda yerleşmesi
de çok sancılı olacak, devrim kaçınılmaz biçimde, eseri
olduğu Rusya halkına dayanacaktı. Diğer cumhuriyetlerin
bu yolda kalıcı değerler yüklenebilmeleri, ancak sosyalist
işlerliğin sağlığıyla bağlantılıydı.
Bu sürecin içerdiği aksaklıklara; sosyalist gelişmenin
pratik içinde biriktirdiği zaaflar, uluslar politikasındaki
yanlışlıklar da eklenince, başlangıçtaki ilişkilerin
bir açıdan kaçınılmaz sonucu olan Rusya Cumhuriyeti'nin
üstünlüğü, zamanla mutlak bir üstünlüğe dönüştü.
Ekonomik, siyasal ve kültürel düzeylerde diğer cumhuriyetlerin
Rusya'ya eklemlenmesi gibi bir sonuç doğdu. Bu, milliyetçiliğin
burjuva içerikle gelişmesine uygun bir zemindi ve sistemin
baş çelişkisi, süreç içinde aşılmak yerine derinleşince,
sosyalist bir ülke için en çarpık sorunlardan biri olabilecek,
ulusal sorun, SSCB gündeminin ilk sırasına yerleşti.
Sonuç
Yeniden başa dönerek özetlemeye çalışalım.
Marks ve Engels'in öngörülerinin tersine, sosyalist
devrim, üretici güçlerin en çok geliştiği yerlerde patlak
vermedi. Uluslararası sermayenin büyük ölçekli birikimi
ve üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey, dünyanın
sayılı emperyalist ülkeler arasında paylaşılmasını getirmişti.
Ve devrim, bu yeni sürecin neden olduğu çatışmaların
en kızgın olduğu yerde, Rusya'da patlak verdi. Bu, eşit
olmayan gelişmenin bir sonucuydu.
Gelişme, hiçbir zaman düz bir çizgi izlemez. Nesne,
olay ve süreçlerin içerdikleri sonsuz sayıda çelişki
ve bu çelişkilerin neden olduğu çatışma ve sıçramalar,
gelişmeyi etkiler.
Sürekli bir gelişme, ancak son çözümlemede mutlaktır.
Çünkü hayat, ileri-geri gidişleri, duraklamaları ve
atılımları, sıçramaları içerir ve bu nitelik, gelişme
olgusuna da karmaşık bir karakter kazandırır.
Başlangıç açısından eşit koşullara sahip görünen iki
süreç, ilerleme ile birlikte, kendi içlerinde içerdikleri
çelişmelerin ve diğer dış-yan etmenlerin itilimleriyle,
birbirlerinden farklı gelişme çizgilerine sahip olurlar.
Çoğu kez eşitliği yeniden yakalayamazlar. Toplumların
gelişmesi de doğanın bu yasasına uygun olmuş, maymundan
insana geçişi izleyen binlerce yıl, sonuçta dünyanın
çeşitli yerlerine yayılan, birbirlerinden farklı gelişme
düzeylerine sahip toplumları doğurmuştur.
Sistem olarak sahip olduğu özellikler, eşit olmayan
gelişmeyi, kapitalizmin mutlak yasası oluşturmuştur.
Genişletilmiş yeniden üretime ve artı-değer sömürüsüne
dayanan anarşik niteliği, kapitalizme, vahşi bir rekabetle
yan yana yürüyen bir karakter kazandırmıştır.
Emperyalist dönüşüm bu niteliği ortadan kaldırmamış,
tersine durum, daha sınırlı sayıda güç odağı arasındaki
daha sert rekabete dönüşmüştür.
Kısacası, eşit olmayan gelişme daha da derinleşerek,
sürmektedir.
Bu durumda, dünyayı siyasi ve ekonomik olarak denetleyen
güçler arasında topyekün bir paylaşım savaşı, emperyalizm
sürecinin başat özelliklerinden biri olmuş ve sürecin
çelişki ve ilişkilerinin açık bir çatışmaya dönüştüğü
aşama, aynı zamanda dünyayı sarmalayan emperyalist zincirin
de gevşemesi sonucunu doğurmuştur. Rus Devrimi, böyle
bir uluslararası ortamın ürünü olmuştur.
Sorunun bu niteliği, Lenin tarafından saptanmıştır.
Lenin, eşit olmayan gelişim yasasının ve dolayısıyla
tek ülkede sosyalizm anlayışının çerçevesini çizmiştir;
olguyu açıklayarak pratik önderliğini üstlenen ise,
Stalin olmuştur.
Daha 1894'ten başlayarak, Lenin'in teorik ve pratik
çabalarına, Rusya'da devrimin olabilirliği ve nihayet
Rus proletaryasının uluslararası düzeyde de öncü olabileceği
inancı yön vermiştir.
Aynı biçimde Troçki de, Rus proletaryasını öncü ilan
etmişti. Troçki'nin, 1906 yılında ortaya attığı 'sürekli
devrim' tezi, Rusya'da patlak verecek devrimin, dünya
devrimine dönüşebileceği esprisine dayanmıştı.
Troçki'yi, Marks ve Engels'in öngörülerinin tersine,
Rusya'nın dünya devriminin odağı olabileceği düşüncesine
götüren neden, emperyalizm sürecine yön veren çelişki
ve ilişkilerle, bu sorunların Rusya'ya yansıyış biçimine,
Rusya'nın özgül koşullarının bir değerlendirmesine dayanmaktaydı.
Ama Troçki buna rağmen tek ülkede sosyalizmin olabilirliğine
inanmadı. Rus devrimini kısa vadede yeni devrimlerin
izlemeyeceğinin yeterince anlaşıldığı 1929 yılında bile:
"Hayallere kapılmayalım, elimizdeki, tarihsiz bir
moratoryumdur. Eskisi gibi geçici bir soluklanma aşamasındayız
hala" diyordu.
Rusya'yı devrimin ilk durağı yapan koşulların, aynı
zamanda Rusya'yı sosyalist yapmaya da yeteceğini görmemekteydi.
Oysa emperyalistler arası rekabet ve çatışma yine sürüyor,
emperyalizmin niteliği, sosyalizmin tek ülkedeki egemenliğini
ezmesini engelliyordu. Bu noktada, hayatın gerçekliği
ile çelişen, sol muhalefetin etki gücü olamazdı. Ülkenin
yaşadığı zorluklara çözüm çabası, devrimci romantizme
gelişme şansı tanımadı ve onu sürecin dışına çıkardı.
Sosyalizmin karşısındaki başlıca sorun, Rusya'nın toplumsal
ve ekonomik durumuydu. Üretici güçlerin, sosyalist bir
ekonomiyi örgütleyebilecek düzeyin gerilerinde kaldığı
bir köylü toplumuydu söz konusu olan...
Çarlık otokrasisi karşısında, burjuva devrimin içerdiği
demokratik ögeleri sahiplenmek, sosyalistlere düşmüştü.
Yani burjuva demokratik anlamda yerleşik bir kurumsallaşma
ve gelenekselleşme yoktu.
Devrim sürecinin zorlu niteliği, sert ve dirençli bir
iktidar mekanizması doğurmuştu.
Ayakta kalmak ve gelişmek çabasında olan parti ve devlete
düşen rol, üst yapı kurumlarının ve yürütülecek politikaların
önemini daha da arttırıyordu. Zaten yeterince oluşturulamayan
demokratik kurumlar, kollektivizasyon ve sanayileşme
sürecinin zorlu niteliğinin bir sonucu olarak, yerini
"zor"un kullanımına bırakıyordu.
Parti, giderek daha fazla biçimde öne çıkan bir olgu
olarak, öncü olmakla açıklanamayacak boyutlarda, devlet
mekanizmasının içine giriyor, günlük pratiğin yürütülmesinin
de götürücü gücü olarak şekilleniyordu.
Kollektivizasyon ve sanayileşme süreçleri, bir yandan
özellikle köylülükle olan ilişkileri sarsarken, öte
yandan parti içi demokrasi kavramına, yeni bir içerik
kazandırmaktaydı. Tam bir iç savaşı andıran süreç, partiye
de bir savaş örgütü görüntüsü vermiş, denetim ve uygulamada
merkeziyetçilik ve atama yöntemi ağırlık kazanmıştı.
Yine bu sürecin bir özelliği olarak, gelişme, ağır sanayileşme
ile özdeş bir nitelik kazanmıştı.
SSCB bu süreçten, saptanan amaçlara ulaşarak çıktı ve
ağır sanayileşme sorunu, temelde çözümlendi. Ülkenin
emperyalizm tarafından yokedilmesi tehlikesine karşı,
güçlü bir 'sosyalist anavatan' kazanılmıştı. Ancak,
sorunun çözümü için izlenen yol, çeşitli sakıncaları
ve çözüm bekleyen yeni sorunları getirmişti. İşçi sınıfının
desteği korunmasına rağmen, köylülükle ittifak zedelenmişti.
Parti, devletin üzerinde yer alan bir kuruma dönüşmüş,
parti içi demokrasi büyük ölçüde ortadan kalkmıştı.
Dahası, parti kadrolarına böyle bir niteliği kısa vadede
kazandıracak zorlayıcı bir dinamizme sahip olmaktan
da uzaklaşmışlardı. Dünyanın ilk devrimini yapmış partinin
kadroları, uzun ve yıpratıcı iç tartışmaların ve toplumsal
alt üst oluş sürecinin içinde, bu niteliklerini büyük
ölçüde yitirmişlerdi.
Örneğin, 1939'dan 1951'e kadar, parti kongresi toplanmadı.
Bu durum, dönemin koşulları içinde gelişme olanağı bulan
bürokrasinin, kendisine sağlam bir gelişme zemini bulmasına
yol açmış; parti politikaları, bürokrasinin izlerini
giderek daha fazla artan biçimde taşımaya başlamıştı.
Yine sürecin önde gelen özelliklerinden biri olarak,
enternasyonalizm ilkesi, sosyalist anavatanın korunmasıyla
özdeş tutulmakta, dünya devrimi beklentilerinin gerçeklik
kazanamaması, bu politikayı perçinlemekteydi.
Bunun bir sonucu olarak Komintern, SBKP'ye tabi kalmış
ve demokratik işleyişi askıya alınmıştı. Sürecin zorlu
niteliğine rağmen, halkın yaşam düzeyinin, en temelde
insani sorunların çözümü bağlamında yükseldiği görülüyordu.
Milyonlarca insanın açlıktan ve salgından öldüğü bir
köylü ülkesinden yola çıkılarak, on yıl içerisinde başarılmıştı
bu...
Ancak, bununla yetinilemeyeceği açıktı. Sosyalist planlama,
ülkeyi kalkındırmayı başarmıştı ama bu, sonrasında bir
refah toplumunun yaratıldığı anlamına gelmezdi. Bu aşamaya
ulaşmak için, daha uzun bir yol vardı... Bu sağlanamadıkça,
emperyalist-kapitalist sistemin etkileyicilik şansı
her zaman sürecekti. Çünkü çabalar ne yönde olursa olsun,
toplumun bir bütün olarak, dünyanın öteki sisteminden
yalıtılması, olanaksızdı.
Tüketim mallarının yetersizliği, halk açısından her
zaman bir huzursuzluk kaynağı olabilirdi ve herşeyden
önce toplumsal refah yükselmedikçe, özel mülkiyetin
kaldırılmasıyla doğan boşluğu doldurmak, üretken ve
dinamik bir toplum olarak gelişmeyi yüksek bir tempoda
tutmak, çok güçtü. Ama olanaksız değildi. Bunun yolu
da, halkın politikaya ilgisinin canlı tutulmasından;
yani, yönetime ortak edilmesinden geçiyordu. Yönettiğine
inanmayan halkın, doyurucu refah sağlanmadıkça, kendisini
yönetilen olarak gördükçe, dinamik bir biçimde çalışması,
elbette beklenemezdi...
Ayrıca proletarya demokrasisinin büyük ölçüde dumura
uğraması, halkın yönetime aktif katılımı sayesinde toplumun
dinamik tutulması olasılığını, daha başlangıçta ortadan
kaldırmıştı. Rusya'nın geleneklerinden de güç alan,
ama asıl olarak kollektivizasyon ve sanayileşme sürecinin
olağan dışı niteliğinden beslenen bir bürokrasi, yönetimi
üslenmişti. Daha kötü olan; ülkenin ekonomik, toplumsal
ve siyasal koşullarına uygun bir teorileşmenin oluşması
ve geleceğe yönelik plan ve programların bu teorileşmeden
hareket etmesiydi.
Bu teorileşme, ekonomik alanın rolünü abartmak, partinin
işlevini ve proletarya demokrasisini, sosyalist inşa
sürecinin zorunluluklarının bir ürünü olarak doğan işleyişe
tabi kılmak, bu özel durumun sonuçlarını genelleştirmek
gibi bir mantığın üzerinde yükseliyordu. Böylece, değerlendirme
ve öngörülerde büyük yanlışlıklar ortaya çıktı.
Örneğin, daha 1936 yılında, sosyalizmin inşasının tamamlandığı
söylenmekteydi. Oysa tamamlanan, SSCB'de sosyalizmin
varlığının bir önkoşulu olan ağır sanayileşme idi ve
sorunun manevi boyutları açıkça yadsınmaktaydı.
Bununla da yetinilmeyerek, komünizmin tek ülkede inşasının
mümkün olduğu söylendi. Kullanılan ölçülerde büyük yanlışlıklar
vardı. Emperyalizm yaşarken de komünizme ulaşılabilirdi.
Ne var ki, yanlızca teorik ifade anlamıyla değil, kelimenin
gerçek anlamıyla 'can çekişen bir emperyalizm' karşısında;
ekonomik, siyasal, kültürel, ahlaki, estetik ve moral
değerler bağlamında mutlak bir üstünlüğü gerektirirdi
ve böyle üstün bir düzey, zaten tek ülkeyle sınırlı
kalamazdı.
Ancak, ölçü bu değildi. Kullanılan ölçü sanayileşme
idi ve tek ülkede sosyalizm başarıldığına göre, komünizm
de başarılabilirdi. Eşit olmayan gelişmenin olanak tanıdığı
komünizmi karşılayan ilişkileri kurma ile komünizmin
kendisini özdeşleştiren bir yaklaşımdı bu... Sonuçta,
1960'lı yılların ekonomizmi doğdu.
Oysa, İkinci Dünya Savaşı'ndan büyük zaferle çıkılmış,
dünyanın üçte birini kapsayan bir blok oluşmuştu. Dahası,
sosyalizm artık güçlü bir seçenek olarak dünya halklarının
kurtuluş umudu durumundaydı. İki savaş arası dönemde
süren baskılar, sosyalizmi boyun eğdirmeye yetmemiş;
SSCB, bu dönem boyunca sistemin ihtiyaç duyduğu maddi
temeli yaratmıştı. Sosyalizmin yükselişi, 1980'lere
kadar, herşeye rağmen sürdü. Ancak bu tarihten sonra,
geçen yıllar içinde biriken sorunlar, artık taşınamaz
hale geldiğinden, büyük bir sarsıntı başladı.
Emperyalist-kapitalist sistem, İkinci Dünya Savaşı'ndan
bir entegrasyon oluşturarak çıkmıştı. Sosyalizmin gücü
ve yükselmeye başlayan ulusal kurtuluş hareketlerinin
oluşturduğu tehdit, bu entegrasyonu geçici bir tehlike
olmaktan çıkarmış, Stalin'in öngörülerinin tersine,
emperyalistler arası çelişkiler derinleşmekle birlikte,
bir yeniden paylaşım savaşına yol açmamıştı.
Tersine süreç, emperyalizmle sosyalizm ve dünya halkları
arasındaki çelişki temelinde şekilleniyor, ilişkiler
bu temelde gelişiyordu. Bu duruma eklenen ve bir savaş
durumunda dünyanın yok olması tehlikesi doğuran nükleer
silahlanma, emperyalizm ve sosyalizm arasındaki olası
bir savaşın da en önemli engellerinden biri olarak belirginleşiyordu.
1960'ların sonunda, emperyalist-kapitalist sistem, büyük
bir ekonomik-siyasal ve toplumsal krize tutuldu. Savaşı
izleyen enflasyonist politikalar, pazarların doymasıyla
birlikte bu kez krize yol açmış, SBKP 3. Programı'nda
da etkisi hissedilen, kapitalizmin istikrar kazandığı
savlarına temel olan görüntü, bir anda parçalanmıştı.
Emperyalizmin yapabileceği, savaş sonrasında ağırlık
kazanan yeni sömürgeciliği geliştirmek, krizin faturasını
dünya halklarına yükleyerek düzde kalmaktı. Ama Küba
ve Vietnam devrimleriyle ivme kazanan ulusal kurtuluş
hareketlerinin ulaştığı düzey, bu çözümü de zorlamaktaydı.
Nitekim söz konusu sarsıntı, siyasal ve toplumsal düzeylerde
de etkisini göstermekte gecikmeyecek, savaş sonrasında
oluşan dengeler ve ilişkiler, bir yeniden yapılanmaya
yönelecekti.
Emperyalizm, 1970'li yıllar boyunca devrimci dalgayı
mümkün olan en az zararla kapatmaya, yeni sömürge ülkelere,
ihtiyaç duyduğu ekonomik önlemleri oluşturmak amacıyla
çeki düzen vermeye, uluslararası kapitalist ilişkileri
yıkımdan korumaya, entegrasyona özgü kurumları canlı
ve güçlü tutmaya çalıştı.
1980'li yıllarla birlikte de saldırıya başladı. Çünkü
varlığını koruyabilmesi, yeni sömürgelere empoze edilen
politikaların üst düzeyde hayata geçirilmesine bağlıydı.
Ve bu ülkelerin halkları için daha fazla yıkım ve acı
anlamına gelecek politikaların yol açacağı toplumsal
hareketlerin, devrimlere yol açmasını engellemenin yolunu,
bütün gücüyle ve bütün planlarda saldırmakta bulmuştu.
Bu politikanın sonucu olarak, yeni sömürgelerin tamamına
yakınında askeri faşist diktatörlükler işbaşına getirildi
ve bu yönetimler, ekonomik politikaların güvencesi olarak
kullanıldı.
Öte yandan nükleer silahlanma tırmandırılıyor ve tam
bir soğuk savaş atmosferi yaratılarak bu saldırıya karşı
direnme odaklarının yıldırılması amaçlanıyordu. Bu atmosfer,
1987 yılına kadar, yani emperyalizmin, bizzat "afet"
olarak tanımladığı krizin tam bir yıkıma dönüşmesinin
önünü almasına, geçici bir soluklanma aşamasına girmesine
kadar canlı tutuldu. Ancak bundan sonradır ki, Reagan
ve Gorbaçov el sıkıştılar ve "barış" görüşmeleri
başladı.
Yaygın kanaatin tersine, bu görüşmelerin ve anlaşmanın,
Gorbaçov'un getirdiği taze havayla, başarılı diplomasiyle
ilgisi yoktur.
Tam tersine, "başarı" tamamen karşı tarafındır.
Emperyalizmi "barış" görüşmelerine yönelten
neden, düştüğü afetten, stratejik bir zarara uğramadan
çıkmak ve bütün sıkıntılarının yanısıra geliştirdiği
global saldırı planında başarılı olmak, emperyalizmin
dahi hayal sınırlarını zorlayan bir sonuca doğru yol
almaya başlamaktır.
Öyleyse son noktaları koymak yolunda daha aktif olmamaları
için hiçbir neden yoktur. Ve bu sürecin adını da "soğuk
savaşın sona ermesi, barış görüşmeleri, duvarların yıkılması"
gibi parlak sözcüklerle tanımladılar.
Büyük sancılar, büyük doğumların habercisidir!
1970'li yıllarda yaşanan devrimler dışında, özellikle
1980'li yıllarda dünyada tek bir devrim bile olmamış,
koşulların bütün güçlüklerine rağmen, dünya halklarının
tepkisinin emperyalizmin zararına sonuçlara dönüşmesi
engellenmiştir.
Emperyalizmin bu saldırısı, bilindiği gibi, sosyalizmin
durgunluğu, ve sarsılması ile çakışmaktadır ve bugün
emperyalizmin geçici bir soluklanma yaşadığı, siyasal
planda istikrarlı görüntü verdiği dönem, sosyalizmin
en büyük ve en acılı sancılarını içermektedir. Bu açıdan
1990'lı yıllar, sosyalizmin büyük dönemeci olacak, sistemin
geleceği ile ilgili birçok soru, karşılığını bu yıllarda
bulacaktır.
Sosyalizmi bu yıkım ve acı sürecine sokan neden ise,
kuşkusuz savaş sonrası yıllara damgasını vuran ve özellikle
1960'lı yıllarda öne çıkan ekonomizm ve statükoculuktur.
SBKP 3. Programı, bu açıdan bir dönüm noktası sayılabilir.
Bu programla, öteden beri var olan sağlıksızlıklar,
artık partinin resmi çizgisi haline gelmiştir. Özellikle,
genelde varsayıldığı gibi bu süreci 20. Kongre ile başlatmak
doğru olmaz.
Bu kongre elbette önemlidir ama bu tür bir saptama yapmak,
problemlerin çapını daraltmaktır. Ayrıca, 20. Kongre'de
yapılan Stalin değerlendirmelerinin de, Stalin ile bir
ideolojik hesaplaşma olduğu söylenemez.
Yapılan, geçmişte yaratılan ve bürokrasi ile parti aparatçığının
koruyucu kalkanı olarak kullanılan Stalin kültünün etkilerini,
bu kez kültün yıkılmasıyla oluşacak kargaşa ve şaşkınlık
koşullarında, ekonomizmin teorileşmesine uygun bir zemin
yaratma yolunda kullanma çabasıydı. En azından olaylar
destalinizasyon sürecine bu tür bir özellik kazandırmış,
ekonomizmin koruyuculuğuna dönüşmüştü.
Dolayısıyla, Stalin ve geçmiş üzerine yapılan değerlendirme
de sağlıklı olmamış, geçmişin yanlışlıklarını belirlemek
yerine bu yanlışlıkların sonuçları bireyle özdeşleştirilmişti.
Sorunun kökenine inilmiyor, eklektik ve kaçak bir yol
seçiliyordu. Bu, son derece sağlıksız, çeşitli kaygıların
gizleneceği, çeşitli zaafların serpilmesinin yolunun
açılacağı bir süreç olacaktı. SBKP 3. Programı, bu sürecin
ürünü oldu ve sosyalizme onulmaz zararlar verdi.
Program, sosyalizmin inşasının tamamlanmasının ardından,
toplum içinde antagonist çelişkilerin ortadan kalkacağı
mantığının üzerinde yükselmişti. Bu durumda, sınıflar
arasında ayrım olmadığına göre; devletin, bir sınıfın
denetiminde olmasına, partinin bir sınıfın partisi olmasına
gerek kalmıyordu.
Bu aşama komünizm olmasa da komünizmden hemen önceki
aşama idi ve 'bütün halkın partisi', bu döneme özgü
bir kavram olacaktı. Proletarya demokrasisi de yerini
'sosyalist demokrasi' ye bırakacaktı...
Program, Doğu Avrupa'daki sistem ülkeleri tarafından
da fazla direnme görmeden benimsendi. Zaten bu ülkelerin
sosyalizme geçişlerinde, kendi toplumsal dinamiklerinin
bir sonucu olmaktan çok, savaş sürecinde Sovyet etki
alanı içinde yer almaları belirleyici etken olmuştu.
Ancak bu durum, sosyalizmin gelişmesi için yeterli bir
maddi temel yaratılmasına da engel değildi. Böylece,
başlangıçta var olan olumsuzlukları süreç içinde aşmak
mümkün olabilirdi.
Ne var ki, ekonomik indirgemecilik, bu olasılığı da
yeterince değerlendiremedi. Kitle yeterince hazır olmadan
sosyalizme geçilmiş, izleyen yıllarda da, sosyalist
inşada kültür sorunu ve sosyalist insan yaratma gerekliliğinin
yeterince dikkate alınmadığı politikalar, düzenin insana
yabancılaşmasını, insanın düzene yabancılaşmasını bu
ülkelerin temel sorunu haline getirmişti.
Bu nitelik, 1960'lı yıllarda kendilerini 'ileri sosyalist'
ilan eden ve 1980'li yıllarda komünizmin yetkin aşamasına
ulaşılacağı varsayılan bu ülkelerin gelecekteki yönelimini
belirleyecek, 1980'lerde ise, tam tersi bir dönüşüm
sürecinin içine girilecekti.
3. Programa başlıca tepki ÇKP'den geldi. ÇKP, sosyalizmi
ayrı bir toplum biçimi, çelişkilerin antagonizma kazanmasının
olanaksız olduğu bir sistem olarak görüyordu. Onlara
göre, geriye dönüşün koşulları vardı. Öte yandan destalinisazyonun
Stalin'in asıl hatalarına değil, hatalarının yalnızca
bir yönüne değindiğini söylüyorlardı. 3. Programa ve
onun ekonomist içeriğine bütünüyle karşı çıkmaktaydılar.
SSCB'nin enternasyonalizmi terkettiğini, komünizme geçiş
sorununu kendiliğindenciliğe bıraktığını söylemekteydiler.
ÇKP'ye göre Kruşçev, barış içinde bir arada yaşamayı,
emperyalizmle uzlaşmaya dönüştürmüştü. Bunlar, doğru
eleştirilerdi...
Ama ÇKP bu doğru çizgide kalmadı. Bunun koşulları da
yoktu. Bütün bu eleştirilerin altında, doğru politikalar
üretecek, SBKP ekonomizminin etkilerini sınırlayacak
proletarya demokrasisine uygun bir işleyiş değil, pragmatik
bir karakter vardı. Dolayısıyla ÇKP'nin çıkışı bir süre
sonra, dünya sosyalist sistemine zarar verici boyutlara
ulaştı.
SBKP'nin ekonomist yanından hareketle, sosyalizmi sistem
olarak son derece etkisiz sayan bir yaklaşım geliştirilmiş,
geriye dönüş sorunu basitleştirilmişti.
Mao'nun, "karşıtların birliği ve dönüşüm"
yasasını açıklarken farkedilen yanlışları, ÇKP'yi, SSCB'ni
bir anda "sosyal emperyalist" görmeye itmiş,
bu tezi tamamlayan "üç dünya teorisi" ile
SSCB, dünya halklarının baş düşmanı ilan edilmişti.
Bu durumda, ABD bile SSCB'ne kıyasla tercih edilebilir
olmaktaydı. ÇKP'nin bu konumu, hem dünya sosyalist hareketine
ve hem de Çin'de sosyalizmi inşaa sürecine büyük zararlar
verdi.
Hayatın canlı pratiği ile, toplumsal gerçeklik ve teorik
ifade ediş arasında her zaman bir çelişki vardır. Bu
çelişki hiçbir zaman tam olarak aşılamaz. Gerçeğin kendisine,
bizzat toplumsal pratik içinde ulaşılır. Bu nedenle
hayatın canlı tonlarına karşı "teori gri"
kalır.
Geçmiş bir süreç değerlendirilirken, istesek de istemesek
de yaşadığımız anın gereklerine karşılık vermek, bulunduğumuz
konumdan hareket etmek zorunda kalırız. Yaşanan ana
ilişkin sorunların çözümlenmesinde ve geleceğe yönelik
çıkarımların oluşturulmasında da bu özellik sürer. İnsanı
çevreleyen etkenler, düşünme biçimini de etkileyecek
ve olguları çözümleme çabası; ister istemez, bu etkilerden,
çözüm bekleyen kaygılardan tam olarak arınamayacaktır.
Özellikle hayatı açıklarken, kendi politik tercihini
hareket noktası alanlar için bu olasılık daha güçlüdür.
Teorinin gücü de burada açığa çıkar. Bu türden nedenlerin
etkisini asgari düzeyde tutan bir yaklaşım, hayatı açıklama
bağlamında daha güçlü olacak ve dolaysıyla da yaşayacaktır.
Tersi durumda ise, ilerleyen süreç, yanlış saptamaları
açığa çıkaracak, bu yanlış saptamalar hayatın dışına
itilecektir.
SBKP'nin 3. Programını kaleme alanlar gibi, Mao da bu
durumun tipik bir örneğidir. Onların yazdıkları ile
toplumsal gerçeklik arasında bir uçurum kalmış, dolayısıyla
da belirledikleri çerçeve, hem sürecin ilerlemesi ile
yadsınmış, hem de yanlış yönlendiriciler olarak toplumsal
ilerlemeye zararlı olmuşlardır. Çünkü olaya herşeyden
önce, bulunulan konumdan hareketle, yani devlet politikacısı
olarak bakılmakta ve bu konumu savunma kaygısı, teori
ile pratik arasındaki mesafeyi minimum düzeye indirmeye
engel olmaktadır.
Bu, çağdaş sosyalist pratiğin en önemli sorunlarından
birisidir ve bir çok hatanın, devrimci kavgaya onulmaz
zararlar veren zaafların kökeninde yatan bu neden, yeni
olgu ve süreçlere devrimci önderliğin gereklerinden
hareketle bakmak yerine, dar politik kaygılarla bakmak
yatar. Pragmatizmin devrimci sosyalist saflardaki anlamı
budur.
Perestroika süreci bu özelliğin dışına çıkmamakta, hatta
tam olarak örtüşmektedir. SSCB'nin durumundan yola çıkılarak
çözüm adına üretilen politikalara ideolojik temel oluşturma
kaygısı, hem günümüz dünyasına yol veren çelişki ve
ilişkilerin belirlenmesinde ve hem de SSCB'deki hastalıkları
teşhis etmede açık bir pragmatizm vardır.
Gorbaçov'un rolü, sorunları açıkça ifade etmekle sınırlıdır.
Ama bu ifade, eğer kökendeki nedenlere inen bir açıklayıcılığa
dayanmaz, korumacı bir karaktere sahip olursa, dönüşümü
değil, mahkumiyetin kabullenilmesini ve kabullendirilmesini
ifade eder. O, sürece hakim olmak yerine, sürecin öne
çıkardığı engellerin ve pratik sorunların zorlaması
içinde boğulmuş ve sistemle birlikte kendisi de çökmüştür.
Ya da tersi...
SSCB ve genelde reel sosyalist sistem ülkelerinde uzun
yıllar ekonomik gelişmeye damgasını vuran olgu, ekonomik
potansiyelin ağır sanayileşmeye, yani üretim araçları
üretimine tabi kılınması olmuştur. Üretici güçlerin
düzeyi, bu amaca varmanın yolu olarak ekstantif bir
büyümeyi zorunlu kılmıştır.
Bu yol, başlangıç için yeterli oldu ve sosyalizmin ihtiyaç
duyduğu maddi temelin oluşmasını sağladı. Ne var ki,
sosyalizmin dayandığı gerekliliklerden biri olan üretici
güçlerin sürekli geliştirilmesi zorunluluğu, bu tip
sanayileşme ile, süreç içinde istikrarlılığını yitirme
durumundaydı. İntansif bir dönüşüm sağlanmadıkça, ekonomik
büyüme, belli bir aşamadan sonra hantallaşmayı getirecek,
gelişme körelecekti. 1970'li yıllar boyunca yaşanan
buydu...
Sorunun kökeninde herşeyden önce, alt yapının sosyalist
niteliği ile bölüşüm ilişkilerinin sosyalist olmayan
niteliği arasındaki çelişki yatıyordu. Sosyalizmin inşa
sürecinin olağanüstü niteliğine özgü kurumlar ve kurallar,
bu sürecin tamamlanmasından sonra da işletilince, gelir
eşitsizliği yaygınlaştı ve kurumlaştı.
Bunun anlamı, halkın yönetime ortak edilmemesi, yani
proletarya demokrasisinin ayaklarının havada kalmasıydı.
Oysa toplumsal planlama ilkesi, ancak proletarya demokrasisi
ilkesi ile yanyana yürüdüğü zaman anlam kazanır, sağlıklılığını
koruyabilirdi.
Bu olmayınca, her düzeyden aksaklık ve halkın günlük
ekonomik sorunlarının karşılanamamasından kaynaklanan
bir hoşnutsuzluk ağırlık kazandı. Gelir eşitsizliğinin
kurumlaştığı ve asalak bir bürokrasinin halkı halk adına
yönettiği koşullarda, bir "neden" sorusu elbette
önemli olacak, gelişme dinamikleri körelecekti.
Bu hantallık ve yozlaşma, belli bir aşamadan sonra,
sistemi temelden sorgulamaya başlayınca, reform uygulamaları
gündeme geldi. Ancak bu reformlar, proletarya demokrasisinin,
üretim sürecinin planlanması ve denetlenmesine proletaryanın
ortak edilmesi, gelir eşitsizliğinin yok edilmesi ve
toplumsal planlamanın bu temelde düzeltilmesine dayanmıyordu.
Sosyalizmin belli bir aşamasından sonra, üretici güçleri
geliştirmenin başlıca aracı olarak meta ve ona özgü
kategorilerin alınmasına, "sosyalist demokrasi"nin
ise, gerçek içeriğinden farklı bir temelde burjuva demokrasisine
ölçü olan motiflerle açıklanmasına, düzenlemelerin bu
yönde gelişmesine dayanmaktaydı.
Bu durumda, gelir eşitsizliğinin son bulması olanaksızlaşmakta,
mülkiyetin ve kazancın toplumsallığının, bireysel mülkiyete
geçiş eğilimini güçlü biçimde içeren bir grup mülkiyetine
kurban edilmesi, fiyatların toplumsal önceliğe değil,
piyasanın taleplerine uygun biçimde belirlenmesi gibi
sonuçlar doğmaktadır. Yani üretim ve bölüşüm süreçleri
arasındaki çelişki, üretimin sosyalist niteliğinin gerilemesi
yönünde derinleşmektedir.
Böyle bir süreç, kır ile kent ve kafa emeği ile kol
emeği arasındaki çelişkinin aşılması bir yana, derinleşmesini
getirir. İşletmelerde özyönetim ilkesi, işçinin yöneticilere
bağımlılığını engellemekten uzaktır. Kol emekçisi, bu
uygulamalarla, en azından kafa emekçisine bağımlı olmaktadır.
Öte yandan kırlarda küçük üreticilik yeniden yaygınlaşmakta,
toprağın dolaylı biçimde de olsa, mülk edinilebilmesi
mümkün olmaktadır. Kısacası, köylülüğün ortadan kalkması
bir yana, tarımsal sorunları aşabilmek adına varlığı
meşrulaştırılmış, bu durum teorik olarak da açıklanmıştır.
Bu gerçekler yadsınamaz. Dolayısıyla, Marks'ın, Engels'in,
Lenin'in, Stalin'in ve diğer marksist teorisyenlerin,
önderlerin onlarca yıldır savuna geldikleri ilkelerle,
Perestroika ve benzeri uygulamaları uzlaştırmak olanaksızdır.
SBKP, olayı, geçici uygulamalar olarak değil, sosyalist
çelişkilerin gelecekteki ekseni olarak saptamakta idi.
Bu nedenle, SBKP retoriğinde eklektik bir yöntem kullanıldı.
Bu yöntemlerle yeni kavramlar gündeme getirildi ve bunlara
da, "yeni düşünce biçimi" dediler,
Sosyalizm, zorlu ve sancılı bir süreçtir ve Stalin'i
izleyen SBKP yöneticilerinin iddia ettikleri gibi, çağımız
koşullarında mutlak bir zafer kazanması, pratik açıdan
olanaksızdır. Dolayısıyla sosyalizmi ilerletme çabası,
dönem dönem aykırı görünen uygulamaları da içerebilir
ve içerecektir. Ama önemli olan, bu uygulmalara halkı
ortak etmek, halkla birlikte yürümek ve aynı zamanda
uygulanan politikaların varsa sakıncalarını da, baştan
açıkça ifade edebilmek, bu bağlamda bilinç oluşturabilmektir.
SBKP'nin revizyonist karakteri, uluslarası ilişkiler
cephesinde de açıkça görülmüştür. Her türlü girişimin
dayandırıldığı "uygarlık krizi" kavramı, barış
içinde yaşama ilkesinin de bu biçimde ele alınmasını
doğurmuştur.
Barış içinde yaşamaya, dünyada hiçbir sosyalist, hiçbir
zaman karşı çıkmamıştır. SBKP'nin ve Troçkistlerin durmadan
yinelemelerine rağmen, Mao ve Çin'in de buna ters düşen
bir çabası, nükleer felaketlerin üzerinde yükseltilmiş
bir komünizm hülyası hiç olmamıştır. Karşı çıkılan ve
çıkılacak şey, bu gerekçe ile komünizme yürüyüşün kendilindenciliğe
terk edilmesi, emperyalizmle uzlaşılması, düpedüz pragmatik
politikaya sosyalizmin ve enternasyonalizmin kurban
edilmesidir.
SBKP'nin "yeni düşünce biçimi" dünyanın yok
olma tehlikesinde olduğu yaklaşmından yola çıkmıştı.
Bu bir uygarlık krizidir ve devrimci mücadelenin günümüzde
taşıdığı anlam, bu krizi aşmaktır. Üretimin toplumsallaşmasının
ve desantralizasyonun boyutları, hem burjuvaziyi ve
hem de proletaryayı farklılaştırmıştı onlara göre...
Emek ile sermaye arasındaki çelişki de giderek çözülmekteydi;
artık burjuvazinin militarist kesimleri ile bir çelişki
söz konusu idi ki, militarizasyonun barış mücadesi yoluyla
yalıtılmasının ve böylece etkisizleştirilmesinin de
koşulları vardı.
SBKP'nin görmek istemediği gerçek, dünyanın % 70'inin
durumu idi... Olayları ve ilişkileri kendi somut durumuna,
politik tercihlerine göre açıklama çabası, yeni sömürgeciliğin
de aşılabileceği iddiasını revizyonizm için ikna edici
kılmıştır.
Ama hayatın gerçekleri farklıdır. Yeni sömürgelerin
toplam borçları, bir trilyon doları aşmıştır. Emperyalizmin
istikrarı, bu ülkelerin borçlarını ve faizlerini düzenli
biçimde ödemelerine bağlıdır. Bu rakam durmadan yükselmekte,
ödemek için halkların çektiği acı, durmadan artmaktadır.
Proletaryanın farklılaştığı söylene dursun, bu ülkelerde
haftada ortalama 45-46 saat çalışılmaktadır. Çalışanlar
içinde kadın ve çocukların oranı yüksektir. Ve serbest
üretim bölgelerinde üçte iki düzeyine kadar çıkmaktadır.
Ücretler metropollerin ortalama yirmi kat altındadır.
1981 rakamlarıyla, dünyanın yüzde seksen ikisi, ürünlerin
ancak yüzde otuzbeşini tüketmektedir. Üstelik bu ülkeler
durmadan silahlandırılmaktadır. 1970 rakamları ile karşılaştırıldığında,
günümüzde yeni sümürgelerin silahlanma harcamaları,
yüzde ikiyüzün üzerindedir. Toplam bir milyar insan
aşırı yoksul ve beşyüz milyon çalışma çağında insan
da işsizdir.
Kısacası, emperyalizmle uzlaşma adına çizilen pembe
tablolar, hayatın gerçeklerine uygun düşmemiştir. Gelişmişlik
ve az gelişmişlik arasındaki uçurum kapanmak bir yana,
giderek korkunç boyutlarda derinleşmektedir.
Böyle gelen, böyle mi gidecektir?
Kesinlikle HAYIR!..
Bu uçurum bir gün mutlaka kapanacak, sürecin yönelimi
değişecek. Ancak bunun için emperyalizmin çözülmesi
gerekmektedir. Emperyalizmin varlığı, dönüşümün en büyük
engeli durumundadır. İnsanlığın geleceği, dünya halkları
ile emperyalizmin çatışmasının sonucuna göre biçimlenecek,
komünizme ancak emperyalizm çözüldükten sonra ulaşılacak,
uygarlık krizi ancak o zaman aşılacak ve dünyanın kuzeyi
ile güneyi arasındaki fark, ancak böylelikle kapanabilecektir.
Yenilgi, zafer
Yenilgi ve zafer!... Bu sözcüklerin tılsımı, bugün insanlığın,
dünya emekçilerinin ve sosyalizmin en önemli problemidir.
Sosyalizm değil ama, sosyalizmin ilk ve bir asıra yaklaşan
deneyimi, yenilmiştir. Ayrıca, bu yenilgiden önceki
onyıldan itibaren, dünyada sosyalizmin zaferine ilişkin
bir örnek yaşanamamıştır.
Öte yandan, kapitalizm, yapay ve sanal bir biçimde şahlanmış,
deyim yerindeyse allı pullu görünümü, lazer ışıkları
ile süslenerek insanlığa sunulmuştur.
Dolayısıyla, bugün sosyalistlerin en büyük amaçlarından
biri de, günlük mücadelelerinden başlamak üzere, yeni
yenilgilerden kaçınmak, küçük ama sağlam adımlar atmak
olmak zorundadır. İkinci olarak, reel sosyalizmin insanı
neredeyse dışlayan pratiğinin mahkum edilmesi ve gerçek
sosyalizmin yaşam bulmasının ilk koşullarından biri
olarak, halk adına karar verme, halk adına davranma
probleminin, daha ilk adımlardan itibaren aşılması,
sosyalist demokrasinin ilkelerinde ödünsüz olunması
gerekmektedir.
Bugün sosyalizmin yaşadığı sorunların en önemli nedenlerinden
birisi de, uzun bir süredir, dünyanın ulusal kurtuluş
hareketlerinin zaferlerine sahne olmaması, olamamasıdır
dedik. Bu durum, İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden
bu yana, bu açıdan en uzun boşluktur ve uzlaşma teorilerini
besleyen en önemli nedenlerin başında gelmektedir.
İstikrarının temelini halkları soyarak atan ve bunu
sürekli kılan emperyalizmin, buna rağmen kendisi ile
uzlaşan sosyalizm ile soğuk savaş içinde kalması, elbette
anlamsız olurdu. Pekala, devrimci dalga yeniden canlanınca,
emperyalizm yeni bir "afet"e tutulunca ne
olacak?
Bu sürecin sonuçlarını toplumsal pratik gösterecek;
daha doğrusu, süreçte yer alan devrimci güçlerin doğruları
ve yanlışları belirleyecek. Sosyalizm güçlerinin doğrularının
ağır basması, aynı zamanda sosyalizmin yeniden dünya
çapında prestij kazanmasını, dünya halklarının tümünü
rahatlatacak bir ivmeyi doğuracaktır. Enternasyonal
değerler ve gelişmelerin taşıdığı küresel anlamlar,
bugün her zamankinden çok daha büyüktür. "Globalleşme"nin
öteki yüzü de, dünya halkları arasındaki ilişkidir.
Böyle olmak zorundadır.
Öte yandan, reel sosyalist ülkelerin insanları, yıllarca
toplumsal hizmetlerin üst düzeyde verildiği toplumların
üyeleri olmuşlardı. Bugünkü süreçte bütün bunlardan
yoksun "özgür" bireyler olarak işsizlikle,
gelecek güvencesinden yoksunlukla, eğitim, sağlık, konut,
ısınma ve diğer temel gereksinimlerden uzak yaşamakla
tanıştılar. Bu durum, bir savunma mekanizmasıni ve bellek
işlerliğini de kaçınılmaz olarak beraberinde getirecektir.
Özellikle reel sosyalizmi yaşamış olan kuşaklar yok
olmadan önce, sözkonusu ülkelerde yeniden sosyalizm
arayışlarına girilmesi, kaçınılmazdır. Önemli olan,
bu arayışların özlem ve istek düzeyinde kalmaması, örgütlü,
sistemli bir güç haline dönüşebilmesidir. Aksi halde
çok fazla bir anlam taşıma şansına sahip değildir.
Sözünü ettiğimiz kuşakların fiziken yok olmalarından
sonra ise, yeniden sosyalizm arayışlarının bu ülkelerde
çok daha fazla gecikeceğini, bugün emperyalizm de tahlil
edebilmekte ve sürecin bu dengesiz haliyle devam etmesi
için gereken bütün çabayı, milyonlarca dolar akıtmak
pahasına sürdürmeye çalışmaktadır.
Ne var ki; durum sadece yitirilmiş birtakım haklar ve
güvenceler için "Stalin nostaljisi" düzeyinde
kalmaz, kalamaz.
Bu tür değerlendirmelerin romantizmi, yaşamın realitesiyle
bağdaşmaz...
Emperyalizmin bugünkü göreceli huzuru, kimseyi yanıltmamalıdır.
O, kendi çelişkileri içinde boğulmaya mahkum bir halklar
zehiridir.
Sosyalizm, bir yönetim biçimi, bir başka üretim ilişkileri
sistemi değildir.
Sosyalizm kurtuluştur.
Sosyalizm, dünya halklarının yaşamı tanıması, yaşama
kavuşması, özgürleşmesi, özgürleştirmesidir.
Sosyalizm, dünya halklarının mutluluğunun resmidir.
Ve halklar, bu resmi mutlaka çizecek, mutlaka!..
Bunun başka yolu yok!..
ZAFERE KADAR SAVAŞ!..
YAŞASIN SOSYALİZM!..
|