MÜCADELEDE KADININ YERİ
VE DİDAR ŞENSOY
Kadın
sorununun, dünya ölçeğinde bir "sorun" olduğunun
bilincine varılmasından hareketle bir tartışma konusu
olması, kadının ezilen bir cins olarak üzerindeki baskılara
son vermek, erkek egemen geleneklere karşı mücadele
etmek yolunda harekete geçmek mücadelesi, kapitalist
gelişme ile bağlantılıdır.
Kapitalizmin kapalı ve kendine yeterli ekonomik birimleri
parçalaması aynı zamanda toplumsal dokuyu da dönüşüme
uğratmış, bireyin toplum içinde sahip olduğu konum farklılaşmış,
yeni bir kültürel, düşünsel ortam gelişmeye başlamıştır.
Her alanda yaşanan bu dönüşümün kadınlar açısından içerdiği
anlam, herşeyden önce kadının birey olduğunun bilincine
varması olmuş ve toplumsal konumunu bu temel üzerinde
sorgulamaya başlaması, kadın hakları sorununu gündeme
getirmiştir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda kadın, özel mülkiyetin
ortaya çıkması ve ailenin oluşumundan başlayarak ikinci
planda kalmış ve bu toplumların kültürü, onu çoğu kez
ikinci sınıf insan saymış, üretim sürecindeki yerine
bağlı olarak kadının bu noktayı bir cins olarak aşması
mümkün olmamıştır.
Ancak kapitalizm öncesi toplumlarda kadın, özel mülkiyetin
ortaya çıkması ve ailenin oluşumundan başlayarak ikinci
planda kalmış ve bu toplumların kültürü onu çoğu kez
ikinci sınıf insan saymış, üretim sürecindeki yerine
bağlı olarak kadının bu noktayı bir cins olarak aşması
mümkün olmamıştır.
Ancak kapitalizm ile birlikte üretim sürecinin sahip
olduğu nitelik, bu örgütlenmeye ve hareketlenmeye yatkın
bir sınıftan proletaryayı doğururken aynı zamanda kadının
üretimdeki yeri açısından sahip olduğu nitelik dönüşmeye
başlamış, oluşan düşünsel ortamın da etkisiyle, toplumsal
bilinçlenme ve gelişmeden kadının payına düşen, bir
cins olarak ezildiğinin bilincine varması ve bu temelde
hareketlenmesi olmuştur.
Bu koşullarda kadın hareketlerinin de oluşması ve sesini
duyurmaya başlaması kaçınılmazlaşmıştır. Kadın hareketi
daha oluşum sürecinden başlayarak iki farklı eğilimi
içermiştir. Bugün de süren bu farklı eğilimleri şöyle
özetleyebiliriz.
Birincisi, kadının kapitalizm koşullarında kurtuluşunun
olanaksız olduğunu hareket noktası alarak, kadın sorununun
çözümünü, toplumsal kurtuluşa bağlı ele alan yaklaşımdır.
Kadının ancak kısmen bilinçlenmesine uygun bir ortam
yaratan, ancak bir cins olarak ezilmişliğine son vermesi
olanaksız bir kapitalizmin varlığı, toplumsal kurtuluş
sorununu bu sürecin başta özelliği durumuna getirmiştir.
Kadın sorununun gerçek çözümünü, sosyalizm saptamıştır.
Ancak yine sosyalizm, o aşamaya kadar ulaşılabilecek
en ileri noktaya ulaşmak ve kadın haklarını sürekli
ve daha fazla genişletmek yolunda bir mücadeleyi ön
görmüştür.
İkincisi, kadın sorununun çözümüne toplumsal kurtuluş
sorununun üstünde yer veren ve bu ikisini birbirinden
soyutlayarak kadın sorununu öne çıkaran, burjuva içerikli
bir akım olarak feminizm. Kapitalizm koşullarında ezilen
kesimin kurtuluşunu açıkça ya da örtülü biçimde kabul
etmek anlamına gelen ve sorunun çözümü yolunda sınıf
hareketinden bağımsız örgütlenme ve programa dayanan
feminizmin her tonu, sorunu çözümlemede, toplumsal kurtuluş
hareketinin dışında yer almış ve ona karşı bir noktaya
savrulmuştur.
Kadın sorununun Türkiye'de gündeme gelmesi ise, oldukça
farklı bir temelde gelişmiş, değişik yanlar içermiştir.
Türkiye'de iç dinamizme dayalı bir gelişmenin olmaması,
"kendisi için birey"in oluşumunu sancılı ve
zor bir sürece bırakmış ve doğallıkla kadının ezilen
bir cins olduğunun bilincine ulaşması daha zor, daha
sancılı olmuştur.
Kadın sorunu ilk kez, İttihat ve Terakki ile gündeme
gelmişti. Ancak, burada, toplumsal bir talep değil,
Batı'nın burjuva hareketlerinin etkisi söz konusudur.
Kemalizm döneminde de olay bu çerçevede kalmış ve kadınlara
kağıt üzerinde verilen bir takım haklar, kadın üzerindeki
baskının niteliğini değiştirmemiştir. Kadın üzerindeki
baskının Türkiye'de almış olduğu biçimi, uzun uzun örneklemeye
sanırız gerek yok. Önemli olan bu baskının karakteristik
özelliklerini görebilmektir. Bugün bu karakteristik
özellikler, topluma dışardan empoze edilen emperyalist
kültür ile yerel kültür arasındaki çatışma, (özellikle
devrimci kültürün etki alanının darlığı koşullarında)
giderek artan biçimde yoz ve kaderci bir kültürel ortam
yaratmıştır. Çarpık ekonomik karaktere bağlı olarak
birbirine temelden yabancı, ters unsurlar toplumsal
sürecin sahip olduğu niteliğe koşut olarak birbirine
harmanlanmıştır. Sonuç, oluşan yozlaşmanın kadına biçtiği
ikinci sınıf insan konumuna sürekli ve derin bir içerik
yüklenmesi biçiminde özetlenebilir.
Türkiye'de kadın, sınıfsal ve toplumsal sömürünün yanısıra
ayrıca cins olarak da ezilmektedir. Dolayısıyla kadın
cinsinin ezilmesine karşı çıkmak, bu doğrultuda programlar
oluşturmak, bu programlara bağlı olarak kadınları devrimci
savaş sürecinde hak ettikleri noktaya çekmek son derece
önemli bir devrimci görevdir. Bu noktanın görev ve işlevlerinin
ise en kısa biçimiyle, devrimci savaş sürecinin sorumluluk
ve yükümlülüklerinin erkek ve kadın arasında her düzeyde
paylaşılması olarak özetleyebiliriz.
Kadının toplum içindeki yeri, bir çok açıdan eksik ve
genç olan devrimci hareketi de etkilemiş ve diğer çeşitli
konularda olduğu gibi, bu konuda da genel bir eksiklik,
bir çok durumda hatalı yaklaşımlar gündeme gelmiştir.
Kendimizi bu genel özelliğin dışında tutmuyoruz. Başlangıçtan
itibaren örgüt olarak, kurduğumuz ve geliştirdiğimiz
ilişkiler çerçevesinde, genel düzeyin üstünde bir pratiğimiz
olmuş, merkezi olarak sahip olunan perspektif ve uygulamalarla,
gerekli yeterliliğe sahip kadın savaşçılar mücadelenin
çeşitli cephelerinde yeteneklerine göre mevzilendirilmiş,
savaşmış, örgütlenmişlerdir. Ancak sorunun yeterince
dile getirilmemesi, bu temelde özel şekilde aşılmasını
engellemiştir.
Didar Şensoy kadının mücadele içindeki yeri ve mücadeleye
ortak edilmesinin anlamı açısından bizlere çok şey öğretmektedir.
Onun 40 yaşından sonra faşizme karşı mücadele bilinci
kazanması ve bu temelde kararlı bir mücadeleye atılması
sürecinin ortaya çıkardığı gerçek, kadının mücadelenin
her cephesinde, her biçiminde, her düzeyden görev alabileceğinin,
birey olarak bağımsızlaşmasının ancak örgütlü mücadele
ile anlam kazanacağının, cins olarak ezilmişliğe bireysel
düzeyde son vermenin bir bütün olarak kadın cinsinin
ezilmişliğine son verme yolunda mücadelenin de yine
bu biçimde anlam kazanacağının önemli bir örneği olarak
görülmelidir.
12 Eylül karabasanı boyunca, işkenceyi teşhir etme yolunda
devrimci eylemin nesnel olarak kazandığı biçim olan
cezaevi direnişleri, tutuklu yakınlarının ve özellikle
de kadınların, anne, eş ve kardeşlerinin varlığı ile
güçlenmiş, etki alanı onların çalışmalarıyla genişlemiştir.
Dünyanın başka yerlerinde de benzer örneklerin olması
rastlantı değildir kuşkusuz. Baskı koşullarında mücadele,
kadınların duyarlı kişilikleri ile birleşince, bu duyarlılıkla
başlayan bilinçlenme ve örgütlenme, ezilen bir cins
olmanın bilincine varma ve bu temelde mücadeleyi de
içermiştir. Bu noktada hepimizin dikkat etmesi gereken
şudur: Didar Abla ve tutuklu yakını kadınların mücadelesi
ezilen cins olmalarının bilincine varmalarından sonra
da, bu durumdan hareketle kadın sorununu mücadelelerinin
eksenine koymalarını getirmemiş, insan hakları sorununun
çözümünün genel politik bir sorun olduğunun bilincine
varırken, kadın sorununun gerçek çözümünün de bu olduğunu
fark etmişlerdir. Ev kadını olmaktan yola çıkan, bilinçlenme
ve mücadele sürecini iç içe yaşayarak toplumsal bir
olgu durumuna gelen kadınlarımız; kadın sorununu çözmek
adına, sorunu fetişize eden, geçmişi aşma adına, konuyu
ayrı ve bağımsız bir sorun kapsamına sokarak "sosyalist
feminist" türünden yanılsamalarla, geçmişin gerisinde
bir noktaya düşen yaklaşımlara da birşeyler öğretmelidir.
Kadın sorununun gerçek çözümü, konuyu toplumsal kurtuluş
sürecinin bir parçası olarak almaktan ve kadını bu sürece
ortak etmekten, kadının sürece ortak olmasından geçer.
Devrimci hareketin genel bir eksikliğinden söz etmek
ile bir eksikliği aşmak adına onun karakterinin temel
çizgilerini ihmal etmek ve dışına çıkmak ayrı boyutlardır,
birbirine karıştırılmamalıdır.
Egemen sınıflar kadınların özgün çelişkilerinden yola
çıkan tavır alışlarını sürekli kullanmak istemişler
ve aslında sömürülmekte olan sınıf ve katlara eklemlenmek,
onların bir parçası olmak durumundaki yönelişleri sınıfsal
özünden soyutlayarak çeşitli güvenlik süboplarından
biri haline getirmeye çalışmışlardır. Feminist örgütlenmeler
bunların en önemli örnekleridir. Nitekim, bu tarz örgütlenmelerin
daha etkin ve yoğun oldukları dönemler, toplumsal pasifikasyonun
gündemde olduğu, nitelikli demokratik çalışma ve örgütlenmelere
izin verilmediği, sol tandanslı burjuva ideolojik akımların
düşünce planında kolayca zemin ve taraftar bulduğu,
kısaca sınıf hareketlerinin ivmesinin düştüğü dönemlerdir.
Kadınların özel çelişkilerinin, düzen sınırları içindeki
farklı toplumsal formasyonlarını yadsımak olası değildir.
Dolayısıyla son çözümlemede sınıf hareketleriyle eklemlenebilmek,
onunla özdeşleşebilmek için bile demokratik planda elbette
özel kadın örgütlülükleri yaratılabilir, yaratılmalıdır.
Ne varki, bu örgütlenmelerin program ve perspektiflerinin
kadının özgün sorunlarını ülkenin siyasal, sosyal yaşamından
soyutlayarak ele alması, sınıfsal temellerinden ve tarihsel
konumlanışlarından kopuk bir kadın-erkek eşitliği demogojisi
ile düzen sınırları içinde gerçeklik kazanması olanaksız
ütopyalar çizmesi, demokratik mevzilerde yeni burjuva/küçük
burjuva boyutlar yaratmaktan öte bir anlam taşımaz.
Kuşkusuz devrimciler legal, illegal, yarı legal çalışmaların
tümünde nitelikleri olan kadınlar, erkekler olarak örgütlenir,
birlikte çalışırlar. Fakat örgütlenme zemini, ortamı
nihayet düzenin ikliminde yaşayan insanlardır. Onlara
ulaşabilmek, onlarla buluşabilmek, gerek proletarya,
gerekse de diğer emekçi kesimler açısından kendi çelişkilerine
uygun yöntemler, çözümler, genel perspektif ve programların
yanısıra özel planlar ister. Kadın sorunları, kadın
örgütlülükleri, bu anlayış temelinde yorumlanmalıdır.
Örgütlülük içinde ise, yine bilinen benimsenen anlayış
ve kurumları içselleştirebilmek, devrimci pratiğin ve
onun ayaklarını basma durumunda olduğu yaşamın her alanında
ve düzeyinde eşit ve doğru ilişkiye girmek zaman ister.
Bu kapsamda özel iradecilik ister, çaba ister.
Şimdi görev; yalnızca kadrolaşma planında değil, kitleselleşme
planında da kitle önderi Didar Şensoy'un anısına yaraşır
biçimde yeni programlar temelinde kadın emekçilerin
ve aydınların, savaşıma yığınsal olarak eklemlenmelerini
sağlamaktır. Ortamın çarpık düşünce kaosu üzerinde biçimlenen,
onlara koşut çarpıklıklar gösteren kadın sorunu üzerindeki
yoğun, ama nitelik olgular sunmayan tartışmaların, sağ
pasifikasyonun ve sol işlevsizliğin ötesinde kadının
devrim için, devrimin kadın için olmasını sağlamak,
devrimci kadın ve erkeklerin görevidir. Artık kadınlar
"ana-avrat-yar" değildir yalnızca. Yoldaş,
asker, öncüdür de. Onların erkeklerle omuz omuza olmasının
sağlıklı koşulları onların ezilen cins olarak sahip
oldukları sorunları bilmekle yaratılır.
Bugün ileri kapitalist (emparyalist) ülkelerden yeni
sömürgelere kadar dünyanın hemen her yerinde, doğru
ve yanlış çizgileriyle alabildiğine zorladığı bir kimlik
mücadelesinden ve insanlık yarışından gördüğümüz burjuva
hükümetlerin başkanlığından dağdaki gerilla mücadelelerinin
komutanlığına, analıktan bilim adamlığına kadar hemen
hemen tüm kimliklerde görebildiğimiz kadın, "kendi
tarihinin, ezilmesinin tarihi olduğu" bilincine
daha fazla varıyor. Ve bilinçle, savaşını proletaryanın
ideolojisinin savaşıyla birleştiriyor. Gökyüzünün yarısını
istemiyor. Gökyüzünün tamamını erkek arkadaşlarıyla
birlikte kucaklamak istiyor. Ve artık "madem ki
kölelerin köleleri, ezilenlerin en ezilenleri bile sosyalizm
yolunda giderek kendi kurtuluşları için savaşmaya kalkıyorlar.
Şimdi artık dünya proletarya devriminin utkusundan kim
kuşku duyabilir?" diyorlar (Lenin). Elbette bu
tarz kuşkuları dünyanın bütün Didar Şensoy'larına karşı
taşıyabilmek için, tarihin karanlıklarının en karanlık
kafalarını hâlâ gövdesinin üzerinde taşıyanlar olacaktır.
Kadınların 18. yüzyılda belirginleşen örgütlü ve ileriye
dönük mücadelesinin ilk odağı "oy hakkı" idi.
Avrupa'da, Amerika'da da, meslek sahibi olmayan, mülk
ve miras hakları kısıtlı olan ve siyasal yaşama katılmaları
bir safsata, bir olanaksızlık, anlamsız bir fantazi
gibi görünen insanlığın bu kesimi, işte İngiltere'de
alanlara çıkıyor ve yasal zorlamalarının sonuç alıcı
olmadığını görerek dükkanlara saldırıyor, bombalar yapıyor
ve kullanıyor, başbakanlık konutunun parmaklıklarına
kendilerini zincirle bağlayarak "oy hakkımızı istiyoruz"
diye bağırıyor, tutuklanıyor, cezaevlerinde açlık grevi
yapıyorlardı.
1900'lerin başında İngiltere'de geniş mali olanaklarıyla,
kitleselliğiyle askeri disiplini ve ilkeleriyle güçlü
bir örgüt (WSPU) yaratan bayan Pankhurst ve arkadaşları
500.000 göstericiyi bir anda alanlara sürükleyecek denli
etkinlik kazanmıştı ki, bu, olağanüstü bir rakamdı.
Erkek politikacıların deyimiyle "bu iğrenç haşaratlar",
"bu uzun etekli sırtlanlar" sabotajlar düzenliyor,
tren istasyonlarını yakıyor ve balonla yükselip binlerce
broşür atmak, yeşil golf sahalarına asitle "kadınlara
oy hakkı" yazmak gibi ilginç yöntemlerle de dikkatleri
toplamayı başarıyorlardı. Emily Davinson gibi bazıları
kendilerini at yarışmalarında atların önüne atarak intihar
eylemleri yapmak yolunu da seçebiliyorlardı. Ve istedikleri
sadece "oy hakkı" idi. Ama bu mevzideki mücadeleleri
onları çok yönlü olarak geliştiriyor, politikleştiriyor
ve bilinçlendiriyordu. Nitekim Rachel Ferguson "haklarımızı
savunmak için açtığımız kampanya bizim Eton ve Oxford'umuz,
alanımız, gemimizdir." derken tamamıyla haklıydı.
Ve bu kadınlar sözkonusu mücadele eğitimleri sayesinde
1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde ülkeleri için her
türlü özveriyi göstermek üzere savaşın en sıcak yerlerine
koşmakta en küçük bir ikircim göstermiyorlardı. Söz
gelimi Almanların kurşuna dizdiği ve savaş sırasındaki
önemli aktiviteleriyle tanınan sivil hemşire Caroll'un
son sözleri; "Vatanseverliğin sonu yoktur. Ülkem
uğruna öldüğüm için mutluyum" oluyordu.
Fransa'da ihtilal dönemi bu konuda da hareketli bir
süreç anlamına geliyordu. Jean Jacques Rousseau, insan
özgürlüğü konusunda derinliğine fikrler geliştiriyor,
ne var ki insan sıfatıyla yalnız erkekleri tanımlıyordu.
İnsan özgür doğar kuralını dünyaya ilan ederken, "bu
kural kadınları kapsamıyor" diyordu. Ve öte yandan
Fransız halkının kadınları, İhtilalin kaderini tayin
etmede kesin bir rol oynuyorlardı. Therdgne de Merccurt
önderliğinde 8.000 kişi ile Versailes'a dayanarak ekmek
isteyenler onlardır. Komün günlerinde barikatları terk
etmeyenler, Pigale Meydanı'nda Nathalie Lemell'le birlikte
mevzileri savunanlar ve daha sonra Abelle Chigion gibi
Panteon'da ölen Luise Michel gibi barikat üzerinde vurulup
düşen onlardı. Ve şimdi barikatlarda Jean Marie'nin
Elleri şarkısını söyleyen Komün günlerinin yiğit kadın
savaşçıları Arthur Rimbaud'un dizeleriyle canlanmaktadır.
"Eller sarardı, eller sedefte
Aşk yüklü yüce güneşte
Mitralyözlerin tuncunda hedef
Başkaldırmış Paris'te"
İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanınca, kadınlar buna
bir Kadın Hakları Beyannamesi ile katılmışlardır. Feminizmin
öncülerinden olan Olmpe de Gouges'in beyannemesinde
denilmektedir ki:
"Kadın özgür doğar ve erkekle eşit haklara sahip
olur. Temel olarak, bütün egemenliklerin ilkesi, kadınla
erkeğin birleşmesinden başka birşey olmayan millettedir.
Kanun önünde eşit olan bütün kadın ve erkek vatandaşlar,
kabiliyetleriyle ve faziletleriyle, yeteneklerinden
başka hiç bir ayrıma uğramaksızın bütün yüksek onurlara,
yerlere ve kamu görevlerine eşit olarak kabul edilmelidirler.
Kadın darağacına çıkma hakkına sahiptir, yargıçlar kuruluna
yükselme hakkına da sahip olmalıdır".
Ne var ki, yine söz ettikleri sadece birinci haklarını
kullanmalarına izin verilip ve o "haklarından"
ötürü Olmpie de Gouges ve Rose Lecombe giyotinde can
verdiler.
"Düşünürler," insan hakları savında ve insan
hakları mücadelelerinde, insanlığın yarısını dıştalaya
dursunlar ve böylelikle gerçekten insan haklarının elde
edilmesinin olanaksızlığını görmemeyi sürdürsünler;
Paris'in Savaş Kadınları, bir burjuva muhabirine,1871
Mayıs'ında şunları yazdırıyorlardı: "Eğer Fransız
milleti yalnız kadınlardan oluşsaydı, ne korku salan
bir millet olurdu".
Kuramda ve düzen işlerliği içinde edilgen ve ikinci
sınıf kadın, savaş ve mücadele yıllarında ansızın doğruluyor
ve en ön saflara fırlıyordu.
Bu arada pratik, hayatın doğasına aykırı teorileri bir
kez daha gülünç duruma düşüyordu. 1907'e kadar kadınların
partilere üye olmasına bile izin verilmeyen Almanya'nın
Bismarck Yasalarına karşın bir Clara Zetkin, bir Rosa
Lüksemburg doğuyor ve bu devrimci hareketler kadınlardan
fazla kurbanlar isteyecek, bu ise hiçbir kadını korkutmamalıdır.
Bütün ülkelerdeki emperyalistlerin savaşa karşı ayaklanmayı
bastırmak için kurşunlarını esirgemeyecekleri ve açlığa
aldırmayacakları açıktır. Emperyalist saldırganlara
karşı savaşın, yürekleri savaş kararlılığıyla dolu kadınların
bundan korkmamaları gerekir. Sokak gösterilerine ve
kitlesel grevlere katılmaları gerekir. Çünkü bu gösteri
ve grevler bir sınıfın diğer sınıfa karşı, sömürülenlerin
ve köleleştirilenlerin sömürenlere ve baskı altında
tutanlara karşı yapacakları silahlı bir savaşa çevrilecektir.
Çünkü sorun büyük, kutsal bir amaç için savaşmaktan
kaynaklanıyor. Emekçi kadın ve erkeklerin emperyalist
savaşlara karşı yaptıkları ortak savaş, milyonlarca
haksız, hukuksuz ve baskı altında tutulan insanın kendi
vatanlarında devlet yönetimlerini ellerine geçirmek,
kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak için yaptıkları
savaşa atılan ilk ve kararlı bir adımdır." diyebilen
Clara Zetkin ve Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin önder
ve teorisyenlerinden olduğu halde yasalardan ötürü Reichtag'a
seçilme şansı olmayan Rosa Lüksemburg, bütün Avrupa'yı
ışıklandırıyorlardı. Onlar artık kadınların mücadelelerinin
kadın hakları ve oy hakkı sınırında kalması düşünce
ve pratiğin ötesinde (ama bunu da içerecek tarzda),
teori ve pratikleriyle sınıflarının sorunlarına ve amaçlarına
yönelmişlerdi.
Clara Zetkin diyordu ki; "Bu anın görevleri, elverişli
tarihsel durumu çözümleyici bir savaşa bağlamayı gerektiriyor.
Bu durum emekçi kadın kitlelere şunu haykırıyor: Uyanın,
harekete geçin, savaşın! Bugünkü büyük tarihi durum
sizleri cesaretsiz bulmasın, dünün bilinmeyen milyonlarca
köle kadınları, bugünün savaşçıları meydana çıkın ve
ileri yürüyün. Zafere koşun ve utkan olun! Lenin'in
vasiyetlerini getiren uluslararası toplulukta kendi
yerinizi almanız ve Lenin'in büyük davası ve öğretisine
layık olduğunuzu göstermeniz gerekmektedir."
Rosa Lüksemburg, yıllarca teorik, pratik düzeyde en
önde sürdürdüğü politik yaşamını kurşuna dizilerek noktalıyordu.
Ve işte bu kadınlar III. Reich'in kadını 3 K (*) ile
tanımladığı Alman ülkesinin kadınlarıydı.
Rusya'da ise uzun ve zorlu bir süreçten sonra Mayakovsky'nin,
"Aşk" isimli şiirinde:
"Kadın ve erkeklerin hayatını
Bizi birleştiren kelime ile
Birleştirmek lazımdır:
Yoldaşlar"
diyerek ifade ettiği rüyası gerçek oluyordu. Çarlık
zorbalığının otakrasisinin ve gericiliğinin yüzlerce
yıllık tarihsel, sosyal, psikolojik etkilerini de ekonomik
ve siyasal mekanizma ile birlikte parçalayan Rusya halkları;
savaş sonrasının yaşamını da birlikte kucaklıyorlardı.
Kadınlar, daha 1820'li yıllarda devrimci eşleriyle birlikte
Sibriya madenlerine gitmeyi tercih edebiliyorlardı.
"Ve bu korkusuz kadınlar, tahtsız kraliçeler
Şirketi hor görüp, gidiyorlar çöle
Arkaya bakmadan, hatta şaşırmadan bile
Bütün ümitlerinin kaybolduğu kapının altından geçerek
Görünce o sakin alınlarını, sanırsın ki biliyorlar
Senelerin, gün be gün, her adımda yazıldığını
Çar önünde açık edebi bir kitaba"
Vera Zasulitch gibileri silahlı savaşımda en önde yer
alıyorlar ve devrimin sayfalarının ilk adımlarına katılarak
büyük bir onur kazanıyorlardı. 8 Mart 1917'de proleter
kadınlar Pedrograd'da "Barış ve Emek" geçidi
düzenliyorlar ve büyük gösteri devrimin son sürecine
damgasını vuracak yeni bir sayfanın ilk adımı oluyordu.
Devrimin zaferinden sonra Sovyetlerin inşaasında da
tam bir yetkinlik, özveri ve olağanüstü enerji ile Rusya
halkları kadınları Yüksek Sovyetler'de, Yerel Sovyetler'de,
endüstride, çiftliklerde ve her düzeyde yer yer yüzde
elliyi aşan oranlarda görev yapıyorlardı (**).
Kafkasların karlı doruklarında yaşlı köylüler belki
hâlâ eski bir atasözleri olan "Kadın bir eşekten
daha fazla çalışmalıdır, zira eşek saman yer, kadın
ise ekmek" cümlesini arasıra anımsıyorlardı. Ama
işte emperyalistler arası II. Paylaşım savaşı esnasında
Sovyetlerin yiğit kadın ve genç kızları bu kez anayurdun
savunulması görevine koşuyor, sınırlarını silahlarıyla
çiziyor, faşizmin işkencelerinin en ağırını görüyor,
darağaçlarında bile "Ölüm bizi korkutmuyor, kişinin
halkı için ölmesi mutluluktur, elveda yoldaşlar! Savaşın!
Korkmayın!" diye bağırarak gerçekte ölmüyor, celladı
öldürüyorlardı.
Natcha Kouchavaia, Maria Badia ve Zoia Kosmodemianskaia,
Sovyetlerin gencecik kimliğini kendi genç kız coşkularında
ölümleriyle savunanlardan sadece birkaçıydı. Zoia! Faşistlere
adını bile söylemeyen partizan. Dünya kadınlarının Tanya'sı.
Ve elbette emekçi halkların o kadınlarla omuz omuza
döğüşen erkeklerinin de...
Soylu isimler sınır tanımamaktadır. Tıpkı özgürlük gibi,
tıpkı insanlığın erdemli elleri gibi. Ve FSLN'nin ilk
birkaç kadın üyesinden biri olarak 21 yaşında Ulusal
Muhafızlarca katledilen gerilla Lusia Amanda, "Lina"
kod adını kullanmıştır. Çünkü Lidia bir muzaffer halkın
Küba halkının kahraman kız evlatlarından biridir. Lidia,
Lusia ile birlikte, bir kez daha yaşamış, savaşmıştır.
Ve bir gün Sandino Radyosu halkına ve dünyaya şu mesajı
vermektedir: "Dora Maria Telles, bugün kumandan
Patricia olarak bilinen, Ulusal saray baskınına katılan
kadın Leon Kentini aldı."
Kumandan Patricia ya da Dora, zaferden sonra savaşçı
coşkusunun ölçüsüne denk bir sadelikte konuşmaktadır:
"Bazen merak edip kendi kendime sorarım, örneğin
1973'teki vahşi baskı esnasında halk bizi desteklemezken,
eyleme katılan birçok yoldaş ihbar edilir, sokaklarda
kurşunlanır, baskı bizi darmadağın eder, binlerce kişi
tutuklanırken neden inanmaya devam ettik?.. Bütün bildiğimiz,
devrimi gerçekleştirecek olduğumuzdur. On, yirmi, otuz,
hatta kırk yıl alabilirdi bu. Çoğumuz o güne dek yaşayamayacağımızı
düşünüyorduk."
"Yoldaşlar anlatayım sizlere neler oldu
Cualı köylü kadınlara
General onları dağlardan koparttı
İşkence edip konuşturmaya
Maria Verancia ve Amanda Aguilar
Bu tepelerin iki kızı
Ele vermiyor isyancılarımızı..."
Nikaragua dağlarının kadınları değil sadece, Didar
Şensoy ele vermedi Türkiye'li isyancıları, devrimcileri.
Didar Şensoy, İstanbul II. Şube'nin yüzyıllık işkence
ve kan kokan duvarları ve hücreleri içinde, başkomiser
Ahmet Ateşli'nin özel baskısı altında ele vermedi kardeşini,
diğer çocuklarını, onların devrim sırlarını. İşkencecilere
"Hepiniz onların tırnağı bile olamazsınız"
dedi. Orada, değil işkenceye, işkencecilerin, kardeşine
yönelik en ufak olumsuz sözüne bile izin vermedi, isyan
etti. Yine Nikaragualı gerilla kumandanı 25 yaşındaki
Monica Baltadano'nun dediği gibi: " Deneyim insanı
sertleştiriyor. Yaptıklarıyla sizin direncinizi kırıp
konuşturabileceklerini sanıyorlar ama bu yalnızca insanı
olgunlaştırmaya yarıyordu." Tıpkı mücadeleci Didar
Şensoy gibi. Tıpkı Didar Şensoy'un mücadelesi gibi.
Mücadeleye, haksızlığa sosyalizme ve devrimin zorlu
savaşına son derece yatkın bir karakter, duygu ve sevginin
bütün yoğunluğuyla buluşarak güçleniyor, mücadelenin
orta yerinde her türlü özveri, direnç ve inançla birleşiyor,
ortaya her gün biraz daha çelikleşen bağımsız bir direniş
kadını kimliği çıkarıyordu. Artık sadece kardeşi, tanıdığı
ve canından aziz bildiği diğer çocuklar yoktu onun için,
ülkenin emperyalizme, oligarşiye ve faşizme karşı savaşan,
onun deyimiyle bütün "aslanlarının" saydam
bir bütünü vardı. Onlardı, onlar içindi. Filistinli
Maj Say Yegh'in cümlelerindeki tanımların ifade ettikleri,
Türkiyeliler, Filistinliler ve bütün dünya halkları
için yaşayandı. Maj diyordu ki; "Filistinli bir
kadın olmanın daima çok özel bir anlamı olmuştur benim
için. Biliyor musunuz bazan saydam bir varlık gibi hissediyordum
kendimi... Bütün dünyayı içinde bilirim.
Dünyanın tüm dertlerini acılarını, kendi insanlarım
için hissetiklerimi, dünyanın tüm ezilen insanları için
de hissederim. Diğer Filistinlilerin de aynı şeyi düşündüğünden,
diğer insanların sorunlarıyla daha fazla uğraştıklarından
eminim. Burada insanlar bilmelidirler ve bu, yaşamlarının
her anında yapmaları gereken bir şeyler olduğuna inanmaları
anlamına gelir."
Evet, Didar Abla'nın artık yaşamın her anında yapması
gerektiğine, yapmak zorunda olduğuna inandığı, kırk
yaşında direniş maratonuna kalkarak sonsuz bir inançla
savunduğu, "bir şeyler" değildi. Yaşamdan,
doğrudan, güzelden, yani halktan, halkın aydınlık geleceğinden
yana "her şey"di.
MLSPB mahkemesinde karar okununca ve onlarca devrimcinin
idamı, müebbeti açıklanınca, "Hayır onları asamazsınız,
Kahrolsun faşizm" diye ayağa dikilişinde bir herşey
vardı. Panellerin, basın toplantılarının etkili konuşmacısı
Didar Abla'lıkta bu herşey vardı. İlericilerin, devrimcilerin
gecelerinde görüldüğünde onun kimliğiyle özdeşleşmiş
çağrışımlardan ötürü insanları "Zindanlar boşalsın"
sloganına durdurtan imgeleşmede bu her şey vardı. Burjuvazinin
parlamento temsilcileri ile kitlelerin önünde kıyasıya
tartışırken "Beyinleri, düşünceyi asmak istiyorsunuz,
bunu başaramayacaksınız" diyen bilinçte her şey
vardı. Ölümünden kısa bir süre önce Ankara Güven Park
direnişinde "Çocuklarımızı öldürtmeyeceğiz"
pankartını taşıyışındaki inançta bu her şey vardı. Muhalefetteki
sosyal demokrat tandanslı Partinin düzenlediği en tanınmış
yazar ve sanatçıların bir çoğunun bulunduğu "Birleşmiş
Milletler 1985 Gençlik Yılı Katılım-Gelişme-Barış"
panelinde konuşmacı olarak ayağa kalkar kalkmaz "Soruyorum
size beyin yargılanabilir mi? Eleştirerek, sorgulayarak,
aynı hatalara sizler de düşmeyesiniz diye soruyorum,
beyin yargılanır mı? Savcılar, çocuklarımızın beyinlerini
yargıladıklarını söylüyor. Hangi beyin yargılanır, hangisi
yargılanmaz? Biz onların yargılamayacağı beyinlere sahip
çocuklar mı yetiştirelim? Düşünmeyen, bir şey bilmeyen,
nemelazımcı beyinler üretecek bir aşı mı var? Söyleyin
lütfen." deyişinde bu her şey vardı.
Ve "Sosyal Demokrat" Parti'nin yöneticileri
"Ne diyebiliriz, ne diyeceğimizi bilmiyoruz"
diye yanıtlıyorlardı bu sağınağı.
Sevgiden yola çıkan, sevgiyle yürüyen, sevgiyle çoğalan,
sevgiyle direnci ve savaşı çoğaltan bir yaşam... Ölüm
elbette uzak kalacaktı bu yaşama. Ölüm elbette sadece
kaldırılan bir cenazedir yumrukların andının gölgesinde.
Ve aslolan, ölme noktasında, yeni yaşamlarla, gerideki
insanlarla hatta yeni doğanlarla, hatta da doğmamış
olanlarla yaşayabilmeyi sürdürecek yaşamlarla varolmuş
olmaktır. Ve Didar Şensoy'un yaşamı budur.
"Umutsuzluk kaçar türkülerinden
Ölüm orada yer bulamaz kendine
Orada umut, direniş ve güç
Ateş, inat ve öfke,
-Nasıl başardın bunu, şu günlerde
Acı kapı kapı dolaşmadayken?
-Gelecek düşüncesidir koruyan beni
DİDAR
ŞENSOY
BİR DİRENİŞ SELAMIDIR
Kimdir
bu sevgide çoğalan, günü emekçi halkına en zorlu döneminde
vermeyi başaran ateş, inat ve öfke kadını? Kimdir bu
inanç, direniş ve bilinç insanı? Kimdir bu 50 yaşında
kartal? Açık faşizmin en azgın terör günlerinin şiddetine
gövdesiyle yalın kılıç barikata durmuş, bir avuç devrimciye
"Dayanın, teslim olmayın" hedefini haykırabilen,
"İşkenceye boyun eğmeyen " bu soylu ve eğilmez,
uzlaşmaz, sarsılmaz kadın?
Bugün sadece MLSPB'lilerin değil, Türkiyeli bütün ilerici,
demokrat ve devrimcilerin Didar Ablası, 1940'lı yıllarda
Hitler faşizminin işgali altındaki Yugoslavya'da doğmuş,
Arnavut kökenli bir ailenin çocuğudur. Daha sonra yine
Yugoslavya'da yüksek bir bürokratın eşi, üç çocuğun
annesi ve Yugoslav devrimine kafa emekçisi olarak katılan
bir öğretmendir. Radyo spikeridir.
Bu güzel, bakımlı, titiz, yaşama dair bilinçli kadın,
Türkiye'ye geldikten sonra bu kez başka boyutlar kazanan
tavrı içinde faşizme karşı duruşunu, yaşatmak için savaşmak
gerektiği bilincine dönüştürecekti. Çocukluk yıllarından
itibaren mücadeleci, haksızlığa tahammülsüz bir kişiliği
vardı.
Karakterinin bu olumlu özellikleri, devrimci bir kardeşin
yaşamıyla bütünleşerek yeni ufukları zorlamaya başladı.
Tutsaklık dönemlerinde, işkence ve cezaevleri önünde
başlayan isyan, öğrenci, işçi, tutuklu yakınları direnişlerinde,
alanlarda oturma eylemlerinde, mitinglerde, gösterilerde,
yürüyüşlerde büyüdü, çoğaldı. Eksiğiyle, yetersizliğiyle,
öğrendikçe yürüdü. Gereğinde bir avuç, ama hep inançla
ve çevresindekilere güç vererek,
moral dağıtarak, kuvvetlendirerek yürüdü. Ölürken bile
yanındakilere "Moralinizi bozmayın sakın"
diyerek seslenen ve orada yığılıp kalan bir kadındı
o.
Meclisin önünde son eyleminde yığılıp kaldığı gün Dünya
Barış Günü'ydü. Barışa verilen en güzel karşılıktı belki
bu. Faşizme karşı, onun baskı ve işkencesine karşı,
direnirken can veren Türkiyeli Didar Abla, dünyaya ve
o an dünyanın çeşitli yerlerinde, çeşitli biçimlerde
Dünya Barış Günü'nü kutlayanlara: "Barış için dünyanın
bütün olumsuz olgularıyla döğüşmek, bütün sömürü düzeninin
üstüne kurulmuş egemen güçlerle vuruşmak gerekiyor."
Ve adın işte barışla da özdeşleşiyor. Ve en yalın biçimde;
son nefesinde barışı isteme, barışı elde etme tavrının
eğitimini verdi.
İnsan Hakları Derneği kuruluşundan, uluslararası heyetlerle
görüşerek baskı ve işkenceleri anlatmaya, Valilik, Parti
Başkanlığı, Millet Vekilliği, Meclis Başkanlığı nezdinde
hak arama girişimlerinden Beyazıt meydanlarındaki açlık
grevlerine, Af Komisyonu oluşturma ve çalışmalarından,
Derby işçilerine uzatılan karanfillere kadar ülkenin
sürecinin doğrudan yana hemen her tavrında Didar Abla'nın
eli, sesi, yüreği, gövdesi vardı ve böyle bir ananın,
böyle bir omuzdaşın sahibi oldukları için onun ölümünü
onurlu bir isyan gibi yaşadı devrimciler...
MÜCADELEMİZDE YAŞAYACAKSIN, MÜCADELEMİZDE YAŞANACAKSIN
dediler.
Ve
bu ülkenin değişik siyasal görüşlerini paylaşan insanları
yazdıkları mektuplarda dediler ki:
"En zor koşullarda bile kavgasındaki kararlılığıyla
sadece bizlerin değil aynı zamanda onunla aynı kavgayı
veren yakınlarımızın da gururudur. Onunla aynı saflarda
yürüme ve haykırma olanağı bulan yakınlarımızın, bugün
"O, bir simgedir. Ölürken bile, "Kazandık,
biz kazandık" haykırışları hala kulaklarımızda
çınlıyor. Direnişimiz onunla güçlendi., canlandı, mücadelemizde
onu örnek alacağız" derken, gurur duymakta ne kadar
haklı bir nedene sahip olduklarını anlamak hiç de güç
olmasa gerek. Didar Ablaları ve kavga arkadaşları artık
yaşamasada bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da,
direnişlerde, gösterilerde, açlık grevlerinde yürüyecek
ve hep o zafer şarkısını söyleyecektir: Kazandık-Kazandık-Biz
kazandık... Çünkü, onların Didarsız bir direnişe tahammülleri
yoktur. Çünkü onlar Didarsız zafer şarkıları söylemeye
alışık değillerdir. Çünkü onlar buna inanıyorlar, aksini
düşünmek bile istemiyorlar.
Şunu da çok iyi biliyoruz ki, Didar Abla'nın, Ablamızın
övgüye, ajitasyona ihtiyacı yoktur. Mücadele pratiği
zaten söylenecekleri söylüyor. Evet, o yapması gerekenleri
yaptı. Yurtsever, demokrat bir ana, bir abla, bir kardeş,
bir kavga dostu olarak. Kuşkusuz bu böyle. Ama bu, böylesi
değerli, yeri güç doldurulur insanların hak ettikleri
övgüyü teslim etmemize engel değildir, olmamalıdır.
Dediler ki:
"Ama her zaman, sayıları az da olsa, cesaretli
olanlar çıkabiliyor ve onlar er veya geç başeğmenin
kalıplarını, suskunluğun cenderelerini parçalamanın
ve umut dolu, aydınlık geleceği yaratmanın yolunu buluyorlar.
Didar Şensoy bizim için işte böyle aydınlık, umut dolu
ve geleceği kucaklayan onurlu kavgalardan birinin yaratıcılarındandı.
O, başkaldırının, O, ana sıcaklığının, O, emekçi sınıflara
bağlılığın simgesiydi.
Ülkemiz tarihinin en karanlık yıllarında bile susturulmayan
bir haykırıştı O, başkaldırıya bir çağrıydı.
Sabırlıyız. Büyük acımıza ve öfkemize karşın sabırlıyız.
Bekleyeceğiz. Gün gelecek, O'nun, o onurlu kavgasının,
Didar Ana'mızın hesabını soracağız. Bunu hiçbir şey
engelleyemeyecek."
Dediler ki:
"Hiçbir şey acımızı hafifletmeyecek, hiçbir şey
nefretimizi boşaltmamıza yetmeyecek."
Dediler ki:
"O'na layık olmak boynumuzun borcu olsun"
Dediler ki:
"Sınıf kinimizi daha bir bileyen bu acımızın yarattığı
acı büyük. Ancak şurası bir gerçek ki, şehitler bedeli
sürdürdüğümüz mücadelemiz, kararlılığımızı daha da artırmakta!"
Dediler ki:
"Son şehidimiz, Ablamız için yapılması gereken
ne varsa eksiksiz yapılmasında düşen görev olursa gönüllü
olarak ve gururla yerine getirmek için her zaman hazırım."
Dediler ki:
"Acı haberi büyük üzüntü ve öfke içinde öğrendik.
Yıllardır ölümü göze almış, ölümle koyun koyuna yaşamış,
nice canımızın aramızdan alınışına katlanmak durumunda
bırakılan insanlar olarak bile ölüme alışamadık. Hele
böyle alçakça gelenlere hiç alışamadık. Alışmakta istemiyoruz
zaten. Her birinin acısını, her geçen gün katlanarak
büyüyen bir intikam yemini, halk ve devrim düşmanlarına
karşı sınıf kinimizi besleyen bir kaynak olarak ve her
zaman canlı ve taze tutuyoruz, tutacağız... Onun en
karanlık günlerde bile cephenin en önünde döğüşen atak,
kararlı, içten ve sıcak ilgisini ve mücadelesini daha
saygıyla anacağız."
Dediler ki:
"Hasret, umut, özgürlük yanımızdı
insana sürgün
Sevdalı dalımızdı
bakışı güneş
türküleri çiçek
ablamızdı..."
Dediler ki:
"Kavganın haklılığı hayatın gerçekliğiyle çakışınca
hep böyle fırtınalar patlarmış. Nasibimize onur yağmurlarının
düşmesi ne güzel!"
Dediler ki:
"Şimdi hasretlerin en güzeli düştü
sol bir türküyle yüreğimize
size her şeyin en güzeli yaraşır diyordu
Didar Ablamız-Anamız
ki buna en çok layık olandı
ve yaşamı boyunca kanıtladı
dosta düşmana da
saygı ve sevgiyle ancak
onurun künyesine
ismini hasretle kazıyacağız."
Sevgili
Didar Abla, seni anarken işte bunları düşündük, bir
kez daha sana saygı duyduk, bize öğrettiklerini anlamaya
çalıştık.
Didar Abla seni unutmayacağız. "Evlatlarımı,
dövülen gazetecileri getirmeden benim burdan ancak ölümü
kaldırabilirsiniz" diye haykıran sesini unutmayacağız.
Onlar hesabını verecekler bunun. Senin hepimize, her
tutsak devrimciye, her grevci işçiye, her öğrenciye,
iyiden, güzelden yana her insana açtığın yüreğini durduranlar,
hep çoğalttığın, durmadan çoğalttığın sevgine vuranlar
hesap verecekler! Çünkü onlar sana vurmakla hayata vurdular
ve hayat kendisine vuranları bağışlamaz. "Çürüyen
diş, dökülen et gibi" söker atar. Kendimize ve
geleceğe bu güvenimiz tam.
Didar Abla, seni unutmayacağız. "Aslanlarım"
diye haykıran sesini, "Direnin teslim olmayın"
diye haykıran sesini hiç unutmayacağız. Sen korku tanımayan,
o coşku dolu, o sevgisi tükenmeyen yüreğinle, işkenceci
zindancının, işkenceci polisin suratına tüküren tavrınla,
bizimle birlikte, bizim bir parçamız, insan sevgimizin,
inancımızın bir simgesi olarak kavgamızda yaşayacaksın.
Ve
diyoruz ki Didar Abla
-Soylu anını kuşanarak savaşacağız!...
-Zafer hesabını sormanın gerçek bedeli olacak!...
SAVAŞIMIZDA YAŞAYACAKSIN !
SAVAŞIMIZDA YAŞANACAKSIN !
Devam
Etmek İçin Tıklayın
|