VI. BÖLÜM
AÇIK FAŞİZM SÜRECİNDE TÜRKİYE
|
A) 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNDEN SONRA ÜLKENİN
DURUMU
12 Mart askeri faşist diktatörlüğünün istenilen sonuca
tam anlamıyla ulaştığı söylenemez. İki yıl boyunca istikrarlı
bir hükümet bile kuramayan askeri yönetim bu süreçte,
devrimciler başta olmak üzere ülkenin sol yelpazesinde
yer alan her kesime saldırmaktan, toplumu sindirmeye
çalışmaktan, işçi ücretlerini geriletmekten, taban fiyatlarındaki
artışları durdurmaktan ve 1961 Anayasası'nda bazı değişiklikleri
gerçekleştirmekten başka bir şey yapamamıştır. Sermayenin
kendi iç çelişkilerinin çözümü ancak kısa bir süre için
törpülenebilmiştir.
Oligarşik iktidar, siyasal planda kendi iç çelişkilerine
ciddi çözümler getiremezken, askeri faşist yönetim aracılığıyla,
işçi sınıfının sendikal haklarını gasp etmiş, DİSK'i
kapatmış, ilerici yurtseverleri cezaevlerine doldurup,
kendisi için en tehlikeli muhalefet hareketleri olan
silahlı devrimci kesimi imhaya yönelmiştir.
THKP-C ve THKO'ya yönelik operasyonların özü yok etme
biçimini almış, önder ve militan kadrolar katledilmiş,
üçü idam sehpasına gönderilip, büyük bölümü cezaevlerine
doldurularak, ağır işkencelerden geçirilmiş, ağır cezalara
çarptırılmıştır.
Diğer birikmiş çelişkiler yumağının sorunları karşısında
çaresiz kalan oligarşik iktidar bloğu, bu sorunlarını
erteleyerek, 1970'li yıllara devretmiştir. Hem de toplumun
üzerinde faşizmin yaratmış olduğu bütün olumsuzluklarla
birlikte... Yapılan anayasa değişikliklerine ve ilerici
yurtsever, devrimci militan çizgiye verilen gözdağına
rağmen, 1973 sonrasında, devrimci - demokrat - yurtsever
hareketlerle birlikte, işçi sınıfı ve kitle muhalefetinin
hızı artmış, daha güçlü ve kitlesel bir canlılık oluşmuştur.
12 Mart açık faşizmini çözüm olarak gören işbirlikçi
tekelci burjuvazi, bu sorunların sancılarını 1970 sonrasında
tüm yakıcılığıyla hissetmiştir. Parlamenter faşizm uygulamasının
sürdüğü bu dönemde burjuva siyasal partiler istikrarsızlıklarını
her alanda sergilemişlerdir. Bu durum kısa aralıklarla
çöküşlerinin, yürütmeye ilişkin çözümsüzlüklerin dönemsel
temelini oluşturmuştur.
İşbirlikçi tekelci burjuvazinin, 12 Mart'ın hemen ardından
yüzyüze gelmiş olduğu sorunlar karşısında zayıf ve güdük
önlemlerle yetinmek zorunda kalmıştır. Hala bir yandan
işçi sınıfının ve öteki toplumsal güçlerin bastırılma
sorunlarıyla karşı karşıyadır. öte yandan oligarşik
ittifakın içinde önemli bir yer tutan büyük toprak sahipleriyle
sanayi burjuvazisinin gerisinde kalan ve ülkenin az
gelişmişliği nedeniyle var olabilen kesimler ile de
mücadele etmek durumundadır. Bu konumlanışı, problemlerin
soluk alabileceği tarzda çözümünü zorluyordu. Sorun
nitelik olarak eskisinin aynıydı, ama 1970'li yıllarda
aldığı siyasal ifade biçimi bir önceki döneme göre de
farklı bir takım özellikleri de birlikte getirmişti.
1970'li yıllar sonrasında, AP bir kez daha oligarşi
bloğunu oluşturan sınıf ve katların yanı sıra işçi ve
emekçi köylü kitlelerin de potansiyeline oturmaya soyunarak,
din ve sivil faşist militer olgular temelinde oy toplamış,
diğer partileri yedeğine almıştır. CHP ise işbirlikçi
tekelci burjuvaziye, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin
oy desteğinde, çıkarları sanayi kapitalizminin gelişimiyle
çelişen büyük toprak sahiplerini ve diğer kat ve sınıfları
geriletme alternatifini sunuyordu.
1973 sonrasında bir kez daha yükselen devrimci hareketlenme
ve kitle muhalefetinin sivil faşist terör eylemleriyle
bastırılıp sindirilmeye çalışıldığı bir ortamda, bu
yeni kamplaşma olgusu, (siyasal üst yapının nesnel biçimlenmesi
anlamına gelmese de) toplumsal muhalefet kesimlerinin
ses bulması tarzında değerlendirilmelidir.
Oligarşi, siyasal bunalımına geçici çözümlerin peşinde
koşarak, çeşitli burjuva partileri aracılığıyla koalisyon
hükümetlerini denemiş, parlamenter faşizmin uygulandığı
bu dönemde, toplumsal ve ekonomik sorunlara çözüm bulamamış,
çözüm olarak gündeme getirdiği her yeni uygulamanın
kısa zamanda yıpranıp tıkanması dolayısıyla siyasal
planda bir açmazlar zinciri yaşamıştır.
Emperyalizmin denetimindeki politikanın gönüllü uygulayıcısı
işbirlikçi tekelci burjuvazinin partiler üzerindeki
politikaları sonucu, bu partiler hızla oy tabanlarından
uzaklaşmışlardır. Devrimci hareketin nicel gelişimi,
silahlı mücadelenin yaygınlık kazanması, milli krizin
derinleşmesine ve suni dengenin kitleler lehine zayıflamasına
yol açmıştır.
1977 sonrası yaşanan derin ekonomik bunalım ve açmazlar,
işbirlikçi burjuvazinin ve ittifaklarının, önlerindeki
engelleri çıplak bir biçimde görecekleri ve bunalımlarının
çözümünün ertelenemez boyutlar kazandığı bir aşamaya
ulaştı. Sermayenin eski birikim sağlama olanaklarının
önü tıkanmış ve artık kısa vadede farklı seçenekleri
ardı ardına gündeme getirmek zorunlu hale gelmiştir.
Dolayısıyla, Türkiye kapitalizminin "yeni bir doğrultuda"
gelişebilmesi için egemen ittifaka yeni "çözümler"
gerekiyordu. Bu yol üzerinde, emperyalizmin istemleri
ve çıkarlarıyla ortak paydalarda çakışan işbirlikçi
tekelci burjuvazi, uzun vadeli-aşamalı planlar içine
girmiştir.
Yükselen devrimci mücadele ve emekçi sınıfların genişleyen
hareketliliğinin 12 Mart açık faşizmi döneminde olduğu
gibi geçici olarak bastırılması doğrultusundaki çözümler,
oligarşik iktidar açısından artık doyuruculuğunu yitirmişti.
Çünkü 1973'ten itibaren sivil faşist terör çeteleriyle,
MİT, kontrgerillanın ortak organizasyonunda gerçekleştirilen
sindirme taktikleri geri tepmiş, karşıtını geliştirmiştir.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi, sistemin
bir bütün olarak yeniden "düzenlenmesi"nin
gerekliliğinin, kendisi açısından bir dayatma haline
gelmekte olduğunu görmüştür. Geçici önlemlerle ancak
belli bir zaman diliminde "idare edebileceğini",
burjuva siyasal önderliğin bölünerek o süreçteki yetkinliklerinin
de felce uğrayacağını anlayarak, genel bir panik yaşamıştır.
1979 İran İslam Hareketi'nin patlak vermesi, hem ABD
emperyalizmini ürkütmüş hem de yerli müttefiklerini
tedirgin etmiştir. Emperyalizmin Ortadoğu'daki sac ayaklarından
biri konumunda olan Şahlığın devrilmesi sonucunda, ülkemizin
emperyalizmin gereksinmeleri açısından önemi artmış
ve bu planda daha fazla yüklemin öznesi olmak durumunda
kalmıştır. ABD, bu görevi bir an önce devralması için
ülkedeki düzenin yeniden sağlanması, güçlendirilmesi,
sistemin onarılması gerektiğini hissetmiş, "Güçlü
bir Türkiye" arzusunu gündem tahtasına asmıştır.
Türkiye toplumsal yaşamında o güne kadar ekonomik ve
siyasal baskıların çeşitli biçimleri yaşanmış olmasının
yanı sıra, 12 Mart açık faşist darbesiyle yönetim devresine
giren ordu, toplumun geniş emekçi kesimlerinin yaşamını
yeni bir karanlığa gömmüştür. Türkiye kapitalizminin
emperyalizmin güdümündeki çarpık gelişimi, yeni-sömürge
kapitalizmi özellikleri kapsamında, devlet aygıtının
sürekli baskı unsuru olmasını ve faşizmle özdeşleşmesini
beraberinde getirmiştir.
12 Mart, Türkiye'de , faşizmin yeni bir biçim denediği
dönemdir. Faşizm açısından esas olan, devrimci ve ilerici
hareketlerin gelişmesine olanak sağlayan görece demokratik
'özgürlükleri' kaldırmak, işçi sınıfının devrimci sendikal
ve siyasal hareketinin gelişmesini önlemek, onu müttefiki
olan sınıfı ve katlardan tecrit etmektir. Programlarını,
parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları yüzeysel
işleyişleriyle de olsa koruyarak gerçekleştirebileceği
zaman, kimliğini bir ölçüde de olsa maskeleme olanağı
bulmakta, uygulamalarını bu şekilde sürdürmektedir.
12 Mart açık faşizmi, yönetimde cunta şeklinde cisimleştikten
sonra, ilk yönelim olarak, ülkemiz koşullarında iktidara
karşı savaşımın yeni ve ihtilalci hattı olan THKP-C
ve onun yanı sıra THKO'yu seçmiştir. Bu hareketlerin
başlatmış olduğu siyasal şiddetin biçimi olan gerilla
savaşından birinci derecede etkilenen oligarşi, ülkenin
özellikleri dolayısıyla, varlığını yalan, demagoji ve
aldatma temeline dayamıştır.
Kitleler nezdinde, devrimci hareketlerin mücadelesinden
ötürü teşhir olmaya başlamasının; varlık koşullarını
yitirmeye başlamasının, ayağının altındaki zeminin kaymaya
başlaması anlamına geldiğini bildiği için, devrimci
güçlerin yok edilmesi yolunda bütün militarist, faşist
kurum ve olanaklarını seferber etmiştir.
Emperyalizm ve oligarşi, bu dönemde ne yazık ki silahlı
mücadeleyi kısa bir süre için de olsa kesintiye uğratabilme
başarısını kazandı. İkinci olarak, devrimci hareketle
birlikte işçi sınıfı ve emekçi köylü kitlelerinin uyanışını
yine aynı şekilde boğma ve bu kesimlerin hareketliliklerini
ezme programını gündeme sokabildi. 12 Mart açık faşist
diktatörlülüğünün yarattığı sonuçlar, işbirlikçi tekelci
burjuvazinin gereksinimlerinin yanı sıra, ABD emperyalizminin
ülke içindeki yerleşim seyriyle de bire bir çakışmış
ve böylelikle yeni sömürgelere özgü, sömürge tipi açık
faşizm uygulaması kurumlaştırılmıştır.
- 12 Mart açık faşist diktatörlüğü aracılığıyla, işbirlikçi
tekelci burjuvazinin yararına, diğer tüm sınıf ve katların
zararına gelişmeler sonucunda, egemenliğin çıkarlarına
uygun bir şekilde çözüm bulunamasa da soluk aldırılmıştır.
Gereksinimlere uygun olarak, kısmi bir reorganizasyon
süreci yaşanmıştır.
- Silahlı mücadelenin etkileri nedeniyle zayıflayan
suni dengeyi yeniden onarıp, pekiştirmenin koşulları
yaratılmıştır.
- Geçici de olsa, oligarşi içi çelişkileri erteleme
olanağına kavuşulmuştur. Bu süreçte işbirlikçi tekelci
sermayeye etkinlik kurabilmesinin olanakları sağlanmıştır.
- Devlet yapısı içindeki feodal toprak sahiplerinin
etkisi azaltılmıştır.
- Ordu içindeki radikal personel tasfiye edilip, ordu
gerçek bir iç savaş ordusu haline getirilmiştir.
12 Mart açık faşizminin kendine sağladığı olanakları
iyi değerlendiren işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri,
oligarşinin diğer kesimlerinin iktidardaki etkilerini
zayıflatmış, kendi yararına bir dizi önlem alınmasını
sağlamıştır. Oligarşi, baskı yöntemlerini pervasızca
kullanarak işçi sınıfının öncülerini saf dışı bırakmış,
sömürüyü katmerleştirerek, tekel karlarını azami düzeye
çıkarmıştır.
12 Mart açık faşizmiyle birlikte oligarşi lehine genel
planda tatmin edici gelişme sağlanamasa da özellikle
işbirlikçi tekelci burjuvaziye, Türkiye'nin politik
ve toplumsal yaşamında daha etkin olmasının yollarını
açmıştır.
Açık faşizmin uygulanışından en önde ve tüm aktivasyonuyla
görev yapan Türk Ordusu, halkın gözünde o süreç içinde
caydırıcı bir etki sağlamakla birlikte geleneksel güven
ve sempatisi zedelenmiştir. Dolayısıyla, ordunun daha
sonraki dönemlerde ihtiyaç duyulacak fonksiyonları açısından,
halkın yeniden sempatisini kazanabilmesinin yolları
aranır hale gelmişti.
Ordunun yürütme, yasama ve yargılama işleyişleri üzerindeki
rolünün bir önce azaltılması, yeniden sömürge tipi faşizmin
diğer biçimine hızla geçilmesi, askerlerin perde gerisindeki
konumlarına çekilmesi hem gereksinim, hem zorunluluk
olarak değerlendirilmiştir. Cuntanın denetiminde dönemin
ekonomik-politik sorunlarını çözmekle görevlendirilen
'sivil hükümetler' kurdurularak, 12 Mart faşizmi meşru
kılınmaya çalışılmıştır.
26 Mart 1971'de Nihat Erim'in başbakanlığında 1. Erim
Hükümeti kurdurtulup, dönemin ekonomik, politik sorunlarının
çözülebilmesi savıyla yasal düzenlemelere gidilmiştir.
Bilindiği gibi işbirlikçi tekelci burjuvazinin istemi,
toprak sahiplerinin iktidar bloğundan dışlanıp, "toprak
reformunun" yapılmasıydı. Ancak her şeye rağmen
egemen olmayan tekelci burjuvazi, toprak sahiplerinin
büyük direnciyle karşılaşmıştır ve problem çekmeceye
geri konulmuştur.
Bu ortam ve birbirini dışlayan, çatışan istemler, iktidarın
yönetsel erk olarak ta, egemen sınıflar olarak ta iç
siyasal bunalımının artmasına neden olmaktaydı. Fakat
asıl "büyük tehlike", hızla kitleler üzerinde
daha fazla etkiye sahip olmaya başlayan silahlı devrimci
mücadelenin devamlılığından kaynaklanan sorundur. 1.
Nihat Erim Hükümetleri, bu önemli sorunları çözümleyemediği
için, hem halkın gözünde, hem de oligarşi nezdinde çok
kısa sürede yıpranarak, 3 Aralık 1971 günü istifa etti.
Hemen peşinden yeni bir denemeye girişilip, 11 Aralık
1971 günü II. Nihat Erim Hükümeti kurdultuldu.
Türkiye'nin ciddi birikimlerle yoğunlaşmış ekonomik,
politik boyutlu sorunlarının çözümü iddiasıyla görev
alan Nihat Erim Hükümetleri, açık faşizmin tüm desteğine
ve olanaklarına rağmen, çözümü öngörülen yeni bir ekonomi-politika
uygulayabilmenin koşullarına sahip değildi.
Ülkenin ekonomik, toplumsal, politik, kültürel, tarihsel
özelliklerinin sonuçları ve biçimlenişinden kaynaklanan,
işbaşındaki egemen sınıfların bileşimi olan oligarşik
yapılanmanın değişimi, ancak ve ancak bu koşulların
değişimi, onun yapılanma sürecinde varlık verisi olmuş
olguların farklılaşması ile olanaklıydı.
Oysa, ülkedeki yapı, bu güçlerin birbirlerini tamamıyla
tasfiye edebilmelerini, tek başına işbirlikçi tekelci
sermayenin egemenliğini engelliyordu.
II. Nihat Erim Hükümeti, açık faşizmin programatiği
kapsamında devrimci mücadele çizgisinin yok edebilmesinin
tüm "yasal" çerçevesini düzenleyip, "balyoz"
harekatı olarak adlandırılan askeri operasyonlara başlamıştır.
Faşizmin azgınca saldırılarına ve bütün evrensel düzeyde
politik saptamalar ışığında nitelikli bir mücadeleye
girişen THKP-C (ve yanı sıra THKO) direnci, bu süre
içinde askeri bir yenilgiye uğradı. Aynı dönemde, sözde
komünistler, sosyalistler, ideolojilerine ve siyasal
anlayışlarına uygun tarzda, bavulları eşliğinde faşizme
teslim olmuşlardır. Türkiye işçi ve köylü emekçilerinin
mücadelelerinin, revizyonizmin pasifizmin insafına kalması
nedeniyle, genel sonuç açısından açık faşist teröre
karşı direnilememiştir.
Ekonomik planda ise, tıkanıklığın önünün açılabilmesi,
özellikle döviz gelirlerinin artırılması gerektiğinden,
ABD emperyalizminin önerisiyle, 12 Mart dönemi boyunca
geçici tedbirlerle, yarı reorganizasyon güdüklüğü sürdürülmeye
çalışılmıştır.
Dünya bankasının 1971 Türkiye Raporu tehlikenin boyutlarını
saptıyor ve yapılması gerekenleri sıralıyordu. Rapor:
"...eğer Türkiye gelecekte hızlı bir sanayileşme
yapacaksa, sanayileşme politikasının başlıca (temel)
amaçları;
a) Koruma engellerinin giderek kaldırılması,
b) Piyasa ekonomisine (AET ile bütünleşme de dahil)
hızla geçiş,
c) Sanayileşme önceliklerinin dikkatle, ekonomiye öncelik
verilerek yeniden saptanması,
d) Büyüme potansiyeli olan belli madencilik, orman ürünleri,
sanayi ve mühendislik-müşavirlik alanlarında yapısal
ve kurumsal değişikliklerin hızlandırılması,
e) Yabancı sermaye ve işletmecilik, teknik bilgi ve
pazarla bütünleşme gibi konularda, yabancı sermaye holdinglerinin
baskısının sağlanması.." ana hatlarını içermekteydi.
Bu politikanın öngörülmesinin başlıca nedenleri; ABD
emperyalizminin kendi ekonomisinin askerileştirilmesi,
yeni sömürge Türkiye'ye sanayi yatırımlarının yapılmasına
ilişkin bir gereksinimi olmaması ve uluslar arası düzeydeki
son bunalımdan ötürü güç kaybetmesi, yeni sömürgelere
dolar akıtmak istememesidir.
Dolayısıyla uluslar arası finans kurumları aracılığıyla,
Türkiye'de daha sistemli bir sömürü mekanizması yaratmanın
yollarından biri de, ülke kapılarının AET emperyalizmine
de açılması, böylece bir yeni sömürgenin ona yüklediği
modern angaryadan bir ölçüde kurtulabilmesidir.
Kısaca, yeni sömürgecilik ilişkilerinin daha ileri boyutlar
içinde, yeniden düzenlenip uygulamaya konulması öngörülüyordu.
ABD emperyalizminin boynu bükük uydusu işbirlikçi tekelci
burjuvazisi ise bu politikayı uygulamaya karşı tümüyle
"hazırol" durumundadır.
Böylelikle, Cumhuriyet tarihinin 3. büyük devalüasyonuyla
Türk Lirası'nın değeri büyük ölçüde gerçek değerinin
altında tutularak, uygulamanın beklentileri önemli oranda
karşılanacak, devalüasyonun etkisiyle ihracat artacak
ve işçi dövizleri girdileri hızlanacaktır. Ne var ki
1970'in başlarında 2 milyar dolarak varan rezerv birikimi,
izleyen yıllarda tamamen erimiştir.
Türkiye ekonomisinin bunalımdan çıkabilmesinin olanaksızlığı
nedeniyle ülkenin istikrar vaat etmemesi, hükümetlerin
peşpeşe düşmesini ve bunların yerine bir başkasının
getirilmesini de kaçınılmaz kılmaktaydı. Parlamenter
faşizme geçişin taktikleri olarak, halk nezdinde iyice
prestij yitimine uğrayan II. Nihat Erim Hükümeti'nin
istifa edip, yerine bir yenisinin kurulması programı
hayata geçirilmeden önce, bu hükümet üç THKO liderini
idam sehpasına göndererek son görevini yerine getirmiş,
ve 17 Nisan 1972'de de istifa etmiştir.
22 Mayıs 1972'de ise Ferit Melen başkanlığında yeni
bir hükümet kurdurtulmuştur. Oligarşik Diktatörlük,
sorunların çözümsüzlüğünün ordunun ya da diğer devlet
kurumlarının güçsüzlüğünden değil, işbaşındaki hükümetlerin
beceriksizliğinden kaynaklandığını kitlelere kabul ettirmeye
yönelik bir propaganda sürecine girmiştir. Melen Hükümeti'nin
de kısa sürede yıpranmasıyla, önce hükümetin sadece
başbakanı değişiyor, diğer yöneticileri yerlerini koruyorlardı.
Bir dönem de bu şekilde idare edildikten sonra, 10 Nisan
1973'te Melen Hükümeti istifa etmiştir. İzleyen günlerde
aynı niteliklere sahip olan Naim Talu Hükümeti kurulmuş,
ve 1973'ün 16 Aralık'ında da bu hükümet görevden ayrılmıştır.
Nihayet 14 Ekim 1973'te genel seçimlere gidilmiş, bu
seçimlerde geçmiş dönemin bütün yıpranmışlığını taşıyan
AP, iktidara gelecek sayıda milletvekili çıkartmayı
başaramamıştır. CHP ise eskiye oranla seçimden güçlü
çıkmasına rağmen, tek başına yürütme erkini ele geçirebilecek
sayıya ulaşamayınca, oligarşi'nin etkin güçlerince çeşitli
güçlerince partiler arasında bir koalisyon hükümetinin
kurulması öngörülmüştür. Bu doğrultuda 26 Ocak 1974
tarihinde CHP-MSP koalisyonu temelinde Bülent Ecevit
Hükümeti kurulmuştur.
"12 Mart açık faşizminden çıkan Türkiye ekonomik
ve politik sorunlarını çözmemiş, aksine daha da yüklü
problemlerle yeni bir sürece girmiştir. Her ne kadar
demokrasicilik oyununun bir perdesi CHP-MSP koalisyonuyla
açılmış olsa da sistemin doğal krizi çözümlenememiş,
bunlara 1973 petrol krizi de eklenince, döviz girdilerindeki
açık ve dış borçlar giderek yükselmiş, kitlelerin yoksullaşması
hızlanmıştır…" (MLSPB 3. Olağanüstü Konferans
belgelerinden.)
Tarihin akışı, rejimin istikrarsızlığına, bunalımın
çözümsüzlüğüne ve derinliğine ilişkin olarak, emperyalizmin
ve oligarşinin hiçbir koşulda kalıcı ve ciddi dönüşümler
sağlama şansının olmadığını, ekonomik ve siyasal krizin
hafifletmek bir yana, giderek kültürel ve siyasal krizlerle
beslenip, büyüyeceğini, bu objektif veriler temelinde
tek şansın halka ait olduğunu en fazla bu dönemde göstermiştir.
Parlamenter faşizmin uygulayıcısı olan burjuva siyasal
partiler ve hükümetler hukukun burjuva hukuk sistemine,
demokrasinin metropollerdeki burjuva demokrasilerine
benzemediğini ve artık yeni sömürge demokrasilerinin
parlamenter faşizmle özdeş olduğunu belirgin ve çarpıcı
yönleriyle deşifre etmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydılar.
Çünkü toplumsal yükselişle orantılı olarak faşizmin
ibresinin de yükselmesi kaçınılmazdı.
1967'lerden beri ciddi bunalımın içende olan emperyalizmin
ikameci politikaları, ülkenin özgün koşullarından kaynaklanan
yapısal sorunlarıyla birleşince sürekli bir bunalımın
en geniş zemini ortaya çıkmaktadır. Türkiye ekonomisinde,
1970'lerin başından itibaren bu krizin her alanda hissedilir
hale gelmesi ile, uygulanan bazı değişik programlara
rağmen durum hep aynı kapsamda biçimlenmiştir.
1975 yılının ülke ekonomisi panoramasında, gerek ulaşılan
düzey ve hedeflerin, gerekse de sorunların boyutları
açısından ilginç veriler gözlemlenmektedir. Emperyalizm
dünya ekonomisinde bir sıçrama kaydetmiş, buna koşut
olarak az da olsa, Türkiye ekonomisi kısa vadede göreli
bir gelişme göstermiştir. Ancak bir yandan hammadde
ve petrol fiyatlarının beklenmeyen artışı, öte yandan
izlenen enflasyonist politika, fiyatlarda %20'yi geçen
artışlara neden olmaktadır. CHP-MSP koalisyonunun bir
süre ertelediği zamların gerçekleşmemesi politik ortamı
yumuşatmıştır. Kısa bir dönemin sonunda, uygulanmakta
olan yeni ikame ekonomisinin işleyebilmesi için gerekli
olan yöntemler, işçi ücretlerinin dondurulması ya da
ücret artışlarının durmasına karşı, temel kullanım maddeleri
üzerinde zam paketlerinin açılmasını içermekteydi.
ABD emperyalizminin denetiminde çarpık bir biçimde geliştirilen
bu ekonomi, alt ve üst yapıların doğal dokusuyla tamamen
çelişti. Yukarıdan aşağıya yeni bir yörünge sistemine
oturtulmaya çalışılan Türkiye'nin emperyalizme tabi
ve girift ilişkileri nedeniyle, sanayisinin gelişimi,
ABD ile bağımlılık ilişkilerinin artışına paralel bir
rota izlemiştir.
ABD emperyalizmi özellikle Vietnam devrimci hareketinin
direnciyle karşılaşıp yenilgiye uğrayınca, Nixon istifa
etmiş, ancak daha önceki konuşmalarında, "1975
yılı çok iyi bir yıl olacak, 1976 da Amerikan tarihinin
en iyi yılı olacak " kehanetinde bulunmuştur. Vietnam
yenilgisi sonucunda bunalımı artmış, ülke içinde %10'a
varan işsizlik ve %10'un üzerinde bir enflasyon hızıyla
ABD emperyalizmi, "özgür dünyayı" son kuşağın
yaşadığı en şiddetli ekonomik krize sokmuştur.
Böylesi ciddi bir bunalıma giren ABD emperyalizmi, bu
bunalımı kaçınılmaz bir biçimde ve zaman geçirmeksizin
yeni sömürge ülkelerle mevcut kanallarından bu ülkelere
akıtmaya başladı. Ödemeler dengesi bozulan, dış borçları
tehlikeli boyutlara ulaşan geri kalmış ülkelerin ekonomilerinin
güçlükleri yoğunlaştı, zor anlar yaşanmaya başlandı.
Emperyalist sanayi tekellerinde klasik birikimin aşırı
üretim bunalımı ortaya çıktı ve genel kar oranı düştü.
Doların değeri ve dünya para sisteminin işlerliğinin
duraklaması, emperyalistlerin ve emperyalist tekellerin
arasındaki çelişkilerin artması, bunların birbirlerinden
şikayetleri arasında, daralan pazardan pay kapma uğruna
dalaşmalarının orta yerindeki kurbanlıklar elbette ki
yeni sömürgelerdir. Böylece emperyalist kapitalist dünya,
1974-75'te (gerçek anlamda petrol krizinden önce, 1973
ortasından başlayarak) %10 ve %15'e varan üretim düşüşleriyle,
savaş sonrasının en ağır resesyonuna girdi.
1960 öncesi temelleri atılan yeni sömürgecilik ilişkileri
kapsamında yeni sömürge ülkeleri de kendi içlerinde
kategorilemeye tabi tutmak zorunludur. Kapitalizmin
(-ister metropolde olsun, ister yarı sömürgelerde ya
da yeni sömürgelerde olsun-) eşitsiz ve dengesiz gelişimi
nedeniyle, her ülkenin ekonomisinin gelişim düzeyi farklılıklar
gösterecektir. Emperyalizmle ilişkilerin karakteri de
aynı şekilde bağımlılık düzeyi, yöntem ve işlerlikte
değişiklikler gösterir. Yukarıda değindiğimiz gibi bazı
yeni sömürge ülkelerde sanayileşme oranı daha yüksek
olabilmektedir.
Türkiye sanayisinin temelleri esas olarak 1930'lu yıllardan
itibaren devlet eliyle atılmıştır. 1945 sonrasında yeni
sömürgecilik ilişkilerinin gelişimiyle birlikte, montaj
karakterli özel sanayi kuruluşları, mamul madde ya da
yarı mamul maddeleri buralardan kolayca temin edebildiğinden
yeni sömürge ülkeler içinde sanayisi görece ileri olan
ülkelerden biri olduk. Bu gelişim aynı zamanda ülkenin
kabuk değiştirmesini de sağlamıştır. Öte yandan kapitalist
ilişkilerin empoze bir süreç izlemesi dolayısıyla, emperyalizmle
girilen ilişkiler doğal olarak, ülke ekonomisinin gelişim
seyrini de belirlemeye başladı. Ve metropoldeki her
hareketlilik direkt olarak izdüşümünü yarattı. (Gerileme,
iniş, durağanlaşma, rahatlama.)
Ülkemizin sanayisini belirleyen ve "bacasız fabrika"
olarak adlandırılan, montajcı sanayileşmenin özelliklerinden
kaynaklanan sonuçlara göre, ithal ikameci sanayileşmede
dönem dönem gözle görülür gelişme izlenmiştir. Ancak
emperyalizmin ülkede yaratmış olduğu yıkıcı etkiler
nedeniyle bu gelişmeler kendisini yok edecek olguları
da kendisiyle birlikte geliştirmiştir.
ABD emperyalizminin eski sömürü biçimini tüketmesi ve
meta ihracının yerini ağırlıklı olarak sermaye ihracına
bırakmasıyla; teknoloji, teknik bilgi, yedek parça,
teknik eleman, isim, patent hakkı faktörlerinin ağırlık
kazanması, özünde bağımlılık ilişkilerinin ekonomik
olguları olmuştur. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ise
montajcı sanayileşme sürecinde, çıkarları emperyalizmin
çıkarlarıyla özdeşleşen ülkede bu ilişkilerin çıkrığı
olmuştur.
Başlangıçta küçük ölçek ve kolay teknoloji ile yürütülen
üretim başarı göstermiş, fakat bir süre sonra, Pazar
sorununun gündeme gelmesi ile çözümsüzlük baş göstermiştir.
Montaj sanayi ürünü olan sanayi malları artışı sürdükçe,
biriken malları pazarlayabilmek için, kendisine Pazar
arama mücadelesi içine girmiştir.
Bunun ilk örneği olarak, tekstil ürünlerinin ülke pazarına
doldurması sonucu, tekstil mallarına yeni Pazar arama
çabası içine giren sermaye çevreleri Avrupa'ya açılmaya
çalıştı. Ancak AET'li emperyalist tekeller ve ülkeler,
özellikle İngiliz emperyalizmi, buna şiddetle karşı
çıkıp, uluslar arası finans tekellerini harekete geçirerek
(sermaye transferlerinin kısıtlanması, durdurulması,
gümrük duvarlarının yükseltilmesi vb. yöntemlerle),
Türkiye tekstil ürünlerinin dış pazarda yer edinme girişimlerini
engellemiştir.
İthal ikameci sanayileşme süreci 1970'lerin başına kadarki
aşamada belli bir seviyede tutularak ve bu bağlamda
da, önemli bir güçlükle karşılaşmadan sürdürülmüştür.
1970'lerden itibaren ise daha zor olan, daha "ileri"
teknolojiye dayanan dayanıklı- tüketim malları buzdolabı,
çamaşır makinesi, televizyon vb- bunun yanı sıra otomotiv
sanayi hızlı bir gelişim gösterdi.
Ülke özgülünden kaynaklanan nedenlerle başlangıçta ithal
ikameci sanayileşmede yeni ikameci geçiş kolay olmuştur.
Daha önce devlet eliyle kurulmuş olan ve ülke sanayinin
temelini oluşturan demir-çelik vb. üretim ürünleri,
montaj sanayinin işini kolaylaştırmıştır.
Ayrıca ABD emperyalizmi bu dönemde bütün diğer dönemlere
oranla daha fazla doları Türkiye'ye ayırmaktadır. Bu
dolarlar, iç sermaye birikimini hızlandırıp, belirli
bir seviyeye gelmesini sağlamanın yanı sıra, işbirlikçi
burjuvazinin tekelci karakter kazanmasını da sağlamıştır.
Özellikle Koç Holding'in tutumlarında rahatlıkla izlenebileceği
gibi, devleti, kendi istemleri doğrultusunda bir takım
düzenlemeler yapmak için rahatlıkla yönlendirebilecek
güçler haline gelmişlerdir.
Öte yandan ithal ikamecilğin bu d önemlerindeki uygulamalarında
ve bir sonraki aşamaya geçişte, ülke içinde ciddi politik
engellerle karşılaşılmamış, bu durum emperyalizmin ve
tekelci sermayedarlarının işlerini bir hayli kolaylaştırmıştır.
Diğer önemli avantaj da 1960'lardan itibaren Avrupa'nın
çeşitli ülkelerine yönelik işçi akımının gündeme gelmesi
ve bunlardan sağlanan döviz gelirlerinin ciddi bir kaynak
oluşturmasıdır. Söz konusu döviz gelirleri, emperyalist
sermaye, fon, kredi borçlarının girdi olarak akışıyla
birleşince, işbirlikçi tekelci sermayenin gelişimi hızlı
bir ivme izlemiştir.
İthalatın ihracattan fazla olması durumunda ekonomiyi
yürütmenin yolu böylece bulunmuş oluyordu. Gelir dağılımının
bütün dengesizliğine karşın, toplumun önemli bir kesimini
oluşturan kent küçük burjuvazisi artı esnaf, artı hizmetliler
ve işçi kesimi ürünlerin kentlerdeki pazarını oluşturuyorlardı.
Kapitalizmin gelişiminin alt yapıya yönelik işlevlerine
koşut olarak kırsal alanlardaki değişimler nedeniyle
(yollar, elektrifikasyon vb.) kırsal kesimin önemli
bir bölümü de bu ürünlerin pazarlanabilmesini olanaklı
kılıyordu.
Kendi bunalımı nedeniyle döviz girdilerinin emperyalistlerce
kısıtlanması ve ülkenin sürekli artan dış ticaret açığını,
1970'lerin başından itibaren AET ekonomistlerinin döviz
girdileri, borçlar, krediler, borç sermaye akışıyla
kapatmaya çalışan Türkiye, bu açmazlar ortasında bunalımının
kısa sürede oldukça derinleşeceğini görmeye başladı.
Borçların artması, faizlerin birikmesi dolayısıyla ödemede
çekilen güçlük, mevcut krizin derinleşmesinin en somut
ve boyutlu sonucu oldu. Nitekim, 1974'ten sonra ödemeler
dengesi darboğazı etkisini her alanda göstermiştir.
Petrol üreten ülkelerin (OPEC) ve uluslararası petrol
tekellerinin petrole yaptıkları zamlar, Türkiye sanayisini
derinden etkilemiştir. Sanayinin belkemiğini oluşturan
KİT'ler ve montajcı özel sanayi kuruluşları, eski teknolojinin
ürünleri olarak, petrol fiyatlarının düşük olduğu dönemin
hesaplarına göre kurulmuştur. Petrol ithalatının kısıtlanması
sanayinin felç olması anlamına geleceğinden petrol fiyatlarındaki
artış, Türkiye ihracat gelirlerinin ancak petrol ithalatını
karşılaması sonucunu doğurdu. İthalatın diğer kollarının
da gerçekleştirilebilmesi için ise, yine temel kaynaklara
dönülmesi zorunluydu. Genel bunalımın bu durumla çakışması
sonucu, ülke ekonomisi tam bir açmaza girmiş oldu.
Tüm bunların üstüne 1974'ün 20 Temmuz'unda Türk işgal
ordusunun Kıbrıs'a çıkarma yapması, başta ABD olmak
üzere AET emperyalizminin görünürde tepkisini kazanmış,
(1) bu vesileyle emperyalizm muslukları kapatmış, daha
önceki yıllarda olduğu gibi düşük faizlerle kredi alabilmenin
koşulları ortadan kalkmaya başlamıştır. ABD emperyalizminin
sözkonusu durumunun yanısıra, AET'li emperyalistler
de, kendi bunalımları temelinde dışarıya döviz akışını
önleyebilmek amacıyla, Türkiye kaynaklı işgücü talebini
azaltıp, orada çalışan Türk işçilerin sayısında indirim
yaparak, ekonominin bu avantajını da tehdit etmeye başlamıştır.
Petrol fiyatlarının artması karşısında, dolaylı olarak
krizi belirleyen bir diğer faktör de, ABD ekonomisinin
ve devletinin dünya ölçeğindeki egemen pozisyonunun
zaafa uğraması, AET ve Japon emperyalizminin fon transferlerinin
yol açacağı tıkanıklıktan yararlanmaya başlamalarıdır.
ABD doları karşısında bu ülke paralarının değer kazanması,
dolar imparatorluğunu zor durumda bırakmıştır.
Dünya emperyalist-kapitalist sisteminin lideri ABD,
artık eskisi gibi rahatça dolar harcayamamaya, dünyayı
saran fon transferinin yerine ticari kredi sistemini
önermeye başlamıştır.
Açık faşist diktatörlüklerin gündeme getirilmesini belirleyen
toplumsal koşut, devrimci mücadelenin yükselmesi ve
halk kitlelerinin düzeni tehdit eden hareketliliğidir.
Fakat bu süreçlerin yoğunlaştırılmış faşist terörü ve
baskısıyla ne denli ezilmiş, yıpratılmış, pasifize edilmiş
olursa olsun, ülkede bir sol potansiyel varlığını sürdürmektedir.
Bu durum, dönem sonrasında da oligarşinin gözetmek zorunda
kaldığı en önemli olgu olmuştur. Bu olguyu oldukça dikkatli
ele aldığı görülen oligarşilerin ve emperyalizmin, açık
faşist diktatörlük dönemlerinden sonra, genellikle bu
dönemi birinci dereceden çağrıştıran partileri değil,
olanaklar el veriyorsa, sol imajlar da yüklenmiş düzen
partilerini, yoksa çeşitli nedenlerle tali konularda
cuntalara karşı konumlanma görüntüsü yaratmış partileri
tercih ettikleri görülmektedir.
Bu durum demokrasi görüntüsünü pekiştirmeye hizmet etmekte,
hem de sol potansiyelin pasifikasyonunun yeni bir yöntemle
sürdürülmesi avantajını yaratarak, solun belli kesimlerini
potasında eritebilmektedir. Aynı şekilde ilk genel seçimlerde
oligarşinin bu yöndeki gereksinimlerine yanıt veren
parti CHP olmuştur.
Devrimci savaşın, yenildiği halde sarsılmayan prestijiyle,
halk muhalefetinin gizli devrimci olguların da bilincinde
olan egemen sınıflar, sözkonusu politikaya denk düşen
demagojik sloganlarla, CHP'nin siyasal arenadaki etkinliğinin
büyümesinin arkasında olmuşlardır.
1973 seçimleri esnasında CHP'nin sürdüreceği politika
daha 12 Mart dönemi içinde saptanmıştı. Bu dönemde ülkede
var olan her siyasal yapı gibi CHP'de ciddi bir iç çalkantı
ve bunalım yaşamıştır. Geleneksel kesimi ve geleneksel
başkanı tasfiye edilen parti, işbirlikçi tekelci sermayenin
yeni dönemdeki sorunları için daha rahat manevra yapabilecek
yeteneklere kavuşturularak, B. Ecevit'in parti başkanlığı
dönemine geçmiştir. Ecevit'in emekçi halkın gözünde
"bir umut" olarak görünmesinin temel nedenleri
de açıktır.
B) CHP'nin Durumu
CHP'nin tarihsel kökleri 1908 meşrutiyetine kadar uzanır.
Onun burjuva devrimciliği, geçmişi Anadolu Harekatı
ile taçlandırılan Kemalist harekette yatar. Emeki halk
kitlelerinin üzerinde şekillenmiş ve varlık kazanmış
olmasına karşın, CHP, komprador ticaret burjuvazisi,
toprak ağaları, sivil ve asker bürokratlarının elit
kesiminin partisi olarak, toplum yaşamında yer almıştır
. Kuruluşundan bu yana programı devletin programının
ta kendisi olmuştur. Devlet ve parti özdeşliğini kurumsallaştıran
yapı CHP'dir.
27 yıllık iktidarı boyunca, "halkçılığı" halkın
ensesinde boza pişirerek; köylülüğü ağır vergiler altında
ezerek gerçekleştirmiştir. Harap olmuş ülkeyi ve ekonomiyi,
emekçi sınıfların üzerinden onarmış, tam takır olmuş
devlet hazinesini halkın alınteriyle doldurup, savaşın
yıkıntılarını emekçileri zorla çalıştırarak, kölelik
koşullarında temizlemiş, ve bütün bunları burjuvazinin
elit kesimi ve toprak feodalleri , tefeci-tüccar sermayesi
adına yapmıştır.
O günden bu yana karakterinin esas öğelerinde değişim
olmadan, fakat bazı biçimsel değişme ve evrimleşmelerden
geçerek ilerlemiştir. Sınıfların gelişip farklılaşmasına
koşut olarak, CHP de kendi bünyesinde taşıyamaz hale
geldiği unsurları zaman zaman temizlemiş ve her kopuşta,
egemen sınıfların elitlerine hizmet etmeyi sürdürmüştür.
DP, yıllarca CHP içinde, yönetim kademelerinde yer alan
unsurlar tarafından kurulmuştur. Bazı çevrelerin öne
sürdüğü gibi, CHP, hiç bir zaman radikal-küçük burjuva
kesimin 'sol'cu misyonunu taşımamıştır ya da burjuva
reformistlerin sistemlerini yerine getiren bir siyasal
parti olmamıştır.
Devrimci hareketin 12 Mart açık faşizmine büyük oranda
hazırlıksız yakalanmış olması, sadece iki yıllık somut
mücadelesi sonucunda yenilgiye uğraması ve dolayısıyla
ülkenin siyasal gerçeklerini her planda kitlelere ulaştıramamış
olması geçici yenilgisinin temel nedenlerdir. Fakat
bunun yanında, öteden beri, CHP'yi kendine müttefik
olarak seçen reformist ve revizyonist akımların CHP'nin
sosyal demokrat, halkçı vb. olduğu yönünde propaganda
yürütmelerinin etkisi de göz önünde bulundurulduğunda,
işçi ve emekçi kitlelerin, CHP'nin "halkçılık",
"devrimcilik", ortanın-solu vb. gibi, demagojik
sloganlarına kapılmasının, CHP'ye umut bağlamasının
solun başarısızlıklarında önemli bir etkiye sahip olduğu
görülecektir.
1965 seçimlerinde parlamentoya giren TİP, kendisine
devrimci olmayan bir çizgi çizmiş ve CHP'yi en yakın
ittifakı olarak görmüştür. Türkiye solunun, o güne kadar
ki süreçte CHP'ye bakış açısı değişmemiş, dolayısıyla
CHP'nin kanatları altına girilmiştir. İktidara karşı
siyasal mücadeleye yönelen hareketler dahi bu -Türk
solunda bir anlamda gelenekselleşmiş- CHP değerlendirmelerinin
etkisini uzun yıllar taşımışlardır.
CHP, 1973'te iç bunalımının son bulmasıyla, yeni sömürge
kapitalizminin siyasal gerekliliklerine göre yeniden
biçimlenmiş, işbirlikçi tekelci sermayenin siyasal temsilciliğini
her yönüyle sahiplenir hale gelmiştir. Bu dönem içinde
ezilen sınıfların özellikle sanayi proletaryası ve şehir
küçük burjuvazisinin potansiyeli CHP'ye akmıştır.
Egemen güçler dönemin siyasal çatışmasından, bir hayli
deneyim kazanmış olarak ve toparlanmış, örgütlenmiş,
taktik planda güçlenmiş olarak çıktılar.
Burjuva siyasal partiler, kimliklerini çok yönlü olarak
ifade etmeye başladıkları bu dönemde anti demokratik,
dinci, muhafazakar, faşist programlarla donatılmış olarak
köşeleri tuttular. Demokratik mücadele yönelimindeki
kitlelerin kendilerine CHP'yi seçmelerinin nedeni ise,
henüz siyasal kimliklerine erişememeleri ve örgütlülükten
yoksun olmaları, devrimci alternatifle buluşamamış olmalarıydı.
MSP, MHP, ve CHP seçenekleri karşısında, işçi ve emekçi
kitleler tercihlerini daha fazla CHP'den yana yaptılar.
Solun zaaflarından yararlanan CHP, genel demokratik
güçlerin desteğini aldı. 1973 ve 1977 seçimlerindeki
başarısı bu kapsamda özenle değerlendirilmesi gereken
siyasal bir içerik taşımaktadır. Oligarşik devletin,
özellikle işbirlikçi-tekelci burjuvazinin daha gerici
faşist kesimlerinin, toplumumuzun önüne koyduğu siyasal
koşulların alternatifsizliğinin bir sonucudur bu...
Yoksa CHP'nin özel yapısından, ciddi farklılığından
ve izlediği politikaların tutarlılığından kaynaklanmamaktadır.
Türkiye İşçi Sınıfının siyasal partisinin (THKP) yaşamının
ve mücadelenin her alanında siyasal kimliğiyle var olmadığı
koşullarda, her zaman işçi ve emekçi kitlelerin potansiyelinin,
burjuvazinin çeşitli kliklerin denetimi altına girmesi
kaçınılmazdır.
İşbirlikçi tekelci sermaye CHP'yi bir sübap olarak kullanmıştır.
CHP "düzen değişikliği" sloganını atarak,
kitlelerin tepkilerini pasifize etmiştir. Değişim umudunu
sistemi pekiştirmenin bir aracı olarak kullanmıştır.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi için kredi musluklarının
açılmasını sağlayarak, emperyalizmle olan bağımlılığı
daha da pekiştirmiştir. Devletin tüm olanaklarını bu
yönde seferber ederek; ithalatı artıracak, ihracatı
özendirecek önlemlerin yanında, 13 milyar dolara ulaşan
dış borçlara ek olarak, yeni kredi olanakları sağlamış
ve sermayenin sadık savunucusu olduğunu kanıtlamıştır.
5 Haziran seçimlerinde sermayenin elit kesimleri bu
nedenle CHP'den desteklerini çekmemişlerdir.
Ve bilinmektedir ki;
".... hiç bir sınıfa başka bir sınıftan almaksızın
bir şey verilemez." (Karl Marx)
Dolayısıyla, CHP'nin de burjuvaziden almadığı, bizzat
onu temsil ettiği gerçekliğinin yanısıra emekçi kitlelere
verebileceği herhangi bir şey yoktur. Fakat emekçi kitlelerden
alıp, oligarşiye verebileceği çok şey vardır.
Bu partinin bir dönem çok sözü edilen köy-kent projesi
de bu gerçeğin ışığında değerlendirildiğinde; kuramsal
açıdan da Türk toplumunun nesnel gerçeğinden hareket
edilerek formüle edilmediği, neyi hedeflediği görülmektedir.
Köy-kent projesi, meta üretimini geliştirici, kentlere
yığılan ve kapitalizmin planlanan düzenini tehdit eden
işsizler ordusunun yarattığı endişeyi hafifletici bir
önlemdir. Tarımsal üretim biçimi değiştirilmediği, radikal
bir toprak reformuyla birlikte ele alınmadığı için,
köy-kent projesi, özünde MHP'nin tarım-kent projesinden
çok farklı nitelikler taşımamaktadır.
Bu partinin siyasal yapısını, tam ve doğru olarak yansıtan
olgunun, onu destekleyen seçmen kitlesi olmadığı, partinin
siyasal öngörüleri, programları ve siyasal temsilcilerinin
niteliği olduğu gerçeğinden hareketle, CHP'nin siyasal
yapısının "sosyal-demokrat" diye adlandırılan
kesimden çok, işbirlikçi-tekelci sermayenin siyasal
temsilcilerinin yönetiminde olduğunu, söylemek gerekir.
CHP, kendisini destekleyen yığınların gerisinde kalmamış,
onların gerçeklerine tamamen aykırı bir konumla ülke
siyasal düzleminde yer almıştır. Onun için CHP'yi sosyal
demokrat, reformist burjuva hareket partisi vb. olarak
benimsemek önemli bir yanılgıdır.
CHP işçi sınıfının ve kitlelerin istemlerinin karşısında
konumlanmıştır. Grev yasasıyla birlikte lokavtı da yasallaştırmıştır.
CHP'nin siyasal liderleri bilinçli tutarlı anti-komünistlerdir.
İktidarı aldıkları her dönemde devletin baskıcı kurumlarını
işçi ve emekçilerin üzerinde kullanıp, onların siyasal
örgütlerine yönelik karşı devrimci tavrı sürdürmüşlerdir.
Teorik olarak sosyal demokrasi, emperyalizmin ilk evrelerinin
ürünüdür. İleri kapitalist ülkelerde, tekelci sömürüden
belli bir payın, sistemin esenliği açısından işçi sınıfının
elit kesimine ayrılması temelinde oluşan işçi aristokrasisinin
siyasal ifadesi olmuştur. Çağımızda ise bu koşullar
değişmiştir. Özellikle yeni sömürgelerde bu anlamda
bir işçi aristokrasisinden söz etmenin olanağı yoktur.
Ne var ki yeni sömürge kapitalizminin palazlanabildiği
bazı ülkelerde değişik özellikler arzeden bir işçi eliti
oluşabilmektedir. Bunu da unutmamak ama iyi ayırdedebilmek
gerekir.
Yeni sömürge kapitalizmine göre kabuk değiştiren, biçimlenen
emperyalizmin ve onun uzantısı işbirlikçi-tekelci burjuvazinin,
tekel karlarından azami ölçüde yararlanabileceği biçimde
siyasal üst yapının da düzenlenip, kurumlaşması politikası
sonucu; sömürge tipi faşizmin uygulandığı -açık ya da
gizli işlediği- ülkemizde, sosyal demokrasinin varlığından
söz etmek aynı bağlamda gündeme gelen çeşitli konularda
ciddi yanılgılar yaratmaktadır. Burjuva demokrasisi
koşullarının olmadığı bir toplumsal yapılanmada, kurumlaşmış
burjuva demokrasisi olguları aramak için, boyutlu siyasal
körlüğe ihtiyaç vardır.
Ülkemizde 1960'tan sonra, geniş mesleki örgütlerin bünyesinde,
işçi sendikaları, kooperatifler, konfederesyonlar vb.'de
azımsanmayacak bir işçi bürokrasisi doğmuştur. Bu kesim,
işçi sınıfından kopuk, bu işi meslek haline getirmiş
yöneticiler niteliğindedir. İşçi sınıfı adına, işverenlerle
toplu sözleşme 'uşlaşmalarına' varan, grev kararı veren,
çeşitli demokratik hakları düzen olanakları içinde 'savunan'
bu kişiler, maaş ve ödenekleri, yaşam düzeyleriyle,
temsil ettikleri sınıftan farklılaşırlar. Günlük kazanımların
sınırları içinde elde edilen, küçük ve kalıcı olmayan
başarıları giderek temel kazanımlar olarak değerlendirmeye
başlar ve genellikle devrimci hareketi çağı geçmiş çocukça
hevesler olarak tanımlama, devrimci ideolojiyi güzel
ama gerçekleşmesi olanaksız düşünceler ütopyası olarak
niteleme tavrında tipikleşirler. Ancak bunlar Türkiye'nin
özgün koşullarında, sosyal demokrasi olayının siyasal
temsilcileri değil, mesleki ve demokratik kitle örgütlerinin
bürokratik kesimleridir.
Tüm bu gerçekler ışığında, CHP ele alındığında, sosyal
demokrat, ortanın solu, halkçı söylemlerinin yanıltıcılığı
bir kez daha görülmektedir. Karl Marx; sosyal demokrasinin
en olduğunu, Louis Bonaparte'nin 18: Broumaire'sinde
şöyle açıklıyordur:
".... sosyal demokrasinin özel niteliği, cumhuriyetçi
demokratik kurumları bir araç olarak istemesinde; iki
ucu, sermaye ile ücretli emeği ortadan kaldırmak değil,
bunlar arasında bir uyuma dönüştürmek istemesinde özetleniyordu.
Bu amaca ulaşmak için, ileri sürülebilecek önlemler,
en kadar çeşitli olursa olsun, amacın bürüneceği görüşlerin
aç-çok devrimci niteliği en olursa olsun içerik hep
aynı kalıyor. Bu toplumun demokratik yolla dönüşmesidir.
Ama bu, küçük burjuvazi çerçevesinde bir dönüşümdür."
Gerçekte sosyal demokrasi bir burjuva ideolojisidir.
Dahası tekelci kapitalizmin ideolojisidir. Tekelci burjuvazi
işçi sınıfına sınırlı bir takım ödünler vermek yoluyla,
işçi sınıfıyla kendisi arasında kasıtlı bir köprü kurmuştur.
Bir 'uyum' sağlayarak varlığını koruyabileceğinin bilincine
vardıkça, bu sınıfın belirli istemleri karşılanmış,
İsveç tekelciliği, Batı Alman emperyalizminin tekelci
burjuvazisi sosyal demokrasi bayrağı altında büyük atılımlar
yapabilmiştir. Kapitalizm çoktan iflas etmiş, klasik
burjuva ideolojisiyle ayakta duramayacağını iyice anlamış
olduğundan, kendi sonunu geciktirecek, işçi sınıfını
ve emekçi kitleleri daha iyi avutabilecek sosyal demokrat
ideolojiyi, sözcüğün tam anlamıyla kullanmaktadır.
CHP de tekelci sermayenin istemlerini bu çerçevede yerine
getirmek amacıyla, İsveç ve Alman tekelci sermayeleri
temsilcisi partilerle bir diyalog başlatmıştır. Bunun
temel nedeni, yukarıda açıkladığımız nedenlerle ABD'nin
kredileri durdurması, IMF ve Dünya Bankası'nın öngörüleri
doğrultusunda, AET emperyalistleriyle ilişkilerin geliştirilmesine
yönelmeyi doğuran bir sürecin sorunlarıdır.
C) KIBRIS OLAYI, NEDENLERİ VE SONUÇLARI
CHP bu özellikleri çerçevesinde, 1973 seçimlerinde kitlelerce
desteklenerek, seçimlerden ciddi bir oy potansiyeliyle
çıkmasına rağmen tek başına hükümet kuracak oranı bulamamıştır.
Bir iki ay içinde oligarşi içi sınıfların uzlaştırıcı
girişimleriyle, Anadolu burjuvazisinin, orta ve hafif
sanayi savunan dinci akımın temsilcisi MSP ile koalisyon
kurarak, yürütme görevini üstlenmesi sonucunda, 26 Ocak
1974 tarihinde, CHP-MSP koalisyonu kurulmuş oldu. Temsil
ettikleri güçler arasındaki çelişkilerin bir yansıması
olarak, bu iki partinin iktidarı, bir hayli sorunlu
ve siyasal planda istikrarsız bir iktidar olmuştur.
CHP-MSP koalisyon iktidarı döneminin başlıca problemlerinden
biri 'Kıbrıs' olayıydı.
Kıbrıs sorunun tarihi kökleri, Osmanlı İmparatorluğu'nun
işgalci niteliğine dayanmaktadır. Ada, 1571'de Osmanlı
İmparatorluğu'na katılmasıyla onun statüsü içinde yer
almış, 1878'de İngiliz sömürgecilerinin denetimine girmiştir.
Başlangıçta adayı yeniden Osmanlılara devredeceğini
söyleyen İngiltere, güçlü askeri donanmalara sahip olması
nedeniyle, bir süre sonra Kıbrıs'ı kendi toprakları
olarak benimsemekte sakınca görmemiştir. Stratejik bir
konumu olan Kıbrıs, aynı zamanda İngiltere'nin doğu
Akdeniz'i ve Ortadoğu'yu denetim altında tutmasını sağlıyordu.
Ve asıl önemi, askeri üs olarak kullanılmasının yarattığı
avantajlardan kaynaklanmaktaydı.
Ancak ikinci emperyalist savaşı sonunda, Kıbrıs halkının
bağımsızlık eyleminin güçlenmesi, adada bulunan iki
milliyetten özellikle Rum toplumunun bu yönde silahlı
mücadeleye başlamasıyla gelişen olaylar, 5 Şubat 1959'da
Kıbrıs'ın 'bağımsız' bir devlet olarak tanımlanmasını
getirdi.
İngiltere, Türkiye, Yunanistan ile Kıbrıs'ın Rum ve
Türk kesimlerince onaylanan anlaşmaya göre, Kıbrıs bağımsız
bir cumhuriyet oluyordu. Başkan Rum, yardımcısı Türk
olmak üzere, iki milliyet kendi içişlerini kendi toplum
meclisleriyle yürüteceklerdi. Hem Yunanistan, hem Türkiye
"garantör ülkeler olarak, askeri müdahalede bulunabilme
hakkına" sahiptiler.
Bu anlaşma demokratik bir cumhuriyet görünümü altında
Kıbrıs halkının anti-emperyalist, anti-sömürgeci eğilimlerini
dizginlemeye denetim altında tutmaya yönelik bir anlaşmaydı.
Amaç, göstermelik bir bağımsızlık çerçevesinde, adada
bu ters eğilimlerin önünü alarak, İngiliz emperyalizminin
orayı bir askeri üs olarak kullanabilme ve üslerini
koruyabilme statüsünü devam ettirmesini sağlamaktı.
Türkiye'nin Kıbrıs'a yönelik düzenlediği işgal harekatının
sonucu olarak ada ikiye bölünmüş, ancak emperyalistlerin
askeri üslerine hiç bir zarar gelmemiştir. Tersine,
Kıbrıs emperyalizme daha sıkı kenetlenmek durumunda
kalmıştır.
Kıbrıs işgalinin bir diğer yanı da emperyalizmden bağımsız
girişimlerde bulunmak eğilimi taşıyan Türkiye'den bu
tarz çıkışlarının tekrarlanmamasının istenmesidir. Aynı
zamanda Türkiye'nin emperyalizmin saldırgan askeri gücü
olan NATO üyesi olması nedeniyle, bu hareketin dünya
kamuoyunda, NATO'nun prestijini kendi çıkarları doğrultusunda
kullanması şeklinde yansıması emperyalizmin izin verebileceği
bir durum değildir. NATO'yu kullanabilecek durumda olan
müttefikler elbette sadece ve sadece emperyalist devletlerdir.
Ayrıca Vietnam işgalinin ABD'nin yenilgisi ile sonuçlanması,
bu savaşın neden olduğu ekonomik ve siyasal krizin yanında
ABD'nin emperyalist-kapitalist sistemin egemen gücü
olma özelliğini sarsmış, 1974 petrol şokunun yarattığı
bunalım, ABD'nin böyle bir karar almasında etkili olmuştur.
Nitekim 1974 sonrası ABD'nin tüm ülkelere yaptığı yardımları
önemli ölçüde azalttığı görülmüştür.
Türkiye açısından ise CHP-MSP koalisyon hükümetinin
iktidarda bulunduğu 1974 yılında ekonominin açmazlar
içinde olması, 12 Mart'la birlikte geçici olarak ertelenen
tüm sorunların boyutlanarak yeniden gündeme gelmesi
ile birlikte, hükümetin sorunları büyümüştür. Öteden
beri Yunanlılara duyulan kin ve nefret, Kıbrıs'taki
Türklere yönelik saldırılar, Türkiye halkının devletin
radyo-TV'sinin ve basının kampanyası doğrultusunda şovenist
duygularının kamçılanması gibi nedenlerle, geniş bir
kesim oligarşinin politikasını desteklemiştir.
12 Mart askeri faşist darbesinin, üç yıl boyunca, halkın
üzerindeki terörist uygulamaları ve bunun halkın devrimci
öncülerince teşhiri nedeniyle, ordunun gerçek yüzünü
büyük ölçüde görmüş olan halk kitlelerin, ordunun kurtarıcılığı
yönündeki geleneksel görüşü sarsılmıştı. Aynı biçimde
büyük umutlarla iktidara getirilen CHP'nin uygulamaları
nedeniyle, geniş kitlelerin beslediği sempati ve güveni
yitirmeye başlayan bu partinin yeniden prestij kazanması
gerekiyordu. Ve sonuçta tüm bu olguların vektörü olarak,
Kıbrıs işgali için harekete geçilmiştir.
Böylelikle CHP, üstlendiği misyonu büyük ölçüde yerine
getirip, orduya tekrar sevimli bir giysi diktiği gibi,
kendi prestijini de önemli oranda tesis etmeyi başarmıştır.
Bütün bunların yanısıra, işgal altında tutulan Kıbrıs
toprakları işbirlikçi-tekelci sermaye açısından bir
Pazar görevini de görmektedir.
İşgal harekatının düzenlendiği 1974'ten günümüze kadarki
süreçte savaşın yıkıntılarının onarımı tamamen Kıbrıs
Türklerinin omuzlarına yüklenmiş, yaşam düzeyleri daha
geri bir noktaya çekilmiştir. Kıbrıs Türklerinin Türkiye'den
ve ordusundan bekledikleri kurtarıcılık, orada kalıcılaşan
ordunun masraflarının da büyük ölçüde Kıbrıs Türklerinin
sırtına yüklenmesiyle gerçekleşmiştir!
Kıbrıs konusunun iç çelişkilerini bir süre yumuşattığı
CHP-MSP koalisyonu, bu konudaki işlevlerinin tamamlanmasının
akabinde bir arada bulunamaz hale gelerek, 16 Eylül
1975'te istifa etmek zorunda kalmıştır.
D) AP-MSP-MHP-CGP HÜKÜMETİ
CHP-MSP koalisyon hükümetinin istifası, hükümet bunalımını
gündeme getirmiş, bunalım Meclisin kendi içinden, yürütme
görevini üstlenecek bir iktidar organı çıkaramaması
sonucu iyice derinleşmiştir. Oligarşi içinde etkinliğini
büyük ölçüde sağlamış olan işbirlikçi tekelci sermayenin
elit kesimi, aylar süren görüşmeler sonucunda, kendi
siyasal temsilcisi olarak öngördüğü AP'nin önderliğinde,
Anadolu ticaret burjuvazisinin çıkarlarını savunan,
dinci, gerici parti MSP ve faşist devlet kurumlarının
temsilcisi CGP ile birlikte faşist ideolojinin sivil-militer
çetesi MHP, yeni bir koalisyon oluşturarak "Milliyetçi
Cephe" adı altında bir hükümet kurdular. (31 Mart
1975)
Türkiye'de faşizmin kurumlaşmasının hızlanması ve derinleşmesi;
yüzeysel yerleşimin kurumlar bazında ve bütünlüklü olarak;
niteliği dönüştürme, dokuya nüfuz etme şeklinde evrimleştirilmesi,
ekonomik büyümenin durması, bunların tümüne bağlı olarak
durgunluk ve gerilemenin başlamasının yanı sıra, MHP
aracılığıyla sivil faşist terör çetelerinin oluşturulup
faşizmin saldırılarının azgınlaşması sürecin belli başlı
olgularıdır.
Ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamında çok yönlü tıkanıklarının
başladığı, toplumsal huzursuzluğun boyutlanmaya yüz
tuttuğu bir ortamda, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin
devrimci kıpırdanışları yanında demokratik güçlerde
de canlılık, egemen sınıflarca kabullenilmeyecek olgularıdır.
1972'de askeri ve örgütsel planda yenilgiye uğrayan
ama kendisinden sonraki devrimci kuşaklara evrensel
çapta ideolojik-stratejik bir miras, yüksek bir prestij
ve zengin deneyim bırakan THKP sempatizanlarının bu
dönemde çeşitli oluşumlar şeklinde siyasal mücadelede
yer almaya başlamaları ve diğer devrimci-demokrat, yurtsever
örgütlenmelerin gelişim göstermesinin yol açtığı huzursuzluğu
ile oligarşi, toplumsal durumu nötralize etmek, sindirmek
amacıyla, sivil faşist çetelerin ayaklarının altına
devletin tüm olanaklarını sermiştir. İşbirlikçi-tekelci
sermayenin temsil ettiği MHP ise, kendisine verilen
görevi layıkıyla yerine getirmiştir.
1. MC hükümeti döneminde, MHP ve yan kuruluşlarının
hızlı bir şekilde örgütlendiği, geniş mali olanaklarla
Türkiye'nin her yanında lokal, dernek vb. açıldığı,
halkın duygularının demagojik propaganda ile sömürüldüğü
görülmüştür. Faşist ideoloji, yerel özelliklerden kaynaklanan
farklı eğilimleri de kullanmasını da bilmiştir. 1. MC
dönemindeki ekonomik gelişim seyrini anlayabilmek açısından
bir önceki iktidar dönemini bu bağlamda kısaca anımsamak
yararlı olacak.
1974 program tahminlerine göre, 1973 yılı toplam yatırımları
%8.5, sanayi yatırımları %18.3 artmıştır. Hedefler ise
sırasıyla, %15.9 ve %24.3 olarak görülmüştür. Sonuç
olarak plan ve programda öngörülen %21.3'lük yatırım/GSMH
oranına varılamamış ve bu oran %18.9 olarak gerçekleşmiştir.
Bununla birlikte sanayi yatırımlarında görece daha hızlı
artış olmuş, sanayi yatırımlarının toplam yatırımlar
içindeki payı %44.1 olarak gerçekleşmiştir.
Yatırımların %47.3'nü kamu kesimi (KİT), %52.7'sini
özel kesim gerçekleştirmiştir. Çünkü kamu kesimi yatırımların
GSMH'ya oranı %11.4 olması öngörülmüşken, bu oran %90'da
kalmıştır. Oranlama, özel kesim yatırımları için hedefe
uygun olarak %9.9 olarak gerçekleşince, özel kesim yatırımlarının
toplam yatırımlar içindeki payı da artmıştır. Buna göre,
üçüncü beş yıllık kalkınma planına konulan hedeflere,
daha dönemin ilk yılında oldukça uzak düştüğü görülmektedir.
(2)
Türkiye gibi, yeni sömürge kapitalizmi modelinin yerleştirilmeye
çalışıldığı, emperyalizmin dayattığı ekonomi ve politikaları
izlemekle yükümlü ülkelerde planlı ekonominin hayata
geçirilmesinin koşulları yoktur. Ya da iyimser bir yorumla;
planlı ekonomi politikaları izlenmeye kalkılsa bile,
ülkenin emperyalizmle mevcut bağları nedeniyle, kısa
vadeler içinde, çevreleyen etkenlerin ağırlığı ve gündeme
getirdiği zorunluluklar nedeniyle ekonomi sık sık dalgalanmalara
itilmekle kalmayıp, siyasal açıdan bir istikrar söz
konusu olamamaktadır.
Fakat ekonomi ne kadar cılız bir seyir izlese de, işbirlikçi
sermaye çevreleri tekelci karlarını yükseltebilmektedirler.
Ülkemiz ekonomisinin, dolayısıyla sanayi kapitalizminin
temelleri olan KİT'ler, yönetimde bulunan siyasal partiler
aracılığıyla, egemen sınıfların çıkarlarına göre işletilmektedir.
Emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerinin ve tekelci
sermayenin isteklerinin azami ölçüde karşılanabilme
çabasının karakteri değişmediğinden, politikaların özü
de değişmemekte, fakat dönemin özgünlükleri temelinde,
aynı amaçlara dönük olarak, değişik isimler altında
hayata geçirilen program ve uygulamalar gündeme getirilmektedir.
Bunlardan biri de 1. MC iktidarı tarafından devreye
sokulan 'dövize çevrilebilir mevduat' sistemidir.
Petrol fiyatlarının ani yükselişi, petrol ihraç eden
ülkelerle kısa dönemde, -aynı zamanda uluslar arası
petrol tekellerinde- ciddi ödemeler bilançosu fazlalıkları
oluşturmuştur. Aynı dönemde içinde yeni sömürge Türkiye'nin
de bulunduğu bir dizi yeni sömürge ülke, emperyalizmin
uyguladığı ve dayattığı politikalar nedeniyle, yeni
fiyat yapısına adapte olmakta direnerek, büyük ödemeler
bilançosu açıkları vermeye başlamışlardır.
Türkiye'nin iç tasarruflarını, hızlı sanayileşme için
gerekli düzeye çıkarabilecek seferberliğin bir türlü
yapılamaması nedeniyle, daha önceki burjuva hükümetler,
açığı emperyalist sermayeyi kaynak olarak kullanmakla
kapatmaya çalışmışlardır.
1970'lerin ortalarına kadar, emperyalizme borçlanmada,
uzun vadeli krediler tercih edilmişti. Fakat bu tercihin
yanı sıra Türkiye ekonomisinin hiçbir şekilde karşılaması-geri
ödemesi- olanaklı olmayan kısa vadeli, yüksek faiz oranlarıyla
da uluslar arası emperyalist finans kurumlarına borçlanmaya
gidilmiştir. Emperyalist finans kurumlarıyla girilen
bu işbirliği politikası, ülkenin uzun süre altından
kalkamayacağı ve giderilmesi olanaksız yükü oluşturmuştur.
Bu politikanın uygulanmaya sokulmasından kısa süre sonra,
emperyalist finans kurumlarının verdikleri borçların
faizlerinin ödenmesini istemeleri karşısında, borç veren
ya da faizlerinin ödenmesini istemeleri karşısında,
borç veren ya da faizlerini isteyen emperyalist tekeller
(ödenmemesi durumunda borçların artması ve Türkiye'nin
ekonomik, özellikle de siyasal istikrarını koruyamaması
karşısında) çıkarlarının esenliği açısından paniğe kapılmışlardır.
Nitekim alınan krediler ve faizlerin ödenmemiş olması,
MC hükümetini işçi ücretlerini dondurmaya, tüketim mallarına
yüksek zam yapmaya zorlamış ve kitlelerin derinleşen
çelişkilerinden kaynaklanan istemleri yönünde hareketlenmelerinin
başlaması, bunalımın büyümesini de beraberinde getirmiştir.
Derinleşen çok boyutlu kriz ortamına öteden beri var
olan ödemeler dengesi bozuklukları da eklenince, emperyalist
borç sermayesinin yükünden kurtulmak için, yeniden diğer
emperyalist finans kurumlarına başvurulmak zorunda kalınmış
ve daha da ağır yükümlülükler altına girilmiştir.
Yapay olarak şişirilen efektif talebi bu kez yapay olarak
(dış dengeyi derhal sağlayacak biçimde) düşürülmeye
çalışılıp, 'büyümenin yerini durgunluk hatta küçülmenin
aldığı istikrar' dönemi gündeme getirilmiştir. Böylelikle
son çalınan kapı, emperyalizmin yeni finans kurumu IMF
olmuştur.
Petrol fiyatlarındaki artış ve ani yükseliş, petrol
ihraç eden ülkelerde kısa dönemde ciddi ödemeler bilançosu
oluşturmuş, bu şekilde ortaya çıkan, yeni sömürgelerin,
yeni fiyat yapısına adapte olamamasının yarattığı ödemeler
bilançosu açıklarını, dünya kapitalizminin finans sisteminin
doldurması durumu, DÇM tanımıyla, Türkiye ekonomisine
yansıtılmıştır.
Böylece, yeni sömürgecilik politikasının bir biçimi
olan, devletten devlete borç sermaye verilmesine ek
olarak, uluslar arası emperyalist finans kurumları devreye
girip T.C devletini çok yönlü borçlar altına koymuştur.
Gelişme çabaları içinde bulunan yeni sömürge Türkiye'nin
ekonomisi-sanayisi açmaza sokulup, gelişmesi önlendiği
gibi, sömürünün çapı da büyümüştür. Türkiye'nin ekonomik,
sosyal, siyasal yapısında egemenliğini kuran işbirlikçi
tekelci sermayenin iktidara getirdiği siyasal partiler,
uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarının kapısını
daha sık çaldıkça, daha fazla yaptırımı kabullenerek,
ülkenin kapılarını emperyalizme biraz daha açarak, Türkiye
halklarının sömürüsünü; sömürüyü sürdürebilmek için
de, baskı, tahakküm ve terörü tırmandırmışlardır.
Dövize çevrilebilir mevduat adı altında uygulamaya konan
politikanın sonucunda, sadece bir bunalıma yol açılmamış,
var olan krizin uzun süreli kalıcılığının yanı sıra,
derinleşmesi tanımlanmıştır. 1. MC döneminde uygulamaya
konulan DÇM politikası, bir anda ortaya çıkan bir politika
değildir. Öteden beri izlenen politikaların sonucunda,
onların bir süreci olarak gündeme gelmiş ve emperyalizm
tarafından bizzat önerilmiş bir uygulamadır.
TC Merkez Bankası 1977 Şubat ayında tıkanmış, döviz
transferleri resmen durdurulmuştu. Bir önceki dönemin
ekonomik ağırlıkları katlanarak artmıştı. Türkiye ekonomisi,
yapısal bozuklukları nedeniyle aynı duruma 1970 yılında
da düşmüştür. Egemen sınıflar, iktidardaki siyasal temsilcileri
aracılığıyla, başta devalüasyon olmak üzere yeni bazı
kararları uygulamaya koymuşlardır. Ancak bu kararlar
ekonomiyi içinde bulunduğu açmazdan kurtarmaya yetmemiş,
özellikle petrol faturasındaki büyük artış nedeniyle,
ekonominin sorunları kısa sürede yoğunlaşmıştır. Sürdürülen
'hızlı kalkınma hamleleri'nin, uygulanan açık finansman
yöntemlerinin, artan enflasyonun ve döviz yokluğunun
etkisiyle, ekonomi sık sık beyaz bayrak kaldırır olmuştur.
1977'den sonra, "istikrar programı" adı altında
uygulanmaya çalışılan politikaları şu şekilde maddeleştirelim:
1) 1977 Ağustos ayında Süleyman Demirel hükümeti tarafından
uygulanan "Enflasyona Karşı Mücadele Paketi",
2) 1978 Mart ayında Ecevit Hükümeti'nin "Yapısal
Değişim Programı",
3) 1978 Eylül ayında Ecevit Hükümeti'nin "Para
Kredi Tedbirleri",
4) 1979 Mart ayında Ecevit Hükümeti'nin "Ekonomiyi
Güçlendirme Programı",
5) 1980 yılı Ocak ayında Süleyman Demirel Hükümeti'nin
uygulamaya koyduğu "24 Ocak kararları".
Bu paket ve programların en büyük özelliği, büyük ölçüde
zamlara ve 'kur ayarlamalarına' dayanmaları idi. Ve
Türkiye'ye yeni dış krediler ve borç erteleme olanaklarının
sağlanmasını amaçlıyordu. Fakat 'kur ayarlaması', gerçek
adıyla devalüasyonlar emperyalistlerden yeterince kredi
ya da, döviz bulmadan yapılmış, bu tür uygulamalar amaçlananların
da gerçekleştirilememesini doğurmuştur.
Yukarıda sıraladığımız beş ayrı 'önlem paketi'nin ardından,
Türk Lirası dolar karşısında yaklaşık 19 liradan, 70
liraya düşmüştür. Aynı 2,5 yıllık süre içinde enflasyonun
toplam artışı % 240 dolayında seyretmiştir.
Ülke ekonomisi 1970'li yılların başından itibaren, bu
açmazlar sürecine başlarken, sorunun çaresi hep emperyalist
ülkelerden ve uluslar arası emperyalist finans kuruluşlarından
aranmıştır. Bunun sonucunda OECD, IMF, Dünya Bankası,
ülke ekonomisinin başlıca yönlendiricisi ve uygulayıcısı
olmuştur. Özellikle 1974 yılından sonra başlayan koalisyonlar
döneminde hiçbir burjuva hükümet, ülke ekonomisinin
sorunları üzerine ciddi biçimde gidememiş, ekonomi 1977
yılının Şubat ayında döviz transferlerinin yapılamaz
duruma gelmesiyle tıkanmıştır. Tıkanma olayının boyutları
ve olumsuz ekonomik göstergeler her geçen gün biraz
daha yükselmiş ve ülke tamamen emperyalist finans kuruluşlarının
inisiyatifine girmiştir.
Uluslar arası emperyalist tekellerin ve ülkelerin, çıkış
yolu olarak Türkiye'den izlenmesini istediği politikanın
temel hatları ise;
1) Enflasyonu yavaşlatmak için sıkı para politikasının
uygulanması ve KİT sorununa çözüm bulunması, kamu ve
özel sektörde çalışanların ücret artışlarının durdurulması.
2) Devalüasyon yapılması, Türk Lirasının değerinin korunması.
3) Yatırımlara kaynak ayrılmaması, kalkınma hızının
düşürülmesi.
4) Emperyalist kurum ve devletlere güvenilmesi, darboğazdan
çıkış için başka hiçbir kurum ve kuruluştan yardım istenmemesi,
vb.
Sonuç olarak; sıkı para politikası uygulaması, KİT açıklarının
hazineden değil sağlam kaynaklardan, yani zamlardan
karşılanması, yeni vergi yasalarının çıkarılması gibi
konularda IMF'nin dayattığı politikalar benimsenmiştir.
Aynı dönemde AP genel başkanı S. Demirel, CHP'nin AET
anlaşmalarını eleştirirken:
"... devletten devlete para aldınız mı, bunların
ardında çok şey yatar. Biz Türkiye'yi devletten devlete
para almaktan çıkarmıştık.", "yeniden
hükümet olurken, devletten devlete kredi almak istemiyorum.
Bu alanda yabancı bankalarla görüşeceğim."
şeklinde söz konusu politikayı vurguluyordu.
Böylelikle, Türkiye'nin tamamen IMF, Dünya Bankası vb.
emperyalist finans kurumlarına teslim edilmesini kolaylaştırmanın
zemini oluşturuluyordu. Esasta işbirlikçi tekelci sermayenin
siyasal temsilcileri olan CHP ve AP, 'emperyalist ülkelerden
mi yoksa uluslar arası emperyalist ülkelerden mi kredi
alınmalı' biçimindeki demogojilerle, ülkeyi emperyalizme
hangi biçimde daha iyi teslim edebileceklerini tartışıyorlardı.
24 Ocak 1980 kararlarına kadar, MC Hükümetleri ve Ecevit'in
başkanlığındaki hükümetlerin izledikleri politikalar
birbirini tamamlayan bir işleyiş çerçevesinde sürdü.
Ecevit Hükümeti, IMF ile Paris'te anlaşmaya vardıktan
sonra, emperyalist sermayenin bankalarıyla 407 milyon
dolarlık bir kredi anlaşması imzalamıştır. Süreç içinde
Merkez Bankası'nın 1977'de kepenkleri kapattığı ortamda,
emperyalistler nezdinde, Türkiye'nin 'sömürülebilme
güvenliği' tehlikeye düşmüş olmaktadır. Yeni kredi olanaklarının
bulunması iyice zorlaşmıştır. Ülke hızla tam bir yoksullaşma
yolunu tutmuş, ekonominin çarklarını döndürmek için
zorunlu olan döviz kaynaklarına ulaşmak olanaksızlaşmıştır.
Karaborsa fiyatları, döviz dahil hızla yükselmiştir.
Bu ortamda Ecevit Hükümeti her türlü olanağı kullanarak,
yeni kredi, 'dış yardım' ve borç erteleme çabası içine
girip, olağanüstü yardım için OECD ve NATO'ya başvurmuştur.
1978 Haziran ayında IMF ile tam bir teslimiyet belgesi
imzalamış, ancak ülkenin hassas siyasal dengeleri nedeniyle
bunu uygulamaya koyamamıştır. Aynı günlerde IMF Türkiye
şefi Charles Woodjaid Türkiye'ye gelip durumu şöyle
tanımlamaktadır:
"... bu ekonomi tıkanmıştır, ciddi önlemler
alınması gerekmektedir." elbette 'önlemlerin'
başında her zaman olduğu gibi, Türk Lirasının değerinin
düşürülmesi, tüketim mallarına zam yapılması vardır.
Ancak o süreçte ekonomik yapı devalüasyona uygun olmadığı
gibi, politik ortam da elverişli değildir. CHP Hükümetinin
maliye bakanı Z. Müezzinoğlu, bu konuyla ilgili olarak:
"... IMF'yi reddetmiyoruz, ancak ülkemizin bugünkü
koşullarında, bu kuruluşun her isteğini kabul etmememiz
mümkün olmamaktadır. Hükümet olarak kendimiz bir istikrar
programı hazırladık, bunu yakında uygulama alanına koyacağız.
Eğer bize yardımcı olmak istiyorsanız, IMF koşullarına
bağlı olmadan yardım edin... " demekteydi.
Emperyalizmin örgütlü, uluslar arası güçlerinden biri
konumunda bulunan OECD ülkeleri ise, bu isteğe karşı
çıkmışlar, "... Türkiye mutlaka IMF politikalarını
uygulamalıdır," dayatmasını getirmişlerdir. Çaresizlik
içinde kıvranan CHP Hükümeti, Alman Emperyalizmine başvurup,
Başbakan Schmidt ile görüşerek; "... IMF yerine
bizim getireceğimiz istikrar programını kabul edin ve
yardım verin... ekonomi çözülmektedir..." demektedir.
Ancak AET emperyalistleri IMF konusunda direnmekte ısrar
edince, ABD'ye Türkiye'den bir heyet gönderilip IMF'yle
görüşülmüş, istenilen politikaların uygulanmasının dışında
bir çıkar yol bulamayan siyasal temsilciler, yüksek
zam paketlerini uygulamaya koymuşlardır. Akaryakıt,
şeker, demir-çelik, çimento vb. zamları açıklanmıştır.
Zamlar karşısında beliren kitlesel tepkiye yönelik endişe
duyulması üzerine OECD Genel Sekreteri Van Lennep Türkiye'ye
gelip Ecevit'le görüşmeler yapmış ve ".....
devalüasyon yapılmayacak" görüşünde uzlaşılarak
kitlelerin tepkileri geçiştirilmeye çalışılmıştır. Ülke
öyle bir hale gelmiştir ki, artık siyasal yönetimde
yer alan burjuva koalisyon hükümetleri kitlelere söz
geçirip yönlendirememektedir.
Uygulanan politikalar üzerinde ise, sadece emperyalist
kurum ya da kuruluşların yöneticilerinden medet umulmakta,
bunların demeçleriyle güvence verilmeye çalışılmaktadır.
OECD ülkeleri başta olmak üzere Türkiye'nin yardım beklediği
her kuruluş, IMF'nin ekonomik politikalarının kabul
edilmesi yönündeki baskı görevini yerine getirmiştir.
Bu süreçten sonra, TL'nin değeri ABD doları karşısında,
25 liradan, 26.5 liraya düşmüş, bir ay sonra da doların
değeri 47.10 liraya yükselmiştir. IMF yönetim kurulu,
CHP aracılığıyla, emperyalist bankaların Türkiye'ye
akıttıkları finansmanların kredilerini şartlara bağlayarak
'stand-by' anlaşmasını onayladı.
14 Kasım seçimleri yaklaştığında, CHP'yi destekleyen
'bağımsız' milletvekilleri desteklerini çekince, IMF
kararları uygulamaya sokulamadı. CHP içinde yer alan
ve oligarşinin çeşitli kliklerinin temsilcileri olan
bakan ve milletvekillerinin istifa etmeleri, işbirlikçi
tekelci sermaye çevrelerinin müttefikleriyle olan çelişkilerinin
de arttığını göstermekteydi. CHP'nin kontrol etmek istediği
tarım alanlarındaki büyük toprak sahibi zengin köylülüğün,
ürünlerinin taban fiyatlarını büyük ölçüde artırması
da, konulan IMF limitleri üzerinde daha anlaşmanın başından
itibaren çatlaklara neden olmuştur.
14 Ekim 1979 ara seçimlerine doğru gidilirken, ülke
ekonomisi gerçek bir felç durumundaydı. Döviz bulunamamasının
yanı sıra sermaye transferleri durmuş, enflasyon hızlı
bir tırmanışa geçmişti. Üretim düşük kapasitelerde seyrediyor,
dolayısıyla işçi ücretleri aşağıya çekilmeye çalışılıyordu.
KİT ürünlerine olağanüstü büyük oranda zam yapılmıştı.
Ve bu ortamın kitlelerin yaşamını derinden sarsması
kaçınılmazdı. Toplumsal hareketlenme ve huzursuzluk
had safhaya çıkmıştı. İşçi sınıfı başta olmak üzere,
esnaf ve zanaatkarların yıkıma uğramaları nedeniyle
demokratik kitle hareketine akmaları, sendika, kooperatif,
demokratik dernek ve mesleki örgütlenmelerin politize
olma düzeylerinin artması, genel devrimci mücadelenin
kitlesel kabarışının yanı sıra, silahlı mücadelenin
ivme kazanmış olması, işbirlikçi tekelci sermayeyi ve
ittifaklarını ciddi olarak ürkütmüştü.
Bunun için kendileri açısından köklü değişim istemleri
artmış, açık faşizmin tüm koşullarının hazırlanmasına
girişilmişti.
Fakat doğal olarak bu kez daha programlı ve uzun vadeli
işlemler bütünü, daha doyurucu ve kalıcı sonuçlar istiyorlardı.
24 Aralık 1978'de, devrimci potansiyeli kırmak, siyasal
bilinç ve örgütlenme düzeyi yükselen işçi ve emekçi
kitlelerin hareketinin kontrollerinden çıkmasının önünü
setlemek amacıyla; öteden beri kullandığı MHP ve sivil
faşist terör çeteleri eliyle uygulanan sindirme yönteminin
boyutlarını yükseltmiş, halkın dini ve yerel farklılaşmalarından
hareketle alevi-sünni çatışması kisvesi altında kitle
katliamlarına girişmiştir. Kahramanmaraş'ta bu uygulamalar
doruk noktasına çıkmış, bu kez de oligarşinin ordu kolu
devreye sokularak sınırlı bir sıkıyönetim ilan edilmiştir.
12 Mart açık faşizminden itibaren, parlamenter faşizmi
burjuva hükümetler aracılığıyla uygulayan oligarşinin
son sivil iktidarı, 12 Kasım 1979'da göreve başlayan
Demirel Hükümeti olmuştur. Oligarşi içi sınıfların (başta
işbirlikçi tekelci burjuvazinin) ve ordunun üst yönetimindeki
generallerin, AP-CHP koalisyon hükümetinin denenmesi
yolundaki girişimleri olumlu sonuçlar vermemişti. Bu
girişimin nedeni, egemen sermaye kesimlerini barındıran
iki partinin daha geniş bir düzlemden güç olarak, oligarşi
içi çelişkileri yumuşatabileceği, nerdeyse işlemez hale
gelen devlet aygıtının onarılmasının kolaylaşabileceği
düşüncesiydi. Bu sağlanamayınca, AP'ye hükümet kurma
yetkisi verildi.
Türkiye sanayinin, dolayısıyla ekonominin tıkandığı
1970'li yılların sonunda, ülke ekonomisinin emperyalist-kapitalist
sistemin bir parçası olduğu gerçeğinden hareketle, sisteme
eklemlenme biçimi uzunca bir süredir sermaye birikiminin
temelini oluşturan ithal ikameci sanayileşmeden vazgeçilmesini
zorunlu kılıyordu. Çünkü sermaye birikiminin süreklilik
kazanmasının önünde, işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından
engel oluşturmaya başlamıştır.
En azından ithal ikameci politikalarda belli değişiklikler
yapılarak, bazı onarımlara gidilerek bunalımı aşmak
istenmesi doğaldır. Kullanılabilecek tüm yedekler kullanılmış,
verili düzenin sunduğu bütün işletme materyalleri, olanakları
tüketilmiştir.
Bu koşullarda 1979'da işbirlikçi-tekelci burjuvazi açısından,
yeni sermaye birikiminin modeli olarak emperyalizm tarafından
öngörülen ihracata yönelik sanayileşmeye can simidi
olarak sarılmaktan, başka bir seçenek kalmamıştı. 1978'de
Dünya Bankası'nca hazırlanan "yeni modelin"
temeli sayılan prensipler, dönemin hükümetlerinden CHP
içindeki bazı kadrolar ve bakanlar tarafından kabul
edilmemiş, meclis aritmetiğindeki hesaplar tutmamıştır.
Hükümet içindeki bazı kesimlerin muhalefetine rağmen,
1979 yılında IMF ve Dünya Bankası'ndan alınan kredilerin
diyeti olarak yeniden sermaye birikimi temelinde bir
dizi karar alınmıştır. "Ekonomiyi Güçlendirme Programı"
adıyla sunulan bu kararlar, daha sonraki dönemde uygulamaya
konulacak olan "24 OCAK KARARLARI"nın öncülü
olmuştur.
Ne var ki siyasal iktidarın farklı sınıflar bileşiminden
oluşması, ketlelerin devrimci potansiyelinin yükselişi
vb. nedenler, izlenmek istenen politikanın tam anlamıyla
eklektik olmasına neden olmuştur. Bu eklektik yapı,
onun varlığının bu bağlamda daha baştan başarısızlığa
mahkum oluşunun ifadelerinden biridir.
Sermayenin yeniden birikiminin sağlanabilmesinin ve
merkezileşmesinin önünde ciddi engeller bulunan işbirlikçi-tekelci
burjuvazinin huzursuzluğu, devlet olanaklarının kendi
sınıf çıkarları yararına yeniden düzenlenmesine uygun
"yasal" zemin oluşturulması yönündeki baskıları
artırmıştır. Bu nedenle üzerinde durduğu sonuçlar, iki
temel konunun kapsamındadır.
1) Sermaye emek ilişkisinin yeniden düzenlenmesi, ekonomik-demokratik
hakların kısıtlanması, çalışma yaşamında daha otoriter
ve baskıcı kuralların egemen kılınması, son tahlilde
açık faşist diktatörlüğün uygulanması ve bunun kurumsallaştırılıp
kalıcı hale getirilmesi.
2) Küçük şirket ve sermaye kesiminin tasfiye edilmesi,
sermayenin işbirlikçi-tekelci burjuvazinin elinde merkezileşmesi,
dolayısıyla toplumsal yaşamda etkinliğin artırılması,
tek egemen sınıf olabilmesinin koşullarının yaratılması,
bunun için de uluslar arası emperyalist finans tekelleri
ve emperyalist tekellerle sıkı köklü ilişkilere girilmesi,
var olan ilişkiler temelinde yeni bir yapılanmanın yaratılmasına
gidilmesiydi.
İşbirlikçi-tekelci sermayenin kendi içinde "dönüşüm"
sağlayabilmesi için ise ihracata yönelik üretimin gerektirdiği
büyük ölçekli fabrika sistemini kurmak üzere, "kapitalistlerin
kapitalistlerce mülksüzleştirilmesi" biçiminde,
sermayenin daha çok merkezileştirilmesi, üretken olmayan
karların üretken sermayeye akışının sağlanabileceği
koşullar istenmektedir.
Sermayenin tamamen merkezileştirilebilmesinin tek yolu
ise, devletçe alınacak olan önlemlerden geçmektedir.
Başka bir deyişle, temel işlevlerinden birisi, sermayenin
birikim koşullarını yeniden üretmek olan devletin, ihracata
yönelik sermaye birikimi koşullarına baskıcı yöntemlerle
müdahalede bulunması gerekmektedir.
Bir çok burjuva ekonomistinin öne sürdüğü görüşün tersine,
bu model diğerleri gibi devlet müdahaleciliğini arka
plana atmamakta, tersine ihracata yönelik sanayileşme
için her düzeyde (ekonomik-politik) yoğun devlet müdahalesini
gerektirmektedir.
Ve bu politikanın, sömürge tipi faşizmin parlamenter
biçimiyle uygulanabilmesinin olanağı yoktu. Devlet aygıtı
yıpranmış, kurumlarına çeşitli akımların temsilcileri
yerleşmiş durumdaydı. Devlet müdahalesinin biçimi ve
araçları, belirlenen amaçlara uygun bir geçişin koşullarını
sunuyordu. Bu koşullar, ülkeyi gerçek anlamda sanayileşmenin
oldukça uzağına atan, metropol sanayisinin esenliğinin
hizmetkarlığı anlamına gelen emek yoğun tüketim malları
uzmanlığı ve fason üretim biçimi idi.
Dayatılan politikaya koşulları uymayanlar derhal tasfiye
ediliyor, böylelikle üretimin ölçeği de istenilen kapsamda
büyütülmüş oluyordu. Yerleştirilmek istenen bu model
temelinde üretimin yoğunlaşacağı alanlar yeniden belirlenirken
, işbirlikçi tekelci burjuvazi bu alanlarda kendi dışındaki
diğer sömürücü sınıflara yaşam hakkı tanımamaktaydı.
Piyasada "örgütlenmemiş para" olarak tanımlanan,
halk dilinde "tefecilik" olarak adlandırılan
kesimin iş hacmini büyüttüğünü gözlemleyen işbirlikçi
tekelci burjuvazi, bu kesimin gelişim potansiyelinin
yarattığı endişenin büyümesi ile, faiz oranlarının serbest
bırakılması kararını almıştır. Toplam mali kesim içindeki
payları %79 olan mevduat bankaları, bu paylarının 1978'de
%74'e ve 1979'da %72'ye düştüğünü fark edince telaşa
kapılmış ve "organize olmamış para piyasasından"
şikayetler artmıştır.
İhracata yönelik ekonomik politikaların uygulanmaya
konulmasından hemen sonra, kapitalizmin doğası gereği,
işbirlikçi tekelci sermayenin elit kesimi, tekelleşemeyen,
oransal olarak cılız kalan sermaye kesimlerini, hafif
ve orta sanayiyi çöküntüye uğratmış, sermayenin merkezileşmesi
sağlanırken ve bunun olanakları yaratılırken, oligarşinin
güçlü sınıfı kendi müttefiklerinin de erimesini hızlandırmıştır.
Süreç içinde, ticari karların yönünü değiştirip sanayisine
katan işbirlikçi tekeller, aynı zamanda büyük tüccarların
kredi alanlarını da daraltmıştır. Büyük toprak ağalarının
elinde biriken sermaye de, aynı biçimde merkezileşmeye
katılmıştır. Bağlantılı olarak, söz konusu sınıfların
devlet üzerindeki egemenliği zayıflamıştır. Bir sınıfın
çıkarlarının başladığı, genişlediği yerde, bir başka
sınıfın çıkarlarının azalması, zayıflaması kaçınılmazdır.
"...merkezileşme yoluyla bir gecede bir araya
toplanıveren sermaye kütleleri, tıpkı diğer sermayeler
gibi, ama büyük bir hızla ürer ve çoğalır. Ve böylece
toplumsal birikimde yeni ve güçlü kaldıraçlar halini
alırlar." (3)
Ülkemizde bu süreç, sermayenin merkezileşmesi, bazen
özendirmelerle (vergiden bağışıklık, kredi olanakları,
sübvansiyonlar vb.) bazen zorlamalarla (banka sermayelerinin
olanaklarının artırılması) olabildiği gibi, bazen de
devletin kapitalistler arası rekabette, uluslar arası
emperyalizmin ve onun uzantısı olan işbirlikçi tekellerin
lehine ve daha küçüklerinin aleyhine yönelik "yasal
düzenlemelerle" gerçekleşmektedir. Bu da ağırlıkla,
sözettiğimiz yöntemlerin izlenmesiyle yapılır. Ayrıca
ithalattaki sınırlamaların kaldırılması, küçük ithalatçıların
yokoluş sürecini hızlandırmaktadır.
Üretimin yoğunlaşacağı alanların yeniden belirlenmesi
için, emperyalizmin öngörülerine dört elle sarılan işbirlikçi
tekelci sermaye grupları, kaynaklarını bu alanlara yöneltmişlerdir.
Bu eksenden sapmadan, "uzmanlaşabilecekleri"
alanların neler olduğu, devlet politikasına kısa zamanda
yansıyarak yeterince belirginlik kazanmıştır. Üretim
alanları olarak, maden ve ağır sanayi kollarında değil,
ara malları üretimi sektörüne ağırlık verilmesi öngörülmüştür.
Hammaddesi bol emek yoğun alanlarda, dayanıklı-dayanıksız
tüketim malları üzerinde yoğunlaşılmalı, turizm geliştirilmeli,
ara mallarında ise, dünya piyasasına yönelik fason üretim
benimsenerek parça üretimine başlanmalıdır.
Devlet Planlama Müsteşarı Y. Aktürk, 2. İktisat Kongresi'nde
sunduğu tebliğde, sermayenin izleyeceği rotayı şöyle
açıklıyordu:
"... piyasa mekanizması içinde rekabet gücü
olabilecek, karşılaştırmalı avantajlarımızı azami ölçülerde
kullanan, ithalatta boy ölçüşebilecek, daha doğrusu
rahatlıkla ihracat yapabilecek sanayi dalları olmalıdır.
Bu tariflere uyan sanayi kollarından bir kaçını aşağıdaki
ek de özetlemek mümkündür;
Tekstil, Gıda Sanayi, Konfeksiyon, Cam, Seramik, Sıhhi
Tesisat, Ambalaj, Deri Eşya, Dayanaklı Tüketim malları,
Traktör, Kamyon, Otobüs, Profesyonel elektronik cihaz,
Metal parça, (özellikle döküm parçaları isteyen yan
sanayi...)
Kısa dönemde yatırımlara yönlendireceğimiz kapitalin
en verimli kullanımını sağlamak için sermaye/hasıl oranı
düşük sahalara öncelik verilmesi, isabetli olacaktır.."
Emperyalist ülkeler, kendi ülkesinin işçi sınıfını ucuza
beslemek, ve ucuz giyim gereksinimini karşılayabilmek
ve aynı zamanda kendi üretim ve sömürü alanlarında yeni
rakiplerin çıkmaması için, gereken önlemleri alıyordu.
Yeni sömürge ülke ekonomilerini biçimlendirirken, bu
ülkelerin sanayi kuruluşlarını söz konusu amaçlarına
göre biçimlendiriyordu.
Konunun diğer bir yanı ise, emperyalizmin bunalımını
omuzlamaya hazır bir yedeğin her an elinin altında hazır
bulundurulmasıdır. Bu bağlamda yeni sömürge sanayisini,
ekonomisini, emperyalizme hizmet sanayisi ve ekonomisi
haline getirmeyi başından sağlamış bulunmaktadır.
Emek gücünün ucuz, tarım ürünlerinin bol ve ucuz olduğu
Türkiye'de, bu ürünlerin üretimini yapıp ithal etmek,
emperyalizm için en uygun yöntemdir. Bugün emperyalist
ülkelerin işçilerinin ve diğer halk kesimlerinin büyük
bir bölümü Hong-Kong, Singapur, Filipinler, G.Kore,
Türkiye vb. ülkelerden ucuza sağlanmaktadır. Ve bu yeni
sömürgelerdeki işçi ücretlerinin ortalaması, emperyalist
ülkelerdeki emek gücü üretiminin %10'unu geçmemektedir.
Dolayısıyla sözkonusu ülkelerde işçi ücretleri sürekli
düşük tutulmaya çalışılmış, işçi hakları sınırlandırılmış
ya da genişletilmesine olanak tanınmamakta ısrarlı davranılmış;
ekonominin gıda, giyim, hafif ara mallarına yönelik
olması sağlanmaya çalışılmıştır. Üretimin iç pazara
değil, dışa yönelik olması ve bu durumu daha elverişli
kılmak için, programlar iç talebi kısıcı yöntemlerle
donatılmıştır. Yapılan sürekli devalüasyonlarla, TL'nin
değeri daha da düşürülmüş, ucuza mal ithalatı sağlanmıştır.
Bu şekilde sözde Türkiye bazı alanlarda uzmanlaşmış
oluyor, bunun adına da "ihracata yönelik sanayileşme"
deniliyordu.
Hemen belirtmeliyiz ki, bu tezler ve öngörüler ne 1979
Türkiye'sinde ortaya çıkmıştır, ne de daha yenidir.
IMF'nin 1963 yılındaki raporunda yer alan bu tez, daha
o yıllarda ortaya atılmıştır. Uygulamasına ise 1960'larda
Güney Kore ve Tayvan'da başlanmış, 1979'da ise sıra
Türkiye'ye gelmiştir.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi, ihracata yönelik ekonominin
uygulanmasına bir an önce geçilmesi için, yürütme kademelerine
baskıları artırmış, önlemler alınmasında yeni düzenlemelerle
programın gündeme getirilmesinde sabırsızlanmıştı. Ancak
ülkedeki demokratik girişimler ve sınıfın hareketliliğinin
yanı sıra, devrimci mücadelenin giderek nitelik kazanması,
bu politikanın gündeme alınmasına olanak vermiyordu.
O durumda çareyi, programını bütünlüklü değil, adım
adım uygulamaya sokmakta bulan AP hükümeti; fiyatların
serbest bırakılmasından iki sonuç bekliyordu:
1) İhraç edilebilir ürünlerin fazlasını sağlama,
2) Özellikle KİT ürünlerinde uygulanan ikili fiyat sonucu,
karaborsa ticareti yapan tüccarın karının ortadan kaldırılması.
Hükümet bunları öngörürken, işbirlikçi tekelci burjuvazi
daha fazlasını; üretimin artışı için her şeyden önce,
hammadde, ara malı ve petrol alımı için dövize olan
gereksinmenin karşılanmasını, bunun için de işçi ücretlerinin
tamamen sınırlandırılmasını, üretim aksatan işçi sınıfı
eylemlerinin son bulmasını istiyordu. Bu nedenle, işçi
ücretlerine gem vuracak, eylemlere meydan vermeyecek
düzenlemelerin yapılmasında acele ediyordu.
Öte yandan, tarım girdisi kullanıldığı için, tarım ürünlerinin
taban fiyatlarının düşük tutulması, bu olmadığı taktirde,
iç ticaret hadlerini iyice tarım aleyhine geliştirecek
şekilde, sanayi malları fiyatlarının arttırılması isteniyordu.
Genel olarak, uygulaması düşünülen ihracata yönelik
ekonomik program belirlendikten sonra, bu programı oluşturacak
ekonomik kararlar ve onu izleyen, tamamlayan kararlar
da peşinden gelecektir. Bu tezler ve kararlar, Türkiye'nin
toplumsal yaşamı tam bir baskı altında tutacak, askeri
faşist diktatörlük dönemi öncesi ve sonrası, uzun bir
dönem uygulamada yer alacaktır. Bu tezleri öteden beri
öngören IMF, ihracat ekonomilerinin yapması ve yapmaması
gereken şeyleri şöyle sınıflandırmaktadır:
"... Yapılması gerekenler; ihracatın teşviki
ve farklılaştırılması, ticaret özgürlüğü, makro dengelerin
yeniden kurulması, ihracattaki dalgalanmaların önlenmesi.
Yapılmaması gerekli şeyler ise şunlardır; fiyat kontrolleri,
ithalat kısıtlamaları ve paranın yüksek değerde tutulması,
ikili anlaşmalar, çoklu kur uygulamaları..."
(4)
Öngörülen kararlar doğrultusunda davranmayan, finansman
nedenleriyle tıkanan, uyum gösteremeyen sanayi kesimlerinin
tasfiye edilmesi, işbirlikçi tekelci burjuvazi açısından
kaçınılmazdı. Sermayenin bu iç çelişkisi, bazılarının
yok olmasını, bazılarının daha da büyümesini getirecek,
dolayısıyla sermayenin merkezileşmesini sağlayacaktır.
Marx'ın deyimiyle; "... daha önce oluşmuş bulunan
sermayelerin toplulaşması, bağımsızlıklarına son verilmesi,
kapitalistin kapitalist tarafından mülksüzleştirilmesi"
(5) olayıdır.
Orta ve hafif sanayi kuruluşlarının önemli bir bölümü,
tekelci sanayi sermayesinin yoğunlaştığı alanlarda iflasa
sürüklenmiştir. Tekelci sermaye, aynı girdiyi birden
fazla firmaya yaptırmakta ve fiyat üzerinde genellikle
egemenlik sağlamaktadır. Bu sanayi alanlarında ihracat
yapılmaması/yapılamaması özelliğine, aşırı değerlenmiş
kurun ihracatı olumsuz yönde etkilemesi de eklenince,
zaten devlet yardımlarını geri çektiğinden, bu sanayi
kolları çöküntüye uğramıştır.
Sermayenin kendi içinde yeniden yapılanmaya gitmesi,
genel olarak yaratılan artı değere (kar, toprak rantı,
ticaret karı, faiz vb.) el koyan sömürücü sınıfların
çeşitli kategorilerde etkinleşmelerini doğuracak, bu
sınıflarla işbirlikçi tekelci sermaye arasındaki mücadele
süreci, daha sonraki yıllarda sermayenin en güçlüsü
lehine bir seyir izleyecektir.
Türkiye'de sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması
1960'lardan sonra belirginleşmiştir. Ülke standartlarına
göre "büyük" sayılabilecek işyerlerinin sayısı
artmış, bu tip kuruluşların toplam işyerleri içinde
sayıca yoğunlukları olmasa da belli bir ağırlıkları
olmuştur. Diğer alanlarda da bu mücadele sürmüştür.
Tekelci sermayenin bu amaca ulaşmada faaliyet göstermesidir.
Daha somut bir deyişle, bina ve toprak sahibi olarak
kiraya vermemek, ürettiği malı kendisi pazarlayarak
veya kullandığı girdiyi kendisi satın alarak, ticaret
karını başkasına kaptırmamak; bankacılık-bankerlik yaparak,
faiz giderini asgaride tutmak, kısacası "dikey"
birleşmelere gitmek bu amaca ulaşmanın başlıca yöntemidir.
Türkiye kapitalizminin en etkin sınıfı olan işbirlikçi
tekelci sermayenin de amacına ulaşmada başvurduğu en
bilinen yöntemi, sermayenin oluşumundaki tüm aşamalarda
faaliyet göstermesidir. Açılımıyla; sanayi üretiminin
sahipliğini, ürünlerin pazarlanmasını, dağıtımını kendi
eliyle organize ederek, ticaret karının dışarıya akmasını
büyük ölçüde önlemektedir. Sanayide kullanılan girdilerin
halini de kendi kurumlarıyla organize etmeye başlamıştır.
Aynı süreç içinde kredi ve finansman sorununu kendine
ait kurumlarla çözmeye çalıştığı gibi, devletin tüm
olanaklarını kullanabilmenin yollarına sahiptir ve sübvansiyonları
kendi lehine kullanabilmiştir.
Tarım alanında, tarım girdileri ve kredi sisteminde
de aynı biçimde faiz oranlarını artırmak yoluyla, bankaların
dağıttığı kredileri tefeci-tüccarın ele geçirmesini
büyük ölçüde önleyip, tarımdaki feodal, yarı-feodal
ilişkileri dönüşüme uğratmış, tarımda kapitalizmin gelişimini
sağlamıştır. Tarımdaki sermaye birikimi devlet aracılığıyla
tekelci kesime aktarılmış, dolayısıyla tarımda da bu
kesimin etkinliği artırılmıştır.
Pazar için üretimin yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte,
karikatür bir kapitalist ilişkinin kökleşmesi sağlanmıştır.
Fakat bu kapitalizm, kimliksiz ve ucube kapitalist ilişkileri
içerdiği için, 'kökleşme' kaçınılmaz olarak, toprağın
yüzeyinde ve her an sökülüp alınmaya, her rüzgarda savrulmaya
aday bir kökleşmedir.
Sanayi, tarım ürünlerinin merkezi alımını üstlenen devlet
aygıtı, bu alanlarda devlet tekellerini oluşturmuştur.
Üretimin cinsine göre belirlenen bu kuruluşların başlıcaları
Fiskobirlik, Şeker Fabrikaları, Çay-Kur, Çukobirlik,
Köy-Koop, Tariş vb.dir. Tarıma modern girdi sağlayan
üretim aletleri üretimini gerçekleştiren devlet kuruluşları
da mevcuttur. Donatım Fabrikaları, Gübre Fabrikası vb.
Tarımdaki ürünlerin taban fiyatlarının belirlenmesi
de devlet eliyle gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla,
biriken sermaye devlet tarafından işbirlikçi tekelci
sermayenin damarlarına zerk edilmek amacıyla kullanılmaktadır.
İhracata yönelik sanayileşme politikasında ülkenin uzmanlaşacağı
alanlardan biri olarak da tarım öngörülmüş, ancak daha
önce değindiğimiz nedenlerle bu işleyiş, bütünlüklü
olarak bir türlü yerine getirilememiştir. İşbirlikçi
tekelci burjuvazinin Oligarşi içindeki ağırlığını artırması,
özellikle 'kara para' diye adlandırılan, yasal olmayan
yollardan sermaye birikimine sahip olan, yasal koşullara
bağlı kalmaksızın ticaret yapan kesimle de bir hesaplaşmaya
girişmesini doğurmuştur.
1970'in ikinci yarısında şiddetlenen döviz darboğazı
koşullarında Merkez Bankası'nın dışında döviz toplayan
ve bunları da ya resmi kurun çok üstünde fiyatlarla
taliplilerine satan, ya da bu dövizlerle çeşitli mamül,
yarı mamül malları alıp, kaçakçılık yoluyla ülkeye sokarak,
yüksek fiyatlarla pazarlayan kesimin durumu dikkate
değer bir yer işgal ediyordu. Bu kesim, silah, içki,
sigara kaçakçılığından, sanayide kullanılan elektronik
cihazlara, iş aletlerine kadar bir çok malı yüksek fiyatlarla
satmakta ve önemli oranda ticari kar sağlamaktaydı.
Aynı şekilde karaborsacılık alanında KİT yöneticileriyle
anlaşıp, bu ürünlerin (demir, çelik, çimento, sigara
vb.) karaborsa ticaretini yaparak büyük karlar sağlamıştır.
Ayrıca yüksek faizle borç para verme yoluyla da önemli
faiz gelirleri elde etmekteydiler. İstanbul Tahtakale
Piyasası olarak adlandırılan bölgede sağlanan kazançlar
milyarlarla ifade edilmekteydi. Bu kesimin kaçakçılık
faaliyetleriyle elde ettiği karlar o denli yükselmiştir
ki, IMF bile durumdan şikayetçi olmaya başlamıştır.
IMF tarafından hazırlanan, Türkiye ekonomisinin Mart
1980'deki durumunu irdeleyen "gizli" kayıtlı
bir raporda ilk kez ülkedeki kaçakçılık sektörünün önemi
vurgulanmakta ve şöyle denilmekteydi:
"... yetkililer ülkeye yasadışı yollardan yapılan
ihracatın çekiciliğini önleyebilirler ve kapsamını azaltabilirlerse
ödemeler dengesinde belirgin bir düzelme elde edebilirler.
Bu açıdan en iyimser yaklaşım bile açığın 2 milyar dolar
dolayında olacağını göstermektedir." (6)
Sonuç olarak ekonomide iki açık faşizm dönemi arasında
izlenen politikalarda, sık sık değişik hükümetlerin
değişik tanımlarla ortaya koydukları programlara rağmen
özde değişiklik olmamış, emperyalizmin çizdiği rotanın
ve genel kapsamın, ülkenin ekonomik, siyasal, sosyal
niteliğinin elverdiği sınırların dışına çıkılmamış/çıkılamamıştır.
Demirel-Ecevit-Erbakan, MC hükümetleri; ithal ikamecilik,
DÇM politikaları, ihracata yönelik sanayileşme vb. tanımlar
altında, değişmeyen yöntem olan devalüasyonlar ve emekçi
kitlelerden daha fazla, daha fazla isteme işlevleriyle,
uluslar arası tekelci sermayenin 'önlem ve tedavi paketlerini'
ülkenin sırtına yüklemişlerdir.
E) MHP'NİN ROLÜ, TOPLUMSAL YAŞAMDAKİ ETKİLERİ
1970'li yılların başından itibaren üretici güçlerin
gelişimi ve toplumsal yapının ulaştığı boyut, sınıf
çelişkilerinin derinleşmesine neden olmuştur. Türkiyeli
emekçilerin ekonomik, demokratik nitelikli istemleri
sistemin açmazlarıyla bütünleşince, çelişkiler hızla
siyasal boyutlara sıçramış, işbirlikçi tekelci burjuvazi
ve müttefiklerini tedirgin eder hale gelmiştir.
12 Mart açık faşist diktatörlüğü boyunca devletin tüm
olanakları işbirlikçi sermaye çevreleri yararına kullanılarak
var olan çelişkilerin daha da derinleşmesine neden olunmuştur.
1970 öncesi ve sonrasında oligarşi, ülkede gelişebilecek
sınıf mücadelesinin boyutunu saptadığı için, bu mücadeleyi
etkisizleştirmenin yöntemlerinden biri olarak, sivil-faşist
örgütlenmeyi tüm olanaklarıyla destekleyip, gelişmesini
sağlamıştır. Söz konusu saptama, elbette ne Türkiye
Oligarşisinin derin siyasal kültüründen ne de siyasal
öngörü yeteneklerinden kaynaklanmaktadır.
Yeni sömürgecilik politikasının uluslar arası düzeydeki
uygulamaları gözlemlendiğinde, bizim gibi ülkelerde
emperyalizmin neredeyse gelenekselleşmiş tavsiyelerinden
ve destek odaklarından biridir sivil-faşist çeteler.
Rockafeller adlı uluslar arası emperyalist tekel grubunun
bir raporunda; "...açık saldırıların yanında,
ondan daha tehlikeli ama, saldırı görünüşünde olmayan
başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler içeriden
yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli
saldırılar bazen bir iç savaş biçiminde, bazen devrimci
hareket biçiminde, bazen demokratik akımlar ve reform
hareketi biçiminde karşımıza çıkmaktadır... Bizim amacımız,
bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır... Bu zorunlulukta
yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye
uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir.
Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçim ve niteliği
vardır..." denilmektedir. (7)
Hemen tüm yeni sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de
de bu tip sivil faşist örgütlenmenin ve devrimci kitle
hareketine karşı saldırıların; sadece yerel özelliklerinden,
ülkenin özgün durumu ve tarihsel motiflerinden kaynaklanan
bir sonuç değil; emperyalist politikanın uluslar arası
nitelikler kazanmış yöntemlerinden biri olduğu net bir
gerçektir. Bu konuda daha önce de, önceli diyebileceğimiz
dar yapılanma ve işlevler görülmüş olmakla beraber,
durumun etkin bir nitelikle somutlaşması, MHP ile olmuştur.
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi içinde yer alan, 1969'da
bu partiye başkan seçilen Alparslan Türkeş'le birlikte
partinin ismi de Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilmiştir.
Tüm faşist yapılanmaların bilinen liderlik prensipleri
dahilinde, MHP'nin parti programının yürütülüşü ve partinin
bileşiminin saptanması, işleyişi, yetkileri, güçlü bir
lider olarak adlandırılan Türkeş'te toplanmıştır. Türkeş
inisiyatifinde ve çevresinde, faşist ideolojinin ülkede
bir parti yapısı çerçevesinde biçimlenişinin prensipleri
oluşturulmuştur. Irkçılık, Türkçülük genişletilip; Pan-Türkizm,
Turancılık anlayışına göre bir çizgi yaratılmış, tamamlanmış
oldu.
Temel sloganlarından biri "Güçlü Devlet, Güçlü
Lider" olan MHP, özellikle milliyetçilik-Türkçülük
temelinde faşizmin tipik demagojik propagandasıyla,
hem anti-kapitalist olduğunu hem de anti-komünist olduğunu
belli bir kesime empoze etmeyi başararak, yerel, bölgesel,
geleneksel özelliklerin çarpıştırılan materyaller olarak
kullanılmasını yöntem edinerek, azımsanması mümkün olmayan
bir taban oluşturmuştu. Orta sınıfların özlemlerinden
yararlanma alışkanlığı olan faşist ideoloji, bu sınıfların
hem iktidarı ele geçirip, büyük kapitalistlere dönüşme
özlemi iye yanıp tutuşma durumu hem de kapitalizmin
gelişme özellikleri üzerinde yükseldi. Giderek mülksüzleşen
bu kesimlerin özlemleriyle ve endişeleriyle sıkıştıkları
statüde tutunabilmek için güç arayışlarının kaçınılmazlığı,
MHP'nin onlara seslenme zeminini yaratan koşullar olmuştur.
Aynı şekilde kırsal kesimde de gelişime kapalı, aydınlanma
durumu son derece geri bir kitleyi, öteden beri var
olan alevi-sünni çelişkisini körükleyip dini istismar
ederek faşizmin çıkarları doğrultusunda kullanabilmiştir.
İşçi sınıfı içinde ise, devletin tüm olanaklarıyla,
işbirlikçi tekelci burjuvazinin maddi ve politik desteğiyle
sendikal örgütlenme yaratabilmiş ve Milliyetçi İşçiler
Sendikaları Konfedarasyonu'nu kurmuştur.
MHP, MC Hükümetleri dönemi boyunca devletin önemli bakanlıklarını
ele geçirmiş, böylelikle bir yandan faşist hareketin
kitleler içinde taban bulması sağlanırken, diğer yandan
da devlet kurumlarına kadrolar düzeyinde militan-faşist
özellikler kazandırılmaya başlanmış ve kurumsallaşma
önemli oranda gerçekleştirilmiştir.
Siyasal bir parti kimliğiyle toplum yaşamında yer alıp,
giderek gençlik, işçi sınıfı, köylüler, öğretmenler
gibi kategoriler içinde örgütlenerek, kitlesellik sağlamıştır.
Yığınlara ulaşmada önemli bir olanak olan yayın politikasında
ise günlük gazeteden bidirilere, kitaplardan dergilere,
broşürlere kadar hemen her türden basın yayın, faşist
ideolojiyi kitlelere sunmuştur.
Bunlara, MHP özelinde gösterilen faaliyetin, devlet
olanakları başta olmak üzere diğer bazı parti taraftarı
gerici ve faşistlerin olanaklarından yararlanma durumunu
da eklemek gerekir. Öte yandan ABD emperyalizminin uluslar
arası komplo ve terör organizatörü CIA desteğinde ETKO,
TİT gibi özel faşist terör timleri oluşturulmuştur.
MHP'yi finanse eden iş çevreleri, bu destekleme işlemlerini
çoğu kez A. Türkeş'in ve yakın çevresinin şahsında gerçekleştirmişler,
yüklü paralar işlevlere ve örgütlenmeye transfer edilmiş,
Avrupa'daki Türk işçileri içinde de bir örgütlenme yaratılmıştır.
Aynı biçimde işçilerden alınan önemli miktarda maddi
yardımın yanı sıra, Batı Almanya'nın neo-nazi örgütleriyle
çeşitli ortaklıklar gündeme getirilmiştir.
1973 seçimlerinde az bir oy almasına rağmen, 1977 seçimlerinde
%6.4 oy potansiyeline ulaşarak, 16 milletvekilini TBMM'ne
sokan parti, daha sonra bu oranı %10'lara kadar yükseltmiştir
ki, durumun çözümlenmesi ve çeşitli aşamaların değerlendirilmesi
açısından bir yeni sömürgede bu nitelikte bir partinin
elde ettiği söz konusu oran, üzerinde büyük bir dikkatle
durulması gereken bir noktadır.
Sivil-faşist terörün boyut kazanması, MHP'nin gücünü
besleyen, onu siyasal gündemin önemli olgularından biri
yapan faktör olmuştur. Devrimci güçlerin emperyalizm
ve oligarşiye yönelmesi gereken savaşlarının rotasında
ibrenin MHP'den yana gerektiğinden fazla kayması; hatta
bazı sol çevrelenme ve örgütlerin teoride de işlevlerinin
odağına MHP'yi koymaları, MHP olayının oluşturulmasında
ve beslenmesinde güdülen amaçların bu bağlamda gerçekleşmiş
olması anlamına gelmektedir. Direkt devlete yönelik
bir mücadelenin önüne, devletin amaçları doğrultusunda
ve devrimcilerin devlete yönelmenin gerekçelerinin bir
anlamda mercekle büyütülmüş hali olarak çıkarılan yem,
oltaya büyük ölçüde takılmıştır.
AP'nin MHP'yi kollamasının temelinde , aynı sınıfların
çıkarlarını temsil etmelerinin yanı sıra, MHP'nin gelişen
sınıf hareketine karşı, sivil faşist örgütleri aracılığıyla
ortaya koyduğu saldırganlığın etkilerinin, kendisi açısından
bir kalkan işlevini görmesiydi.
1975 sonrasında ülkede gelişen silahlı mücadele, işçi
sınıfının demokratik kitle hareketlerine yönelmesi,
kitlelerin devrim saflarına akışı, suni dengeyi büyük
ölçüde zayıflatmış; hükümetler, emperyalizmin sunduğu
reçeteleri uygulayamaz hale gelmişlerdir. Devletin yukardan
aşağıya müdahalesiyle açık faşizme geçmek için vakit
erken olduğundan, bu durumun gerekleri sivil faşist
çetelerin omuzlarından karşılanmaya çalışılmaktadır.
MHP, bir anlamda devletin paravanı, bir anlamda kalkanı,
bir anlamda açık faşizmin mikro düzeyi, bir anlamda
açık faşizme geçişin köprüsü ve esasta emperyalizmle
oligarşinin kitlelere-kitlelerin çıkarlarına karşı,
kitlelerden koparabildiği unsurlarla oynadığı kanlı
çatışma oyununun piyonlarının birliğidir.
Oligarşinin bu politikaları, devletin yıpranmasını belli
ölçülerde geciktirmiş ve devletin "tarafsız"lık
görünümünü koruma çabasına hizmet etmiştir. Hükümetler,
durumu "sağ-sol" çatışması demagojileriyle
istedikleri şekilde kullanmış, devrimci politika ve
eylemin zaaflarıyla olanakları genişleyen bu demagojik
yaygara, kitlelerin kulaklarında bir hayli etki bırakmıştır.
MHP sadece devrimci harekete saldırmamış, aynı zamanda
MSP'nin etkisini kırmak için de mücadele etmiş, Suudi
Arabistan petrol tekelleriyle ilişkilerini geliştirip
mali destek almış, tarikat düzeyindeki gerici, dinci
akımları çatısı altında toplamış, MSP ile bu platformda
çatışma içine girmiştir.
Politik bir savaşın her geçen gün boyutlandığı, açık
bir devrim-karşı devrim hesaplaşmasına dönüştüğü bir
süreçte doğaldır ki emperyalizmin Türkiye üzerindeki
duyarlılığı da bu savaşın nitelik ve çapına bağlı olarak
artacaktır. Emperyalizm, sömürgelerine öteden beri salt
maddi kaynak alanları ve askeri planda stratejik kullanım
noktaları olarak bakmamış, sosyalizmin güç kazanmasıyla
bu durum, bu olguların yanı sıra emperyalizmin kendi
yaşamını devam ettirme temelindeki çabalarıyla yeni
boyutlar kazanmıştır. Hatta özellikle İkinci Paylaşım
Savaşı'ndan sonra, ulusal-sınıfsal kurtuluş mücadelelerinin
kritik evrelerinde, sözünü ettiğimiz ikinci olgu ön
plana geçmiştir. Çok iyi bilmektedirler ki "…yerel
devrimci savaşlar, kapitalizm ve emperyalizme karşı
olan dünya çapında savaşın bir parçasıdır…bütün ulusal
kurtuluş hareketlerinin bu nedenle ezilmesi gereklidir."
(8)
ABD Başkanı Johnson, 1966'da Türkiye'den söz ettiği
konuşmasında durumu son derece gerçekçi bir şekilde
vurgulamaktadır.
"…. Komünist saldırganlar -Vietnam'da başarıya
ulaştıkları taktirde- kurtuluş savaşı yoluyla başarıya
ulaşma inancına kapılacaklardır." (9) Evet,
gerçekten kazanılan zafer, gelişmeyi evrensel planda
pekiştiren adımlar olmuştur.
Emperyalizmin dolaylı saldırısının niteliği açıktır.
Faşizm açık terörcü diktatörlüğünü kitle temeli yaratarak
iktidara gelir, ya da "….devletin silahlı güçlerine
dayanarak gelen faşizm, aynı zamanda devlet organlarını
da kullanarak temelini geliştirmeye çalışır."
(10)
Her iki durumda da sonuçta kitlelere faşizm için "evet"
dedirtilir. Ama metropollerde faşist ideolojinin kitlelere
empoze edilmesinden sonra yeni sömürge faşizmine ironik
bir simetri getirilmiştir. Artık açık faşizm, iktidar
ve hatta "devlet" olduktan sonra, devleti
yeni durumuna uygun olarak yeniden örgütledikten sonra
kitlelere "evet" dedirtilir.
Bağımlı, yarı-sömürge ya da yeni sömürge ülkelerde faşizm,
emperyalizmin ülke içinde yaratmış olduğu kendine bağlı
kurumlarca uygulanan baskıcı yöntemlerle yansıtılmakta
ve bunu bünyesinde taşımaktadır. Bu tip ülkelerde faşizmin
sürekliliği devlet olgusunda yatmaktadır. Varlığının
korunması ise, parlamenter yöntemle "halkın seçtiği"
burjuva partileri aracılığıyla sağlanmaktadır. Gerekli
görüldüğünde mevcut görevi hak ve özgürlükler, yeni
sömürge demokrasileri (faşizmleri)nin bütün kurumları,
yine yukardan aşağıya askıya alınarak, ordu her şeye
kadir tek kurum olarak devleti ipotek etmektedir. Ama
bu durum faşizmin kitle tabanına yönelik işlevlerini
dıştalamaz, yadsımaz. Özellikle sivil dönemlerde, bütün
işlevlerin ordu tarafından yüklenilmediği evrelerde,
çeşitli parti, örgüt vb. bileşimlerle taban arar ve
belli oranda da bulur.
"…. Öncelikle toplumun desteğini kazanmak gerekir.
Toplumun desteği sağlandığı ölçüde o topluma kendi görüş
ve ideolojimizi empoze edebiliriz…" (11)
Yukarıda da belirttiğimiz gibi yeni sömürge ironisi
faşizmin ideolojisini yayarak kitle tabanı aramak yerine,
tavanı tuttuktan sonra ("toplumun desteğini sağladıktan
sonra") ideolojisini benimsetmeyi uygun görür.
Bu desteğin nasıl sağlandığını ve benimsetme yöntemlerinin
neler olduğunu halkımız somut olarak yaşamıştır.
Tüm bunlar uygulamaya sokulmadan kitlelerin hareketliliğini
bastırmak, devrimci gelişimi engellemek için öngörülen,
"…. bir siyasal partinin kılavuzluğuna gereksinme"
olduğu belirtilerek özellikle "… daimi kuvvetler
için, devamlı yardımcı kuvvetler temin etmek",
"yarı askeri güçlerin yetiştirilmesine yardımcı
olmak…" (12) gibi gereklilikler yine ülkemiz pratiğinde
karşılığını bulmuş görüşlerdir.
ABD emperyalizminin bu konudaki taktiklerini The New
York Harold Tribune Dergisi şu şekilde açıklıyor: "…
Yerli kuvvetleri, komandocu yöntemlere göre eğitmeli
ve gerekli silah ve malzemeyle donatmalıdır."
"…. Halkı direnişçilerden ayırmak için, sanki
ayaklanma kuvvetleri tarafından yapılıyormuş gibi, müdahale
kuvvetlerine, zulme kadar varan haksız muamele örnekleriyle
sahte operasyonlara başvurması tavsiye edilir."
(13)
Burada da vurgulanmış olduğu gibi ülkemizde, MHP'nin
organize ettiği ve bizzat CIA ajanlarınca eğitilen faşist
kadrolar tarafından yönlendirilen sivil faşist terör
çetelerinin pratiklerinin, terör ve provokasyon yöntemlerinin
nereden esinlendiğini daha açık ve çarpıcı olarak sergilemek
için Ülkü Ocaklarında ele geçen belgeleri anımsatalım:
"Komünist Gençlik Teşkilatı" amblemli teksirler,
Ankara Yeni Mahalle Savcılığı'na verilen emniyet raporunda
belirtilen ABD propaganda broşürleri…" (14)
Faşist ideolojiyle donanmış siyasal bir parti olarak
ortaya çıkmış diğer yan örgütlenmeleriyle birlikte bir
güç haline gelmiş olan MHP'nin çok yönlü saldırılarının
finansmanı, ABD emperyalizmi ve onun yerli türev uşağı
işbirlikçi tekelci burjuvazi tarafından sağlanmıştır.
Emperyalizm, dünyanın tüm yeni sömürge ve bağımlı ülkelerinde,
en gerici, şovenist, bağnaz akımları ve özelinde ise
faşist ideoloji ile birlikte bunların örgütlerini yaratır.
Bunları hem devrimci halk hareketlerine karşı kullanarak
hareketi sekteye uğratmaya hem de sıradan, henüz hareketsiz
halk kitlelerine karşı kullanarak hareketlenme potansiyelini
kırmaya çalışır.
MHP, yeni sömürge ülkemizde, yükselen sınıf ve devrimci
hareketi sindirebilmek uğruna, yüzlerce devrimci demokratı
katlettiği gibi, çeşitli provokasyon eylemleriyle de
bulanıklık yaratmaya çalışmıştır. CIA patentli MHP,
yeni sömürge kapitalizminin toplum üzerindeki yıkıcı
etkilerini yine toplum üzerinde kullanarak bu temeldeki
demagojileriyle de kitle tabanı yaratabilmiştir. Toplumun
dejenere kesimi lümpen proleterler sivil çetelerin en
fazla kullanılan elemanları olmuştur Lümpen kesim açısından
ve faşist örgütçüler açısından bu yoldan karşılıklı
bir çekicilik son derece doğaldır. Her ne kadar 12 Eylül
açık faşist diktatörlüğünün gündeme gelmesiyle sürecini
dolduran MHP yöneticileri ve liderleri, açık faşizmin
temel motifi olan "sağ-sol çatışmasını önlemek
için devreye girdik" demagojisini temelinde cezaevlerine
(geçici bir süre için) doldurulmuş olsalar da; MHP merkez
davasında yargılama sürerken MHP davasının diğer sanıkları;
".. biz cezaevindeyiz, fikirlerimiz iktidardadır"
diyerek durumun gerçekliğini ortaya koymuşlardır.
F) TARIM SORUNU, KIRSAL KESİMİN VE KÖYLÜLÜĞÜN DURUMU
Bugüne kadar ki süreçte, ülkemiz solunda tartışılan
konulardan biri olan iktidar bloğunun değerlendirilmesinde
ve tanımlanmasında, egemen blok içinde egemen konuma
yükselen tekelci burjuvazisinin özellikleri önemli bir
yer tutmaktadır. Ülkenin ekonomik, sosyal ve politik
yaşamına yön veren iktidar bileşimi, oligarşi içinde
her geçen gün etkinliği artan, süreçlere damgasını vurmaya
başlayan işbirlikçi tekelci burjuvaziden anlaşılması
gereken nedir?
Bugün ülkemizde ağırlıklı faaliyetleri sanayi olmakla
birlikte, bankacılık, sigortacılık, müteahhitlik, taşımacılık,
iç ve dış ticaret, turizm, kısaca tarım dışı hemen hemen
her alanda yatay ve dikey bütünleşmelerle faaliyet gösteren
yaklaşık 50 sermaye grubu vardır. Çoğunlukla holding,
şirketler grubu, bazen da banka merkezli olarak işlev
gösteren bu gruplar, faaliyet gösterdikleri sektörlerin
egemenleri konumundadırlar.
Türkiye'de en büyük 500 şirketten 406'sı özel mülkiyetindir.
Bunlarda yaratılan katma değerin %53'ü bu sermaye gruplarından
25'ine aittir. Bu grupların bünyesinde yer alan 26 ihracatçı
şirketin Türkiye ihracatındaki payı %42'dir. Yine bu
gruplara ait 7 büyük banka, 1986'da toplam mevduatın
%70'ini toplamış, kredilerin %60'ını da dağıtmıştır.
Tüm bu sermayelerin ortak özelliği uluslar arası emperyalizm
ile bütünleşmiş olmalarıdır. Başlangıçta aracılık-ticaret
yoluyla gerçekleşen bu ilişki, yeni sömürgecilik sürecinde
ortak yatırımlara dönüşmüş ve söz konusu kesim emperyalizmin
işbirlikçisi durumuna gelmiştir.
Dolayısıyla işbirlikçi-tekelci sermaye gruplarının izlediği
rotalar emperyalizmin rotasıyla bütünleşmiş, fakat özdeşleşme
durumunun olanaksızlığı nedeniyle bu bütünleşme ona
altlık olma niteliğinde somutlaşmıştır. Ülkede uygulanan
ekonomik politikalar, siyasal bileşimler, devlet aygıtı
ve organlarının biçimlenişleri emperyalizmin ve dolayısıyla
işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarının korunması,
karlarının artırılması yönünde düzenlenmiştir. Bu elitin
öncüleri, tarım ürünlerinin dış ticaret yoluyla belirli
bir sermaye birikimine ulaşmış ve daha sonra sanayi
yatırımlarına yönelmişlerdir. Bunların en çok bilinen
örneği Çukurova kökenlik işbirlikçi tekelci burjuvalardır.
Bunlar, Sabancı, Sapmaz, Has aileleri ile Mersin-Tarsus
yöresindeki Karamehmet/Eliyeşil/Çukurova Holding aileleridir.
1950'den itibaren hatırı sayılır bir birikime ulaşan
burjuvazi, bu birikimi ile kapitalist çiftlikler kurma
yoluna gitmemiştir. Dünya Bankası, Marshall Fonu gibi
kurum ve kuruluşların, sulama başta olmak üzere verimliliği
artırıcı teknikleri tarıma sokması bile, sermayenin
bu alana yönelmesinde çekici olamamıştır. Burjuvazinin
yöneldiği alanlar esas olarak sanayi, bankerlik, ticaret,
müteahhitlik ve benzeri sektörler olmuştur. Kapitalist
tarım işletmeciliğinden uzak durulmasında, sektörler
arasındaki karlılık oranının değerlendirilmesinin rolü
büyüktür. Doğal olarak karlılık hangi sektörde fazla
ise burjuvazi o alana yönelir, sermayesini o alana yatırır.
"... Tarımın özelliği ise; tarımsal üretimin,
doğal koşulların ve olayların etkisi altında bulunması,
göreli olarak uygun konjonktür dalgalanmalarından az
yararlanabilmesi gibi nedenlerle tarımda oluşan sermaye
geliri genellikle düşük olmaktadır. Ticaret ve sanayi
sektörlerinde sermaye yılda 4 defa devir etmesine rağmen,
tarımda sermayenin devir hızı yılda bir defadır."
(15)
Tarımda sermayenin devir hızının bu denli düşük olmasının
nedeni de üretim sürecinin, uygulanan çeşitli tekniklere
rağmen uzunluğudur. Verili koşullar altında, tarım kesiminde
sermayenin devir hızının düşük olması ve bu kesimin
diğerlerine oranla daha fazla risk ve belirsizliklerle
karşı karşıya olması, işbirlikçi tekelci burjuvazinin
tarım işletmeciliğinden uzak durmasını doğurmuştur.
Özünde bu seçim işbirliği içinde bulunduğu emperyalizmin
politikalarının sonuçlarına göre belirlenmiştir.
1970-80 ARASINDA TÜRKİYE TARIMINDAKİ GELİŞMELER
Türkiye ekonomisinin uzun yıllar temel dayanağını oluşturan
tarım, önemini bugün de korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluşundan günümüze kadarki süreç içinde, sanayi toplumu
olabilmek uğruna sürdürülen yoğun çabalar, gerçek anlamda
istenilen boyuta ulaşamamıştır. Bunun olanaksızlığını
ve nedenlerini daha önce incelemiştik.
Köylülük sorununda ya da tarımsal çözümlemelerde somut
gerçeklikten hareket ettiğimizde; çağımızda tarımsal
sorunların kapitalist gelişme denkleminin diğer ayağı
olma kimliğine girdiğini görüyoruz. O halde bu konuda
soyutlamacı bir çözümleme mümkün değildir.
Marksist kuramda, köylülük kendi başına bağımsız bir
rol oynamaz. Bu kavram, genel olarak kendi tüketimleri
ve Pazar için üretim yapan, aile emeği kullanan, kendi
üretim araçları üzerinde bir dereceye kadar kontrolleri
olan kırsal üreticileri ifade etmektedir. Böyle bir
köylülük kavramı arkasında ise hangi sınıfsal ilişkilerin
yattığı belli değildir. Bu nedenle Marksist-Leninist
yaklaşımda köylülük kendi başına bir çözümleme konusu
olarak ele alınamamaktadır. Lenin'de köylülük, karışık
sınıf ve grupların bileşimi olarak ele alınmakta ve
egemen sınıflarla ilişkilerinin çözümlenmesi sonucu
konumlandırılmaktadır. Marksist kuramda, "köylü"
genellikle tarımsal meta üreticisi ya da feodal, yarı
feodal toprak işleyicisi anlamına gelmektedir.
Lenin için temel soru, kapitalizmin gelişme koşulları
ve bunun tarımsal üretim ve örgütlenme üzerindeki etkisinin
ne olduğudur. Bu bağlamda, tarımda kapitalizmin gelişmesinin
yapısal özellikleri ve küçük üreticilerin kapitalizmin
etkisi altında uğradıkları dönüşümler, Lenin'in bakış
açısını oluşturmuştur. Bu çerçevede yapılan çözümlemeler,
akademik kaygılardan öte Bolşevizmin tarım programına
yön verdikleri için devrimde yaşamsal öneme sahip olmuştur.
Kapitalizmin tarıma girmesi, sanayideki gelişme sürecini
izlemez, ama bu iki süreç birbirine taban tabana zıt
ta değildir. Son çözümlemede tarım ile sanayideki gelişmeler
aynı sürecin unsurlarıdır.
Tarımdaki gelişme çizgisi sanayidekinden farklı bir
ivme gösterir. Sanayideki büyük ölçekli fabrikaların
küçük işletmelerin yerini alması görülebilen bir gerçektir.
Sanayide olduğu gibi tarımda da kapitalist üretim proleterleşmeye
ve üretim araçlarında artan bir yoğunlaşmaya neden olur.
Ama bu gerçeklik, sanayide olduğu kadar çıplak gözle
kolaylıkla ayırt edilemez. Çünkü daha sinsi bir süreç
izler ve çok daha karmaşık problemler yaratır.
Genel olarak Türkiye tarımında kapitalist üretimin genişlemesi,
kapitalist çiftliklerin toprak alanlarının genişlemesi
biçiminde olmaktadır. Fakat büyük toprak sahiplerinin
el attıkları alanların çoğalması ülke dokusunun genel
çözümlemesine bağlı olarak, diğer yöntemlerle iç içe
geçen yöntemleri de uygulamaya başlaması biçiminde olmaktadır.
Sanayide olduğu gibi, sermayenin yoğunlaşması, tarım
alanında benzer biçimiyle geçerli değildir. Bu olmadan
da kapitalizm tarım alanında gelişebilmektedir, fakat
elbette bu gelişme de ülke koşulları temelinde bir gelişmedir.
Sonuçta, bu süreçte tarımın genel özellikleri olarak
somutlaşan noktaları şöyle ifade edebiliriz.
1. Tarımın bazı alanlarında makinalaşma henüz mümkün
değildir, veya geniş toplumsal işbölümünü doğuracak
kadar yeterli değildir.
2. Toprak kolayca bölündüğü için, tarımda miras kurumu,
mülkiyetin yoğunlaşması eğilimini sınırlayıcı bir rol
oynamaktadır.
3. Tarımda toprağın belli ellerde yoğunlaşması olasılığı
sanayide rastlanmayan bir takım fiziksel ve toplumsal
engellerle karşılaşılmaktadır.x
4. Tarımda çalışma genellikle mevsimsel olduğu için,
büyük toprak kapitalistleri kendileri için gerekli işgücünü,
yılın bir kısmında ücretli işçi olarak çalışan küçük
toprak sahiplerini ya da yoksul köylüleri kullanarak
sağlamaktadır.
5. Bir kesim köylüler genel ücret seviyesinin altında
bir gelir getirse bile, küçük toprak parçasını işlemeye
devam etmektedirler.
6. Tarımda tekelci sermayenin müdahalesi, tarımsal kesimdeki
sermaye birikimini esas olarak sanayiye aktarmaktadır.
Tarımda çok çeşitlilik gösteren üretimin gizemi, tarımsal
etkinliğin çeşitliliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Tarımda kapitalizmin gelişimi, artan yoğunlaşma prensibi
varsayımından hareketle; toprak mülkiyetini genişletmiş
ve üretim araçlarının belli ellerde toplanmasını doğurmuştur.
Köylülerin proleterleşmesi, köylüler içinde artan bir
farklılaşmanın ortaya çıkmasını getirmiş ve büyük toprak
sahiplerinin, zengin köylülüğün, orta ve küçük köylüleri,
yoksul köylülerin ve en son tarım proleterlerinin, mevsimlik
işçilerin kategorileşmesine neden olmuştur. Türkiye
tarımından söz ederken, üretim ve mülkiyet ilişkilerinin
belirlediği toplumsal sınıf ve tabakalara göre belirlemeler
yapmak güç olsa da son çözümlemede gereklidir. Köylülük
kitlesel homojenliğini yitirip oldukça heterojen bir
yapıya ulaşmıştır.
Türkiye kapitalizminin gelişiminin seyri, klasik kapitalizmin
gelişiminden farklı olduğu için, feodalizmi tasfiye
etme durumu olmamış, ancak bir önceki toplumdan kalan
geri üretim ilişkilerinin özellikleriyle sürekli bir
alışveriş içinde gelişme koşulları bulmuştur.
Kendisi feodalizmin kriterleri ile biçimlenirken, feodal
kesimlere de kendi özelliklerini aktarmış, bu ilişki
kaçınılmaz olarak, giderek daha fazla, burjuva kimliği
şaibeli görüntüler yaratmıştır.
Sanayideki etkinlik de bu tarzda biçimlenmiştir. Evrensel
geçerliliği olan bu kural uyarınca, kapitalizm geliştikçe,
kapitalist üretim ilişkileri tarım alanlarına girer.
Kapalı ekonominin parçalanması, pazara yönelik üretimin
ağırlık kazanmasını doğurur. Tarımdaki ilişkileri belirleyen
meta karakteri yerleştikçe de tarım alanında kapitalist
sömürünün ilkeleri yaygınlaşır.
Türkiye'de burjuva devriminin gerçekleşmemiş olması,
kendini elbette en yakıcı biçimde tarım alanında göstermiştir.
Bu "ilk günah" daha sonra burjuvazinin kendine
karşı çevrilmiş bir silah haline gelmiş, tarım sorunu,
TC'nin kuruluşundan beri en başta burjuvazinin bir karabasanı
olarak günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Bunun sonucu, tarımsal planda üretkenlik artışının sanayinin
çok gerisinde kalması ve tarımsal artığın boyutlarının
sanayi sermayesi birikiminin önünde sınırlayıcı bir
etken olarak yükselişi olmuştur. Fakat sorun burada
da bitmemektedir.
Tarımsal artığın yeterince büyümemesinin yanı sıra,
burjuvazi var olan tarımsal artığın sanayi kesimine
aktarılmasında büyük güçlüklerle karşılaşılmıştır. Bu
sorunun temelinde de TC'nin kuruluş döneminden beri,
büyük toprak sahiplerinin kırsal bölgelerdeki egemenliğine
kesin bir darbe indirmemiş olmasının da ötesinde, birbirini
koşullayan bir biçimde iktidarı paylaşmaları yatmaktadır.
Ama farklı tarımsal sınıflar arasında, belli konularda
şehirlerdeki sınıflara karşı var olan çıkar ortaklığı,
sorunu daha da başa çıkılmaz hale getirmektedir. Tarımın,
kısa istisna evreler dışında, Cumhuriyet dönemi boyunca
vergilendirilmemesinden, yüksek tarımsal taban fiyatlarının
sanayi üzerindeki olumsuz etkilerine kadar, bir çok
sorun sanayi burjuvazisinin siyasal etkinliğini sürdürmek
için tarımsal sınıflarla, özellikle de büyük toprak
sahipleriyle giriştiği ittifakın kaçınılmaz bedellerinde
ifadesini bulmaktadır.
Burjuva demokratik devrimin tamamlanmadığı Türkiye'de
burjuvazinin kendi devrimini yapabilecek konumu olmadığından,
T.C.'nin kuruluşundan beri, iktidar bloğu büyük toprak
feodalleriyle de paylaşılmak zorundaydı. Burjuvazi çeşitli
dönemlerde bazı 'toprak reformu' tasarıları gündeme
getirdiyse de, feodal toprak ağalarının direnciyle karşılaşmışlar
ve tasarılar geri çekilmiştir. En son 1970'lerdeki toprak
reformu tasarısından ve bu tasarıyı gündeme getirme,
geri çekme nedenlerinden ilgili bölümde söz etmiştik.
Kapitalizmin tarımda boy göstermesiyle modern tarım
girdilerinin artması, iç ve dış pazara açılma, eski
feodal ilişkilere her geçen gün biraz daha fazla müdahale
ile, yine çarpık nitelikli kapitalist tarım karakteri
sonucu doğmuştur.
Türkiye kapitalizmi, hemen hemen bütün yeni sömürge
ülkelerde olduğu gibi; kendi tarihsel, toplumsal, ekonomik
ve siyasal özellikleri kapsamında, belirgin olarak emperyalizmin
üçüncü bunalım dönemindeki ilişkiler doğrultusunda ve
ağırlıklı olarak emperyalist ülke ve emperyalist tekellerin
çıkarlarına göre belirlenmiş, ilişkiler bu yönde karakterize
olmuştur. Emperyalizmin yeni sömürgesi olan Türkiye'yi
tarımsal hammadde kaynağı olarak kullanmak amacıyla
bu yönde yoğunlaştırdığı ilişkiler ağı ülkenin üretim
bileşimini belirlemiştir. İşbirliği içinde bulunduğu
emperyalizmin ülkedeki uzantısı olan egemen sınıflar
ve bu sınıfların içindeki en etkin kesimler emperyalist
politikaların 'bayileri' olmuştur.
Emperyalistlerin yarı mamül hammadde alanı görevini
üstlenen Türkiye'de, örneğin tekstil alanında bir numara
sayılan İngiltere, bu yöndeki çeşitli girişimleriyle,
tekstil sanayinin hammaddesi olan pamuk üretimini, ucuz
hammadde elde edebilmek amacıyla teşvik etmiş, ülkedeki
pamuk rekoltesi dört kata varan artışlar sağlamıştır.
Emperyalizmin sanayi gelişimi için gerekli tarımsal
ürünleri sağlama girişimleri, böylece ülke toprakları
üzerindeki tarım ürünleri bitkileri çerçevesindeki politikaları
da belirlemiş, sözkonusu ürünlerin 'dış pazara açılması'
olayı da bu temelde gerçekleşmiştir.
Kapitalist tarım ilişkilerinin yaygınlaşmasında en temel
girdi olan makineleşme planında özellikle traktör kullanımı
ele alındığında;
- 1948'de 1756,
- 1974'te 2000,
- 1980'de 436,369 rakamlarıyla karşılaşmaktayız.
Modern tarım girdilerinin yaygınlaşması, ürün yapısındaki
değişimler, tarımdaki işletme biçimleri ve üretim ilişkilerinin
çözümlenmesi sonucu görülen tablo kısaca şudur: Eski
toplumdan arta kalan feodal, yarı-feodal üretim ilişkilerinin
çözülüşü, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlık
kazanması... Dolayısıyla genel olarak ülkemiz tarımında,
Pazar için üretim ağırlık kazanmış ve meta-para ilişkileri
belirleyici hale gelmiştir.
Bu ilişkiler sonucunda, tarımdaki sınıf yapısı da değişikliğe
uğramıştır. Kapitalist üretim ve mülkiyet biçiminin
kazandığı etkinliklerle birlikte; 1970 ve sonrasında,
vurguladığımız içerikte bir tarım kapitalizminin gelişimi
hızlanmış tarımda modern girdiler artmış, sulama projeleri
gelişmiş, ulaşım ağı genişletilmiş, Pazar için üretim
yaygınlaşmıştır. Ancak kapitalize olan tarımda, toprakta
merkezileşme olayı ileri boyutlara varmamıştır.
Gerçek anlamda, bu modern tarım girdileri ve toplumsal
gelişmelerin sonucunda köylülüğün homojen yapısı dağılmaya,
farklılaşmaya, sınıfsal kategorilerde kendi özgün yanlarıyla
yer alma olayı belirginleşmeye başlamıştır. Genelde
bu farklılaşma sürecinin bir yanında, emeği sömüren
büyük toprak kapitalistleri, öteki yanında, emeğinden
başka satacak bir şeyi olmayan tarım proleterleri bulunmaktadır.
Tarımdaki bu iki temel toplumsal sınıfın arasında ise
bir hayli çeşitlilik gösteren, ülkedeki diğer sınıflarla
buluşan veya onların arasında bulunan kesimler oluşmuştur.
Bu yapının gösterdiği çeşitlilik, Türkiye tarımında
meydana gelen gelişmelerin direkt sonuçlarıdır.
Yeni sömürge kapitalizminin, ülkenin toplumsal kesimleri
üzerinde yıkıcı etkiler yapan programları, tarımdaki
gelişmelerde de çarpıklığın zemini olmuş, yapısal sorunların
çetrefilli tabloları doğmuştur. Sınıfsal gösterge değişikliği,
kategorit alışkanlık, kimlik sorunu ve çizgisizlik olmuştur.
Aynı zaman dilimlerinde geliştirilen bu ilişkilerin
sınırları ve bölgelere bu ilişkilerin girişindeki gecikmelerden
doğan yapı farklılıkları da önemli faktörler yaratmaktadır.
Bu nedenle, ülkenin çeşitli bölge ve yörelerinde bu
gelişme özellikleri farklılıklara yol açmıştır. Bunun
yanı sıra, coğrafi özellikler nedeniyle, (ve sulama
tesislerin yetersizliğinden kaynaklanan) ekilebilen
bitkisel ürün farklılıkları, Pazar için üretim yapıları
da bu farklılıkların oluşumunda etkili olmaktadır. Burada
Türkiye Kürdistan'ı bu genel özelliklerin ötesinde ,
farklı bir politikanın, TC'nin de sömürü ve ekonomik,
sosyal, kültürel, baskı ve tahakküm politikasının çarkları
içinde olduğu için, bölgesel ve coğrafi özellikler kapsamında
yaptığımız bu tanımların kapsamında değildir.
Kısaca, tarımdaki üretim ilişkilerinin emperyalist üretim
tarzıyla bütünleşmesi sonucu, köylü topluluğu şu kategorilerde
farklılıklar göstermektedir:
- Oligarşi içinde yer alan ve burjuva özellikler gösteren
büyük toprak sahipleri,
- Zengin Köylüler,
- Orta köylüler,
- Küçük üreticiler,
- Yoksul köylüler,
- Mevsimlik çalışan tarım yarı proleteri,
- Tarım proletaryası,
- Sömürücü asalak kesimi oluşturan tefeci-tüccarların
kırsal kesimdeki uzantıları.
TC'nin kuruluşundan 1960'lı yıllara kadar, devlet eliyle
tarımda kapitalizmin "geliştirilmesi" ve özendirilmesi
girişimleri olmuştur. Tarımcılık, hayvancılık alanlarında
Devlet Üretme Çiftlikleri örgütlendirilmiş, ancak bu
örnekler teşvik edici olamamış, amaçlanan hedeflere
ulaşamamıştır. Aynı şekilde tarım kesimini kredilerle
besleyen, kapitalizmin dikey genişlemesini sağlamaya
çalışan oligarşik devlet yapısı içerisindeki tarım kapitalistleri,
bu kredileri kendi yararlarına kullanmaya çalışmışlardır.
Bir yandan kaynağını emperyalist sermayeden alan yeni
teknolojilerin tarıma girmesi, bir yandan devletin tarım
alanındaki sübvansiyonlarıyla kapalı tarım ekonomisinin
pazara açılması, büyük toprak kapitalistlerinin yanı
sıra, tüccar/tefeci sermayesinin köydeki küçük ve orta
sınıfları sömürerek yoksullaştırması ve tarımsal nüfusun
artışı nedeniyle toprağın parçalanması sonucunda, 1970'in
ilk yarısında tarımsal yapının geniş ölçüde dönüşüme
uğraması somutlaşmıştır.
Bu belirgin dönüşüm birkaç doğrultuya yönelmiştir. Büyük
toprak kapitalistlerinin üretimini genişletmeleri ve
topraklarını büyütmeleri, buna uygun olarak makineli
üretime geçmeleri, tarımsal üretimde uzmanlaşma ve bu
alanlarda işbölümüne gitmeleri sonucunda, kapitalist
üretim ilişkileri hız kazanmıştır. Bir yandan kapitalist
ilişkiler, feodal, yarı-feodal ilişki ve sömürü biçimini
çözerken, aynı süreç içinde tarımdaki yoksul ve küçük
üreticileri daha da yoksullaştırıp mülksüzleştirmiştir.
Böylece bir kesim küçük üretici ya tüccar/tefeci sömürüsü
sonucunda, ya da büyük toprak burjuvazisine topraklarını
satmak zorunda bırakılarak mülksüzleştirilmiştir.
Dolayısıyla sanayi şehirlerine büyük göçler hızlanmış,
kentlerde, yerleşimden işgücüne kadar her planda bir
çevre kesim ortaya çıkmış, bunlar sanayi proletaryasının
yedek gücünü oluşturmuşlardır. Aynı süreçte feodal toprak
sahiplerinin, kiracılık, yarıcılık ilişkileri ile kendilerine
bağlı tuttukları köylüleri topraklarından uzaklaştırmaları
-modern tarım girdilerini kullanmaya başlamalarıyla
birlikte emek yoğun üretimden vazgeçmeleri- bu potansiyeli
daha da büyütmüştür. Böylece topraktan kopan köylülerin
bir kesimi tarım proletaryasını oluştururken, bir kesimi
de yine sanayi proletaryasının yedek ordusuna dahil
oldu.
Kuramsal olarak tarımda kapitalizmin gelişmesiyle, küçük
toprak mülkiyetinin ortadan kalkacağı öngörülmekle birlikte,
ülke tarımında pratik yaşamda bu süreç çok yavaş gerçekleşmekte,
gelişmeler her biçimiyle karikatür, ilkel ve güdük olduğu
için ülke küçük üreticiler ülkesi olma özelliğini korumaktadır.
Yeni sömürgelerde bu tarzda biçimlenen ekonomik doku,
hemen her sınıf ve kategoride bileşeni bulunan, nitelik
olarak küçük burjuva gerçekliğiyle aydınlanma temelinde
buluşamayan, ama toplumsal açıdan yoğun bir küçük burjuvalar
dünyası ortaya çıkarmaktadır.
Bu süreç içinde köylülerin büyük kesiminin, üretim araçlarını
tümüyle yitirmeleri olası değildir. İstatistik verilerden
yola çıkıldığında;
"... 1970 sayımında 10 dönümden az işletmeler
%24.4 iken, 1980 sayımında %11.6'ya düşmüştür. 1970
sayımında 50-200 dönümlük işletmeler, toplamın %23.7'si
iken, 1980 sayımında %34.2'ye çıkmıştır." (16)
1973'te toprağın büyüklük dağılımı şöyledir:
Toprak Dilimleri (dekar) |
hane
|
toprak %
|
1-20 |
43.3
|
7.4
|
21-50 |
25.2
|
13.9
|
51-100 |
16.2
|
18.9
|
101-200 |
8.5
|
19.8
|
201-500 |
3.7
|
18.6
|
500'den fazla |
1.1
|
21.4
|
500 dönümden yukarı toprak işleyen işletmelerin durumuna
gelince; bunlar 1950 yıllarında toplam işletmelerin
%1.6'sıdır. 1973 yılında bu oran %1.1'e düşmüştür. Bunların
işledikleri toprakların toplam topraklar içindeki payı,
1950'de 26.34'ten 1973'te 21.4'e düşmüştür. Bu işletmelerin
ortalama toprak büyüklüğü 1950 yılında 1.357 dönüm iken,
1973 yılında bu alan 1.337 düşmüştür.
Verilerden de anlaşılacağı gibi, Türkiye tarımında Avrupa
ülkelerindeki gibi büyük çiftlikler şeklinde bir yapılanma,
ya da Amerika'daki gibi bir toprak yığılması olgusu
olduğunu ileri sürmek olası değildir. Ancak bu sonuç,
Türkiye'de büyük toprak sahipliği olayını ortadan kaldırmamakta,
yalnızca büyük plantasyonlar biçiminde toprak yığılması
ve büyük tekelleşmenin olmadığını ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, Türkiye'deki tarım alanındaki kapitalistleşme
sürecinin niteliği ve teknolojik yapı, bu düzeyde bir
toprak yoğunlaşmasında elverişli olmayan koşulların
dışında gereksinim göstermektedir.
".... Bölgelerin tümünde 50 dönümden küçük işletmelerin
sayısında görece ağırlık artmaktadır. Bunun yanında
50 dönümden küçük işletmelerin en yoğun olduğu bölgeler,
Karadeniz Bölgesi hariç (Karadeniz'in yapısı gereği
küçük işletmeler yoğundur, ayrıca 1950-1973 arasında
ancak 2.9 puanlık bir değişme gözükmektedir.) Akdeniz
(1950'de %60.9 olan bu oran 1973'te %82.9'a çıkmış ve
oldukça durağan kalmıştır), Ege ve Marmara bölgeleridir.
Bu bölgelerde toprakta görülen parçalanma, kapitalist
rasyonele ters bir gelişmeyi yansıtmaktadır..."
(18)
Gerçeğin yansıttığı, küçük üreticilik yaşamının sürdürüldüğü
ve yaygın olduğudur. Bu yolla bir yandan sanayi şehirlerindeki
burjuvazinin her an başvuracağı potansiyel emek gücü
ordusunun varlığı hiçbir ödeme yapılmaksızın korunmakta,
öte yandan kapitalizmin yarattığı ara sınıflar aracılığıyla,
bu kesim üzerinde ağır bir sömürü uygulanmaktadır.
İç Anadolu Bölgesi'nde 50 dönümden küçük işletmelerin
oranında bir artış olmamakla birlikte bunların işledikleri
toprakların toplam topraklar içindeki payının düşmesi
sözkonusudur. Bu bölgede toprağın parçalanması daha
hızlıdır. Öte yandan 1973'te İç Anadolu'da ve Kürdistan'da
500 dönümden çok toprağı olan büyük işletmeler ve bunların
toprak payları artmıştır. Buna karşılık Karadeniz, Ege,
Marmara bölgelerinde bu paylar düşmüştür. Akdeniz bölgesinde
ise büyük işletmelerin sayısında bir düşme olmamakla
birlikte, bunların işledikleri toprakta artış olması,
bu yönde de gerçek bir yoğunlaşmanın varlığının kanıtıdır.
Başka bir deyişle, toprakların giderek daha az sayıda
toprak burjuvasının elinde toplanması, öte yandan toprakların
hızla parçalanması, mülksüzleştirme eğilim ve olguları,
belirgin olarak Akdeniz bölgesinde yaşanmaktadır.
Topraktaki mülkiyet yapısında değişmeler, bu yapıdaki
dengesizlikler, kapitalizmin gelişme sürecinin (gerçek
anlamda kapitalistleşmenin) niteliğini belirleyen önemli
bir olgudur.
On yıl içinde küçük toprak sahipliğinde geniş ölçüde
bir kırılma ve parçalanma gözlenirken, büyük toprak
sahipliğinin elinde yığılma olgusu yaşanmaktadır. Küçük
toprak sahipliği oranının toplam içindeki payı artarken,
bunların sahip oldukları toprakların oranı düşmektedir.
1963'te %86.9 olan 100 dönümden az toprak sahipliğinin
ağırlığı 1973 yılında %90 dolaylarına çıkmış bulunmaktadır...
Sahip olunan toprakların, toplam topraklar içindeki
payı ise aynı yıllarda %51'den %48'e düşmüştür.
500 dönümden çok toprak sahipliğinin toplam aileler
içinde oranına baktığımızda, %5'ten %8'e çıkan bir payı
kapsadığını görüyoruz. Ancak bu ailelerin sahip oldukları
toprakların, toplam topraklar içindeki payı: 10.7'den
%15.4'e yükselmektedir. Bu oran 1968 yılında daha yüksek
düzeydedir (%19.3). 1973'teki düşüşün önemli nedeni,
işbirlikçi tekelci sermayenin dayattığı toprak reformu
ve toprak dağıtımı kaygıları ile büyük toprak sahiplerinin,
mülkiyetlerini yakınlarından birkaç kişiye satarak,
ya da feragat ederek, yapay, hileli bir biçimde toprağı
bölme yoluna başvurmalarıdır. Kiracılık, yarıcılık,
vb. ilişkilerin varlığı süreç içinde toprakların eski
sahiplerinin eline kolaylıkla geçmesini sağlamıştır.
Bu sonucu, pazara açılma, makinelaşma ve toprak tasarruf
biçimleriyle karşılaştırdığımızda, eski ilişkilerin
geniş ölçüde kırıldığını söylemek olasıdır. Buradan
hareketle çıkartılabilecek sonuçlar; aile emeği kullanan
ve meta üretimi yapan küçük üretimin yoğun olduğudur.
Büyük toprak sahipliği, gerek yapının kendisini yeniden
üretmesi bakımından, gerekse nitelik olarak kapitalize
tarım üretimiyle egemenliğini sürdürmektedir.
Bu belirlemelerimizin dayanak noktalarından biri de
tarımda modern girdilerin kullanım boyutudur.
TARIMDA MODERN GİRDİ KULLANIMI
|
1970
|
1975
|
1978
|
1982
|
Suni gübre (ton) |
2215
|
3692
|
7474
|
7452
|
Traktör (000) adet |
106
|
243
|
370
|
491
|
Traktörle işlenen toprak
(%) |
-
|
74.3
|
-
|
-
|
Sulanan alan (%) |
-
|
9.5
|
10.5
|
-
|
Tarımsal müc. ilaçları
(ton) |
51
|
48
|
68
|
-
|
(19)
Modern tarım girdilerinin etkinlik kazanması, bir yandan
verimliliği artırırken, diğer yandan toprak mülkiyet
ilişkilerini etkileyerek, topraktan kopmaların, mülksüzleşmenin
nedenlerinden biri olmuş ve aynı zamanda topraktaki
yoğunlaşmayı doğurmuştur.
1970'lerin ikinci yarısından itibaren, kapitalize ilişkilerin
etkinliğinin artmasıyla feodal toprak ağalarının kapitalist
ilişkilerle karşı karşıya kalmaları sonucunda, var olan
toprak yoğunlaşması daha da belirginleşmiştir. Giderek
bu feodal toprak ağaları, modern tarım girdileri kullanmaya,
sulama ve Pazar olanaklarının artmasıyla birlikte, büyük
toprak burjuvazisi özelliklerinin kazanmaya başlamışlardır.
Gerçek anlamda bu modern ağalar, tarımda üretim ilişkisine
egemen olmuş, oligarşik yapı bileşimindeki rolü, kapitalizmin
savunuculuğuna dönüşmüş egemen sınıf bileşiminin diğer
unsurlarıyla birlikte, tarımdaki üretim ve onun pazarlanmasında,
taban fiyatlarının belirlenmesinde etkin bir rol oynamış,
devletin banka ve değişik kurumlarınca tarıma ayrılan
kredi ve sübvansiyon politikasının, sınıf çıkarlarına
akıtılmasını sağlamış, denetleyip yönlendirebilmiştir.
TC'nin kuruluşundan sonraki süreçte, tarıma kredi veren
temel kurum, TC Ziraat Bankası olmuştur. Bu devlet bankası
statüsünde bulunan krediler ve çeşitli alt kurumlarıyla
tarım alanında denetim kurmuştur. Verdiği krediler,
devlet tarafından örgütlenmiş kredilerdir. Bu örgütlenmiş
kredilerden en çok yararlanan kesimler, büyük toprak
sahipleri, zengin köylüler ve tüccar/tefecilerdir.
Tarımda uzun yıllar etkinlik kuran, bu etkinliğini faizcilik,
tefecilik biçiminde geliştiren, küçük üreticileri sömürü
ağı içine çeken örgütlenmemiş krediler de önemli bir
işleve sahiptir. 1968 yılında DPT araştırmasının sonucu,
köylerde kullanılan kredilerin ancak %44.5'inin kredi
kurumlarından sağlandığını ortaya koymuştur. Ancak,
yoksul küçük üreticileri ve orta köylülüğü yoğun sömürü
altında tutan tüccar/tefeci kesiminin denetlenemeyen
'kredilerinin' hangi boyutlarda olduğu kesin rakamlarla
saptanamamakla birlikte; kesin olan yan, tarımdaki alt
sınıfların kullandıkları kredilerin bu asalak sermayeden
sağlandığıdır. Öte yandan Ziraat Bankası'nın tarıma
akıttığı kredilerin %59'unun tarım dışı işlerde kullanıldığı
tesbit edilmiştir.
Devlet eliyle modern tarım girdileri üretilip tarıma
aktarılmıştır. Zirai donatım fabrikalarının yaygınlaşması,
pulluk, traktör diğer makineların tarıma aktarılmasının
yanında, gübre üretimi gerçekleştirilip köylüye krediler
biçiminde verilmiştir. Bu girdiler tarımdaki üretimi
artırırken, sınai üretimin yaygınlaştırılmasına, Pazar
ilişkilerinin gelişimine hizmet etmektedir. Böylelikle,
bu ürünleri işleyen devlet kurumlarına kar aktarımı
sağlanmaktadır.
Sınai ürünlerin başında da pancar, fındık, çay, zeytin,
yağlı tohumlar yer almaktadır. Bu ürünlerin devlet kurumlarınca
devralınması yoluyla, tarımdaki sermaye birikiminin
devlet aracılığıyla, işbirlikçi tekelci burjuvazinin
yararına kullanılması sağlanmaktadır. Şeker fabrikaları,
Çay-Kur, Tekel; Fiskobirlik, Tariş, Köy_Koop, TMO, vb.
devlet kurumlarıyla köylünün ürettiği bu ürünleri devlet
bizzat toplarken, diğer yandan aynı alım işini tüccar
sermayesi de gerçekleştirmektedir. Tüccara borçlanan
köylüler, ucuz fiyatla ürünlerini tüccara vermekte ve
sermayenin bir kesimi bu sınıfın elinde toplanmaktadır.
Dolayısıyla, tarımdaki sömürünün tekelci burjuvazinin
denetiminden çıkması, Oligarşinin egemen gücünü rahatsız
eder hale gelmiştir.
Özellikle tarımın pazara tümüyle açılmasıyla, küçük
toprak sahiplerinin başvurduğu örgütlenmemiş kredilerin
içerdikleri faizler, küçük topraklı köylülerin yoksullaşmasını
artıran faktörlerden biri olmuştur. Zamanla genel olarak
tarımın kredi gereksinimleri artmış, (dış tarım girdilerine
olan gereksinim) pazara yönelik üretim yaygınlık kazanmıştır.
Böylece köy üreticilerinin hem tarım girdilerini satın
alabilmek, hem de ürünlerini satabilmek için, pazara
gereksinimleri artmış, dolayısıyla ciddi bir finansman
sorunu belirmiştir. Tarımda devletin izlediği kredi
ve sübvansiyon politikalarında, kredilerin faizlerinin
düşük olmasının temel nedeni, tarımdaki eski ilişkilerin
çözülmesi ve köylü üreticilerin ürünlerinin devlet tarafından
değerlendirilmesi tüccar/tefeci sermayesinin etkinliğinin
kırılmasının hedeflenmesidir. Ancak bu politikanın sonuçlarından
da anlaşılacağı gibi, işbirlikçi sermayenin yönlendirdiği
politikalar kendisi açısından önemli sonuçlar yaratmamış,
tefeci/tüccar sermayesinin etkinliği kırılamamıştır.
Tarımda kapitalizmin yer edinme sürecinde, tarım kesiminde
uzun yıllar etkisini sürdürecek sancılı ve yakıcı yanları
tüm boyutlarıyla yaşayan köylüler, sömürünün en ilkelinden
en modernine kadar hepsini bir arada yaşadılar.
Tarımda kapitalizmin ilk öncülerinin boy göstermesinden
1970'li yıllara kadar, çeşitli dönemlerde topraktaki
mülkiyetin dokulaşmasında; küçük toprakların büyük toprak
sahiplerine geçişini kolaylaştıracak, bunu hızlandıracak
yasalar devletçe düzenlenmiştir. Önce 1926'da Medeni
Kanun'la toprağın özel mülkiyeti hukuksal güvence altına
alınmıştır. Bu yasayla toprak alımı, satımı ve dolayısıyla,
küçük toprakların büyük toprak mülkiyetine aktarımı
önündeki engeller kaldırılmış oldu.
Başka bir yasa adı altında (1934'te İskan Kanunu) küçük
topraklar şeklinde devletçe parsellenen hazine arazilerinin,
topraksız köylülere dağıtılması yoluyla, işlenmeden
boş arazi olarak duran toprakların, köylü emeğiyle tarıma
açılması sağlanmıştır. Aynı şekilde bir çok bölgede,
bataklık durumunda bulunan işlenmeyen alanların tarıma
açılabilmesi için,yine aynı politika izlenmiş, ekilebilir
alan haline getirilebilmesinde yoğun köylü emeği kullanılmıştır.
Bu arazilerin miktar olarak kesin bir rakamı belirlenememişse
de, DİE'nin incelemelerinde, 4606659 dönüm toprak belirlemesi
yapılmaktadır. Süreç içinde, siyasal iktidar yönetiminde
ağırlığı olan büyük toprak sahiplerince bürokratik mekanizmalar
kullanılarak, bu topraklar çeşitli hilelerle köylülerin
elinden alınmış ya da köylüler satmak zorunda bırakılmışlardır.
Yine, 'Çiftçiyi Topraklandırma' adı altında yürürlüğe
giren (1945) bir yasayla birlikte, 1947-1950 yıllarında
köylülere toprak dağıtılmıştır. Dağıtılan bu topraklar,
1463837 dönüm genişliğindedir. Ancak bu toprak dağıtımı,
hazine arazileriyle sınırlı kalmış, söz konusu dağıtımların
büyük toprak mülkiyetine herhangi bir zararı olmadığı
gibi yararı olmuştur.
Ülkenin yeni sömürgeleşmesiyle birlikte, tarım nüfusunun
büyük çoğunluğunu oluşturan küçük toprak sahiplerinin
bir bölümü kapitalizmin etkileriyle mülksüzleşirken,
bir bölümü kalıcılaşmak için mülkiyetini elde tutmanın
yollarını bulmuştur. Siyasal iktidarda kalabilmek yolunda
geniş emekçi kitlelerinin oy potansiyelini kullanmak
isteyen siyasal partiler, çeşitli dönemlerde, küçük
köylü mülkiyetinin ayakta kalabilmesine de ödün vermişlerdir.
Oligarşik iktidar bileşiminin yönlendirici gücü olan
işbirlikçi tekelci sermaye çevreleri, tarımdaki gelişmeleri
yakından izlemekte, sömürü alanlarının genişlemesi ve
emekçi köylü kitlelerini en ince ve zengin yöntemlerle
sömürebilmek için devlet aygıtını kullanabilmektedirler.
Emekçi köylü kitlelerinin mülksüzleşmesine hizmet eden
bir olgu da vergi sistemidir. Zaman zaman vergi muafiyetleri
politikaları izlenmişse de, sonuçta, bu vergi muafiyetlerinden
yararlanan sınıf ve katmanlar, büyük toprak sahipleri
ve zengin köylüler olmuştur. Tarımın vergi yükü minimuma
indirgenmeye çalışılmışsa da, geçilen yeni vergi düzenlemeleriyle
küçük üreticiler ve yoksul köylü kitleleri gelir vergisinden
muaf olamadığı için, orta ve büyük üreticiler vergi
yükünü hafifletmenin yollarının açıldığını bilmektedir.
1970'lerdeki vergi düzenlemesinde arazi vergisi, yerini
toprak değeri ve toprak değerindeki artışı esas alan
Finansman Kanunu'na bıraktı. Toprak değerinin saptanmasında
yazım esasından bildirim esasına geçildi. Böylece toprak
mülkiyetinin ve toprak değerindeki artıştan sağlanan
sermaye birikiminin ciddi bir biçimde vergilendirilmek
istemiş olmasının temel nedeni, tarımdaki küçük toprak
mülkiyetinin parçalanması, yıkımın hızlanması, tarım
kesiminden bu yolla elde edilen sermaye birikiminin,
devlet aracılığıyla ve aktarım kanallarıyla işbirlikçi
tekelci burjuvaziye akıtılması amaçlanmıştır. Ama bu
işleyişin önünde ciddi sayılabilecek engellerin olması
nedeniyle, tarım alanları (küçük ve orta toprak mülkiyeti
hariç) gerçek anlamda vergilendirilmemiştir. 1976'da
yapılan değişikliklerle, tarımdaki vergi muafiyetinin
sınırları, büyük toprak ve tarım sahiplerinin lehine
genişletilmiştir.
1970-1980 Türkiye'sinin tarım alanındaki sınıfsal farklılaşma
tablosunda büyük toprak-tarım sahipleri ile tarım proletaryası
arasında tanımlanacak sınıflardan birisi de orta köylülüktür.
Orta köylülük, küçük toprak mülkiyetinin bir üstünde
yer alan, mülkiyetindeki toprak büyüklüğü genellikle
100-200 dönüm arasında olan köylüleri içermektedir.
Toprağın verim düzeyine göre ve tarım girdileri kullanılabildiği
oranda belli bir birikim elde edebilen kesimdir. Ancak
bu kesim de tüccar/tefeci sermayesinin sultası altındadır.
Büyük toprak sahiplerince ve zengin köylülerce el konulan
örgütlenmiş kredi kaynaklarından (banka ve benzeri krediler)
yararlanabilme olanakları sınırlıdır.
Öte yandan bu kesim, Pazar ilişkilerinden sahip olduğu
toprak ölçeğine kadar, gerek tarım girdilerinden gerekse
destekleme alımlarından ve hükümetlerin tarım ürünlerindeki
fiyat politikalarından etkilenmektedir. Gerektiğinde
emek gücü (geçici ya da sürekli) kullanabilmektedirler.
Bu köylülerin büyük bir bölümü modern tarım araçlarına
sahiptir, ya da kiralayabilmektedir. 1978 sonrasında
hükümetlerin politikaları gereğince tarım girdilerinin
pahalılaşması, petrol zamları, bu sınıfın egemen iktidar
blokuyla çelişkilerinin artmasına neden olmuş, bu kesim,
muhalefet güçlerine katılma eğilimi içine girmiştir.
Orta köylülük te, tarımdaki kapitalist ilişkilerin geç
kalmış eğilimi ve gelişimi nedeniyle homojen bir yapı
oluşturamamaktadır. Kapitalist ilişkilerin daha gelişmiş
bölge ya da yörelerdeki özellikleriyle, tefeci/tüccar
sermayesi sömürünün keskinleştiği, emek gücü ve makineli
üretime başvurma olanaklarının sınırlı olduğu, üretim
yöntem ve sınırlamalarının arttığı bölgelerdeki özellikleri
farklılık göstermektedir.
Genel olarak bu sınıfı iki kategoride değerlendirmek
olasıdır.
Birincisi, toprak sahipliğine dayanan orta köylülüktür.
Üretim verimliliğine göre, tefeci/tüccar sömürüsü ve
geniş ölçüde toprak bölünmeleri nedeniyle parçalanmaya,
dalgalanmalara uğramakta, fakat köylü mülkiyet tutkusuyla,
bir üst sınıfa geçişin düşünü ve çabasını taşımaktadır.
İkincisi, toprak sahipliğinden çok, toprak kiralayan
kesimdir. Geniş ölçüde, başkalarının ya da kamu topraklarının
işletilmesinde yer almaktadırlar. Bu kesim gelişme potansiyeli
taşıdığından, kapitalist ilişkilerin yoğun olduğu bölgelerde
bulunup, yan olanaklarının yardımıyla makineleşmekte,
tarımda kapitalist ilişkileri benimseyen sömürücü karakter
taşımaktadır. Fakat kendiside sömürülmektedir.
Genel olarak bu sınıf, kapitalize ilişkilere adapte
olmuştur ve büyük toprak burjuvazisi başta olmak üzere
tüccar ve tefeci sermayesinin sömürüsü altındadır.
Uzun süre kapitalist ilişkilere direnen köylülük, geleneksel
kapalı ekonominin parçalanmasıyla, daha ileri üretim
teknolojisine ve üretim biçimine boyun eğmek zorunda
kalmıştır. Kuşkusuz köylü toplumu içinde, yaşanılan
uzun zaman diliminde tarımda kapitalizmin gelişmesiyle
birlikte en kolay dönüşüm, büyük toprak sahipleri ve
zengin köylülük bazında olmuştur. Kapitalizmle birlikte
bir parçalanmanın yaşanması homojen olarak bazı sınıfların
şeklini de belirlemiş oldu.
Büyük toprak sahipleri, yeni ilişkilere uyum sağlamakta
güçlük çekmişlerse de, süreç içinde yarı feodal ilişkiler
çözülmeden önce, elektroliz olayına zamansız katılan
materyaller gibi, yenileşen ilişki ve çelişkiler içinde
kendi dokuları ve çevre etkenleriyle süren çatışmayı
bitirememişlerdir. Son tahlilde ülkenin tekelci burjuvazisini,
yarı feodal boyutlardan , yarı feodal kesimlerini de
aynı şekilde -hem egemenlerini ve hem de ezilenlerini-
diğer sınıf ve katmanlara özgü soyutlamanın olanağı
yoktur.
Tarımda kapitalize ilişkilerin bir başka gelişme göstergesi
kooperatif örgütlenmeleridir. Ülke tarımında kapitalizmin
ilk tesislerinden olan Devlet Üretme Çiftlikleri ile
tarımsal sınai ürünlerinin işlenmesine yönelik, devlet
eliyle kurulan fabrikalar gelişimin temelleri olmuştur.
Ancak devlet çiftliklerinin büyük toprak sahiplerine
örnek oluşturacak özendirici fonksiyon taşımadığını
daha önce de belirtmiştik.
Süreç içerisinde, devlet kuruluşları aracılığıyla, köylü
kitlelerin ürettikleri ürünler toplanmış, tarım ürünlerinin
fiyat politikaları yine bu kuruluşlarca belirlenip,
yaratılan artı-değerin büyük bir bölümü tekelci sermayeye
aktarılmıştır. Bu politikaların ana ekseni oligarşi
blokunun içinde egemen olan işbirlikçi tekelci sermaye
tarafından çizilmiştir. Türkiye tarımının temel özelliklerinden
birisi küçük üretimin yaygın olmasıdır. Bugüne kadar
Türk tarımı üzerinde inceleme, araştırma yapan değişik
akım ve ideolojilerin temsilcisi olan araştırmacıların
birleştiği nokta, "Türkiye küçük üreticiler ülkesidir"
belirlemesidir.
Kapitalizmin genel gelişim seyri, tarım kesiminde bu
doğrultudaki ilişki ve çelişkileri koşullamış, toplumsal
tabakalar arasındaki farklılıkları ve sınırları belirleyen
özellikler de bu kapsamda oluşmuştur. Hemen belirtmeliyiz
ki süreç içinde köylülerin büyük bir kesiminin toprağını
tamamen yitirmesi söz konusu değildir. Ancak bunların
ellerinde kalan topraklarını işleyecek olanakları sınırlıdır.
Ailesinin geçimini sağlamak için, aynı zamanda mevsimlik
tarım işçiliği yapmaktadırlar.
Aynı süreci yaşayan, kaynağını kapitalist gelişmelerin
oluşturduğu, ancak tarım proletaryasına katılmamakta
direnen ve bir başka gelişme doğrultusuna giren, hem
kendi toprağını işleyen hem de emeğini satan yoksul
köylülük, ülkemiz kırsal kesiminde önemli bir yer tutmaktadır.
Bu kesim, tarımdaki küçük toprak sahipleridir, ya da
şehre göçmüş küçük toprak sahiplerince kiraya verilen
küçük toprakları çalıştıranlardır. Genellikle 1-20 dönüm
toprak üzerinde üretim yapan bu üreticiler, daha çok
tek tip üretim yapmakta ve geri kalan zamanlarında yaşamlarını
sürdürebilmek için emek güçlerini satmaktadırlar. Ve
bu kesimin göreli ağırlığı artmaktadır. (1970'lerde
toplama oranları %31 olan bu tabaka, 1973'te %45 dolayına
ulaşmıştır.) Bu özellikleri nedeniyle, ister istemez,
emek gücünü sattığı zaman dilimi dışında, üretebileceği
ürün türüyle uğraşmak zorunda kalmakta ve bu nedenle
kıt kanaat geçinebilmektedir.
Bu köylüler, tarım proletaryasının ve süreç içinde kente
göçün ve sanayi proletaryasının kaynağını oluşturdular.
Diğer bir deyişle şehirlerdeki yarı proleterlerin, ya
da işsizler ordusunun temel kaynağıdırlar.
Türkiye tarımında ilişkilerin en önemli olgusu, üretim
araçlarına sahip olmakla birlikte, yeterli düzeyde üretim
olanaklarına erişemeyen, ama mülkiyetin sahibi olan
ya da kiralayabildiği topraktan geçimini sağlayan küçük
üreticiliğin çok yaygın olmasıdır. Küçük köylülük tıpkı
sanayi şehirlerindeki gibi, içinde bulunduğu koşullar
içinde doğacağını düşündüğü geleceğin burjuvası olma
düşüyle yaşayan sınıf olma özelliğindedir.
Özellikle işbirlikçi tekelci sermaye, büyük toprak sahipleri,
aracı, tefeci ve tüccar sermayesi tarafından yoğun sömürü
altında bulunmaktadır. Bu sınıf, yeni sömürge kapitalizminin
yaratmış olduğu bütün sömürücü sınıfların baskısı altında
yaşamaktadır. Ancak, emek güçlerini satmadan ve kendi
üretim faaliyetlerinde kullanmak üzere de emek gücü
satın almayan bu küçük üreticiler, emek güçlerini satmadıkları
için ne tarım proleteri ne de emek gücü kiralamadıkları
için tarım işverenidirler. Kullandıkları teknoloji genellikle
ilkel ve geridir. Bu nedenle, bu sınıf için toprağa
bağlılık yeni birikimlerin kaynağı değil, yaşamını sürdürme
aracıdır. Bu sınıfın toplam işletmelerdeki ağırlığı,
1950-1973 arasında hemen hemen sabit kalmıştır denilebilir.
1973 yılları da dahil söz konusu tanımdaki küçük üretimin
büyük bir değişikliğe uğramamış, yaygın ölçüde varlığını
korumuştur. Tarımda başlamış olan kapitalist ilişkilerin
hızla gelişmesine ve etkinlik kazanmasına karşın, emek
üzerinde ilkel yöntemlerle gerçekleştirilen sömürü sürmüştür.
Bu sömürü, küçük üreticilerin geleneksel değer yargılarına
dayanması ve öteden beri tefeci/tüccar sömürüsünün varlığı,
(özellikle bu asalak sınıfın aracılığıyla sürdürülen
sömürü nedeniyle) küçük üreticilerin bir çeşit emek
kölesi değil, sürekli borçlu köle durumuna gelmesi temelinde
işlemeyi sürdürmektedir. Oysa bu yapı, kapitalizmin
iç dinamiğiyle geliştiği ülkelerde, kapitalizmin gelişimine
koşut olarak yok olabilmekte, küçük üreticiler de sanayi
ve tarım proleterleri haline gelmektedir. Ülkemizde
bunun tersi olmasa bile, sürecin bu şekilde tanımlanmasının
koşulları yoktur. Bunun temel nedeni, iç dinamikle gelişmeyen
bir kapitalizm, dolayısıyla burjuva demokratik devrimin
gerçekleşmemesi, yönetimde burjuvazinin temel ittifakı
olarak, feodal toprak ağalarının bulunmasıdır. Bu durum,
kapitalizmin tarımda gerçek anlamda gelişiminin önünde
set oluşturmuştur.
Tarım alanında hala yaygın olan küçük üreticilerin her
geçen gün biraz daha yıkıma uğramasına, mülksüzleşme
olgusunun yaşanmakta olmasına, işlenebilir toprakların
azalmasına rağmen, bu kesim varlığını korumakta ve küçük
topraklar tekrar tekrar parçalanmaktadır. Küçük üretimin
tarım alanlarındaki genel nitelikleri belirgin olmasına
karşın, bu kesim de kendi içinde bir bütün olarak ele
alınamaz. Coğrafi bölgelere, yetiştirilen ürünün cinsine,
pazara göre üretimin yapılıp yapılmamasına ve benzeri
nedenlere bağlı olarak da birbirine göre bir hayli farklı
görünümler sunmaktadır.
Bu tiplemelerin ya da kategorilerin her birinde, aile
emeğinin üretime sevki, hanenin dışındaki ekonomiye
eklemlenme şekli, gelir elde etme stratejisi ve emeğin
pazara sunuluşu değişik biçimler altında olmaktadır.
Bu tiplemelerin kavramsal ayrımını yapmadan önce, küçük
üretici ailelerin içinde bulundukları sosyo-ekonomik
bağlamı saptamak gerekir.
Türkiye tarımında sosyo-ekonomik bağlamın köy olduğunu
söylemek zorunludur. Yani küçük üretici ailenin ekonomik
ve sosyal davranış biçimlerinin, öncelikle içinde bulunduğu
köy toplumu tarafından belirlendiğini söylemek sakınca
doğurmamaktadır. Bu köy tipi, küçük üreticiliğin geçirdiği
dönüşümleri de belirleyen en yakın düzeydir. Köyün analiz
birimi olması sadece içindeki tüm ailelerin aynı fiziki
ortamı paylaşmaları nedeniyle değil, aynı zamanda köyün
ortak tarihinin oluşturduğu birikimler nedeni iledir.
Örneğin göç etme kararlarında, yeni tekniklerin kullanılmasında,
ürünlerin ekilmesinde, yeni toprak açılmasında vb. kararlarda
köyün sosyalitesi büyük rol oynamaktadır.
Hububat ekiminin yoğun olduğu köylerde, iki yıllık nadas
devresi uygulanmakta; köyün bir bölümünde tarlalar ekilirken,
diğer bölümündeki tarlalar topluca nadasa bırakılmaktadır.
Bu durum, belirli bir cepheden de olsa köy ailesinin
tek başına iki yıllık devrenin dışına çıkmasının olasılığını
ortadan kaldırmaktadır. Bütün bunlar, küçük üreticilerin
içinde bulundukları ortamı, dolayısıyla da dönüşüm olanaklarını
tanımlıyor.
Küçük üreticilik içinde Pazar için üretim/geçimlilik
oranı, farklılıklar göstermektedir. Sabit olan unsur,
aile bireylerinin emeği ile hane içinde kontrol edilen
bir üretim sürecinin olmasıdır. Köylülerin bir çoğu
1970-1980 döneminde pazara açılmış durumdadır. Geçimlilik
üretim, geçimlilik gelir sağlama stratejisi olarak yorumlayabileceğimiz
çeşitlenmiş meta üretimi, birikime yönelik tamamen meta
üreten küçük üreticilik...
Bu tipolojiyi, ekonomiyle bütünleşmeleri açısından ele
aldığımızda şu sonuçlara varıyoruz: Köylülük, geçimlilik
üretimin egemen olduğu yerlerde aynı zamanda ulusal
emek pazarına sürekli olarak akarak (işgücünü satarak)
katılmaktadır. Farklılaşmış meta üretimi yapan bölgelerde
ya da yörelerde meta üreterek mal pazarına, mevsimlik
göç ile emek piyasasına bağlanmaktadırlar. Birikime
yönelik bölgeler-yörelerde ise, büyük hacimlerde mal
satılırken, emek piyasasına fazla katılım olmamaktadır.
Yukarıdaki tipolojik değerlendirme içindeki küçük üreticileri
bölümler halinde ele alırsak:
1) Geçimlilik Üretim Yapan ve Sürekli Göçün Yoğun
Olduğu Bölgelerin Küçük Üreticileri:
Bu nitelikte bulunan küçük üreticilerin yoğun olduğu
bölgelerin başında Orta Anadolu gelmektedir. Kapitalizmin
bu bölgelere girişiyle birlikte, modern tarım girdilerini
kullanamayan bu kesimlerin tüketim düzeyi üretim düzeyini
aşmıştır. Köylüler, zengin ve büyük toprak sahiplerine
ya da tefeci/tüccarlara toprağını ipotek etmiş ya da
borçlarını ödeyemediğinden toprağını bırakmak zorunda
kalmış, sanayi şehirlerine göç başlamıştır. Çalışabilir
nüfusun büyük bir bölümü köyünü terk ederken, bir kesim
küçük üreticiler kalıcılaşmanın yollarını aramış, yaşlı
nüfusu ise göç etmemekte direnmiştir. Ülkenin kırsal
kesiminde bu olaya örnek olacak çok sayıda köy ve hatta
kasaba birimi bulunmaktadır.
2)Çeşitlenmiş Meta Üretimi İçinde Bulunan Küçük Üreticiler,
Mevsimlik Göç:
Bu tarz küçük üreticilerin bulunduğu bölgeler, bir yandan
birden fazla aile emeğinin yoğun olarak kullanıldığı,
diğer yandan ailenin bazı bireylerinin iş gücünü satmasıyla
karakterize edilebilir. Köy dışına sürekli göç ender
görülür, ancak köylü, kendi ürününe ayırdığının dışındaki
zamanında ek gelir için mevsimlik işçi olarak emeğini
satar. Bu tipolojinin içinde küçük çaplı ticaretle uğraşanlar
da bulunmaktadır. Bu kesimin genel durumu canlı bir
Pazar ekonomisini yansıtır. Yeni teknoloji ve tarım
girdilerine açık, zaman zaman bunlardan yararlanabilen
özellikler taşırlar. Ürettikleri ürünler genellikle
çeşitlidir. Ve Pazar için üretim özellikleri de taşırlar.
Bu tip üreticilerin yaygın olduğu bölgeler, Batı Anadolu,
Trakya, Akdeniz genelidir. Bunun yanı sıra serpilmiş
olarak hemen her yörede görülebilirler. Bu tip yerlerde
topraksız köylülere pek rastlanmaz, ancak toprak dağılımı
eşit olmadığından, bunların bir kesimi, biriktiren niteliğinden
dolayı zengin köylü sınıfına dönüşme eğilimleri de taşır.
Mevsimlik göçten ek gelir sağladıklarından, toprağını
terk etmek ya da satmak eğilimleri azdır. Toprak mülkiyetinin
yoğunlaşması sınırlıdır. Zorunluluk dışında toprak el
değiştirmemektedir ya da el değiştirme durumu ender
görülmektedir.
3) Biriktiren Küçük Üreticiler:
Bu tipoloji içinde yer alan küçük üreticiler tümüyle
pazara yönelik üretim üzerinde uzmanlaşma özellikleri
taşırlar. Her aile elindeki toprağını, aile fertlerinin
emek potansiyelini tümüyle kullanarak üretim sürecine
katar. Bütün modern tarım girdilerinden yararlanma olanağına
sahiptirler.
Aile emeğinin dışında işgücü satın almazlar, çünkü bu
faktör yeni boyutlar getireceğinden, farklı gereklilikleri
de dayatacaktır. Genellikle sınai ürünleri üretiminde
uzmanlaşma olanaklarına sahiptirler. Tütün, pamuk, fındık,
pancar, zeytin gibi ürünler yetiştirirler. Bu üretim
bazındaki üreticiler, ürününün tümünü pazara yönelik
yapar ve tüm geçimini pazardan sağlar. Bu nedenle fiyatlara
karşı çok duyarlıdırlar. Hele tarım girdilerinin fiyatları,
hem de ürünlerinin taban fiyatlarının belirlenmesi sonucunda
çıkan farklılıktan dolayı, burjuva iktidarına karşı
sürekli muhalefet içindedirler. Ege, Akdeniz, Marmara
bölgelerinde bu tip üreticilere rastlanır. Ürünün verimlilik
düzeyine ve taban fiyatlarının uygunluğuna göre, birikim
elde edebilirler. Bu kesim de tüccar ve tefeci sermayesinin
sömürüsü altında olduğu için, ürettiği ürünleri, değerinin
altında, tüccara borcu karşılığında devretmektedir.
Tarımda hep tartışılagelen konu, küçük meta üretiminin
tarihsel belirlenişi ve güncel yapısıdır. Türkiye'deki
küçük üreticilerin çoğu aile emeğine dayalı küçük meta
üreticileridir. Çözümlemelerimizde yer alan küçük üreticilerin
toplumsal formasyon tipolojileri aynı zamanda, tarımdaki
küçük üreticilerin genel karakterini de içermektedir.
Böyle bir sınıflandırma aracılığıyla; olası davranışların,
gelişmelerin, çözümlemelerin, olabilirliğini de göz
önünde bulundurarak küçük meta üretiminin karakterini
daha somut olarak anlayabiliriz. Bu durumun toplumsal
dönüşüm kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini bir
kez daha vurgulayalım.
4) Tarım işçileri ve Topraksız Köylüler:
Türkiye tarımında kapitalizmin (ilgili bölümde açıkladığımız
gibi) ilişki ve çelişkilerinin boy göstermesiyle birlikte,
bu ilişkilerin yaratmış olduğu, yine aynı özel yanları
taşıyan tarım kapitalistlerinin yanı sıra, tarım proleterleri
de önemli bir sınıfsal kesim olarak ortaya çıkmıştır.
Türkiye tarımında ilk çiftlik özelliği gösteren kuruluşların
devlet eliyle oluşturulduğunu daha önce belirtmiştik.
Devlet Üretme Çiftlikleri, tarımcılık, hayvancılık,
bağ ve bahçecilik amaçlarıyla kurulmuş ancak istenilen
hedeflere ulaşamamıştır. Fakat süreç içinde, yapay olarak
oluşturulan bu kapitalist çiftlikler yoluyla ilk tarım
proleterleri ortaya çıkmıştır.
Bu nokta bizi doğal olarak, tarımdaki kapitalist ilişkilerin
boyutunu incelemede özenli davranmaya zorunlu kılıyor.
Yoksul ve küçük topraklı köylülerin mülksüzleşmesi sonucunda
bunların nerede ise ¼'den daha azı tarım proleterleri
haline dönüşmüştür. Bunların büyük bir bölümü sanayi
proletaryasının yedek gücünü oluşturmuşlardır. Bu da
gösteriyor ki, Türkiye tarımında görülen kapitalize
ilişkilere rağmen, büyük tarım plantosyonları, çiftlikleri
vb. bulunmamaktadır. Tarihi koşulları içinde, modern
tarım girdilerinin yoğun akışı, teknolojik değişim gibi
nedenlerle; köylü emeğinin gereksiz kılınması, büyük
toprak ağalarının yarı feodal üretim ilişkilerini terk
edip modern tarım araçlarını benimsemesiyle, makine
kullanacak işçilerin dışındaki köylülerin topraklardan
soyutlanmasının ülkemiz açısından sözkonusu olmamasının
bir nedeni de ürün türleridir. Ve hala genellikle emek-yoğun
üretimin zorunlu olduğu alanlarda mevsimlik işçilerden
yararlanılmaktadır.
"... 1970'te köylü nüfusunun %16'sının topraksız
olduğu, fakat bunların sadece 1/10'unun ücretli tarım
işçisi olduğu ortaya çıkmıştır. %4'ü zanaatkar, %2.6'
sı devlet memuru, %1.6'sı tarım dışı ücretli işçi, %4
kadarı da diğer kategorilerdeydi." (20)
Bu istatistiklerin sonucunda köylülerin %1.7'si tarım
işçisi olarak kalıyordu. Yani her 60 kişiden biri tarım
işçisiydi. 1970'te bu oran 100.000'den az sürekli tarım
işçisi anlamına gelmekteydi. (Kendi toprağı olup da
sürekli tarım işçiliği yapanların dışında....) Ayrıca
tarımdaki bu tür ilişkilerde, her ücretli tarım işçisinin
tam anlamıyla kapitalist ilişkiler içinde olduğu düşünülemez.
Türkiye'de 40.000'nin üzerinde köy bulunmaktadır. Her
köyde bir çoban üzerinden hesap yapıldığında dahi 40.000
işçi sayısı ortaya çıkar. Öte yandan Devlet Üretim Çiftliklerinde
çalışan ücretli sayısı 5.000 kadardır.
Yine 1970 sonrasına ilişkin çeşitli araştırma rakamlarına
göre mevsimlik işçi olarak tarım alanlarında çalışan
işçilerin ortalama sayısı da 200.000-300.000 arasında
değişmektedir.
Teorik olarak teknolojik değişme köylü emeğini gereksiz
kılınca toprak sahipleri, köylüleri kendi topraklarının
dışına çıkarmışlar, üretimi, traktör, biçerdöver ve
çeşitli makinelerle sürdürmeyi daha karlı bulmuşlardır.
Böyle durumlarda tarım işletmeleri, yanaşma, hizmetkar,
traktör sürücüsü, makine kullananlar türünde az sayıda
ücretli işçiye gereksinim duymaktadır. Bu insanlar genellikle
topraksız köylülerden olduğu için, ücretli işçi durumundadırlar.
Ne var ki, bu durum Güney Asya, Latin Amerika ülkelerindeki
plantasyon ya da latifundiya sistemine benzememektedir.
Yani çok sayıda işçinin emek-yoğun üretim içinde örgütlenmesi
Türkiye'de görülmemektedir. Ancak bazı sanayi ürünlerinin
üretim sürecinde geçici ya da mevsimlik emek-yoğun çalışma
biçimleri vardır. Bunlar da az topraklı yoksul köylülerden
ya da küçük üreticilerden oluşmaktadır.
Topraksız köylülerin sürekli çalışmasından anlaşılması
gereken, Güney Asya ve Latin Amerika örnekleridir. Türkiye'de
büyük kapitalist çiftliklerin bulunmamasının paralelinde,
tarım işçiliğinde sürekli büyüyen bir artış da görülmemektedir.
Bu durumda, tarım alanlarında mülksüzleşen köylü kitleleri
için, sanayi şehirlerine göç ederek yedek sanayi ordusuna
katılmaktan başka çıkar bir yol kalmamaktadır.
Genel teorik açıdan, tarımda kapitalizmin gelişmişlik
düzeyinin ele alınmasında çeşitli yanılgılar görülmektedir.
Somut verilerle hareket edildiğinde ise, ülke tarımında
kapitalist ilişkilerin etkili gücüne ve meta üretiminin
yaygınlığına rağmen büyük dönüşümler yaşanmamıştır.
Özellikle küçük üreticiler açısından sadece sömürünün
genel çerçevesi değişmiştir. Tarım işçilerinin sayısal
artışı ise büyük boyutlarda olmayıp niteliği, niceliğiyle
zorlayan sınırlara ulaşmamıştır.
Sonuç olarak, modern kapitalist toplumun sınıfsal yapılarına
göre değil, emperyalist üretim ilişkilerinin sunduğu
koşullara göre biçimlenen, daha elverişli sömürü koşulları
yaratan ve sanayideki gelişimlere uyarlanan yarı modern
kırlar, kır özellikleriyle bütünleşen yarı-kentler oluşmaktadır.
TARIMDAKİ İLİŞKİ VE ÇELİŞKİLERİN GENEL SONUÇLARI:
"... 1960'ların sonlarından itibaren egemen
sınıfların yoksul köylü potansiyeline müdahalesi, özellikle
hayvancılık, ormancılık, arıcılık vb. adlar altında
orman köyleri alanında yoğunlaştı. Uluslar arası emperyalizmin
ve onun finans kurumları olan Dünya Bankası ve uydu
kuruluşlar, bu alanlarda çeşitli projeler empoze etmişlerdir.
Türkiye Kalkınma Vakfı gibi emperyalizmle bağlantılı
kuruluşlar da, yine politik saptamaları doğrultusunda
Antep, Çukurova vb. yerlerde eksenleri üzerinde küçük
köylüleri pazara bağlayacak arıcılık, tavukçuluk vb.
projeleri hayata geçirdiler." (21)
1970 ve sonrası yıllarda tüm belli başlı tarım ürünlerinin
pazarlanması, büyük toprak burjuvazisi ve tüccarlar
lehine düzenlenebilecek örgütlenmelerin hızla hayata
geçirilmesiyle gerçekleştirilmiştir.
Bu kuruluşlara küçük çiftlikler üye yapılmış ancak girdi
ve daha iyi koşullarda satış olanakları, büyük toprak
burjuvazisine ve ticaret burjuvazisine kullandırılmıştır.
Ticaret Bakanlığı denetiminde, fındıkta Fiskobirlik,
ayçiçeğinde Trakya Birlik gibi kuruluşlara, İhracatçı
Birlikleri, KMO, EBK gibi kuruluşlar eklenmiştir. Büyük
toprak kapitalistlerine ve tefeci/tüccarlara kredi sağlayan
Ziraat Bankası (küçük üreticilere verilen krediler genelde
göstermeliktir) ve Tarım Kooperatiflerinin yanı sıra,
sözde demokratik bir yapıda olan Köy Kalkınma Kooperatifleri
de hızlı bir gelişim göstermiştir.
Genellikle emperyalizm tarafından yukardan aşağıya doğru
empoze edilen projeler çerçevesinde örgütlendirilen
bu kooperatifler, aynı zamanda Avrupalı emperyalistlere
ucuz işgücü sağlama temelinde destek olmuş, köylüleri
yurtdışına işçi olarak da göndermişlerdir. Bu kooperatiflerin
zaman içinde hemen hemen bütün uygulamaları büyük başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Faaliyetini sürdürenler ise uzun yıllar
büyük toprak kapitalistleri başta olmak üzere zengin
köylü, tefeci/tüccar kesimine olanak sağlamaktan başka
bir şey yapamamışlardır.
Bu işleyiş, bir yandan tarımda sermaye birikimine neden
olurken, diğer yandan yoksul ve küçük köylü kitlelerinin
yıkımını, yoksullaşmasını ve mülksüzleşmesini hızlandırmış,
onları daha fazla yoksulluğa itmiştir. Tarımdaki sermaye
birikiminin, devlet aracılığıyla tekelci sermaye yararına
kullanılmasına ağırlık verilmiştir. Aynı zamanda tarıma
akıtılan bu krediler, oligarşinin kırsal kesimdeki gerici
ittifakını güçlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Ve
büyük toprak sahiplerinin yeni özellikler kazanması,
kapitalizmin değer yargılarını ve amaçlarını fazla benimsemeleri
sağlanmıştır.
1970'lerin sonlarına gelindiğinde tarımda uygulanmakta
olan politikalar artık sürdürülemez hale geldi. Bunun
yanında, yoksul ve küçük toprak sahibi köylülerin bağımsız
örgütlendirilmesi önlenerek, bu potansiyelin en az 10
yıl gibi uzun bir süre pasifize edilmesi görevini partiler
üstlenmiştir.
1978 sonlarında ülke ekonomisinin krize girmesi, petrol
zamlarıyla birlikte geldi. Modern tarım araçlarındaki
modern gübredeki ve zirai ilaç fiyatlarındaki artış
nedeniyle bu girdilerin kullanılamaz hale gelmesi, küçük
ve orta köylü kitlelerinin büyük bir yıkıma uğramasına
neden oldu. Bütün bunlar köylülerin, ellerinde bulunan
bir kısım tarım araçlarını da elden çıkarmaya başlamaları
sonucunu doğurmuştur.
1980 24 Ocak Kararları'ndan kaynaklanan sıkı para politikası
ve serbest faiz politikaları, tarımdaki büyük toprak
burjuvazisinin ve zengin köylülerin dışındaki tüm kesimleri
etkilemiş, çelişkiler keskinleşmiştir. Köylülerin bankalardan
kredi alabilmelerinin olanakları kalmamıştır. 24 Ocak
Kararları'nı tamamlayan yasaların yürürlüğe girmesiyle
birlikte, bankaların yüksek faiz politikalarını uygulamaları,
tüccar ve tefeci sermaye kesimlerinin de kısmi yıkımını
getirmiştir.
Henüz tamamlanmayan bir süreç olan Oligarşi bloğu içindeki
büyük tüccar sermayesinin siyasal iktidardan tasfiyesi
eylemi gündeme getirilmiştir. İhracata yönelik ticaret
yapabilen tarımdaki büyük tüccarlar varlıklarını sürdürebilmiş,
diğerleri ise ithalat ve ihracat şirketlerine katılmaya
başlamışlardır. Böylece tarım alanında biriken sermaye,
kapitalizmin yasası gereği merkezileşmeye ve işbirlikçi
tekelci sermayenin denetimine daha fazla girmeye başlamıştır.
Uluslar arası emperyalist finans tekeli olan IMF'nin
ülkeye dayattığı politikalar, tarım alanlarında da karşılığını
bulmuş, küçük ve yoksul köylülerle birlikte orta köylüler
de olumsuz yönde etkilenmişlerdir. Bu işleyiş, aynı
zamanda tarımda büyük toprak sahiplerinin egemenliğinin
artmasını, işbirlikçi tekelci sermayenin finans kurumları
aracılığıyla tarımın sanayi ile iç içe geçmesini ve
sermaye birikiminin sağlanmasını getirmiştir.
Ancak bu süreç, toprakta görece merkezileşmeye neden
olmuşsa da, küçük üretimin tasfiyesi sözkonusu olmamıştır.
Türkiye emekçi köylülerinin öteden beri bir sınıf örgütlülüğü,
hareketlilik geleneği, alışkanlığı olmadığı için, bağımsız
köylü kitlelerinin kendiliğinden tavır alışları gündeme
gelmemiş, bazı tarım örgütleri, kooperatifler aracılığıyla
da mevcut pasifikasyon güvence altına alınmaya çalışılmıştır.
Tarım kesiminde ortaya çıkan tarım proletaryası da farklı
bir tablo çizmemiştir. Sınıf temelinde bir mesleki ya
da politik örgütlenmesi olmadığı gibi, var olan politik
hareketlerin bu sınıfa ulaşmaları ve bir program çerçevesinde
mücadeleye kanalize etmeleri gündeme gelmemiştir. Demokratik
bilinci gelişmemiştir ve kendiliğindenciliğe terkedilmişlik
konumu, zorlanması güç bir statiklik arzetmiştir.
Bu konuda sözedilmesi gereken bir başka nokta da şudur:
Tarım ürünlerinin taban fiyatlarının Oligarşi'nin istediği
biçimde belirlenmesi nedeniyle, yeni tarım girdileri
alabilecek gücünün kalmayışı sonucu toprağını terk etmesine
neden olunan köylü kitleleri, tarım üretiminden da kopmuş,
milyonları bulan işsizler ordusuna gizli bir biçimde
katılmışlardır.
Başta tarım proletaryası olmak üzere, yoksul köylüler
ve küçük toprak sahibi köylüler, siyasi iktidar mücadelesinde
proletaryanın direkt müttefikleri olmasına karşın, proletaryanın
temsilcisi olduğunu iddia eden onlarca irili ufaklı
sol hareket bu kesimlere gerçek anlamda ulaşma becerisini
gösterememiştir.
Sistemin kendisinden kaynaklanan çelişkilerin yoğun
bir biçimde yaşanmasına rağmen, isyana yüz tutmuş geniş
emekçi köylü kitleler (1970 sürecindeki kısmi gelişmeler,
80 sürecindeki hareketlilikler ve Kürdistan özgülü dışında
genel olarak), kendi kaderine, Türkçesi Oligarşi'nin
insafına terkedilmişlerdir.
Yeni sömürgecilik ilişkileri aracılığıyla, tarımda sürdürülen
sömürünün devamlılığı sağlanır. Öte yandan Türkiye tarımsal
yapısı, ülkenin kapitalist kutuplaşma olgusunun, olanakların
elverdiği ölçüde geriye atılmasına neden olabilecek
bir yapıdır. Bir başka deyişle, Türkiye'nin tarımsal
yapısındaki gelişme ve dönüşüm, dünya kapitalist sisteminde
yer alan ve yeni sömürge kapitalizmi yoluyla sanayileşmek
isteyen tüm ülkelerde olduğu gibi kapitalizmin bunalımının
yanında kendi yapısal bunalımlarını da aşamayan bir
özelliktedir. Yani bizim gibi ülkelerde hem kapitalizmin
genel bunalımları yaşanır, hem de ülkenin kendi özgül
ve katmerli bunalımları...
Politik stratejimizde belirlendiği gibi, tarımda kapitalizmin
yarattığı tahribat, emekçi köylülüğün devrimdeki önemli
rolünü değiştirmemiştir. Çözülen ve değişen kırlara
giderek çok daha örgütlü ve organize bir şekilde sokulmaya
çalışılan küçük burjuva mantalitesi de bu büyük kitleyi
karşı devrim saflarında tutmaya yetmez. Çünkü bu çözülme
onları egemenlere değil, proletaryaya yakınlaştırmakta,
onların yaşam ve üretim koşullarını bu sınıfa doğru
çekmektedir.
-1970-1980 ARASINDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU
Ülkemiz işçi sınıfının sözkonusu tarihsel kesit içinde,
toplumsal güçlerin gelişimlerine bağlı mücadelelerinde,
bu güçlerin ön saflarında yer aldığını söylemek yanlış
olmayacaktır. Sanayi kapitalizminin bulunmadığı bir
toplumda modern işçi sınıfından da söz edilmesi olanaksızdır.
Fakat işçi sınıfı mücadelesinden söz ederken nitelik
olarak, mücadele bilinci olarak gelişmiş bir sınıf aranmamalıdır.
Türkiye toplumunun özellikle 1960 sonrasında girdiği
yeni dönem ülke tarihinin çok özel bir evresini oluşturur.
Bir bakıma, ekonomiyi artan biçimde sarıp sarmalayan
yeni sömürge sanayisi ile birlikte, eskiye oranla güçlü
bir işçi sınıfı oluşumuyla, kapitalist topluma özgü
sınıf mücadelesi biçimleriyle, kitlesel gösteri ve eylemleriyle,
sınıf çıkarlarını koruma ve daha fazla geliştirmeye
yönelik protesto vb. olaylarla yavaş yavaş sınıf kimliğine
ilişkin özelliklerle buluşmaya başlamıştır.
Yeni sömürgelerde, sınıfın politik öncüsüyle buluşma
sürecinden önce veya bazen yaklaşık aynı evrelerde önce
kendi kimliğiyle buluştuğunu görüyoruz. Bu durum, sözkonusu
ülkelerde hemen tüm sınıfların gerçek karakterlerinden
ve özgün dinamiklerinde uzak gelişim seyirleri nedeniyle
son derece doğaldır. Bu süreçteki gelişmeyi birkaç maddeyle
özetleyelim:
1) Sermayenin belirli bir birikime ulaştığı, emperyalizmle
bütünleşerek gelişen işbirlikçi tekelci burjuvazinin
sanayi yatırımlarına yöneldiği (montaj karakterli de
olsa), fabrika sisteminin yaygınlaştığı, sanayi kapitalizminin
ortak çıkarları doğrultusunda birleştikleri yeni-sömürge
kapitalizmine özgü ilişkiler sonucunda işçi sınıfının
niteliksel durumunun güçlenmesi.
2) Türkiye sanayisinin temeli olan devlet sanayi sektörünün
yeni kuruluşlarla güçlenmesi (İskenderun İş-Demir, Seydişehir
Aliminyum Fabrikası vb. ) dolayısıyla Kamu İktisadi
Kuruluşlarının işçi sınıfının artışında önemli bir rol
oynaması,
3) Bu gelişmeler doğrultusunda işbirlikçi tekelci burjuvazinin
iktidar bloğu (Oligarşi) içinde güç kazanmıştır. Tüm
devlet olanaklarını ve emperyalizmin kredilerini kendi
sınıf çıkarları doğrultusunda kullanıp güçlenmesine
koşut olarak, toplumsal muhalefet güçleri içinde işçi
sınıfı güçlenmiştir,
4) Kapitalizmin gelişme koşullarına uygun, gerçek anlamda
bir işçi sınıfının kitlesel karakter kazanması, ülke
tarihinde ilk kez toplumsal muhalefetinde kitlesellik
kazanmasının ortamının oluşması.
Birbiriyle bağlantılı bu konular ve gelişmeler dikkate
alınmadıkça ülkenin bu tarihsel dönemini anlayabilme
olanağı olmadığı gibi işçi sınıfının gelişimi, tarihsel
rolü ve misyonunu da anlayabilmek olanaksızdır.
Türkiye kapitalizminin 1961 Anayasası'yla -kısa duraklama
dönemleri bir kenara bırakılırsa- önündeki çeşitli engellerin
kaldırılması, yeni dönemdeki şekillenişini de sağlamıştır.
Eskiye oranla hızlı bir genişleme dönemi yaşadığı, bunun
da temelinde sanayi kapitalizminin iç pazara yönelik
işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği önemlidir. İç
pazara yönelik işlevlerinin belirleyici olduğu gerçeği
önemlidir. İç pazara yönelik sanayi sermayesi birikiminin,
tarım alanlarında da etkili olmaya başlaması, yine devlet
politikasıyla bu yönde desteklenmesi, bu sürecin hızlanmasını
sağlamıştır.
Oligarşik iktidar, kendi sınıf çıkarları ve karları
doğrultusunda sömürge tipi faşizmin uygulayıcısı olan
devlet aygıtını yeniden düzenlemiş, toplum üzerindeki
baskı organlarını yenileştirmiştir. Uygulanmakta olan
politikalar, sanayi şehirlerindeki işçi kitlelerinin
protestolarına, gösterilerine neden olmuş, topluca işi
bırakma ve grev eylemlerini gündeme getirmiştir.
Aynı süreci tarım alanlarında her geçen gün yoksullaşan
köylü ve küçük üretici kitleler de yaşamıştır. Varlık
koşullarının ortadan kalkmasına karşı mücadele eden
yoksul köylü kitleler mülksüzleşmekten kurtulamayıp
sanayi proletaryasının saflarına katılmakta, aynı mücadeleyi,
farklı boyutlarda, hem de tüm yakıcılığıyla yaşamaktaydı.
Kapitalizmin hızlı gelişimi, mülksüzleşenlerin iş bulabildikleri
fabrikalarda işçi sınıfına katılmasını sağlamış, ancak
bu katılım sınıf bilincine ve demokratik bilince erişmeleriyle
paralel olamamıştır.
1970-71'deki kısa dönemli bunalım, işçi kitlelerinin
o güne kadarki mücadelesinin görülmemiş boyutlarda patlak
vermesini ve 15-16 Haziran kitlesel eylemini gündeme
getirebilmiştir. İşbirlikçi tekelci burjuvazi ve sermaye
çevreleri, sermayenin tarihsel gelişimi içinde sürekli
olarak, bir yandan kendi içinde ya da ittifaklarıyla
mücadele ederken diğer yandan ve belirleyici olan mücadelesi,
karşıt sınıfla (işçi sınıfı) ve emekçi kitlelerin hareketlerinin
engellerine ilişkin olarak sürmüştür.
1961 Anayasasının işçi ve emekçi kitlelerin ekonomik
demokratik hak ve istemlerine görece elverişli ortam
sağlamıştı. Fakat bu ortam, işçi sınıfının çıkarlarına
ne kadar yardım etmişse, bir o kadar da işbirlikçi sermayeye
yardımcı olmuştur. Fakat elde edilen bu elverişlilik
koşulları kendi karakterlerinin engel ve çelişkilerini
de beraberinde getirmiştir. Sermayenin gelişim tarihi
aynı zamanda bu engelleri kaldırmanın ve koşulları sermaye
sınıfının çıkarlarına daha uygun hale getirmenin tarihidir.
Bunun yanı sıra işçi sınıfı açısından da; varolan görece
elverişli koşulların kendi sınıf kazanımları doğrultusunda
dönüştürülmesi ve yeni mevziler kazanılması mücadelesi
doğurmuştur. Bu durum sermaye açısından ciddi bir engel
haline gelme dinamiği taşıdığı için egemenlik açısından,
bu süreçte öncelikle işçi sınıfının "etkisizleştirilmesi"
gerekiyordu.
İşbirlikçi tekelci burjuvazi açısından koşulların uygun
hale getirilmesi; çelişkilerin nötralize edilmesi, programlarını
pürüzsüz biçimde gerçekleştirmek istemesi yolunda bir
teknik ve düzenleme olayı değildi. Problemlerini, askeri
faşist darbenin getireceği baskı, tahakküm ve zulüm
ile giderebileceğini umuyordu. Bu bölümde, burjuvazinin
karşılaştığı ve ortadan kaldırmak için mücadele verdiği
koşullara bunun yöntemlerine değinmeyeceğiz. Konu başlığıyla
sınırlı olarak işçi sınıfının mücadelesinin bu dönemdeki
tarihini ele alacağız.
Türkiye işçi sınıfının kitleselleştiği, hızla gelişen
toplumsal hareketliliğin içinde yer almaya başladığı,
sendikal ve siyasal eylemlere katıldığı dönem esas olarak
bu yıllardır. İfadesini, hızla yükselen grevler ve diğer
eylem biçimleriyle canlı tutmuş, 15-16 Haziran 1970'li
yılların yürüyüş ve protestolarında ekonomik-demokratik
istemlerin siyasal eylemlere dönüştüğünü söylemek yanlış
olmayacaktır.
Eylemlerin çıkış noktası ne olursa olsun hızla politik
özellikler kazandığı görülmektedir. 70'li yıllar aynı
zamanda militan devrimci çizginin politik etkilerinden
sonra, sendikaların örgütsel planda burjuva siyasal
partilerden görece bağımsızlaşmaya başladığı, revizyonist-reformist,
uzlaşmacı akımların da etkisinin azaldığı yıllardır.
15-16 Haziran kitlesel işçi eylemlerinin kendiliğinden
ağırlıklı gelişi de bunu göstermiştir. İşçi sınıfının
bileşenlerinin taşıdığı önemli zaaf ve eksikliklerine
rağmen, bu yükseliş, sınıf mücadelesinin siyasal rejim
üzerinde sarsıcı etkiler yaratmasına neden olmuştur.
Ülkemiz işçi sınıfı, kapitalizmin iç dinamiği ile geliştiği
metropol ülkelerdeki gibi Burjuva Demokratik Devrimler
öncesi ve sonrası uzun ve kanlı mücadeleler sonrası
gerçekleştirilen demokrasi mücadelesi içinde eğitilmiş,
sınıf bilincini almış olmadığı için kendi gücünün ve
niteliğinin farkına varması da esas olarak bu döneme
tekabül eder. Metropoller işçi sınıfı, hem sendikal
örgütlülük alanında, hem siyasal mücadele içinde, sınıfın
birliğinin öneminin bilincini pratikte kazanmıştır.
Toplumun demokratikleşmesi için burjuvaziye karşı kıyasıya
bir mücadele içinde olmuştur. Kendi sınıfı için sınıf
olma/olabilme özelliğine, yüzyılları kapsayan kanlı
yengi ve yenilgilerle kavuşmuş, sahip olduğu her hak
ve attığı her adım için onlarca yıl mücadele etmiştir.
Türkiye'nin önce yarı-sömürge ve akabinde yeni sömürgecilik
süreçleri, sınıfın gerçek anlamda geç doğumunu, kapitalizm
ve emperyalizm tarafından çarpık bir biçimde geliştirilmesini,
işçi sınıfının örgütlülük ve sendikacılık mücadelesinde
de gecikmesini ve oluşan çarpıklıklarını belirlemiştir.
Doğaldır ki, emperyalist sömürgeciler, yeni sömürge
Türkiye'de her zaman toplumsal muhalefet güçlerini,
özellikle de işçi sınıfını kendi denetimleri altında
tutmayı arzu etmişlerdir/etmektedirler. Bu amaçları
doğrultusunda, işçi sınıfının, emperyalizmin bir ülkedeki
uzantısı olan işbirlikçilerin çıkarlarına uygun bir
biçimde örgütlenmesini, sendikalaşmasını sağlamak için
kendi elleriyle sendikal örgütler oluşturmuşlardır.
Bu yönde bir çok yeni sömürge ve bağımlı ülkede işçi
sınıfının "haklar"ı emperyalist sömürgeciler
tarafından sendikal düzeyde "örgütlenerek",
sınıf için değil, sermaye için güvenceye alınmaktadır.
Amaç işçi sınıfını "evcilleştirmek"tir. Örgütlenme
eğiliminin doğal, meşru ve gelişme olduğunu bilen emperyalistler,
işçi sınıfının bu eğilimlerini denetim altına almak
ve yönlendirebilmek için her türlü "yardımı"
sağlamaktadır.
Bu konumda olan ülkelerde emperyalizmin yerli müttefiklerinin
amacı; işçi sınıfını örgütlenme, haklarını arama, sorunlarından
uzak tutmak, yönlendirmek, devrimci düşünce ve ideolojilerden
"korumaktır"!... Ülkemizde bunun en çarpıcı
örneği, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesinde 1952'de
Amerikan sendikacılık anlayışı ile kurdurtulan ve finanse
edilen TÜRK-İŞ'tir.
Şimdiye kadar söylediklerimiz, konunun sadece bir yanını
oluşturmaktadır. Emperyalistler ve yerli müttefikleri,
işçi sınıfına karşı siyasal zoru ve şiddeti, baskıyı,
işçi sınıfının en haklı vazgeçilmez eylemlerini yasadışı
saymayı ihmal etmezler. 'Güzellikle' yola gelmeyen işçi
sınıfını zor yoluyla sindirerek, bu amaç çerçevesinde
sınırlarını belirlemeye çalışırlar.
İşçi sınıfının sisteme karşı tavrı çeşitli etmenlere
bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir. Burjuvazinin,
sınıf sendikalarına karşı tavrını belirlemesinde etken
olan faktörlerden biri de, sanayileşme sürecinde benimsenen
stratejilerdir.
Sermaye birikiminin ve teknolojisinin çok geri olduğu
ülkelerde, devlet aktif bir biçimde bu sürece müdahale
eder. Doğmakta olan işçi hareketi üzerinde yoğun bir
baskı kurulur, bilinçli bir politikayla işçiler arasında
din, mezhep, ırk ayrılıkları körüklenir, sınıfın birliği
parçalanır. Yukarıda sayılan faktörler temelinde, işçi
sınıfı ayrı sendikal örgütlerde yer alır, böylelikle
yönlendirilmesi burjuvazi açısından daha kolay olur.
Nispi sermaye birikimine ulaşan, sanayileşme süreci
içinde emperyalizmle bütünleşerek belli bir seviyede
konumlanıp kapitalize (yeni sömürge kapitalizmini kastediyoruz)
ilişkilerde etkinlik kuran burjuvazi, değişen tüketim
kalıplarıyla birlikte iç pazarı genişletmiştir. üretimine
yeni başlanılan birçok sanayi ürününün ülke içindeki
üretiminde çalışan emekçi kesimler, demokratik kamuoyunun
hareketliliğinin de etkileriyle, çok fazla sıkıntıya
düşmeden bazı demokratik haklara, örgütlenme ve grev
hakkı kazanımlarına erişti. Bu soruna bağlı olarak,
yeni sömürge kapitalizminin toplumsal süreç içinde işlerlik
kazanması, eski engellerin (hukuksal, siyasal, kültürel
vb.) de ortadan kalkması zorunluluktu. Bu zorunlu düzenlemeler
işçi kesimine de belirli ölçülerde serbestlikler sunmak
kaçınılmazlığını doğurdu. İşçi örgütlenmeleri bir çok
durumda, yeni işçileşmiş işçileri çalışma yaşamında
disipline etmenin araçları olarak da kuruldu ve kullanıldı.
Çok partili sisteme geçişle birlikte, CHP'nin kurdurttuğu
işçi derneklerine, DP ile bu işçi derneklerinin oy potansiyelini
kullanabilme yolunda çelişkilerine, partilerin işçileri
iktidar olmak için eğitme istemlerine dikkat edilmelidir.
1952'de kurulan TÜRK-İŞ'in her dönemde iktidarın yanında
yer alması, hükümetler Amerikan dış politikalarına ters
davranışlar izlediklerinde onlara tavır alması, HAK-İŞ
ve MİSK gibi sendikaların işlevleri hep aynı durumun
sonucudur.
Türkiye işçi sınıfı dönem dönem atılım gösteren, mücadele
ivmesi artan, kendi hakları için kısa süreli fakat ciddi
eylemlere girişebilen özelliklerinin yanında, bir sınıf
tarihine ve mirasına sahip değildir. Nispi demokratik
ortamın sağlanmasından sonra, 1961-70, 1974-80 dönemlerinde
bilinçlenme ve örgütlenme düzeyi artmış, kendisi için
sınıf olma kavramını mücadele içinde, asgari ölçüde
de olsa öğrenmiştir.
Genel olarak ekonomik, demokratik ve siyasal hakların
sağlanması karmaşık etmenlerin sonucudur ve tek bir
gerekçeyle açıklamaya kalkışmak son derece yanıltıcı
olur. 1960 sonrasında ve 1961 Anayasasının getirmiş
olduğu nispi demokratik ortamda, hakların anayasaca
kabul edilmesiyle bazı uygulamalara geçilmesinin özü,
ülkenin yeni sömürge kapitalizmine göre yeniden biçimlendirilmeye
çalışılması planında, egemen sınıfların işçi sınıfının
durumunu da gözlemleyerek, ipin ucunu kaçırmamak amacıyla
verdiği ödünlerdir. Durum, işçi sınıfının 'demokratik'
endişe yaratmayacak ölçüde kullanabileceği kadar hakkın
sağlanmasını belirlemiştir. 1963'te CHP'nin genç çalışma
bakanı Bülent Ecevit bu yönde işçilere grev hakkının
tanındığını açıklarken, burjuvaziye lokavt hakkını tanımıştır
ve yasallaştırmıştır.
"1963 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası kabul
edilip, sendikaların siyasetle uğraşması yasağı kaldırıldı.
1965 yılında memurların sendikalaşma hakkını düzenleyen,
memurların sendikalarının kurulmasını olanaklı kılan
624 sayılı Kanun Personeli Sendikalar Yasası kabul edildi.
1970 yılında 274 sayılı Sendikalar Yasası 1317 sayılı
yasa ile değiştirilip, işçilerin sendikal örgütlenmesi
zayıflatılmış ve kapatılmıştır. (DİSK)
1971 yılında Anayasa Değişikliği ile işçilerin ve memurların
hakları kaldırıldı.
1973-1980 döneminde işçilerin örgütlenme haklarında
herhangi bir genişleme olmadı. Mevcut haklar pratikte
genişletilerek, işçi sınıfı ve demokratik hareketler
tarafından kullanıldı. Faşizmin 12 Eylül darbesiyle
bu hakların tümü askıya alındı. 1982 Anayasası ile,
1983 yılında kabul edilen 2821 sayılı sendikalar yasası
ile sendikaların siyasetle uğraşması yeniden yasaklandı."
(22)
Bu gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, işçi sınıfı 1961
Anayasası'nın getirmiş olduğu demokratik hakları kullanmakla
işe başlayıp, süreç içinde zaman zaman bu haklarını
sınırlayan, ortadan kaldıran askeri faşist diktatörlüklere
karşı herhangi bir eyleme geçmediği gibi, kendi haklarını
arama, savunma yönünde hareketlenmemiş, tam bir suskunluğa
gömülmüştür. Faşizmin parlamenter uygulama dönemlerinde,
yeniden eski haklarını kullanabilmenin mücadelesini
vermiştir. Ancak haklarını daha ileri boyutlarda arama
ya da kalıcılaştırma yönünde tavrı yoktur, tam tersine
tavırsızlığı vardır.
Ayrıca, 1961 Anayasası'ndaki işçi haklarına ilişkin
yasal düzenlemeleri abartmamak gerekir. Bunların bir
kısmı daha önce de vardır. "… Türkiye, toplu
pazarlık hakkını tanıyan bu sözleşmeyi 8 Ağustos 1951
tarihinde onaylamıştır. 1961 Anayasası'na toplu pazarlık
hakkına ilişkin olarak konan hüküm 1951 yılında onaylanan
98 sayılı İLO sözleşmesiyle zaten Çalışma Mevzuatının
bir parçasıydı. Anayasaya konulması mevzuat ve hak açısından
bir yenilik oluşturmuyordu…" (23) Yukarıdaki
alıntıda da belirtildiği üzere, 1924 Anayasası'na, 1951'de
eklenen İLO anlaşması doğrultusundaki bu yasayı, burjuvazi
yürürlüğe koymamış, işçi sınıfı da istememiştir. Ta
ki 1961 anayasasıyla var olan bir hakkın ihsan edildiği
ilan edilinceye kadar…
1961'den sonra kabul edilen grev hakkının 1963'e kadar
yasaklı olarak kalması, siyasal iktidarın emperyalizmle
girmiş olduğu girift ilişkilerin çok boyutlu sonuçlarından
biridir. 1963-1980 arasında (12 Mart ve 12 Eylül dönemleri
dışında) birey hakkı ile birlikte kullanılan Toplu İş
Sözleşmesi hakkı, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarını
iyileştirme ve korumada bir araç olarak sendikalar bir
ölçüde kullanılabilmiştir.
Burjuva siyasal partiler, çok partili dönemden günümüze
kadarki sürede, iktidara gelebilmek için, giderek büyüyen
işçi kitlelerinin oy potansiyelini partilerine aktarabilmek
yolunda, işçilerin grev ve toplu sözleşme, yaşama sorunlarını
ağızlarından düşürmemek zorunda kalmışlar; ancak iktidar
olduklarında demagojiden başka hiçbirşey söylememişlerdir.Yine
aynı dönem boyunca, sınıfın sendikal faaliyetleri ve
işçilerin bu haklarını kullanabilme yolunda, hatta sadece
çıkarılan yasaların uygulanması yolunda sık sık eylemlere
başvurduğunu görüyoruz. Ve bu dönemde grev hakkı oldukça
yaygın bir biçimde kullanılmıştır.
Sınıfın siyasal tavır alışkanlığı kazanmasına genellikle
ilk çıkış noktalarını oluşturan hakların zaten mevcut
olması, yaşam koşullarına ilişkin düşünce ve tavrının
uzun zaman apolitik bir zeminde seyretmesinde oldukça
önemli rol oynamıştır. Sözgelimi oy hakkı, seçme seçilme
hakkı için uzun ve zorlu mücadeleler vererek politikleşen
ülkelerin proletaryası, sınıf tavrına bu etkinliklerinin
kazandırdığı mücadele olgularıyla yönelir. Oysa ülkemizde
kendi başına bir anlam ifade etmeyecek bu haklar egemenlik
tarafından bahşedilerek bir tavır kanalı daha tıkanmıştır.
1960-80 dönemleri arasında sendikalar ve işçi sınıfı
yeni koşullardan kaynaklanan yeni siyasal haklar ve
özgürlükler için mücadeleye girmemiştir. Özetle sınıfın
siyasal haklar mücadelesinde önemli bir tavrı olmamıştır.
Anayasada yer alan, işçi sınıfının ve onun ideolojisinin
kısıtlanmasını öngören 141-142. maddelere karşı aktivasyonu
olmadığı gibi, sınıfın devrimci mücadelecilerinin genel
olarak karşısına çıkardığı madde olan 146. madde tartışma
gündemine bile girmemiştir. Çünkü hala işçi sınıfı ideolojisiyle
işçi sınıfı haklarının ayrı düzlemlerde cereyan ettirilmesine
yönelik senaryoyu parçalayabilme başarısını gösterememiş
durumdayız.
Burjuvazi, devrimci düşüncelerin etkisinin kırılması,
legal ve illegal mücadele içinde örgütlenen sol düşüncelerin
sınıftan soyut kalması için koyduğu bu kısıtlayıcı,
yasaklayıcı maddelere gerek duymuş; ancak işçi sınıfına
bu anti-demokratik, anti-komünist maddelerin anayasadan
kaldırılması yönünde tavır geliştirememiştir. Sadece
legal örgütlenmeyi amaçlayan, düzen koşullarını fazla
zorlamak endişesi içindeki revizyonizmin girişimlerinde
ise 141-142'ye karşı tavır salt bir protesto çerçevesinde
kalmıştır. Ancak sonuç alıcı hiçbir girişim uzun soluklu
eylem gündeme getirilememiştir.
1970-80 döneminde, kapitalizmin önünde çeşitli engeller
olmasına rağmen (bir önceki süreçten sarkan eski üretim
ilişkileri-sanayileşme boyutunun geliştiği, burjuva
üretim ilişkilerinin yaygınlık kazandığı gerçeğinden
hareketle, kapitalizmin - ne tarzda olursa olsun- geliştiği
her toplumda olduğu gibi ülkemizde de, toplumsal süreç
içinde belirleyici olan sanayi kapitalizmi olmuştur.
diğer bir deyişle, işbirlikçi tekelci burjuvazinin ekonomik,
politik, sosyal ağırlığı artmıştır. Toplumların tarihinin
sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gerçeği paralelinde,
ülkemizde de kapitalizmin iki temel gücü, işçi sınıfı
ve burjuvazi, birbirleriyle yalın olmayan ama son tahlilde
ve kaba bir indirgeme ile çelişkinin iki ucunda bulunma
konumlarıyla mücadeleye girmişlerdir.
İşçi sınıfının nicel ve nitel gelişiminde önemli süreçler
yaşandığını aynı dönemde gözlemlemekteyiz. Fakat her
iki durumdaki gelişme de ne mekanik yorumlanmalı, ne
de özgün durumlar gözden kaçırılarak yeni stratejik
ufuklar keşfedilmemelidir. Bunu gerektirecek ölçüde
bir farklılaşma görmüyoruz, ülkemizde bu farklılaşmanın
koşulları yoktur.
İşçi sınıfının nicelik durumu, öncelikle onun büyük
üretim birimlerinde bir araya toplanmasından, sayısal
durumunun yoğunlaşmasından kaynaklanmaktadır. Nitelik
sorunu da; işçi sınıfının üretim içerisinde oynadığı
rolde somutlaşarak, bu rolün mücadele seyrindeki işlevleriyle
ifadesini bulur.
Rolünün örgütlü bir güç olarak devrim mücadelesine aktığı/yönlendiği,
ideolojisi ile buluştuğu oranda da belirleyici misyonuna
ulaşır. İşçi sınıfının tarihsel ve toplumsal rolü buradan
kaynaklanır ve kapitalist toplumun yaratmış olduğu devrimci
sınıf olma özelliğini alır. Burjuvazi tüm toplumu yoksullaştırıp
mülksüzleştirerek, bir anlamda proleterleştirir ya da
o sürece hızla sokarken, kendi toplumsal sisteminin
mezar kazıcısı işçi sınıfını, kendisinin gelişim zemininde
yaratır.
İşte Türkiye İşçi Sınıfı da bu evrensel çelişkiler temelinde
doğmuş, genel bağlamda bu çelişkiler üzerinde yükselerek
bir sınıf olma özelliğine erişmiştir. Her toplumda olduğu
gibi, çağımızın özelliklerinden dolayı, bizim ülkemizde
de bize özgün bir kapitalizmin yapılanma boyutlarına
uygun bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Ve bilinmektedir
ki, işçi sınıfının niceliksel artışı olmadan, niteliksel
bir karakter kazanabilmesi olası değildir. Çünkü onun
gücünün temeli, üretim ilişkilerindeki konumlanışı,
onu diğer emekçi sınıf ve katmanlardan ayıran, bu ilişkiler
içinde kazandığı fonksiyonlar ve o ilişkilerin özelliklerine
göre oluşan tarihsel misyondur.
Ülkemizde 1970'li yıllar içinde kapitalizmin "gelişmişlik"
boyutu, yeni sömürge ülkeler kategorisindeki ortalamanın
biraz üstünde bir düzeydedir. Bu düzeye uygun olarak,
sınıfın nicel olarak ta arttığını görüyoruz. Konuya
ilişkin istatistik veriler;
Yıllar |
İş gücü (milyon) |
1965 |
13.5 |
1970 |
14.9 |
1977 |
16.1 |
rakamlarını sunmaktadır. (24)
1960'dan sonra çalışan nüfus içerisinde ücretlilerin
oranı 1960'da %18.8, 1965'te %22.4, 1970'de %27.6, 1975'te
%31 ve 1980'de %33.4'tür.
Kapitalist ilişkilerin tarım alanlarında da etkili olup
yaygınlaşmasıyla, tarımda çalışanların oranı sürekli
azalmakta, sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışanların
oranı ise sürekli yükselmektedir. 1960'a kadar tarımda
çalışanların oranı artmışsa da, genel içerisinde, ücretliler
ve işverenler açısından gerilemeye başlamıştır. 1965'te
9.75 milyon iken, 1970'de 9.28 milyon olmuştur.
Sanayi ve hizmet sektöründeki gelişme ise, daha çok
hizmet sektöründe dikkat çekicidir.
İşgücünün (Sivil İstihdam) Sektörler Arası Dağılımı:
|
|
1000 Kişi |
|
Yüzde |
Dağılımı |
|
Sektörler |
1962 |
1967 |
1972 |
1962 |
1967 |
1972 |
Tarım |
9.220 |
9.070 |
8.770 |
77.1 |
71.3 |
65.0 |
Sanayi |
995 |
1.175 |
1.520 |
8.3 |
9.2 |
11.3 |
Hizmetler |
1.660 |
2.150 |
3.070 |
13.9 |
16.8 |
22.7 |
Bilinmeyen |
80 |
340 |
130 |
0.7 |
2.7 |
1.0 |
Toplam |
11.955 |
12.735 |
13.480 |
100.0 |
100.0 |
100.0 |
(25)
1977'ye gelindiğinde yüzde olarak bu oran
Tarım |
% 61.3 |
Sanayi |
% 16.2 |
Hizmetler |
% 22.0 |
1970'lerin başında sanayinin belirli coğrafi bölgelerde
yoğunlaşması ve bu yoğunlaşmanın artması paralelinde,
aynı birimlerde yoğunlaşma durumu da gerçekleşmiştir.
"… 1973 yılında imalat kesiminde 10 veya daha
fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin %75'i (%44'ü
İstanbul, %9.7'si İzmir, %7.4'ü Ankara…) 8 büyük ilde
toplanırken, geri kalan 59 ilde yatırımların %25'i bulunmaktadır.
Ancak yabancı sermayeli şirketlerde, gelişmiş bölgelerdeki
yığılma daha belirgindir. Örneğin 1973 yılında imalat
sanayinde, faaliyet gösteren şirketlerin %75'i İstanbul'da
geri kalan %25'i diğer gelişmiş bölgeler sayılan Ankara
İzmir, ve Bursa yörelerinde toplanmıştır."
(26)
Konumuz gereği burada, tüm ülkede çalışan nüfus açısından
değil, sanayi sektörlerinde, hizmet vb. sektörlerde
çalışan işgücü ve işçi sayısını ele alacağız.
Sektörel İstihdam
(Bin Kişi)
|
1978 |
1979 |
1980 |
1981 |
1982 |
Tarım (gizli işsizler de dahil) |
9537.2 |
9528.6 |
9520.0 |
9511.5 |
9431.4 |
Sanayi |
1826.2 |
1793.9 |
1770.3 |
1821.9 |
1855.3 |
inşaat |
526.1 |
577.6 |
580.6 |
582.1 |
584.4 |
Ulaştırma |
500.0 |
492.2 |
480.4 |
491.1 |
498.3 |
Ticaret |
645.8 |
637.7 |
628.2 |
656.0 |
675.3 |
Diğer Hizmetler |
1905.0 |
1935.6 |
1978.5 |
2032.3 |
2099.7 |
Bilinmeyen |
273.0 |
273.0 |
273.0 |
273.0 |
273.0 |
Bu tabloda, Türkiye'de işkollarının artmasının yanı
sıra, işçi kitlelerinin sayısal yoğunlaşması ve özellikle
tarım alanındaki yığılma somut olarak görülmektedir.
Sanayileşme süreci işçi sınıfının yapısını ve dinamiğini
belirleyen, toplumsal rolünü açığa vurmasını sağlayan
etkenlerin sürecidir. İşçi sınıfının toplumsal üretimdeki
payının artması, onun üretimdeki rolünü açığa kavuşturur.
İşkolları düzeyinde sınıfın nicelik artışını yıllara
göre şöyle sıralayabiliriz.
- Madencilik sektöründe: 1970'te 108.000 olan sayı,
1980'de 129.000'e ulaşmıştır. Bunların yaklaşık %80'i
kamu, geri kalanı özel sektörün madencilik işletmelerinde
çalışmaktadır.
- İmalat sanayinde sayı 1970'te 831.000 iken, 1975'te
1.066.000'e, 1980'de 1.500.000'e çıkmıştır.
- On ve üstünde işçi çalıştıran işyerlerinin sayısal
olarak fazla olması, aynı zamanda bir yoğunluğu da ifade
etmektedir. DİE verilerine göre, bu durum 1970'de 510.00,
1979'da 786.000, 1982'de 837.000 olarak geçmektedir.
- 25 ve üzerinde işçi çalıştıran işyerlerinde de (1983'teki
verilere göre) 800.000 işçi çalışmaktadır.
- TEK, DSİ, Elektirik İşleri Etüd İdaresi, Çukurova
Elektirik TAŞ ve İller Bankası gibi elektirik, gaz,
su sektöründe ise, 1970'te 15.000, 1979'da 19.000, 1980'de
33.000 işçi çalışmaktadır.
- İnşaat ve Bayındırlık alanlarındaki sayı 1978'de 414.000,
1975'de 463.000 iken, 1980'de 709.000 yükselmiştir.
- Devlet Demir Yolları ve bankalarda çalışan işçi ve
hizmetliler, 1980'de 3 milyonun üzerindedir.
Bu arada şunu da belirtmek gerekiyor ki, DİE araştırmaları
sonucunda ortaya çıkan istatistik verilerle, Türkiye
toplumu üzerinde sistemli araştırmalar yapan ekonomistlerin
istatistiksel verileri birbirini tutmamaktadır. Verdiğimiz
rakamlar bu durum gözetilerek, değerlendirilmelidir.
1980 Nüfus Sayımına Göre Ücretli Sayısı
(12 ve daha yukarı yaşta olan çalışanlar)
Ziraat, Avcılık, Ormancılık, Balıkçılık……………………...588.646
Madencilik…………………………………………………...128.582
Gıda, Tütün, İçki Sanayi……………………………………297.778
Dokuma, Giyim, Deri Sanayi……………………………...387.827
Orman Ürünleri ve Mobilya………………………………..131.676
Kağıt Ürünleri ve Basın Sanayi…………………………...45.497
Kimya, Petrol, Plastik Sanayi……………………………...99.838
Taş Ve Toprağa Dayalı Sanayi…………………………....95.813
Metal Sanayi………………………………………………....99.880
Metal Eşya, Makine İmalat Sanayi………………………...291.656
Diğer İmalat Sanayi………………………………………....62.604
Elektirik, Gaz, Su………………………………………….....33.105
İnşaat Ve Bayındırlık İşleri……………………………….....708.730
Ticaret, Lokanta, Oteller………………………………….....343.911
Ulaştırma, Haberleşme, Depolama……………………....275.594
Mali Kurumlar, Sigortacılık……………………………….....248.833
Toplum Hizmetleri, Sosyal Ve Kişisel Hizmetler………...2.249.476
İyi Tanımlanmamış Faaliyetler……………………………..85.256
GENEL TOPLAM……………………………………………..6.162.002
Her şeyden önce 1970-80 dönemi bir bütün olarak ele
alındığında, işçi sınıfının sayısal anlamda kitleselleşmesinin
yanında, mücadeleciliğinin de arttığını, kitlesellik
kazandığını, dolayısıyla işbirlikçi tekelci burjuvazinin
ve iktidar blokunun bütününün önünde giderek büyüyen,
etki alanının sınırları genişleyen bir gücün geliştiğini
görmek güç değildir. Sayısı ve militanlık düzeyi yükselen
grevler, toplu sözleşmeler, protesto ve mitingler, sürekli
yeni taleplerin gündeme gelişi, uzlaşmacı sendikalardan
yavaş yavaş kopuşu da sağlamıştır.
Türk-İş'in uzlaşmacı ve burjuvazinin denetimindeki bağımlı
sendikacılığından farklı bir çizgide örgütlenme ve mücadeleye
atılan DİSK'in bütün reformist ve revizyonist görüş
ve tavırlarına rağmen demokratik sınıf sendikacılığı
mücadelesinde olumlu işlevleri de olmuştur. Sınıfın
bir kesimini kendi mücadele perspektifi içinde eğitmiştir.
İşbirlikçi tekelci burjuvaziye karşı; ücretler, sınıfın
hakları konusunda alışılmadık bir mücadele içine girmiş,
DİSK çerçevesi içinde bazı haklar elde edilmiştir. Bu
dönemde işçi ücretleri cumhuriyet döneminin en yüksek
artışını sağlamıştır. İşçi sınıfı, özellikle büyük ölçekli
üretim birimlerinde eskiye oranla daha ileri haklar
elde etmiş ve fabrikalarda nispeten ileri örgütlenme
olanaklarına kavuşmuştur.
Ancak tüm bunlar olurken, kendi sınıfının ideolojisi
ile donatılıp, bağımsız siyasal örgütüne kavuşamamış,
bu koşulları bulamamıştır. Bu nedenle işçi sınıfı, emperyalizmin
ve oligarşinin, sendikacı uşaklarının ve revizyonizmin
insafındaki sürecini devam ettirmek durumunda kalmış,
mevcut devrimci pratiğin ona ulaşmaktaki zaaf ve yetersizlikleri
dolayısıyla, hızla yükselttiği ve genişlettiği mücadelsesini
çok daha büyük bir hızla -12 Eylül'de olduğu gibi- faşizme
teslim etmiştir.
1970'li yılların başından itibaren, yaşanan genel bunalım
seyri içinde, artan ücretler ve işçi hakları sermaye
çevreleri için giderek gözde daha fazla büyüyen bir
"yük olmuş"tur. Bu durumu dilinden düşürmediği
ve her geçen gün daha çok yinelediği bir demogoji konusu
haline getiren oligarşi zorla gaspettiği hakların ötesinde,
işçi sınıfının ve tüm emekçilerin elinde bulunan her
şeyin ülkenin çıkarları için gönüllü teslimi de istemeye
başlamıştır.
Bu dönem, işçi sınıfının ücretlerini ve haklarını alma
yönündeki hareketliliği, Oligarşiyi iki temel noktada
rahatsız etmeye başlamıştır. Bir yandan, artan işçi
ücretleri, aşırı tekel karlarını sınırlandırırken, işbirlikçi
tekelci burjuvazinin uluslar arası alanda rekabet gücünü
etkiliyebiliyordu. Öte yandan, işçi sınıfının militan
eylemlerinin giderek siyasal boyutlar kazanması, sol
hareketlerle organik ilişkiler içine girmesi ile, siyasal
ve ekonomik istikrarı bozucu özellikler göstermeye başlamıştı.
Hareketlilikler, emperyalistlerin yatırımlarının durmasını,
var olan yatırımlarının tekel karlarının düşmesini,
ya da istenilen boyutlara ulaşamamasını doğuran önemli
etkenlerden biri olma özelliğini kazanmıştı.
Oligarşi, istikrarlı bir ortam sağlayabilmek için, her
şeyden önce, her istenileni yapan, kendisine verilenle
yetinen bir işçi sınıfına gereksinim duymaktadır. Oysa
Türkiye'nin ekonomik, toplumsal ve siyasal konumu, her
geçen gün biraz daha fazla istikrarsızlık göstermeye,
var olan krizi daha da derinleşmesine doğru gidiyordu.
Oligarşinin siyasal temsilcisi, gizli faşizmin (ve gerektiğinde
açık faşizmin) uygulayıcısı olan burjuva partiler ve
hükümetler peşpeşe iktidardan düşmekte, yerlerine getirilenler
istikrarsızlığa yeni boyutlar kazandırmaktan öte bir
şey yapamamaktaydılar. 1970'deki bunalımını hafif atlatan
oligarşi, özellikle 1977'den sonra daha derin bir bunalım
içine girmiş ve toplumsal muhalefet güçleriyle birlikte
işçi sınıfının muhalefeti ve eylemleri ciddi sorunlar
yaratmıştır.
Açık faşizm koşullarının var olmasına karşın, oligarşik
yönetimin devlet örgütü parçalanmaya, parsellenmeye
yüz tutmuş, baskıcı militarist kurumların içindeki birlik
bozulmuş, hemen hemen her kurum, toplumsal muhalefetten
ve demokratik, devrimci kamuoyu ve eylemlerden etkilenmeye
başlamıştır.
Parlamenter faşizm ve sivil faşist terör eylemleriyle
durumu bir noktaya kadar idare etmeye çalışan oligarşi,
bu süreçte işçi sınıfının haklı istem ve eylemleri karşısında
ödünler vermekten de kaçınmamıştır.
Şurası da açık bir gerçektir ki, işçi sınıfı ileri bir
bilince erişemediğinden, 1961 Anayasası'nın getirmiş
olduğu hakları savunmanın ötesine geçememiştir. Tarihin
bir cilvesi denilebilecek olay ise, 1961 Anayasası'nı
yürürlüğe koyan Oligarşi'nin süreç içinde kendi siyasal
programına kısa bir süre sonra sırt çevirmek zorunda
kalışıdır.
İşçi sınıfı üzerinde uzun yıllar etkinliğini sürdürmüş
olan revizyonist-reformist akımlar, sınıfın ve diğer
toplumsal muhalefet güçlerinin ekonomik-demokratik ve
kendiliğindenci mücadelenin sınırları içinde hapsedilmelerini
sağlamıştır.
Bu anlayışlar doğrultusunda işçi ve emekçi kitlelerin
siyasal iktidara alternatif bir örgütlenme içinde savaşa
hazırlanabilmesinin olanaksız olduğu, bu dönem tüm yakıcılığıyla
kendini göstermiştir. Bu yanlış anlayışlar, 1975-80
döneminde, oligarşi ile kitleler arasında oluşturulan
suni dengenin kitleler lehine bozulduğunu hissetmemiş,
silahlı mücadele örgütlerinin karşısında devletin acizliğini
görmezlikten gelmiştir. Böylesine tarihsel bir dönemde
işçi sınıfının eylem çizgisini programlı bir biçimde
yükseltmeyi öngörmeyen revizyonist-reformist çizgi sahipleri,
yükselen silahlı mücadele muhalefetinden işçileri "kurtarmak"
için, burjuvaziyle dirsek temasına girmişlerdir.
Sınıfın mücadelesi 1977'lerde, emperyalizmin ve oligarşinin
büyüyen paniğiyle geri çekilmeye, durdurulmaya çalışıldı.
Bunun en çarpıcı örneği 15-16 Haziran büyük işçi eyleminde
yaşandı. İşçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi,yine
esas olarak spontane bir biçimde politik bir boyut kazanmış,
devletin ordu ve polisiyle kıyasıya bir çatışmaya girdiği
anda ise, oligarşik iktidarın istemleri yönünde, revizyonizmin
sendikal temsilcisi olan ( DİSK Yönetim Kurulu Üyesi
ve MADEN-İŞ Sendikası Başkanı) Kemal Türkler, radyodan
işçilere, eylemi bırakmaları yönünde çağrı yapmış, kendilerini
kışkırtanların karanlık güçler olduğunu söylemiştir.
Sonuç olarak, işçi sınıfının bu şanlı eylemini, yüz
kızartıcı bir biçime sokmaya, işçilerin suçlu olduklarını
anlatmaya başlamışlar, yüzlerce işçi işinden atılmış,
yüze yakını tutuklanmış ve olaylardan yargılanmıştır.
Diğer yandan işçi sınıfının güncel sorunları çerçevesindeki
mücadelesini örgütlemeksizin sınıfın politik mücadeleye
atılmasını beklemek, kendiliğindenciliğin bir başka
biçimidir. Siyasal iktidar mücadelesinde işçi sınıfının
kazanımlarının korunması, yeni kazanımlar uğruna mücadele
edilmesi ve bunların kalıcılığının sağlanması yollarının
aranması zorunluluktur.
Hareketimiz, Marksist-Leninist ideoloji ve stratejisi
doğrultusunda 1975-80 sürecinde THKP-C çizgisini bir
kez daha yükselterek Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi'ni
hayata geçirirken, işçi sınıfıyla organik bağlar kurmak
ve onu kitleselleşmek doğrultusunda gerekeni yapamamış,
kuruluş yıllarında bu konuda ortaya koyduğu merkezi
işlevleri zaman içinde zaafa uğramış, ancak bölgesel
düzeylerde sınıfımızın mücadelesi içinde olunabilmiştir.
Örgütsel planda proletaryayla kurulması gereken ülke
çapındaki organik bağların ve ekonomik-demokratik mücadele
perspektiflerimiz çerçevesinde gerçekleştirilecek merkezi
denetimli çalışmaların zaafının yanı sıra, silahlı propaganda
eylemlerimizin içeriğinin de sınıfın güncel istemleriyle
zenginleştirilememesi önemli eksikliklerimizden biri
olmuştur. Çünkü silahlı propaganda, tüm diğer işlevlerinin
yanı sıra hak ister, sorgular, sınıfın somut yaşam taleplerini
dile getirir.
Yeniden, revizyonizmin sergilediği tabloya dönersek;
bunalımın arttığı, siyasal iktidarın yıprandığı dönemlerde
işçi sınıfının eylemlerini sınırlaması, "faşizm
gelir, zaten tırmanıyor" mantığıyla davranarak
neredeyse, işçi sınıfının eylemliliği nedeniyle ortaya
çıkan durumdan sorumlu olarak işçi sınıfını göstermiş,
onun kendi sınırlarını zorlayan gelişimi karşısında
paniğe kapılmıştır. Burjuvazinin demogojik açıklamalarını
destekler içerikte davranışlar sergileyerek, işçi sınıfı
adına işçi sınıfını açmazlara, onun mücadelesini güven
bunalımına sürüklemişlerdir.
Burjuvazinin bunalımının artması ve sınıfın mücadelesinin
yükselmesiyle niteliğini daha fazla vurgulayan antagonizma,
böyle bir süreçte de her türlü uzlaşmanın sınıf adına
yadsınmasını zorunlu kılar. Keskinleşen çelişkiler,
siyasal öncünün eylem ve örgütlenme platformundaki tutarlılığı
ile devrim sürecine sunulan yeni olgulara dönüşür. Oligarşiye
bu mücadele ekseninde vurulan her darbe nihai darbenin
adımları olur. "Bizim revizyonistlerimiz ise
yüzlerini uzlaşmanın kıblesine çevirerek (tabii ki sırtlarını
işçi sınıfına) devrim hayalleri kurmaya çalışırlar.
Kendi ülkesinin koşullarına gözlerini kapayarak, ütopyalarındaki
işçi sınıfını ve devrimi yaşatırlar.
1970-80 Döneminde İşçi Sendikalarının Üye Durumları
1961 anayasası çerçevesinde yapılan hukuksal düzenlemelerle
grev ve sendika haklarına sahip sendikal örgüt kurma
ve böylece sendikalara üye olma "hakkı" işçilere
tanınmıştır. Dolayısıyla kamu kesiminde memur statüsünde
çalışanlar, sosyo-ekonomik açıdan işçi niteliğini taşısalar
bile, yasal açıdan işçi sayılmadıkları için bu hakkın
kapsamı dışında kalmaktadır. Bu sorun 12 Mart Askeri
Faşizmi döneminde, memurların sendika kurma haklarının
tümüyle yasaklanmasına yönelik anayasa değişikliği sonucunda
ayrı bir önem kazanmıştır.
Türkiye'de toplam sendikalı işçi sayısı konusunda bilgi
sahibi olabilmek oldukça güçtür. Bir yandan işçi sendikaları
genellikle üye işçi sayılarının abartmalı bir biçimde
ilan ederken, diğer yandan bir işçinin birden fazla
sendikaya üye olmasının yasal açıdan mümkün olması,
sendikalı işçi sayısının doğru dökümüne engel oluşturmaktadır.
Çalışma Bakanlığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu'nun istatistikleri
de doğruyu vermemektedir.
Çalışma Bakanlığı'nın kayıtlarına göre, bu yıllarda
toplam sendikalı işçi sayısı 3,5 milyon dolayındadır.
Toplam sigortalı işçi sayısının 2,5 milyon olduğu düşünülecek
olursa, sendikalı işçi sayısının bu oranla sınırlı bir
düzeyde ve toplam olarak en fazla 2 milyon kadar olduğu
düşünülebilir. Son yıllarda toplam çalışan nüfus yaklaşık
18 milyon ve ücretli sayısı 5 milyonun üzerinde olduğuna
göre, abartılı olduğunu düşündüğümüz verilerle saptanan
toplam sendikalı işçi sayısından hareket edilse bile
yüksek bir sendikalaşma oranının bulunduğu söylenemez.
Çalışma Bakanlığı'nın kayıtlarına göre, sendikalı işçilerin
yarısına yakını mevcut konfederasyonlardan birine üyedir.
Bu yıllarda 4-6 arasında konfederasyon bulunmaktaydı.
2 büyük konfederasyonun üye sayısıyla ilgili olarak
çelişkili açıklamalar yapılmakla birlikte:
- TÜRK-İŞ'in üye sayısının, 400 bin-1 milyon arasında
olduğu,
- DİSK'in üye sayısının, 400 bin-800 bin arasında olduğu
belirtiliyor. (bazı kaynaklara göre daha fazla, bazı
kaynaklara göre daha az.)
- HAK-İŞ ve MİSK ise, üye sayıları MC iktidarları döneminde
artış gösteren, zaman zaman düşen, ciddi bir işçi kitlesini
çatısı altında bulunduramayan sendikalardır. Türkiye
çapında işlevi olan işkolu sendikalarının sayısı 300'ün
üstündedir. Sendikalı işçilerin büyük çoğunluğu bu sendikaların
bünyesinde toplanmıştır. Yine bu yıllarda yaygın olan
küçük işletmelerin, atölye düzeyinde üretimde bulunan
işyerlerinin kesin sayısı ve çalıştırılan işçi sayısı
da tam olarak belli değildir. Ayrıca küçük işyerlerinde
çalışan işçilerin hemen hemen tümü sendikasızdır. Bunların
işçi sınıfının büyük bir kesimini oluşturduğunu bilmekteyiz.
Bunlar, Türkiye işçi sınıfının sayısal rakamlarını tam
olarak çıkarabilmenin güçlüğünü göstermektedir. Aynı
biçimde tarım işletmelerinde çalışan işçi sayısı da
net olarak belirtilmemiştir. Ancak tarım sendikacılığının
hemen hemen hiç bulunmadığı göz önüne alınırsa durum
kavranabilir. Devlet Üretme Çiftlikleri'nde, Orman Müdürlüklerinde,
DSİ-YSE, vb. işletmelerinde sürekli ya da sezon işçiliği
yapan emekçilerin kesin sayısı belli değildir. Yine
tarım alanlarında yarı-proleter niteliğiyle yer alan
insanların sayısı da belirgin değildir.
DİPNOT VE KAYNAKLAR:
(1) ABD'nin tavır almasının bir diğer
nedeni ise, Vietnam işgal hareketinde binlerce genç
ABD askeri personelinin yitirilmesinin ABD kamuoyunda
savaş aleyhtarlığının gelişmesine neden olmasıdır.(geri
dön İ)
(2) 1974 Türkiye İktisadi Durumu, Özel
Sorunları, Ekonomik ve Sosyal Etütler Konferans Heyeti
Raporları, s. 2, Erdoğan Aklin (geri
dön İ)
(3) K. Marks 1867, s 645(geri
dön İ)
(4) "Türkiye Üretimden Vaz mı Geçiyor?"
Doç. Ergün Türkcan/Sosyalist İktidar'dan(geri
dön İ)
(5) Kapital C. 1, s. 643(geri
dön İ)
(6) Milliyet Gazetesi, 19 Mart 1980 (geri
dön İ)
(7) Amerikan Harp Doktrinleri Tarihi,
M.Fahri, s. 297-298(geri
dön İ)
(8) CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, M.
Emin Değer, s. 143,1977(geri
dön İ)
(9) Aynı yapıt, s. 144(geri
dön İ)
(10) Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Dimitrov,
s. 132 Birinci Kitap(geri
dön İ)
(11) Amerikan Harp Doktrinleri Tarihi,
M. Fahri, s. 309(geri
dön İ)
(12) CIA, Kontrgerilla ve Türkiye, M.
Emin Değer s. 116(geri
dön İ)
ANA SAYFAYA DÖNMEK
İÇİN TIKLAYINIZ
|