Devrimci
Tutsak
Ailelerine...
DURUN!
Bekleyin biraz!
Didar Şensoy geçiyor sokağınızdan
bakın!
pencerenizin tam altından
sarmaşıklara sürünerek.
Tarayın saçlarınızı,Gömleğinizin yakasını düzeltin
ve dik durun.
Maltanızdan, avlunuzdan geçiyor
Didar Şensoy
Parmaklıkları kanıyla eriterek...
...
Bekleyin biraz, bekleyin!
Herşeyin sırası var!
İKİNCİ
BASKI İÇİN...
"DİDAR ABLA" kitabı BARİKAT
dergisinin henüz ilk günlerinde yayınlanmıştı. O günden
sonra yaklaşık iki yıllık bir süre geçti ve son yedi-sekiz
aylık sürede de kitap konusundaki isteklere sürekli
olumsuz yanıt vermek zorunda kaldık. Uzun süre bürodaki
on-onbeş kitapla yetinmeye çalıştık. Ama bu ölüm yıldönümünde
artık ikinci bir baskı kesin gereklilik oldu.
Çünkü bu bir tarihtir. Didar Şensoy ismi Türkiye'nin
bir döneminin tarihi içinde kendince bir yer tutar.
Bu dönem generaller çetesinin ülkeyi kana buladığı bir
dönemdi. Bütün ülkenin kocaman bir işkencehaneye çevrildiği,
darağaçlarında halkın en yiğit çocuklarının katledildiği,
cezaevlerinin dolup taştığı günleri yaşıyorduk. Toplumsal
muhalefetin kitlesel biçimleri ve örgütleri ezilmiş,
devrimciler büyük darbelerle sarsılmışlardı. Bugün anti-militarist
kabadayılıklar yapan basın tekelleri cunta şakşakçılığı
içine gırtlaklarına kadar batmışlar, burjuva aydın takımı
ise fırtınanın geçmesini yüzkızartıcı bir sessizlik
içinde bekliyorlardı.
Bu ortamda, içi-yüreği yanmış bir avuç insan sokaklardaydı...
Bir avuç dertli insan, oğullarının, kızlarının ardından
hapishane hapishane, karakol karakol koşuşturuyorlar,
yaralı kartallar gibi zulüm yuvalarırın üzerinde uçuyorlardı.
Önce kendi dertlerinin peşinde koşuyorlardı. Daha sonra,
yavaş yavaş kendi oğullarının, kızlarının bir büyük
ailenin parçası olduğunu farkettiler. Ve sonra, bir
gün, kendilerini de o büyük ailenin parçası olarak buldular.
Yağmur, çamur, hakaretler, coplar, ölüm tehditleri onları
yıldırmadı. İnatla, ısrarla zulmün üstüne üstüne yürüdüler.
İşte burada, bu kitapta, Didar Şensoy'un kişiliğinde
anlatılan onların hikayesidir.
Onlara borçluyuz. Devrim davasının, özgürlük davasının
bu yılmaz savaşçısına çok şey borçluyuz.
Bugün, cunta günlerini kat kat aşan zulmüyle "kirli
savaş" ve "topyekun saldırı" günlerindeyiz.
Artık katliamların, sokak ve ev infazlarının hesabının
bile tutulamadığı, köylerin, kasabaların tümden ateşe
verildiği, insanların güpegündüz kaçırılıp kaybedildiği
bir ülkede yaşıyoruz.
Öyle ki, örneğin, son bir yılda devletin katlettiği
insanların yalnızca isimlerini ve resimlerini basacak
olsak, bu kitabın sayfaları kesinlikle yetmeyecektir.
Böyle bir ülkede, böyle günlerde yaşarken Didar Abla
gibi değerlerimizi öne çıkarmak, onların yaşamlarından
gelecek için bir şeyler öğrenmek bir gereksinmedir.
İkinci baskı böyle bir anlam taşıyor.
Bu baskıyı hazırlarken Didar Şensoy üzerine yapılmış
daha eski bir çalışmayı da değerlendirmeyi uygun bulduk.
EKİN Yayınları'ndan çıkmış olan "Bir İnsanlık Onuru
Savaşçısı: DİDAR ŞENSOY" isimli broşürü de bu ikinci
baskının içine aldık.
Böylece kitabın daha yeterli bir hale geldiğine inanıyoruz.
Direnenlere ve direnecek olanlara saygıyla...
O,
ÇOK KATLI BİR KARANLIĞIN
ÇOK BOYUTLU IŞIĞIDIR!
Kalabalık
sayılmazlardı...
Bir zamanlar, yüzbinlerin, özgürlük adına, sosyalizm
adına toplandığı, sloganlar haykırdığı, marşlar söylediği
bir ülke meydanları için sayıları çok azdı.
Kalabalık sayılmazlardı ama, dönemin koşulları içinde
yaptıkları öyle kolay kolay azımsanacak iş değildi.
Tutuklu yakınıydılar. Metris zindanında insan olarak
sahip oldukları onuru ayakta tutmak amacındaki evlatlarının
başlattığı açlık grevinin sesi olmaya çalışıyorlardı
ve daha bir iki yıl önce mangalda kül bırakmayan kalemlerin
büküldüğü, meydanları dolduran o kitlesel dalganın çözüldüğü,
halk adına, halkın önderi olmak adına yola çıkanların,
kavgadan ve onun getirdiklerinden çark etmeye başladığı
o günlerde, onlar; yalnızca kendi varlıklarına dayanarak
meydanlardaydılar.
Ülkede yaşanan, tam anlamıyla toplumsal bir karabasandı.
Canlı vücutların yerini karamsarlık ve umutsuzluk, belli
ölçülerde de olsa kitlelere malolabilmiş özgüvenin yerini,
boyuneğme ve çözülme tavrı almıştı. Onlar tanklarıyla,
tüfekleriyle, her türlü karşı çıkışı ezme, her türlü
"aykırı" sesi boğma tavrıyla toplumun tepesinde,
onun üzerindeki baskının aracı olarak apaçık ortadaydılar.
Postallarıyla kentleri ve kırları doldurmuşlardı. Halkın
tepesinde sallanan bir kılıç değil ama, kocaman bir
cop vardı. İnsanları her türlü değere yabancılaşmış
"şey"lere dönüştüren bir çarktı işleyen. Ve
"otorite"nin copu indikçe çözülme tohumları
ekiyor; fabrikalarda, okullarda duyulan yalnızca postal
sesi oluyor; tarlalar postalların altında eziliyordu.
En çok gereksinme duyulan bir dönemde, devrimci eylem
de en alt sınırına inmişti. Arabesk bir "kültür"
empoze ediliyor, "kaçış"ın ve yozlaşmanın
her türü gelişme yolunda mükemmel bir zemin buluyordu.
Bu yolda "teorileşme" başlamıştı bile...
İşte bu uzun Eylül'ün, ona karakteristik özelliklerini
veren atmosferin en yoğun biçiminde duymsandığı bir
aşamada, 1981 Ekim'inde, sayıları ancak elli dolayında
olan tutuklu yakınlarının, üstelik 1. Ordu Merkezi'nin
önünde toplanmaları, evlatlarının haklarını aramaları
azımsanacak şey değildi.
Direnişçi evlatlarının gün gün erimlerine seyirci kalmamak
gerekiyordu. Bu yolda elden ne geliyorsa yapılmalıydı.
İlk elde yapabildikleri de 1. Ordu Merkezi'ne gitmek
ve Adli Müşavir'e evlatlarının sorunlarını anlatmak
ve çözüme zorlamaktı...
Sonraları bu tür girişimlerde yanlarında bulacakları
"duyarlı" destekleyiciler henüz yoktu. Basın
böyle bir haberi yazmamak için kaçıyordu onlardan. Dünyanın
başka köşesinde gidilen bir açlık grevi ya da çeşitli
ülkelerin insan hakları sorunu işlenebilirdi, ama bu
ülkede binbeşyüz insanın açlık grevine gitmelerinin,
yakınlarının coplanmalarının, tartaklanmalarının, "haber"
değeri yoktu.
"Ne olursa olsun dağılmayacağız, Adli Müşavir'le
mutlak görüşmeli, sorunları anlatmalı ve çözülmesini
sağlamalıyız" diyordu "O". Öyle de davrandılar.
Coplanmalarına, itilip kakılmalarına, kendilerini lütfen
kabul eden ve yalnızca bir şekil, bir suret olan Adli
Müşavir'in tehditkar üslubuna ve hakaretlerine karşın
dağılmadılar. O, herkesi gayrete getiriyor, dağılmamaları
gerektiğini ısrarla haykırıyordu. Temsilci olarak görüştüğü
Adli Müşavir'in tutuklama tehdidi bu ısrarını değiştirmeyecekti
elbette. Sonuçta dağılmamakta direndikleri için coplandılar
ve gözaltına alındılar. Ama yaptıkları direniş etkisini
gösterecek, evlatlarının geçici bir soluklanma ortamı
elde etmelerine önemli bir katkıda daha bulunacaklardı.
Onbeş gün sonra salıverildiklerinde, O, bu deneyden
daha bir güçlenmiş ve inandığı yolda daha bir kararlılık
yüklenmiş olarak çıkıyordu.
Karşı çıkışı boğduğu oranda "otorite", yılgınlığı
yaydığı oranda "güçlü" olan, her türlü yolu
deneyerek bu görüntüyü yayan, yarattığı atmosferi sürekli
kılacak bir kurumsallaşma ve ona uygun hukuksal çerçeveyi
oluşturma yolunda yürüyen hakim sınıf ve katların karşısında,
insan haklarını ve demokratik değerleri savunmak, bu
yolda ilerlemek, gün geçtikçe daha güçlü ve bilinçli
bir kavgacılık, onun sonraki yıllarının başta özelliği
olacak ve yaşamını yitirene kadar sürecekti. Kardeşine
bağlılığından ve sevgisinden, onun kavgasına gönül vermekten,
onun haklarını savunmaktan yola çıkarak, önce MLSPB
tutuklularının, sonra tüm Metris ve bütün cezaevlerinin
ablası olmuş, sevgisi yayıldıkça çoğalmış, çoğaldıkça
güçlenmiş ve bilinçlenmişti.
Gazetelerde onunla ilgili haberler artık kanıksanır
bir durum olmuştu. Grevdeki Netaş işçisine "Kavganız
Kavgamızdır" diyen, YÖK baskısına karşı açlık grevi
yapan öğrencilerle birlikte üniversite önünde oturarak
açlık grevine de giden, coşkusuyla onları yüreklendirme
yolunda bir mücadele simgesiydi O.
Didar Şensoy'un yaşantısından çıkarılması gereken önemli
dersler vardır. Kırk yaşından sonra "ev kadınlığı"ndan
insan hakları savaşçılığına uzanan yaşantısı, bu yolda
can vermeyi göze alan kararlılığı örnek olmalıdır. Eğer
bugün Türkiye'nin gündeminde insan hakları sorunu, işkence
ve baskıya karşı tavır sorunları varsa, eğer bu sorunlar
tartışma gündeminde önemli bir yer tutuyorsa, bunda,
hiç kuşkusuz tutuklu yakınlarının 12 Eylül boyunca boyutlarını
artırarak sürdürdükleri çabaların payı büyüktür.
Onun mücadeledeki yeri, küçük ve basit hesaplarla uğraşan,
devrimci politik ahlak ile grupçu politikaları birbirine
karıştıran dar kafaların dışında herkesin bildiği, bilmesi
gereken bir gerçektir. 12 Eylül dönemi boyunca süren
kitlesel işkence, baskı, insanları boyuneğmeye ve değerlerinden
uzaklaştırmaya yönelik politikaya karşı direnmeyi yükseltmiş
ve devrimci güçlerin faaliyetlerinin asgariye indiği,
aydınların çok olumsuz bir grafik çizdiği bir dönemde,
direniş büyük ölçüde cezaevlerinde sürmüş, tutuklu yakınları
bu direnişten ilk elde etkilenenler olmuş, direnişin
içinde yer almış, giderek artan oranda politikleşmiş
ve bilinçli, örgütlü bir mücadelenin yürütücüsü durumuna
gelmiştir. Bu süreç doğallıkla önderlerini de yaratmıştır.
Didar Abla'nın misyonu budur. O bir devrimcinin ablası
olarak başladığı yolda tüm devrimcilerin, yurtseverlerin
ablası olmayı, ablalık değerlerinin yerine insan hakları
ve devrimci demokratik değerleri koymayı bilmiş, sahip
olduğu mücadeleci kişiliği onu bir kitle önderi yapmıştır.
Evet, uzun bir sonbahardı toplum olarak yaşadıklarımız...
Alabildiğine uzun sürmüş , rüzgarlarıyla alabildiğine
savurmuş, toprağımızı boyluboyunca kanatmış, yıllara
yayılmış bir sonbahar... Her yanı sancılarla kavrulan,
yekinip te doğrulamayan, yer yer gücünü, dermanını ihanetlere
salmış, zincirlerle kuşatılmış, mermilerle delik deşik
edilmiş, darağaçlarıyla lanetlenmiş bir sonbahar...
Halkların tarihinde böyle sonbaharlarda yazılır kimi
zaman. Onun karanlığını yaşar. O mevsimlerin kurşun
gibi ağır zulmünde yaralanır. Ne var ki, yarası ne kadar
ağır olursa olsun; günü gelir tekrar buluşur aydınlığın
şimşekleriyle. Tekrar gözgöze gelir güneşle ve bu kez
ona bakışı daha bilgedir, daha ustadır ve daha ışıklıdır.
Ülkemiz 12 Eylül açık faşist diktatörlüğünün cenderesinde,
Türkiye Kürdistan'ı topraklarındaki soykırımdan, İstanbul
sokaklarındaki katliamlara, köylerdeki baskı ve zulümden,
işkencehanelerdeki, zindanlardaki teröre kadar uzanan
bir fırtınanın karabasanı altındaydı. Ve ne yazık ki,
çeşitli nedenlerle bu dehşetli fırtına karşısında savaş
yükseltilerek yürüyüşe devam edilemedi. Birer direniş
abidesine dönüştürülen zindanlar olsa da, darağaçlarında
ve kuşatmalarda mücadele şiarları emekçi halkların kırılmaz
dalları olarak kavgayı teslim etmesede uzun yürüyüşümüz
bir süre için kesintiye uğramıştı.
Bu uzun toplumsal karabasanın bitmekte olduğunu müjdeleyen
günlerden biri de 1 Eylül 1987 oldu. Çünkü bir kardelen,
bir sonbahar kardeleni fırtınaya rağmen topraktan sökülemezliğiyle,
hayatı hayatla savunma biçimiyle, saldırının tek yanıtının
direnmek, direnmenin ise mücadele etmek olduğunu, katmerli
karanlığa rağmen gösteren ışığıyla, ülkesinin doğrudan
güzelden yana bütün yürekleriyle ölümle buluştu. Kendi
yüreğinin ve kafasının ve giderek bütün yaşamının, her
anının hasredildiği tek olgu haline gelen o yüreklerde,
bir direnişçiye yaraşır biçimiyle, direnişin en önünde
canını vererek bir anda tek boyut haline geliyordu.
Ülkenin basını, "Didar Abla artık yaşamıyor"
başlıklarıyla çıkıyor ve bu tek cümle herşeyi anlatmaya
yetiyordu. Sonbahar kardeleni, son selamını yine ülkesinin
zincirini parçalama müjdesiyle bütünleşmiş yaşamının
bir direniş sayfasından gönderiyordu. "Ölümün öldürülmesi"
gerçeği buydu işte. Gerçekten Didar Abla artık yaşamıyor
muydu? Yoksa ülkesinin bu karabasan yıllarında, o ıssızlıkta
direnmek ve mücadele bayrağını yere düşürmemek gerçeğini
zindanlardan alanlara, ilk işçi direnişlerine, ilk yeniden
kıpırdanışlara, protestolara taşıyarak adı onur ve direniş
çağrısı haline gelmiş bu elli yaşındaki soylu ve güzel
kadın yeni yaşam boyutları mı kazanmış ve kazandırmıştı?
Böyle olduğundan kuşkusu olan mı var? Didar Şensoy'un
ölümüne rağmen, özellikle öylesi koşulların direnişçilerinin
ölümünün, bir ölüm değil, halkların emperyalizme , yerli
egemenlere ve faşizme karşı direnişinin, mücadelesinin,
bazı süreçlerde suskun kalsa da yenilmemesinin, yani
tarihin nesnel kıldığı zaferin ışığı olduğu konusunda
kuşkusu olan var mı halâ?
Giderek daha fazla yüklemle donanan, her geçen gün daha
aydınlık ve kararlı, coşkulu işlevlerle bütünleşen,
daha geniş bir perspektifin özneleriyle buluşan Didar
Şensoy, "İnsan Hakları" nın demokratik mevzilerini
tesis etmekten grevlere, faşizmin her türlü kıpırdanışı
pervasız bir terörle ezmeye çalıştığı günlerin dahi
ödünsüz bir avuç göstericisiyle ulaşabildiği her yerde
mücadele vermekten, işkencehanelerde düşmana değil sır
vermek, nefretini, isyanını haykırmaya kadar uzanan
bir boyut zenginliği içinde yaşadı. Alanlarda hiç kimse
yokken, bir avuç mücadele arkadaşı ve O vardı. Zindanların
kapılarının boşluğunu gerektiğinde tek başına doldurmaya
çalıştı. Elbette binlerce ışığın içinde yanan bir ışık
olmakla böylesine karanlık süreçlerin ender ışıklarından
olmak eşdeğer değildir. Devrimci bir kardeşin savaşına
saygı, güven ve destekle başlayan bir süreç, kendine
giderek daha ileri ufuklar açmış ve bir kitle önderi
yaratmıştı. Ki o kadın, artık 50 yaşında, bu yükü ağır
yaşamın artırdığı rahatsızlıkları olan bir kadın, bir
anne, bir büyükanneydi. Ölümünde de yanında olan tutsak
analarından biri "O, yanımızda olduğu zaman gücümüz
artar, kendimize güvenimiz gelirdi" diye tanımlıyordu.
Karanlığa çok renkli ışıklar vermiş bu kardelenin ölme
eylemi de değişik ve önemli etkiler sunacaktı ortama
elbette. Faşizm bu pervasız ve iğrenç cinayetinin uyandırdığı
tepki ve geniş yankı üzerine paniğe kapılıyor, olayı
nasıl örtbas edeceğini, çarpıtacağını bilemiyordu. Sadece
meclise dilekçe vermek amacında olan bir ana, bir abla,
sadece bu olay nezdinde karşılaştığı günlerce süren
baskı, gözetim, takip ve nihayet coplanma, dövülme sonucu
Meclis bahçesinde yaşamını yitiriyordu. 60 kişinin de
göz altına alındığı ve üç otobüs dolusu tutuklu yakınının
tavrını içeren sözkonusu "Meclis'e dilekçe verme
eylemi" sırasında en önde olan Didar Abla'nın yaşamını
yitirdiğinin öğrenilmesi üzerine, orada bulunan diğer
tutuklu yakınları; "Çiğnediler onu, dövdüler. Böyle
olacağı belliydi" diye haykırırken, polis olayı
resimleyen gazetecileri de dövüyor, gözaltına alıyor
ve yetkililer Didar Şensoy'un zaten "şeker hastası
olduğu", "kalpten öldüğü", "vücudunda
kesinlikle darp izi bulunmadığı" yolunda ardı ardına
açıklamalar yapıyorlardı. Ancak tepkiler karşısında
Ankara Valisi Bayar; "Polisin tutumu üzücü"
diyordu.
İstanbul'dan başlayıp Çanakkale, Bursa ve Eskişehir
cezaevlerini de kapsayarak Ankara'da Meclis önünde son
bulan bu yürüyüşün en önü şimdi boştu ve ellerinde dilekçeleriyle
yola çıkan direnişçiler yol boyunca Arjantin'li Plaza
Del Mayo analarının simgeleştirdiği bayaz eşarbı ve
karanfilleriyle önlerinde yürüyen Didar Abla'nın cenazesiyle
dönüyorlardı.
İnsanların yaşamları işte böyle destanlaşıyordu. İnsanlar
işte böyle evrensel olgularla buluşuyor, bir gövdede
binlerce çoğalıyorlardı. Faşizm böyle onurlu insanların
ak kanlarında karanlıklara gömülüyor ve egemenlikler
her şeye rağmen bu kararlılıklarla yerle bir ediliyordu.
Bir ana Meclis'in merdivenlerine yumruklarıyla vurarak
"İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!" diye haykırıyor
ve işte böyle bir ülkenin mazlum halkları en zorlu süreçlerde
bile o merdivenleri parçalayarak güneşe merdivenler
dayama gerçeğinden kopmuyorlardı. Direnişi kırmak için
gençlerin tutuklanması oyununu tezgahlayan oligarşi,
Didar Şensoy'un Meclis önüne oturarak "Çocuklarımı
serbest bırakmadıkça buradan ölümü kaldırabilirsiniz"
diye haykırması ve bir kitle önderinin coşkusuyla gerçekten
kalkmaması, gerçekten dediğini yapması ve ölmesi ile
yerle bir oluyordu.
Devrimcisi, ilericisi, demokratı ile uzun yılların suskunluğunun
basıncıyla yaslı ve her yöresinde ondan izler taşıyan
İstanbul, bu ağırlığı onun cenazesini binlerce kişinin
seferberliği ile karşılayarak atar gibiydi. Ya cezaevlerindeki
tutsaklar?
Evet, devrimler kanla, canla yazılan bir manifestoydu.
Bu insanlar katliamlara ve göreve gidercesine gittikleri-gidilen
ölümlerle tanıştılar, amaç son derece büyük bedeller
isteyecek denli önemliydi, zorluydu. Bunu biliyorlardı.
Ama bu ölüm, bu süreçte ve böylesine gelen onurlu ölüm
isyanla, gözpınarlarını çaresizlikle örmüştü ansızın.
Zindanların bacısını kaldırmak nasıl güç olmayacaktı
şimdi? Savaşın bütün benliği sarıp sarmaladığı gövdelerde,
savaşmamayı, böyle ölümleri demir parmaklıkların ardında,
sessizlik içinde kabullenmek olası mıydı?
Diğer bütün eylemlerin yanısıra özellikle 12 Eylül sonrası
cezaevleri direnişçilerinin dışarıdaki soluklarından
olmuş, adının geçtiği, başka nedenlerle bulunduğu çeşitli
ortamlarda, zındanlarda faşizme karşı boyun eğmeme tavrının
çağırşımı haline gelmiş bu ananın ablanın ölümünü duvarların
içinde yaşamak daha da güç değilmiydi?
Sadece onu uzun yıllardır tutsaklık koşullarında ve
dışarıda, hem ana sıcaklığı hem de mücadeleci kişiliğiyle
omuzbaşında görme onurunu ve kıvancını yaşayan MLSPB'liler,
MLSPB tutsakları değil, bütün devrimciler ve ilericiler
birşeyler yapabilmenin çabası içinde yoğunlaşıyor, dilediklerini
yapamamanın acısıyla kıvranıyorlardı ve duvarlardan
günler boyu "Didar Şensoy Ölümsüzdür", "Didar
Şensoy'un Hesabını Soracağız" sloganları yankılanıyordu.
Metris cezaevinden oğulları, kızları, kardeşleri diyorlardı
ki; "Yıllardır tüm ilerici, demokrat ve devrimcilere
yönelen baskı ve işkence ile çeşitli uygulamalara karşı
insan onurunu koruma mücadelesini aktif olarak destekleyen
ve yaşamı pahasına en önlerde sürdüren, yürekli ve sevgi
dolu anamız, Didar Şensoy'u yılmadan yürüttüğü mücadelemiz
içinde yitirdik. Adını ve yaşamının başeğmezliğini onurlu
bir mücadelenin simgesi olarak yaşatacağız."
Aydın E Tipi Cezaevi "Acımız ve öfkemiz sonsuzdur.
Onun mücadeleci ve yılmaz kişiliği hepimize örnek olacaktır"
diye haykırıyordu. Ankara Kapalı Cezaevi tutsakları;
"Seni kalbimize gömdük. Örnek yaşamın, mücadelen
yolumuzu aydınlatacaktır" diyorlardı.
Mamak Cezaevi'nden; "Onurumuzla başımız dimdik
yürüyebiliyorsak, bunu sana, sizlere borçluyuz, saygıyla
anıyoruz. Sen varken ölüm uzaktı. Ölüm geldiğinde, özgürlük
yolunda uğraşınla yanımızdasın, yüreğimizde, bilincimizdesin"
diyordu.
Gaziantep'teki tutsaklar; "Yüreği sımsıcak sevgilerle
dolu anamızı kalbimize gömdük".
Ermenek'teki siyasi tutsaklar, "Halkımızın gönlünde
sonsuza kadar yaşayacak" mesajlarını iletirken,
yine Metris'ten; "Tarih, karanlığı yenme kararlılığı,
direnişidir. Yarına attığımız köprüde, zulme karşı yürüyüşümüzde,
omuzbaşımızda yiğit ana sıcaklığını duyarken onurluyduk.
Şimdi ise; O içimizde yaşattığımız canlı başeğmezliğinle
karanlığın maskelerini nasıl indirdiğini yaşamın kadar
ölümünle de kanıtladın. Direnirken ve ölürken sunduğun
çağrı yaşayacak. Ne mutlu bize, böyle canlarımız var.
Ne mutlu yarınların aydınlığı böylesine insanlık duyarlılığının
üzerinde yükselecek. Büyük acımızı, onurlu anısı önünde
içtiğimiz andımızı yaşama dönüştüreceğiz" deniyordu.
Malatya, Diyarbakır, Erzurum, Erzincan, Çanakkale, Mersin,
Eskişehir, Samsun cezaevlerinden de aynı mesajlar veriliyordu.
Onun yine uzağında olmadığı ve aynı yılın ilkbaharıyla
birlikte toprağın yüzeyinde can tutan öğrenci gençlik
hareketinin de Didar Ablalarına ilişkin mesajları ve
andları vardı: "Sen yaşama açılan bir penceresin.
Seni unutmayacağız" diyorlardı. "Ablamız Şensoy'u
yitirdik, yaşamı örnek olsun" diyorlardı. "Yükselttiğin
insanlık ve özgürlük mücadelesi bayrağını biz omuzladık"
diyorlardı.
Ve ülkenin içinde siyasi tutsak bulunan onlarca cezaevinde
açlık grevleri yükseliyor, geleceğin onurlu ve insanca
yaşam için mücadele edenlerin olacağı, Didar Abla kimliğinde
bir kez daha vurgulanıyordu: Metris cezaevindekiler
"Siyasi tutukluluk hakkının kabulü ve buna uygun
düzenlemelere yönelik genel talepler için ve cezaevlerindeki
yaşam koşullarının iyileştirilmesi için başlattığımız
açlık grevi, baştan saptadığımız şekilde 265 kişi ile
15 gün toplu ve daha sonra gruplar halinde dönüşümlü
olarak 41. gününü doldurarak başarıyla 23.9.1987'de
sona erdirilmiştir.
Bizlere anlamlı desteklerini sunan tutuklu yakınlarına,
yakın ilgisi dolayısıyla demokratik kamuoyuna teşekkürlerimizi
sunuyor, mücadelemizde şehit düşen Didar Şensoy'un anısı
önünde saygıyla eğiliyoruz" diyorlardı. Aynı şekilde
Gaziantep, Bursa, İstanbul-Sağmalcılar, Diyarbakır,
Ankara Merkez ve Mamak, Antakya, Bartın, Erzurum cezaevleri
açlık grevlerine gidiyor, yüzlerce tutsak şehit ablalarını
bir kez de bu biçimde selamlıyorlardı.
Yurt dışında ise değişik görüşlerden gruplar Atina'da
Anadolu Ajansını basarak, "Şensoy, hüriyet yolunda
verdiği mücadelede, Türk Faşist Cuntası tarafından öldürüldü"
mesajını geçerken, Amsterdam'da, Dam Meydanı'nda kırmızı
karanfil işli beyaz eşarplı ve çoğunluğunu siyasi mülteci
kadınların oluşturduğu göstericiler Didar ablayı selamlıyorlardı.
"Analar yine yırtıyor yazmalarını
Kara haberler koşuyor heryerde
Telgraf tellerinde
Haber bültenlerinde
İlk çağların bir uzay çağdaşlığı
Okunuyor yine kan efsanelerinde"
İstanbul, bu kez Kardelen'i, onun alışageldiği eylem
yolculuklarından; kara gözlerinde bir görevi daha yapmanın
gururlu ifadesi, mağrur gövdesiyle dikilişiyle, dönerken
değil, ıssız bir mücadele sürecinin bir avuç mücadelecisinin
en önündeki bu erdemli ve yiğit kadını, artık bir direniş
şehidi olarak ve silahların onca suskunluğunun orta
yerinde ve bildik isyancılığının Marmara'yı utandıran
dinginliğinden ötürü ellerini yüzüne kapatarak; karanfilleriyle,
beyaz eşarplarla donatılmış tabutu içinde karşılıyordu.
Emperyalizmin, oligarşinin ve faşizmin zincirlerini
parçalamak için seferberlik kaçınılmazdı. Ve bu ülkenin
namuslu evlatları, erdemli anaları seferberlik nedir
çok iyi bilirlerdi. Didar Abla'nın cenazesini yılların
unutayazdırdığı bir seferberlikle karşıladılar. Yüreklerin
dinginliği boranlarla kavruldu, tüm ikirciklenmeler,
buncasına tahammül edememenin isyanıyla sıkılı yumruklarda
'and'a durdu.
Bu çok ışıklı simge kadın, sadece işkenceye karşı direnmeyi
ve boyun eğmemeyi, zindanları mücadele mevzisi yaparak
yıllar boyu işkenceyi yenmeyi somutlayan savaş tutsaklarının
yılmaz ablası değil, proletaryanın bütün sınırlı haklarının
da gaspedildiği bir süreçte ülkenin sömürücü işbirlikçilerine
tavır alma ve eylemler koyma bilinci gösteren sınırlı
sayıda işçinin "onurunuz onurumuzdur" diyen
omuzdaşı değil, ölümünden daha birkaç ay önce yükselmeye
başlayan öğrenci gençliğin hareketliliğinin de içinde,
onların direnişlerinin de orta yerinde bulunmak isteğiyle
yanıp tutuşan ve bu gençleri Didar Ablalarını akademik
zeminde yükselen eylemlerine çağırmadıkları için azarlayandı
da. Aynı zamanda yine dönemin ilk demokratik çalışmalarının
da en önündeydi ve İnsan Hakları Derneği kurucusu, Af
Komisyonu üyesi, SHP üyesi kimlikleriyle ülke siyasal
gündeminin her yönüyle içindeydi. Nitekim, ölümü karşısında,
aydını, yazarı, sanatçısı, vb. ile ülkenin kafasını
ve yüreğini karanlığa teslim etmemiş bütün kesimlerden
gelen tepkiler, O'nun mücadeledeki yerini ve kaybın
büyüklüğünü gösteriyordu.
Özellikle bu zifiri gecede işkenceden, baskıdan ve zulmün
her türlüsünden bir an soluk alıp başlar gökyüzüne çevrildiğinde
görülen ender yıldızlardan biriydi Kardelen. Düşmanın
bütün silahlarına rağmen silahsız kuşatılmışlığın girdabında,
sadece hiç kınına sokulmamış gövdeler kuşanılıp yürünürken
onun sıcaklığını omuzbaşında duymak, o gerçek aslanın
"direnin aslanlarım, direnin yiğitlerim" diyen
sesiyle çoğalmak, dünyanın yaşanabilecek en güzel duygularındandı.
Yine biliniyordu ki, yenildik zannedenlerin yenilgisi
sadece kendi cahil, korkak ve bahtsız kimliksizliklerindeydi.
Ve işte Kardelen aynı yıllarda yenilmezliği; yaşamıyla
da, ölüme duran eylemiyle de düşmanın dahi yadsıyamadığı
ölçüde görkemli kılmıştı. Yaşananlar elbette güçtü.
Acılar elbette zorluydu. Ama öylesine büyük amaçlar
çizilmişti ki ve öylesine tarihin öznesi olunmuştu ki,
bunlara rağmen bunları bilerek yürürken kolaylıktan
sözetmek imkansızdı. Çevredeki pasifikasyon ve yılgınlık
çemberinin basıncı, ucuz yaygaraların, demogojik çalımların,
sınıfımızla ilgisi olmayan siyasi haydutların sınıfımızdan
çaldıkları sahte sloganların sefaleti ortadaydı. Bu
sefalet tablosunda, karşı devrimin kurşunlarının fazla
sekmeyeceği, en öndekilerin soylu gövdelerini bulmakta
gecikmeyeceği bir gerçeklikti. Ve savaşçılar şimdi de
zulme karşı olmanın, proletarya ve onun müttefiklerinin
zaferi için savaşmanın Türkiye'li selamını, tarihin
bütün zamanlarına ve sınıf savaşlarının bütün boyutlarına
hem bir omuzdaşlarının hem de sevgili ablalarının ölümüyle
gönderiyorlardı.
Bir kadının savaşı, bir kadının direnişçiliği, bir ananın
yılmazlığı kuşkusuz daha soyludur, daha derindir. Çünkü
bir kadın halk savaşçısı, bir kadın önder çok daha fazla
zincir parçalayarak yürümek zorundadır.
Bu, çok katlı bir karanlığın çok boyutlu ışığı ile gurur
duymak, ona daha fazla sahip çıkmak ve onun mücadelesiyle
daha fazla özdeşleşmek, onun bütün erkek ve kız çocuklarının,
erkek kardeşlerinin ve kız kardeşlerinin içinde elbette
daha fazla ülkesinin kızkardeşlerinin ve onun kız evlatlarının
hakkıdır. Çünkü onların, Kardelen'in parçaladığı zincirler
içinde yakalayacakları çok daha fazla halka vardı. Ve
ondan dolayı onlar, bu yaşamın yiğitliğinde biraz daha
fazla gurur payına sahiptirler. Ve ondan dolayı 1 Eylül'de
bundan böyle ülkemizin bütün emekçi kadınlarının ve
savaş yolunda yürüyen bütün kadınların coşku ve mücadelesi
haykırılacaktır. Türkiye'li kadınların parçaladığı zincirlerin
ve onların önderliğinin simgesi Didar Abla adıyla duyulan
gurur halkın bütün kadınlarının başlarında kardelen
taçları olarak takılacaktır ve her 1 Eylül'de biraz
daha yükselen devrimci savaş; onlarca, yüzlerce, binlerce
Didar Şensoy'la meydanlarda, fabrikalarda, okullarda,
dağlarda, zindanlarda çoğalarak bütün dünya emekçi kadınlarına
muştulanacaktır.
Kuşkusuz, bunlar Didar Abla için ilk solukta söylenmesi
gereken ve söylenebilecek sözlerdir. Ama daha önemlisi,
onun mücadele ettiği, yaşadığı ülkesinin koşullarını,
öğrettiklerini bıraktığı dersleri görebilmektir.
İNSAN
HAKLARI MÜCADELESİNDE
DİDAR ŞENSOY'UN YERİ
VE ÖĞRETTİKLERİ
Kabul
etmek gerekir ki, insan haklarını yerleştirme ve savunma
olgusunun bilinçli bir nitelik kazanması, 12 Eylül sonrasına
rastlar. 12 Eylül öncesinde onca iri söze, iddialı hedeflere
karşın mücadelenin bu yönlerine ilişkin konularda, bu
karekterde adımlar ve ayakları yere basan bir pratik
yoktur. Devrimci bir dalga boyutlarına ulaşan kitle
potansiyeline karşın, mücadelenin niteliği ve yürütülüş
biçimi, birçok hata, eksik ve zaafı da içermiş, diğer
eksiklikler yanında, insan hakları doğrultusunda bir
eğitim, bu temelde demokrat bir kamuoyu yaratmak, insanları
bu değerler çerçevesinde eğitmek eksik bırakılmıştır.
Durumun bu özellikler kazanmasında somut güncel çabanın,
genel politik mücadeleye tabi kılınma adına eksik bırakılmasının
da payı vardır kuşkusuz. Söz konusu olan toplumsal çizgilerin
devrimci saflardaki izdüşümleridir.
Toplum olarak bu bağlamda öne çıkan eksiklikleri, genel
bir olgu olarak demokratik değerlere sahip çıkmaması,
demokratik taleplerin yaygın bir taban bulmamış olması
biçiminde özetleyebiliriz. Bu durumun toplumsal pratik
içinde aldığı somut biçimi ise en yaygın anlatımla "hak
verilmez, alınır" gerçeğinin Türkiye'de yeterince
kavranamaması ve bu temelde bir mücadele geleneğinin
yeterince oluşmaması şeklinde belirtebiliriz. Mücadele
içinde kazanılmış haklar olmadığından bu hakların bilincine
varmak, savunmak ve kalıcı mevzilere dönüştürmek, sonuç
olarak da nihai çözümü ancak böylesi bir sürecin üzerinde
değerlendirmek gerçeği toplumsal pratik içinde yeterli
bir düzeyde ses bulamamış, nihai çözüm adına pek çok
şey ertelenmiş, ya da söylenenler ancak teorik söylem
düzeyinde kalabilmiştir.
Kuşkusuz bu durum, burjuva devrim sürecinin özellikleriyle
bağlantılıdır. Türkiye'de burjuva devrimi süreci demokratik
bir içerikle birlikte gelişmemiş, feodalizme karşı tavır,
toprak sorununun hareketlendirdiği köylünün bu talebine
karşı çıkmak ve onu feodalizme karşı mücadelenin etkin
bir unsuru olarak kullanmak, burjuva demokratik kurum
ve olguları kitlelerin talepleri olarak, bu taleplerin
üzerinde yükselterek topluma maletmek gibi özellikleri
içermemiştir. Burjuvazinin kapitalizmin gelişme özelliklerine
sahip olarak kazandığı nitelik, burjuva devrimine çarpık
ve eksik bir karekter kazandırmış, dolayısıyla da demokrasi
ve özgürlük sorunlarının toplum açısından anlamı, iç
dinamizme dayalı gelişme eksenine sahip toplumlardan
oldukça değişik yanlar içermiştir.
Türkiye'nin tarihi, bu yönüyle bir çelişkiler tarihidir.
Halk bir çok durumda haklarının gasbına tavırsız kalmış
ya da en azından tepkisini ifade edememiş, mücadele
edemeden verilmiş "haklar"ın gasbına tavır
alacak, bu haklara sahip çıkacak bilincin topluma yeterli
ölçülerde mal olmadığı birçok kez ortaya çıkmıştır.
Burjuva değerlerin ve demokratik hak ve bu kurumların,
toplumsal bir talep olmadan topluma mal edilmesi çabasının
tipik bir sonucudur bu. Ve bir çok durumda tutuculuğun
güçlenmesi, ya da taban bulmasının önemli etkenlerinden
olmuştur. Halkın 1961'de onayladığı Anayasa'nın 20 yıl
sonra bu kez büyük bir çoğunlukla değiştirilmesi yönünde
oy kullanarak tüm haklarının gaspını onaylamasının,
rekor düzeye ulaşmış grevlerin bir günde bıçakla kesilircesine
sona ermesinin kökeninde yatan en önemli nedenlerden
biri de budur. Toplumsal gelişme düzeyinin henüz bir
talep durumuna getirmediği düzenlemelerin topluma empoze
edilmeye çalışılması, hem toplumun onları benimsememesini
getirmiş, bu çelişkili durum halkın otorite karşısında
sahip olduğu edilgen özellikleri destekleyen, harekete
geçmesini engelleyen temellerden biri olmuş, birçok
açıdan bu yurtsever güçler de bu durumdan önemli ölçüde
etkilenmişlerdir.
Bu niteliğin bir ürünü olan ve emperyalist kültürün
en uç örneklerinin en yoz biçimde ses bulabildiği, etkili
olduğu, öte yandan ona tepki olarak fanatizme varan
bir tutuculuğun önemli taban bulabildiği, çarpık kültürel
ortama 12 Eylül ile birlikte eklenen yılgınlığın, yozlaşmanın,
kaçışın her türden ifadesi, her türden iz düşümü, devrimci
eylemin olmadığı, devrimci kültürün çözüldüğü, otoritenin
güç gösterisi koşullarında, daha bir yaygınlaşmış, kültürel
çarpıklık ve yabancılaşma daha bir etkili olmuş, sancılı
ve zor bir süreç, dönemin her açıdan öne çıkan özelliği
olmuştur.
İşte bu ortam, tüm zorluklar, sancılar, tüm bu çarpıklıklar,
kaderci ve boyuneğen kültürel ortam, Didar Abla'yı ve
onun bayraktarlığını yaptığı mücadeleyi daha iyi anlamamızı
sağlayacak, bu mücadelenin kökeninde yatan, onun çıkış
mantığı olan ve mücadelenin başlangıcı için dar bir
çevreyle sınırlı da olsa, sorunları gelişecek olan,
daha da gelişeceği, yaygınlaşacağı kaçınılmazlaşan bir
özelliğini, sancılı ve zorlu bir süreç sonucunda kazanılmış
bir niteliğini bize vermektedir: "Hak verilmez,
alınır" .... Elbette bu onlarla başlamış değildir.
Daha öncesinde de bu ülke bu anlayışın ifadesine ve
bu çerçevede eylemlere tanık olmuştur. Ancak bu kez,
ileri ve nihai çözüm adına, bu nihai çözüme tabi kılınarak
ele alınan, ne var ki çoğu kez somutlaştırılamamış,
güncelleştirilememiş, sorunların toplumsal pratik içinde
anlamlandırılması söz konusudur. 12 Eylül süreci boyunca
diğer bir çok alanda olduğu gibi, insan hakları çerçevesinde
de gasbedilen, fütursuzca çiğnenen değerleri savunma
temelinde oluşan ve adım adım bilinçlenmeyi içeren bir
sürecin sonucudur bu.
Yani geçmişte çoğu kez soyut birer söylem olan sorunlar
bu dönem somutlaşmış, sınırlı bir çerçevede de olsa,
halk içinden bilinçli bir destek bulmuş, kendisine güçlü
bir temel oluşturmuştur. İnsan hakları ve demokratik
değerlerin savunulması bunlardan biri ve başlıcasıdır
ve söz konusu niteliğe oturması da büyük ölçüde tutuklu
ailelerinin mücadeleleri ile oluşmuştur.
Bu kuşkusuz rastlantı değildir. İşkence olayının alabildiğine
yaygınlaştığı, ülkenin açık bir cezaevine dönüştürüldüğü,
kitle halinde işkencelerin uygulandığı bir dönemde,
işkenceye bizzat uğrayanlar ya da onun acılarını en
çok duyanlar, birinci derecede tanığı olanlar, doğallıkla
ona karşı hareketin başını çekmiş, bu bağlamda bir kamuoyu
yaratmaya, bir temel oluşturmaya yönelmiştir.
Soyut bir işkence söylemi değil, bizzat onu yaşayanların
başlattığı bir temeldir sözünü ettiğimiz. Ve bugün,
insan hakları sorununun bu ülkede bir kamuoyu yaratmış
olmasının kökeninde yatan da bu nedendir.
Çıkışı ise, cezaevlerinde 12 Eylül'le birlikte başlayan
direnişlere dayanır.
12 Eylül'le birlikte boyutlanan işkencenin, cezaevleri
için içerdiği anlam, tutukluları sahip oldukları siyasal
kimlikten uzaklaştırmak, kişiliklerini ezmek, devrimci
yurtsever değerlerinden uzaklaştırılmak, bu değerlere
yabancılaştırılmak, ezik, yılgın, pişman bireylere dönüştürmek
çabasıdır.
Cezaevlerindeki sürekli, yani aylar, yıllar sürecek
bir işkence ortamının muhalifler üzerinde yıldırıcı
bir etki yaratacağı hesap edilmiş ve bu temelde topluma,
sesinizi çıkarırsanız sizi bekleyen sonuç bu olacak
mesajının verilmesi amaçlanmıştır. Bu çabanın birebir
karşılığı pişmanlık duygularının açıktan dile getirilmesi
değil elbette. Bu nitelik daha değişik biçimlerde de
ifade edilebilir, ediliyor. Dönemin koşullarına egemen
olan baskı ve yılgınlık ortamı, toplumu birbirine yabancılaşmış
bireyler toplamına dönüştürme çabası, çeşitli düzeylerde
ses bulmuş ve olayların cezaevlerine yansıyış biçimi
yaygın ve fütursuz bir baskı, sürekli bir işkence olmuştur.
Emperyalist rehabilitasyon programlarının deneyleri
ile, bu yönde oluşturulan birikimin üzerinde yükseltilen
söz konusu politika, hiç kuşkusuz direnişi de beraberinde
getirmiş ve ilk elde kitlesel direnişin gündeme geldiği
yerlerden biri olan İstanbul cezaevleri faşizme karşı
direniş odaklarından biri olmak işlevini de yüklenmiştir.
Bu tavır doğallıkla tutuklu yakınlarını yakından etkilemiş,
devrimci hareketin bir eksikliği olarak, politik ortamın
devrimci kavganın dışında sayılabilecek, politikayla
ilgileri daha çok bir devrimcinin yakını olmak düzeyinde
kalan bu insanlar, işkencenin ve etkilerinin doğrudan
bir parçası, fakat ona karşı mücadelenin de önemli bir
halkası durumuna gelmiş ve bu noktada bilinçlenme başlamıştır.
Sürekli baskı ve işkence koşullarının, onca direnişe,
açlık grevine karşı bir türlü son bulmaması, onları
neden'li, niçin'li sorulara itmiş, işkencenin somut
sorumlusu olarak cezaevi idarelerini gören yaklaşımların
olayların gelişmesi sürecinde sorunu daha yakında görmelerini
getirmiş ve bu gözlemleme sürecinin aynı zamanda sürekli
bir uğraşma ve çalışmayı içermesi, bilinçlenme ile kararlı
bir mücadelenin gerekliliğini, sorumluluk duygusu ile
çözüm yolunda örgütlenmenin öneminin kavranmasını içermiştir.
Sonucu herkes biliyor. Bu sonuç işkenceye karşı mücadele
sorumluluğundan uzak çevrelerin değil, işkenceyi bizzat
yaşayanların başlattıkları direnişin, onların yakınlarının
elinde ses bulması, onların bilinçlenmesi ve örgütlenmeye
yönelmesi temelinde yükselmesi gerçeğidir.
Didar Abla'nın bize öğrettiklerinden çıkarılması gereken
sonuç budur. Yani halka gerçekleri kavratmanın biricik
yolunun soyut bir söylem ya da devrimci eylemin ayakları
yere basmayan bir çerçevede yürütülüşü değil, devrimci
eylemin halkı etkileyebildiği, mücadeleye seferber edebildiği
, somut ve düzenin işleyişini teşhir edici bir temele
oturabildiği oranda kazanılmış bir bilinç ve mevziler
elde edebilme gerçeği...12 Eylül koşullarında işkenceye
karşı, devrimci eylemin aldığı biçim, nesnel olarak
cezaevlerinde yükselen direniş dalgası olmuş ve direnişler,
işkencenin gerçek niteliğinin, amaçlarının kavranmasının
yolunu açmış, tutuklu yakınlarını harekete geçirdiği
oranda güçlenmiş, süreklilik kazandığı oranda bilinçlendirmiş,
örgütlenmeye itmiştir.
Belli bir aşamadan sonra, tutuklu yakınlarının bağımsız
insiyatif kazanmalarını, yıllarca yakınları ile görüşemedikleri
hareket gerekliliğini kavramalarını, örgütlenmelerini,
bu yolda kendi çoçuklarını şaşırtacak başarılar elde
etmelerini, kazanılmış değerler oluşturmalarını getirmiştir.
Çocuklarına karşı duyarlılıktan yola çıkan bilinçlenme,
onları grevci işçinin, direnişçi öğrencinin yanında
dayanışma eylemlerine kadar götürmüş ve kendi yaşantıları
ile mücadele edilmeden hak elde edilemeyeceğini görmüş,
kavramışlardır.
Didar Abla, tutuklu yakınlarının adım adım bilinçlenmesi
ve kazanılmış değerler oluşturmaya yönelmesi sürecinin
başlatıcısının, bu ölümsüz sembolün yaşantısının gösterdiği
ikinci önemli sonuç ise ; onun bilinçlenmesi ve kendini
yenilemesi sürecinde yaşayarak öğrendiği ve pek çokları
için hala söylem olmaktan öte gitmeyen bir diğer gerçek,
hakları almanın, onların gerektiği biçimde savunulmaması
durumunda, fazlaca bir şey ifade etmeyeceği gerçeğidir.
Didar Abla, daha önce soyut olarak bildiklerini yaşayarak
görmüş, cezaevlerindeki her direnişle, her açlık grevi
ile birlikte elde edilen hakların, birkaç ay sonra yeniden
gasp edilmesinin nedenlerini yeterince kavramıştır.Kazanılmış
haklar mevzilere dönüştürülmüyorsa, tek başlarına ciddi
bir açıklayıcılığa sahip değildi ve çözüm olabilmekten
uzaktı. Kazanılmış bir mevzi ise, sürekli mücadele anlamına
geliyordu. Bu nedenle durmadan, ara vermeden, kendi
özel yaşantısını her şeyi ile feda ederek elde edilmiş
hakları koruma yolunda sürekli bir çabayı sürdürmekte,
duyarlılığı canlı tutmaya çalışmaktaydı.
Tutuklular için mücadele etmek yalnızca kardeşinin bulunduğu
cezaevindeki durumla bağlantılı olmaktan çıkıyordu giderek.
Cezaevinde açlık grevinin olduğu sıralarda doruğa çıkan
tutuklu yakınlarının girişimleri giderek onda sürekli
bir çalışma anlamını kazanmıştı.Artık Türkiye'nin neresinde
baskı ve işkenceye karşı bir direniş gelişse, O oradaydı.
Böyle bir ortamın olmadığı zamanlarda bile, ara vermeden,
bıkmadan, usanmadan her kapıyı çalıyor, bir suret olmayı
aşamayan "yetkililer"le dişe diş boğuşarak,
bu sorunların herkesin sorunu olduğu inancıyla, uzanabileceği
her insanla, her çevreyle ilişki kurarak, konuşarak,
onları sorunlara ortak etmeye çalışıyor, uzanabildiği
tutuklu yakınlarını yeni girişimler için seferber ediyor,
hazır tutuyordu.
Politikayla ilgisi başlangıçta kardeşine duyduğu sevgi,
mücadelesine duyduğu saygı ile sınırlı olan bir kadının
yaşayarak öğrendiği bu gerçekler bizlere de bir şeyler
öğretebilmelidir. Unutmayalım ki, bu ülke her zaman
küçük başarılarla yetinmenin günü birlik pratiklerle
erken başarı çıkarımları yapmanın ve bu yaklaşımların
yıkımının örnekleriyle doludur.
Anımsayacak olursak, 1975-80 sürecinin boyutları, birçok
açıdan ciddi bir devrimci dalga anlamına gelmekteydi.
Kitlesel düzeyde ulaşılan güç, devrim beklentisinin
yalnızca örgütlü kitleyi değil, aynı zamanda toplumun
hemen her kesitini önemli oranda etkileyebilmiş olması,
sosyalizmin bir umut, bir seçenek olarak yarattığı etki
alanı bu tür bir çıkarıma yeterli temeli oluşturmakta.
Ne var ki, söz konusu durumda bir devrimci dönüşüm gerçekleştirilemedi
ve kabarış karşı devrim tarafından boğuldu. 11 Eylül
günü rekor düzeyde olan grev sayısının 13 Eylül günü
sıfırlanmış olmasının kökeninde yatan gerçek, devrimci
dalganın bir abartma, bugünden düne bakarak yapılmış
bir yakıştırma olduğu anlamına gelmez. Bu gerçek; sahip
olunan gücü, kitle potansiyelinin değerlendirilememesini
vermektedir bize... Yaşanan süreç içinde önemi ve anlamı
tam olarak kavranamayan kitlesel yükseliş, politik iktidar
mücadelesine kanalize edilemediği, süreci dönüştürücü
nitelik ve çapta öncü bir örgüt potasına akıtılamadığı
ve karaktere uygun biçimde mevzilendirilemediği için,
sonuç çözülme olmuştur. Ancak bizim güçsüzlüğümüz oranında
güçlü, bizim faaliyetsizliğimiz oranında otorite yaratan
karşı devrim, yarattığı bu görüntüyü, yenilmezliğinin
bir kez daha kanıtlanması ve kendisine karşı hareket
eğiliminin kökünü kurutma yolunda etkin biçimde kullanılmış,
yıllarca politik eylemin en güdük, en düşük düzeyinde
kaldığı koşullarda tüm olanaklarıyla bu ortamı sürekli
kılmaya, yenilmezliğini mutlaklaştırma anlayışlarını
doğurmaya yönelmiş ve devrim beklentilerine, sosyalizmin
" umut" olma niteliğine büyük bir darbe vurmuştur.
Tüm bu sürecin açığa çıkardığı bir gerçek olarak, "kitlelere
mal olma" nın yetmediği, ezilen sınıf ve katları
militanlaştırma ve onların hareket eğilimlerini devrimci
eyleme dönüştürmedikçe, sağlanan başarıların ancak yüzeysel
kalacağı ve bu niteliğiyle yenilen her darbenin, devletin
yenilmezliğinin "mutlak gerçeklik" olarak
kavratılması çabasına hizmet edeceği gerçekleri, karşımızda
durmaktadır.
Geçmişte bu gerçeği ancak soyutlama düzeyinde kavramanın,
toplumsal pratik içinde ona ters düşmenin sonucu; Türkiye
solu açısından, geçmişinin çok gerisinde bir noktaya
düşmek olmuştur. Bugün bu gerçeği soyut bir söylem olmaktan
çıkararak, geri bir noktadan da olsa savaşı sürdürmek
göreviyle karşı karşıyayız. Bu yolda saptanacak taktikler,
bu gerçeği soyut bir söylem olmaktan çıkararak, geri
bir noktadan da olsa savaşı sürdürmek göreviyle karşı
karşıyayız. Bu yolda saptanacak taktikler, bu gerçeği
kavramanın, kazanılmış mevziler oluşturabilmenin yolunda
bir ön koşul olmasına dayanmalıdır.Ve kazanılmış mevzilerin
içermesi gereken anlamı açmak zorundadır.
Didar Şensoy'un ve önderliğini yaptığı tutuklu ailelerinin
yıllarca yürüttüğü çalışmalar, bize, bu yönde çok şey
öğretmelidir. Onlar çok sınırlı sayıda insanla başlayarak,
baskının ve yılgınlığın en yoğun olduğu bir dönemde
bilinçlenme, ilerleme ve örgütlenme süreçlerini iç içe
yaşayarak toplumsal pratik içinde, onun bir parçası,
hem tanığı ve hem de yapıcıları olarak gösterdiler ki,
halka mal olmuş değerler çok şeydir. Ne coplanmak, ne
tutuklanmak, ne işkence görmek ve ne de hakarete uğramak,
tehdit edilmek onları yıldıramamıştı. Yerlerde sürüklenirken
bile biliyorlardı ki, yaşadıkları insanlık görevidir.
İşte bu bilince ulaştıkları andan başlayarak, hiçbir
neden; evet hiçbir neden onları birşeyler yapma istek
ve kararlılığından uzaklaştıramazdı. İşkenceye maruz
kalmak ve evet, ölmek, artık caydırıcı olmayacaktı onlar
için, çünkü, bir kez gerekli bilinci toplumsal pratik
içinde yaşayarak öğrenmişlerdi ve çünkü anlamışlardı
ki, sürekli mücadele olmadıkça, baskının kurumsallaştığı
bir ülkede "hak" denilen şey ancak göreceli
olabilir.
Didar Abla, daha baştan, sosyalizmin, sosyalist eylemin
bir taraftarı, coşkulu bir savunucusuydu. Ama bu tutumu
mücadele ile, üzerine düşenleri yapma ve bununla da
yetinmeyerek daha ilerilere taşıma gerekliliği ile tamamlaması
ve giderek daha çok bilinçli bir temelde, toplumsal
pratik içinde genel mücadelenin, politik iktidar mücadelesinin
bir parçası durumunda yürütülmesine yönelmesi, daha
sonra sürecin bir parçası durumuna gelmesiyle yükselmiştir.
Bugün kadercilikten "anarşizme", yeşilciliğe
kadar her çeşit düşüncenin ve her çeşit sapkınlığın
taban yaratmaya çalıştığı, dergileriyle yazılarıyla
ses bulmaya, etki alanı oluşturmaya çabaladığı bir ülkede
yaşıyoruz. Bu düşünsel karmaşa, yenilgi sonrası ortamın
bu karakteristik özellikleri, kuşkusuz politik iktidar
mücadelesinin yeniden ve daha güçlü temellerde yükselişi
ile birlikte paramparça olcak.
Çünkü onların, tüm bu "sivil toplumcu", yeşil,
alternatif, vb. saçmalıkların görmedikleri gerçek, Türkiye
gibi bir ülkede, her türlü muhalefete ilişkin çıkarımlarıdır.
Bu temel ve bu çıkarımların anlamına verilecek karşılık,
günümüzde birey olarak, bulunulan konumu belirleyecek,
"ne yapmak gerekir" sorusunun karşılığını
verecektir.
Böyle bir yöntemin hareket mantığı olarak kullanılması
durumunda, yozlaşma ve kaçışlarının sahip olduğu gerçek
nitelik kendisini kaçınılmazcasına gösterecektir. Siyasal
düzene cepheden karşı olmayan her türlü akımın özelliği
boş, kuru, soyut bir söylem ve böyle olduğu oranda da
düzenden yana onun korunmasına ve yerleşmesine hizmet
eden bir karakterden başka bir şey değildir.
12 Mart ve 12 Eylül dönemleri yeterince açığa çıkarmıştır
ki, parlamentarist uygulamalar ve ona uygun kurumsallaşma,
bu ülkede ancak yüzeysel kalabilmektedir. Gerçekten
yeni sömürgeleşmeye koşut süren ve 12 Eylül döneminde
kurumsallaşmasını tüm boyutlarıyla tamamlayan, geçmiş
sivil faşist hareketin yarattığı tabanı bu yönde kadrolaşma
sorununun çözümü yolunda kullanan bir niteliktir, söz
konusu olan.
Parlamentarizm bu niteliğin maskelendiği, kalıcı olmaktan;
bu yolda bir gelenek yaratabilmekten, gereksindiği kurumları
oluşturabilmekten uzak bir temelde sürmekte ve gücü
bir gecede ortadan kalkmasına engel olmayacak düzeyde
kalmaktadır.
"Türkiye'de çok şey değişti" diye tekrarlanıp
durulan ve her defasında yozlaşmanın yeni tonlarını
yüklenen söylem, olayı ne derce çarpıtırsa çarpıtsın
bu gerçek değişmemektedir.
Evet, Türkiye'de pek çok şey ve bu arada kafalar önemli
ölçüde dönüşmüştür. Ancak bu dönüşüm devletin sahip
olduğu niteliği değiştirmeye yetmemiş, tam tersine onun
yeni kurumlar oluşturması sürecini içermiştir. Toplumsal
muhalefetin yaygınlaşması ve düzenin bazı kurumlarını
değil, doğrudan kendisini hedef alan toplumsal bir pratikle
birleştiğinde bu gerçek yeterince ortaya çıkacak kuşkusuz.
Ancak böyle bir düzeye ulaşmadan da bu gerçeğin çarpıtılmasına
karşı çıkılması ve bu temelde oluşan yapay ortamın etkisizleştirilmesi
yolunda mücadele edilmesi gerekmektedir.
Türkiye'de tek tek kurumların, yani parçaların düzeltilmesi
ve bunun kalıcı bir niteliğe oturtulması, bütünün niteliğinin
en temelde değişmesi ile mümkündür. Bu olmadan, açıkcası
bir devrimle sorun çözülmeden birşeylerin değiştirilmesi
ve iyileştirilmesi geçici olmak durumundadır. Faşist
kurumlaşmanın ulaşmış olduğu düzey bunun dışında seçenekleri
daha baştan ölü doğmak yazgısıyla karşı karşıya bırakıyor.
Dolayısıyla değişik düzey ve içeriklere sahip olsak
da her türden "hak"kın ancak ve ancak mücadele
ile elde edilebileceğini, bu mücadelenin sürekliliği
ile savunulabileceğini, kitleye mal edilmesi durumuna
gelebileceğini ve bu kitle hareketinin genel politik
iktidar mücadelesine aktarılması ile bir anlam kazanabileceğini
görmek zorundayız. Tersi durumda sürekli çelişkilerin
durmadan yılgınlık üreten yenilgilerin her soluklanmada,
mücadelenin her iniş kalkışında, yeni teorik açıklamalar
üretmeye ve yeni bir toplumsal konumlanışa savrulmak
yazgısına mahkum insanlar olmaktan kurtulamayız.
Didar
Ablamız, hayatını verdiği mücadelesiyle bunu anlatmıştı.
Başlangıçta bir taraftarı olduğu sosyalizmin biricik
ve gerçek kurtuluş anlamına geldiğini görmüştü. Çalınan
her bir devlet kapısı, konuşlan her yetkili, yeni zorlar,
yeni bir engel anlamına geliyordu. Her direnişte elde
edilen haklar, bir kaç ay sonra yeni bir saldırı dalgasının
ya da kendini kanıtlamak isteyen yeni bir yetkilinin
kurbanı oluyor ve her biri kendi denemelerine, saldırılarına
gerekli dayanağı fazlasıyla buluyordu.
Askerlerin gidip sivillerin gelmesiyle, değişen yalnızca
biçim olmuştu. Askerlerin yerini alan müdürler, bürokratlar,
aynı karakterin değişik binalarına yerleşmiş değişik
elbiseli suretleriydi sadece. Üstelik bu yeni görüntüye
uygun olarak çıkarılan yasalar, kararnameler daha fazla
işleme karşı daha fazla uğraş anlamına geliyordu. Öte
yandan her geçen gün düzen içi seçeneklerin ne kadar
boş ne kadar umutsuz olduğunu daha fazla açığa çıkarmaktaydı.
Kendilerine "sosyal demokratlığı" yakıştıranların,
sorunlarını dinlerken gösterdikleri duyarlılığın, yalnızca
dinledikleri anla sınırlı kaldığını, onların gerçekte
bu doğrultuda bir yaklaşımdan ve çabadan çok uzak olduklarını,
temelde farklı olmayan bir niteliğin değişik bir görüntüsü
olduklarını yeterince anlamışlardı. Af vaadlerinin,
işkenceye karşı mücadele sözlerinin sahteliğinin ayrımına
varmışlardı. Kendisine, "demokratik solcu"
diyen bir partinin onu kongresine alması bir rastlantı
değildi elbette. O, insan hakları ve demokrasi sorunlarının
gerçek çözümünün ancak düzenin niteliğinin değişmesi
ile, sosyalizmle mümkün olabileceğini görmüş, anlamıştı.
1971'de başlayan ve ölene kadar yılmadan sürdürdüğü
mücadelesinde yeterince öğrenmişti ki, bu düzen sınırları
içinde elde edilecek haklar, her an gasp edilmeye, her
an ortadan kaldırılmaya mahkumdur. Ve onları koruma
yolunda çaba, ancak politik iktidar mücadelesine aktarılabilir,
onun bir parçası olarak değerlendirilebilirse gerçek
bir çaba olur. Nitekim Didar Abla'mızın uğrunda canını
verdiği haklar, üzerinden daha bir yıl geçmeden bir
kez daha gasp edildi. Verilen onca söz, onca vaad unutuldu
ve bir kez daha sürgünle cezalandırma ile infaz yapma
tehditleri ile karşı karşıya kalındı. Çünkü devrimcilerin
varlığı onların korkusu idi.
Öte yandan Didar Abla'nın mücadelesinden ve öğrettiklerinden
bahsederken, mücadelede kadının yerine değinmeden edemiyoruz.
Çünkü o aynı zamanda bir kadındı ve öğrettiği, bu doğrultuda
da hatırlattığı gerçekler vardır.
Devam
Etmek İçin Tıklayın
|