V. BÖLÜM
1960-70 DÖNEMİ VE 12 MART AÇIK FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜ
|
IV- 60-70 DÖNEMİ VE 12 MART AÇIK FAŞİST
DİKTATÖRLÜĞÜ
Kapitalizmin, ülke koşullarının iç dinamiği temelinde
karakterinin normal öğelerine kavuşmaması nedeniyle,
emperyalizmin çeşitli biçimlerdeki müdahaleleriyle çarpık
bir gelişim süreci izlediği bizim gibi yeni sömürge
ülkelerde, tekelci burjuvazi kapitalizmin doğal gelişim
yasalarına uygun olarak gelişip, ekonomik ve siyasal
yapıdaki egemenliğini sağlayamadığından, diğer sömürücü
kesimlerle zorunlu bir denge, bir "ittifak"
içine girer. Bu ittifakı oligarşi olarak tanımlıyoruz.
Ancak, bu ittifak içinde yer alan sınıfsal kesimlerin
gelişimi bir paralellik taşımadığından, daha yoğun gelişim
olguları taşıyan güçle (bu güç emperyalizm ile olan
ilikilerin sağladığı ilerleme olanakları ve tarihsel
faktörler nedeniyle işbirlikçi sanayi burjuvazisidir)
diğer sömürücü kesimler arasında kurulan "denge"
sürekli olarak zorlanır.
Emperyalizme bağımlı bir ülke ekonomisinin, bu bağımlılık
ilişkilerinden kaynaklanan güdüklüğüne bir de emperyalizmin
kendi içinde yaşadığı bunalımını bağımlılık ilişkileri
içindeki yeni sömürgelere aktarması eklenince, yaşanan
ekonomik alt-üst oluş, egemen sınıflar ittifakı (oligarşi)
içinde sömürüden pay alma mücadelesini hızlandırır,
keskinleştirir. Ekonomik yapıda yaşanan bu çelişkiler
siyasal üst yapıda da çatışmalara yol açar.
Bir yandan oligarşi içinde yaşanan bu çelişkiler, diğer
yandan da yeni sömürge kapitalizminin güdük ve cılız
yapısını ayakta tutan gerçek gücün emeğin yoğun sömürüsü
olması, devrimci dalganın kabarma dönemlerinde, sömürücü
sınıfların "tatlı karlarını" tehdit eder.
Gelişme aşamasında olan bir kapitalist sınıfın evrensel
özelliği, böylesi tehditlere karşı son derece tahammülsüz
olmasıdır. Sömürülen, ezilen halk kitlelerinin en doğal
ve sıradan yaşamsal gereksinimleri için yürüttükleri
mücadeleyi daha işin başındayken ezmek ister. Bu durumda,
ekonomik, toplumsal ve siyasal planda yeni bir düzenleme
kaçınılmaz hale gelir. Söz konusu "kaçınılmazlık",
"12 Martlar" demektir.
Yeni sömürgelerde, yeni sömürgeleşme süreçlerinden itibaren
yaratılan, üst yapıda ve kuramda ilkel, çarpık bir demogoji
şemsiyesi altında gerçekleştirilen faşist kurumlaşma;
dönem dönem muhalefetin (başta devrimci alternatifin)
yükselmesine, sivil oligarşilerin çeşitli açılardan
yıpranmasına bağlı olarak gündeme açık faşist biçimiyle
getirilir. Bunun dışında, devrimci dalganın görece
devamlılığı ve sivil oligarşinin her geçen gün büyüyen
yeni açmazlarla iradesizleşmesi, giderek sivil egemenlik
güçlerinin militarizmle özdeşleşmesini, bizzat militarize
olmalarını doğurur ki artık açık faşizmin gündemden
kaldırılması/kaldırılabilmesi olanaksızlaşmış, sadece
onun biraz yumuşatılması, göreceli olarak geri çekilme
olanağı kalmıştır. Bu durumu ilerde işleyeceğiz.
12 Mart henüz bu noktaya gelinmeyen bir süreçtir.
60'lı yıllar Türkiye'de kapitalizmin hızlı gelişimine
ve buna koşut olarak, tüm toplumun sancılı bir kabuk
değişimine tanıklık eder.
50'li yıllarda emperyalizmin çıkarları adına Türkiye
egemen sınıflarına empoze edilen "kalkınma"
planları, daha çok tarıma yönelikti. Bu dönemde, savaştan
çıkmış ve ekonomisi ağır yaralar almış Avrupa'nın "tahıl
ambarı" olma görevi verilen Türkiye'ye yönelik
Marshall yardımlarında da bu ağır yük vurgulanmaktadır.
Traktör ithalatı, yol yapımı, sulama projeleri gibi
alt yapıyla ilgili yatırımlar, Marshall yardımı kapsamında
Türkiye için öngörülen "Kalkınma Programı"
içinde gerçekleşiyordu.
Fakat 50'lerin sonuna doğru ABD politikalarının, bağımlı
ülkelerde tüketim malları sanayini teşvik etmek yolunda
gelişmesi ve iç pazara yönelik üretimi tercih eden,
bu nedenle ithalatın kısıtlanıp kredilerin korunmasını
isteyen sanayi burjuvazisinin isteklerini karşılayamayan
Menderes hükümetinin devrilmesinin ardından, 60'lı yıllardan
itibaren, Türkiye'de işbirlikçi sanayi burjuvazisinin
gelişimi, emperyalizmin desteğinde giderek yükselen
bir ivme kazandı.
Bu noktada şunu anlamak gerekiyor, emperyalizmin, komprador
burjuvazi aracılığıyla kendi ürettiği malların satılması
yoluyla kar etmek dururken, daha önce ithali yapılan
sanayi mallarının, bağımlılık ilişkileri içindeki bir
ülkede üretilmesini teşvik etmesinin nedenleri nelerdir
ve aynı düzlemde emperyalizmin yaşadığı çelişkilerin
niteliği nedir?
Emperyalizmin sömürüsünü gerçekleştirebilmesi için pazara
gereksinimi vardır. Öyle bir Pazar düşünelim ki; kapitalizm
öncesi üretim ilişkilerinin sürdüğü bir toplumda, kapitalist
toplumun karlı tüketim malları Pazar bulsun. Örneğin
feodal aşiret ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumun
herhangi bir biriminde-belki elektriğin bile olmadığı
bir birimde- bir TV alıcısı, bir buzdolabı Pazar bulsun.
Bu elbetteki olası değildir.
Emperyalizm doğasının taşıdığı bu çelişkiler nedeniyle,
girdiği ülkenin alt yapısını bağımlılık ilişkilerine
ve kendi üretim ilişkilerine uygun bir biçimde geliştirmek,
yeni tüketim kalıpları oluşturmak zorundadır. Emperyalizmin
"yardım" adı altında sürdürdüğü ilişkilerin
gerçek nedenlerini ihtiyaçlarının karşılanma koşulları
yaratmaktadır.
Emperyalizmin izlediği bu sömürü yöntemi, toplumdaki
prekapitalist yapıların etkinliğinin görece kırılması
zorunluluğunu dayatır. Bu durumun yarattığı bir sonuç
olarak, ülke egemen sınıfları içindeki sanayi burjuvazisi,
emperyalizmin bu "birinci tercihi"ne uygun
koşullarda değiştirilir. Diğer bir deyişle, emperyalizmin
politikalarına uygun yeni sömürgeci üretim ilişkileri,
yeni sömürge kapitalizmi yerleştirilir..
Bu arada bir kez daha vurgulamak gerekir ki bu durumlarda
kavram ve tanım özensizliği içine düşerek süreçlerin
niteliğini içinden çıkılamaz karışıklıklarda boğma,
dolayısıyla koşulların değerlendirilmesinden yola çıkan
devrimci strateji ve taktiklerde yanılmak işten bile
değildir. Özellikle bu ülkenin devrimcileri, bizler
için..
Çünkü bu ülke, Osmanlı devletinin son zamanlarından
itibaren emperyalizmle ilişkiler ve emperyalizmin işlevleri
açısından da egemen sınıf ve kesimlerin durumu açısından
da değişik süreçleri birbirini ardı sıra hızla yaşamıştır.
Bazen bu süreçler, olağan ölçülerin dışında iç içe geçmiş,
klasik yöntem ve yapıların kıstaslarını alabildiğine
zorlamış, bazen belli bir modelin ilk kez uygulandığı
alanlardan biri olmuş, Osmanlı İmparatorluğu'nun niteliğinden
ötürü imparatorluktan sömürgeliğe doğru alınan yolda
alt üst yapıda gündeme gelen çelişkiler ülkeyi ve toplumu
sürekli sarsmıştır.
Somutun çok yönlü olguların çarpıştığı pratiğine rağmen
soyutlamalar, ülkenin aydınlanma düzeyinin gecikmişliği
ve geriliği içinde yüzeysel çıkarımlar olarak kalmıştır.
Yarı-sömürgeleşme, yeni-sömürgeleşme süreçleri dahi
genellikle bazı anlaşmalara dayanılarak, "ülke
bu tarihten itibaren yeni sömürge olmuştur." tarzında
indirgenmiştir. Oysa bütün bu süreçlerin üç temel zaman
kategorisine yayılmış evreleri olmak zorundadır.
Sözgelimi ülkenin yeni sömürgeleşmesi, daha önceki sürecin;
onun bir yeni sömürge olmasına yol açan maddi veriler
temelinde biçimlenerek oluşur. Bu verilerin olgunlaşması,
yukarıdan aşağıya doğru yerleşme seyri izleyen emperyalizmin
ülke devletiyle ve üst yapısıyla iç içe geçmesini, bir
önceki dönemde alt yapıda kendine dönemin özelliklerince
yer edinmiş emperyalizme ait olgularıyla buluşması izler.
Bu buluşma süreci, bir yandan yeni dönemin özellikleri
temelinde yeni karakterler kazanarak emperyalizmin bu
planda gelişmesini içerirken yine emperyalizm ülkenin
her alan ve kurumuna nüfuz etme sürecini yaşar. İşte
tüm bu zamanlama ülkenin yeni sömürgeleşmesi, yeni sömürge
kapitalizminin, yeni sömürge faşizminin yerleşmesi sürecidir.
Dolayısıyla kavramlar da bu genişlik içinde kullanılmalıdır.
Emperyalizmle bağımlılık ilişkilerindeki bir ülkede,
ulusal- bağımsız bir sanayileşme sağlanabileceği düşüncesi
önemli bir yanılgıdır. Sömürü biçimindeki değişiklik
özde değil, emperyalizmle tüketim malları kapsamındaki
bağımlılığın; tüketim mallarının iç üretiminde kullanılabilecek
teknoloji, üretim malları -ara mallar-hammadde vb.lerinin
bağımlılığına dönüşmesindendir. Pazarın gelişmesine
koşut olarak talep artışı ve bağımlılık ilişkileri;
ihtiyaçların yoğunlaşması, sanayinin özellikleri nedeniyle,
emperyalizmle bütünleşme boyutunda pekişir.
Şimdi incelediğimiz dönem, Türkiye'de dışa bağımlı çarpık
kapitalizmin gelişiminin, diğer bir deyişle emperyalizmin
yeni sömürgeci tüketim ilişkilerinin yerleşmesinin,
feodalizmin alt ve üst yapıdaki faktörlerini de içeren,
yeni sömürge kapitalizminin duraklarından biridir.
1954 yılında, Amerikan Dış Ekonomik Politika Komisyonu
Başkanı C. B. Randall'ın yönetiminde hazırlanan "Yabancı
Sermayeyi Teşvik Yasası"nı, ülkenin emperyalizme
peşkeş çekilmesinin yazılı bir ifadesi olarak kabul
edebiliriz. (Aynı yıl içinde hazırlanan Petrol Yasası
da Amerikan petrol şirketlerinin hukuk müşaviri Max
Ball'ın yönetiminde hazırlanmıştır.) Bunları izleyen
gelişmeler, ülkenin yeni sömürgeleşmesinde önemli adımlardır.
Yasa, uluslar arası emperyalist şirketlere yeni sermaye
kolaylıkları sağlıyor, onlara elde ettikleri karın tümünü
transfer garantisi veriyordu. Yeni hazırlanan bu yasa
ile daha önce 1951 yılında hazırlanmış olan 5821 sayılı
Yabancı Sermaye Kanunu'ndaki "yetersizlikler"
de düzeltiliyor, tarım ve ticaret alanları yabancı sermayeye
açılıyor, yatırılan sermaye ile karın transferini sınırlayan
hükümler kaldırılıyordu.
ABD emperyalizminin Türkiye'de uygulamaya soktuğu bu
yeni düzenlemeler salt Türkiye'ye özgü bir model değil,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist sistemin
dünya çapında uygulamaya başladığı ve daha önceki bölümde
de incelediğimiz yeni sömürgeci yöntemin bir parçasıydı.
Emperyalizmin yeni sömürü politikalarına uygun olarak
hazırlanan yasaların ardından, özellikle 60'lı yıllarda
Türkiye'ye yönelik sermaye ihracı oranı büyümüş, yeni
sömürge kimliğinin belirginleşmesi yolundaki adımlar
hızlandırılmıştır.
Bazı durumlarda emperyalist şirketlerin yaptıkları yatırımlarda,
yabancı sermaye oranı yerli sermayeden daha düşük olabilir.
Ancak bu durum üretimdeki bağımlılık-bağımsızlık ölçütünde
materyal olamaz. Çünkü kullanılan üretim teknolojisi,
ara mallar vb.lerindeki bağımlılık ve lisans hakları,
başlıbaşına bağımlılık aracı olmaktadır.
Bu dönemde Türkiye'ye yapılan sermaye ihracı, emperyalizmin
yeni sömürgeci yöntemleri ekseninde, en fazla imalat
kesimine akmıştır. Bu kesime yapılan yatırımlarla, ülkede
işbirlikçi sanayi burjuvazisi de önemli bir gelişim
göstermiştir.
Türkiye gibi, kapitalistleşme sürecinde geri, bu konuda
çoktan 'yarış dışı' kalmış ülkeler, sanayileşme sürecinde
birçok malın üretim teknolojisi dışarıdan, yani emperyalist
ülkelerden sağlamak zorundadır. Bunun dışında bir seçenek
daha vardır. Sosyalist ülkelerden almak.. Ancak ülkedeki
sömürü düzenine dayalı toplumsal yapıda, egemen sınıflar
seçimlerini kendi üretim ilişkileri yönünde burjuva
toplumlarından yana yaparlar. Zaman zaman sosyalist
ülkelerle bazı ekonomik ilişkiler içine girilse de,
bu durum etkin bir düzeye ulaşamaz. Emperyalist-kapitalist
sisitemin sözkonusu ülkelerdeki siyasal gücü buna izin
vermez.
Ülkedeki üretim düzeyi geliştikçe emperyalizmle olan
bağımlılık ilişkileri, üretimde kullanılacak malların
teknolojisindeki bağımlılık nedeniyle daha çok artar.
Buzdolabı, otomobil vs. gibi dayanıklı tüketim maddelerinin
üretiminde kullanılan ileri teknolojiyi gerektiren maddeler,
emperyalist şirketlerden sağlanır ve emek-yoğun sermaye
gerektiren parçalar ülke içinde üretilerek montaj yapılır.
Emperyalist ülkelerden alınan bu teknoloji genellikle
modası geçmiş, eski ve kullanılmayan teknikleri içerir.
Dolayısıyla yabancı sermayeyle ülkede kurulan şirketler,
bir yandan üretimde kullanacakları teknoloji, hammade,
anamallar vb.lerini emperyalist ülkelerdeki ana şirketlerden
aktararak gelir elde ederken aynı zamandaki ülkedeki
yatırımlarından elde ettikleri kârın transferi ile bir
taşla iki-üç kuş vurmaktadırlar. Kendi ülkelerinde kullanılmayan,
modası geçmiş teknikleri de bu şekilde değerlendirmiş
olurlar. Lisans ve patent haklarından elde edilen geliri
bu avantajlara eklemek gerekir.
Uluslar arası emperyalist şirketlerin ülkemizin sömürüsünden
elde ettikleri gelir transferinin 64-71 arası dönemin
tablosu şu şekildedir:
6224 Sayılı Yasaya Tabi Firmaların Türkiye'den Transfer
Ettikleri Gelir :
Yıllar |
Kâr (milyon dolar) |
Gayri maddi haklar (MD) |
Toplam (M.D) |
1964 |
1.94
|
0.06
|
2.00
|
1965 |
3.59
|
0.30
|
3.89
|
1966 |
5.20
|
1.02
|
6.22
|
1967 |
5.90
|
0.34
|
6.24
|
1968 |
7.76
|
1.53
|
9.09
|
1969 |
6.98
|
1.05
|
8.03
|
1970 |
7.72
|
0.60
|
8.32
|
1971 |
4.42
|
1.28
|
5.7
|
(1)
Bu şirketlere lisans hakkı olarak ödenen para ise:
Yurtdışındaki şirketlere lisans ödemeleri
6224 sayılı yasaya göre
Dönemler |
Bin ABD Doları
|
A-5/B faslından
|
1. Plan Dönemi |
1.724
|
7.064
|
2. Plan Dönemi |
6.255
|
18.381
|
3. Plan Dönemi |
10.307
|
71.700
|
Toplam |
18.286
|
97.145
|
Ülkede yatırım yapan emperyalist tekeller, aynı zamanda
bankalarla ortaklık kurmaktadırlar. Bankalarla kurdukları
bu ortaklıklar, şirketlerin yatırımlarda kullanacakları
kredileri bulmalarında kolaylık sağlamaktadır. Emperyalist
şirketler, bu şekilde ülkede yapacakları yatırımlar
için gereksindikleri kredileri,yine ülkenin kaynaklarını
kullanarak elde ederler.
Yabancı sermayeyle kurulan şirketlerin ülkemizde yaptıkları
lisans anlaşmaları ise, sömürü ağının değişik versiyonlarını
içerir. Bu anlaşmalarda, ülkedeki yabancı sermaye işbirliğiyle
kurulan şirketlerin, ana şirketin diğer kollarıyla rekabetini
önlemek amacıyla ihracat yapması engellenir, üretimde
kullanılacak ara malların ana şirketten alınması şartı
konulur, vb... Çoğu zaman bu ara malları alırken yapılan
ödemeler de, dünya piyasasının üzerinde fiyatlarla gerçekleşir.
Ülke ekonomisine "büyük katkıları" olması
için, neredeyse secde edilerek çağrılan ve alkışlarla
karşılanan yabancı sermayenin, ekonomiye olan "büyük
katkısı" ekonominin emperyalizme bağımlılığının
daha fazla artmasıdır. Ülkede ürettiği malların ihracından
elde edilecek gelirle döviz gereksinimini karşılayacağı
-azaltılacağı- ve uygulanacak ithal ikamesiyle ithalatı
dengeleyeceği düşünülen yabancı sermayenin "icraatları"
ise tam aksi yönde olması yönde olmuştur.
Ticaret Bakanlığı'nın 1976 yılında yayınladığı verilere
göre; üretimde dışa bağımlılık oranı, tüketim malları
sektöründe % 21, ara malları sektöründe % 54, yatırım
malların sektöründe % 44'tür.
Buna göre üretimde kullanılan 100 TL'lik girdinin toplamı,
imalat sanayinin ise ortalama 41 TL'lik kısmı dışa bağımlıdır.
(2)
Ülkedeki dışa bağımlılığın yanı sıra, bu şirketlerin
ihracatla ülkeye "kazandırdıkları" döviz ise,
deyim yerindeyse "devede kulak" gibidir. Bu
durumda örnek olarak, Ticaret Bakanlığı'nın 73-77 yıllarına
ilişkin bir grafiğini incelemek yerinde olacak.
(3)
İşte, "secdeye durularak" çağırılan ve alkışlarla
karşılanan yabancı sermayenin ülkemize sağladığı "büyük
katkıların" tablosu... Bu tabloda ithalat bazında
yükselen kolonlar ve onun yanısıra neredeyse 1/8 oranında
bir uçurumla yıllara rağmen herhangi bir ciddi gelişme
gösteremeyen -göstermesi bu ilişki ve çelişkiler sisteminde
mümkün olmayan- ihracat kolonları, gerçekte ülkenin
ihracat ve ithalat kolanları değildir. Emperyalizmin
yeni sömürge binasının, Türk ve Kürt emekçilerinin terini
(ve kımıldadığında kanını) kullanarak inşa ettirilen
kolonlarıdır.
Özellikle 60'lı yıllarda ülkemize yönelik sermaye ihracı
yoğunlaşmış, buna koşut olarak da 60'lı yıllar ülkemizde
dışa bağımlı çarpık kapitalizmin geliştiği yıllar olmuştur.
60 Cuntasının ardından içerden büyük burjuvazinin, dışardan
da emperyalizmin çıkarlarını daha çok gözetmek amacıyla
OEED (sonradan OECD) vb. kuruluşların baskılarıyla ekonomide
"planlı" döneme geçilmiştir. Sözü edilen bu
planlama olgusunun, sosyalist ülkelerde uygulanan, ekonominin
halkın gereksinimlerine göre düzenlenmesi, halkın yaşam
düzeyinin yükselmesi amacıyla yapılan ekonomik planlamalarla
hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine bu planlamalar sermaye
kesimlerinin çıkarlarına dönüktür, diğer bir deyişle
sömürü düzeninin organizasyon programlandır.
İkinci emperyalist paylaşım savaşını izleyen dönemde,
Marshall Planı'na uygun olarak, ekonomide tarım kesimine
öncelik verilmiş, bunun yanısıra ticaret kesiminde önemli
bir sermaye birikimi sağlanmıştır. Daha önce belirttiğimiz
gibi, 50'li yılların sonuna doğru yeni bir biçim alan
emperyalizmin sömürü politikaları, ülkede sanayinin
gelişimini öngörüyordu. Ancak hızlı fiyat artışları
ve istikrarsız ekonomik politikalar, ticareti kârlı
kılıyor, sermayenin yatırımlarda kullanılmışını önlüyordu.
Dış kredi çevreleri ve yabancı sermaye de daha kararlı
ve güvenli ekonomik koşullar istiyordu. Sanayi sermayesinin
önündeki yolun düzenlenmesi, sanayiye kaynak aktarılması
ve ticaret sermayesinin sanayi sermayesine dönüşümü
için kararlı ve planlı bir ortam gerekiyordu. Türkiye'de
ekonomik gelişmenin 'plana' bağlanması kısaca bu koşullar
içinde gerçekleşmiştir. 60 Darbesi'nden sonra bu amaçla
(Eylül 1960'da 91 sayılı yasa ile) Devlet Planlama Teşkilatı
(DPT) kurulmuştur.
Türkiye'de sanayi burjuvazisinin oluşumu, komprador
burjuvazisinin önceden ithalini yaptığı malların (yabancı
sermayenin de işbirliğiyle) üretimini ülkede yapmasıyla,
yerli ticaret burjuvazisinin bir bölümünün sanayi sermayesine
dönüştürülmesiyle gerçekleşmiştir. 60 Darbesi'ni izleyen
süreç bu dönüşümün hızlandığı ve sanayide sermaye birikiminin
yoğunlaştığı dönemdir.
Ekonomik planlamalarda, sanayinin geliştirilmesi hep
ilk hedef olarak belirlenmiş ve sanayinin büyüme hızı
diğer sektörlerden yüksek tutulmuştur. 1. Kalkınma Planı
sanayinin yılda %12,3, 2. Kalkınma Planı %11,2 ve 3.KP'da
%12,2 oranında sanayinin geliştirilmesini öngörmüş,
gerçekleşme oranları da buna yakın olarak 10,2- 8,7
ve 8,9 oranında olmuştur. Sanayinin ulusal gelirdeki
payı 1963 yılında %16,8 iken 1972 yılında %22,7'ye ulaşmıştır.
(4) 63-81 yıllan arasında yapılan bütün planlamaların
ana ekseni, büyüme ve sanayileşme olmuş, bunun için
gereken "fedakarlık"lar ise kaçınılmaz olarak
emekçi halkın hanesine yazılmıştır.
Kısaca özetlemeye çalıştığımız gibi, 60'lı yıllar, Türkiye'de
işbirlikçi sanayi burjuvazisinin gelişme ve tekelleşme
yıllarıdır diyebiliriz. Bu yıllarda, ticaret sermayesi,
emperyalist tekellerle işbirliği içinde sanayi sermayesine
dönüşmüş ve hızlı bir biçimde ekonomiye egemen olmaya
başlamış, onun bu gelişimi de kaçınılmaz olarak oligarşi
içi egemen sınıfların pazardan pay kapma kavgasını keskinleştirmiştir.
Oligarşi'nin gönüllü değil, ülkedeki çarpık kapitalizmin
zorunlu bir sonucu olarak oluşan bir ittifak olduğunu
söylemiştik. Oligarşi içi sömürücü sınıfların; tüm sömürücülerin
evrensel karakteri olan pazardan daha fazla pay kapma
hırsları, sürekli olarak varlığını korur.
Oligarşi içindeki bu çelişkilerin, 60'lı yılların başlarında
bir dönem için yükseldiğini, sonra zorunlu bir denge
kurulduğunu, bu yılların sonlarına doğru ise yeniden
açığa çıkarak 12 Mart açık faşist darbesini hazırlayan
koşulların bir ayağını oluşturduğunu görürüz .
60'ların başlarında, ülkemizde egemen sınıflar arasındaki
çelişkilere, işbirlikçi burjuvazi ve tarım kesimi arasındaki
çelişkiyi örnek gösterebiliriz.
60 Darbesi'ni izleyen sürece, büyük burjuvazi damgasını
vurmuştur. Hareket başlangıçta büyük burjuvazinin inisiyatifinde
olmasa da yönetimin emperyalizmle ilişkisi ve ülkedeki
alt yapının emperyalizme bağımlı niteliğinden kaynaklanan
nedenlerle, olaya damgasını vuran büyük burjuvazi olmuştur.
Büyük burjuvazi bu dönemde tarım kesiminin siyasal yapıdaki
etkinliğini kırmaya çalışır. Ziraat Bankası'ndaki hesapların
denetim altına alınması, kredilerdeki azalma, toprak
reformu ve tarımın vergilendirilmesine ilişkin yasa
tasarıları vb. girişimler ya da düşünceler bu amaçla
programa alınmış veya gündem maddesi yapılmıştır.
Ancak bu durumdan huzursuz olan büyük toprak sahipleri
yönetime tavır alır ve tarım ürünlerinde büyük düşme
görülür.
Büyük toprak sahiplerinin ekonomik yapıda o dönemdeki
etkinliği, (50-60 arası dönemde GSMH'da tarımın payı
düşmüş olsa da, hala % 42,8 gibi büyük bir orandadır.
Ayrıca ülke ihracatının hemen hemen tamamına yakınını
tarım kesimi yapmaktadır.) bunun karşısında sanayi burjuvazisinin
henüz yeterince gelişmemiş olması ve tarım kesiminin
büyük oy potansiyeli, yaklaşan seçimlerin yürütme gücüyle
doğrudan ilişkisi düşünülürse, sanayi burjuvazisini
büyük toprak sahipleriyle zorunlu bir uzlaşmaya iter.
Bu zorunlu ittifakın sonucu olarak toprak reformu, tarımın
vergilendirilmesi vb. önlemler dondurulur.
Bu durum da göstermektedir ki, yeni sömürge kapitalizminde,
tekelci burjuvazi gücüyle çözümlenemeyen olgular oligarşilerde
çözümlenir.
Bu ittifakın bir amacı da 60 Hareketi'nde belli bir
etkinliği olan küçük burjuva reformistlerinin, programlamada
ufak tefek problemler yaratan bazı özelliklerinden tümüyle
arındırılması gibi olumsuz ayrık otların temizlenmesi
doğrultusunda egemen sınıflar ittifakının sağ-lamlaştırılmasıdır.
60 Darbesi'nin giderek büyük burjuvazinin ve dolayısıyla
emperyalizmin güdümüne girmesi, başlangıçta hareketin
içinde yer alan, ancak daha sonra tasfiye edilmeye başlanan
küçük burjuva reformistlerinin tepkisine yol açar. Bu
durum, 22 Şubat'ta Albay Talat Aydemir'in öncülüğünde
500 subay ve 3000 asker tarafından gerçekleştirilen
darbe girişimi ile örneklenebilir. Darbe girişimindeki
amaç darbecilerin ifadeleriyle " 27 Mayıs'ın gerçekleştiremediği
reformların yapılmasıdır. " Söz konusu darbe girişiminin
başarısızlığa uğramasına karşın, bu olay nedeniyle Talat
Aydemir ve arkadaşları en ağır biçimde cezalandırılmıştır.
Fakat Oligarşi'nin siyasal erkte henüz bunu gerçekleştirecek
ölçüde gücü olmaması nedeniyle çıkarılan özel bir af
yasasıyla Talat Aydemirle arkadaşları affedilirler.
Ne var ki daha sonra, 20, 21 Mayıs 1963'de Talat Aydemir
ve arkadaşları bir kez daha darbe girişiminde bulunurlar.
Bu kez de başarısızlığa uğramalarının ardından harekete
önderlik eden Talat Aydemir ve Fethi Gürcan idam edilirler.
Talat Aydemir ve arkadaşlarının darbe girişimleri, ordu
içindeki küçük burjuva radikallerinin, egemen sınıflar
ittifakı için taşıdığı tehlikenin önemli bir örneği,
bir simgesidir. 60'lı yılların başlarında ülkede faşist
kurumlaşmanın henüz tamamlanmaması nedeniyle, var olan
bu tehlikenin egemen sınıflar ittifakı üzerinde pekiştirici
bir etkisi olmuştur. Darbe girişiminin ardından, ordu
içindeki küçük burjuva radikallerinin tasfiyesi hızlanmıştır.
Aynı zamanda ordunun büyük burjuvaziye her yönüyle eklemlenmesi
için önemli adımlar atılmış, bu doğrultuda OY AK kurulmuş,
emekli generallere büyük tekellerin yönetim kurullarında
yer verme geleneği başlamıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, oligarşi gönüllü değil
zorunlu bir ittifaktır. Çelişkiler ortadan kalkmamış,
sadece bu ittifakı oluşturan kesimlerin çıkarlar dengesi
nedeniyle soğutulmuştur. 60 Darbesi'ni izleyen süreçte,
ülkede siyasal yapı uzun süre oturmamış ancak daha sonra,
65 seçimlerinde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi,
Oligarşik ittifakın o dönemdeki güçler dengesinin ve
emperyalizmin yeni programlarının siyasal sistemdeki
örgütü olmuştur.
Burada 27 Mayıs sonrasından, 65 seçimlerinde Oligarşi'nin
siyasal alandaki ifadesi olarak iktidara gelen Adalet
Partisi'nin iktidar olmasına kadar geçen dönemi kısaca
irdelemek gerekiyor. Yeni sömürge kapitalizmi modelleri
kapsamında kurumlaştırılan faşizmin 'demokrasi' süreçlerine
dönülmesi, yani açık faşist uygulamalara mümkün olduğu
kadar ara verilmesi, üstelik geri dönülen uygulamaların
kuvvetler ayrılığı prensibini içermesi demokrasi ve
faşizm tartışmalarının sorunlu yanlarından birini oluşturmuştur.
Burjuva demokrasilerinin ve klasik faşizm pratiklerinin
prensipleri ile yeni sömürgelere bakılmaya devam edildiği
takdirde bu ülkelerin dokusunu çözümleyebilmek olanaksızdır.
Öyle ki, değil kurumsallaştırılmış ve mümkün olduğunca,
koşullar tarafından zorlandıkça baskı ve sömürüsünü
demokrasi yaftalarıyla perdelemeye uğraşan oligarşilerin,
açık faşist diktatörlük dönemlerinde bile "kuvvetler
ayrılığı"nı bir yanıyla gündemde tutulabilmesi
dahi olasıdır.
Her an tehdit altındaki yaşamını daha fazla sürdürebilmesinin
tek koşulunun kitlelerinin olağanüstü baskı ve sömürü
altında yükselen basıncını elinden geldiğince düşürmek
zorunluluğu olduğunu bilen Oligarşi, sürekli kaynattığı
buhar kazanının istimini boşaltmazsa ne olacağının farkındadır.
Ülkedeki kuvvetler ayrılığının da kuvvetler birliğinin
de oranı herhangi bir prensibe dayalı olmaksızın dönemin
koşulları uyarınca saptanır. Tek prensibi egemenliğini
devam ettirmek olan Oligarşi, faşizmin de burjuva demokrasilerinin
de bildiği bütün yönetimlerini birarada ve gereksinmelerine
göre (dönem dönem herhangi birini öne çıkararak) kullanır.
Faşizmin yukarıdan aşağıya kurumlaştığı bu ülkelerde,
aynı zamanda faşizmin kitle tabanı yaratmaya çalıştığını,
bu anlayışın yöntemlerini de var gücüyle zorladığım,
bu yolda ciddiye alınmaması olanaksız güçler yarattığını
da görürüz.
Öte yandan, parlamento, yürütme, yargı belirli bir sistematiğe
sahip olarak çalışmayıp yürürlüğe girmeleri ya di devreden
çıkmaları, bağımlılık ve bağımsızlık oranları, kısacası
işlerlik kuralları dönemin koşullarına göre saptanır,
temel yasalar da bu doğrultuda sık sık değiştirilir,
tümüyle askıya alınır ya da düzenlenir.
Gündeme alınan hiçbir programın istikrar şansı yoktur.
Hemen herşey suni bir denge üzerine kurulur ki dengenin
suni olmasının, dengesizlik özüyle birlikte gündeme
gelmesi demek olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok..
Aynı temelde 60 Darbesi'ni izleyen dönemde, ülkede yürütmenin
gücünün sürekli bir zaaf içinde olduğu gözlenir. 15
Ekim 1961'de yapılan genel seçimlerden zaferle çıkması
beklenen CHP, seçimlerde umduğu başarıyı sağlayamamış,
oyların ancak % 36.7'sini ve 173 milletvekili elde edebilmiş,
yeni kurulmuş AP ise % 34. 8 oranda oy toplayarak mecliste
158 sandalye kazanmıştır.
Bu seçimleri, sürekli yaşanan bir hükümet kurma bunalımı
ve koalisyon hükümetleri izler. Kurulan ilk hükümet,
27 Mayıs'ta karşı karşıya gözüken iki gücün, DP'nin
mirasçısı olduğunu söyleyen AP ile İnönü'nün CHP'sinin
koalisyonuyla oluşur.
Bu koalisyonlar dönemine, ülkede 27 Mayıs'tan sonra
yaşanan siyasal bunalım ortamından, burjuvazinin istediği
siyasal ortamın oluşacağı döneme kadarki geçiş süreci
diyebiliriz. Birbirine karşıt gözüken iki gücün (AP-CHP)
neden böyle bir koalisyon içinde bir araya geldikleri
sorusuna, daha sonra yaşanacak sivil ve ordu bürokrasisi
içindeki küçük burjuva radikallerinin darbe girişimleri
bir yönüyle yanıt oluşturacaktır. Ancak bu koalisyon
hükümeti fazla uzun ömürlü olmaz. Burjuvazi açısından
bekleneni vermemiştir.
Bu dönemde emperyalizmle ilişkilerde yaşanan ciddi bir
olay olan "Johnson Mektubu"na kısaca değinmek
gerekiyor. Türk toplumu için Kıbrıs sorunu, öteden beri
önemli moral faktörleri de taşımıştır. 63 yılı sonları,
Kıbrıs sorununun yeni boyutlar kazanmasına tanıklık
eder. 63 Aralığı'nda, Kıbrıs'ta EOKA örgütünün adadaki
Türk toplumuna yönelik katliamlar, Türkiye'de büyük
bir toplumsal tepki yaratır. Bu tepkiye koşut biçimde,
dönemin İnönü hükümeti Kıbrıs'a müdahale etme eğilimine
girer. Bir uyarı işareti olarak, dört savaş uçağı Lefkoşe
üzerinde uçurulur. Ancak İngiltere ve ABD'nin araya
girmesiyle müdahale düşüncesi bir dönem için dondurulur.
Ne var ki ABD ve İngiltere'nin girişimleri bir sonuç
vermez ve bunalım yeniden derinleşmeye başlar. Bu sırada
Kıbrıs'ta Rum kesimi de silahlanmaya başlamıştır. Türkiye'nin
konuya ilişkin verdiği Nota'ya Rum hükümetinin yanıtı
"... adanın savunulması için gerekli tüm önlemlerin
alınmasının Kıbrıs hükümeti'nin yasal hakkı olduğu"
şeklindedir. Bunun üzerine İnönü Hükümeti Kıbrıs'a müdahale
kararı alır. Ve 6 Haziran 1964'te adaya çıkarma yapacağını
iki gün önceden ABD'ye bildirir.
Dönemin ABD Başkanı B. Johnson, İnönü'ye bir mektup
gönderir. Bu mektupta ABD'nin müdahaleyi hoş karşılamayacağı
belirtiliyor ve ABD tarafından verilen askeri yardımın
veriliş amaçları dışında kullanılması için Amerikan
Hükümeti'nin onayının gerekli olduğunu belirten ikili
anlaşmalar hatırlatılıyordu. Johnson, Kıbrıs'a yapılacak
bir müdahalede ABD askeri malzemesinin kullanılmasına
izin vermeyeceklerini açıklıyordu. (5)
ABD'nin bu tutumu üzerine İnönü Hükümeti'nin Kıbrıs'a
müdahale planları suya düşüyordu. Türkiye toplumunun
oldukça duyarlı olduğu böyle bir konuda, İnönü Hükümeti'nin
deyim yerindeyse "iktidarsız" kalması İnönü'nün
büyük prestij kaybına uğramasına neden oluyor ve ABD
ile ilişkilerin göreli olarak soğumasına yol açıyordu.
ABD ile Türk Hükümeti arasında ortaya çıkan bu soğukluğu
İnönü Hükümeti'nin Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin
yumuşaması izliyor ve Türk Hükümeti Sovyetler Birliği
ile çeşitli ekonomik ve siyasal konularda görüşmeye
başlıyordu. İnönü hükümeti ile Sovyetler Birliği arasındaki
yumuşama, ABD için ciddi bir sorun olmasa da dönemin
hassas yapısı nedeniyle ABD'nin hoşnutsuzluğuna neden
oluyordu.
Siyasal düzlemdeki bu çelişki dışında, ABD'nin o dönem
işbirlikçi özel sermayeye öncelik veren sömürü politikalarıyla
İnönü CHP'sinin "devletçi" görünümü (İnönü
hükümeti, ABD'den bağımsız bir politika izlemek niyetinde
olmasa da ) çelişiyordu. CHP'nin geleneksel yapısı da
bu görüntünün yaratılmasına ilişkin olarak diğer partilere
yol gösteriyor, onların eleştirilerini besliyor ve bu
durum ABD'yi yeni bir seçenek aramaya itiyordu.
Morrison Krudson adlı bir ABD tekelinin Türkiye temsilciliğini
yapan Süleyman Demirel'in basında birden parlamaya başlaması
bu döneme rastlar. Demirel hem ABD emperyalizminin hem
de oligarşik ittifakın yeni adayı ve seçeneği olarak
65 seçimlerini kazanır. Böylelikle AP tek başına iktidara
gelerek oligarşik ittifakın siyasal plandaki görüntüsü
olur. Ta ki oligarşi içi çelişkilerde iç dengelerin
yeniden dengesizlik yanının ağır basmaya başlayacağı
ve çelişkilerin kesinlik kazanacağı dönem olan 60 sonlarına
kadar...
65 seçimlerini tek başına kazanan AP Hükümeti'nde somutlaşan
oligarşinin uzlaşma havası uzun sürmez. Başlangıçta
kurulan "denge" oligarşi içi sömürücü kesimlerin
gelişimlerinin orantısızlığına bağlı olarak sarsılır
ve çıkar çatışmalarının belirginleşmesiyle "uzlaşma"
durumu bozulur.
Bu çelişkilerin uç verdiği zemin, işbirlikçi sanayi
burjuvazisinin gelişiminin dönem boyunca ulaştığı boyut
ve buna koşut olarak ortak pazardan daha fazla pay istemesiyle
ortaya çıkar. Aynı biçimde işbirlikçi burjuvazinin bu
gelişimi, diğer sömürücü kesimleri geriletip, pazardan
alacakları payı düşüreceğinden, bu kesimlerin Pazar
kavgası içine girişmeleri sonucunu yaratır.
Kavga özellikle 60'ların sonlarında oligarşi içi sömürücü
kesimlerin var olduğu hemen her alanda yaşanır. Sermayenin
gelişimi ve yoğunlaşması, belli bir aşamadan sonra tekelleşmeye
tekabül eder. Özellikle sermayenin gelişiminin iç dinamiklerle
yaşanmadığı, dışa bağımlı ve çarpık bir gelişim süreci
izlediği yeni sömürge ülkelerde, kapitalizmin doğal
gelişiminin zorlu bir aşaması olan serbest rekabetin
yaşanmaması ya da kapitalizmin klasik gelişme yasalarına
uygun olarak yaşanmaması, alt yapısının gelişmesiyle
uyumlu olmayan hızlı ve sancılı bir tekelleşme yaşanmasına
neden olur. Bu durum da, işbirlikçi burjuvazi, tekel
dışı kesimlerle çıkar çatışmalarından doğan yeni bir
mücadeleye girer.
Ülkemizdeki gelişme de bu seyri izlemiştir. 60'lı yılların
sonuna doğru işbirlikçi burjuvazinin gelişimi ve tekelleşmesine
koşut olarak, küçük üreticinin ekonomik zorlukları artmış,
hızlı bir iflas furyası başlamıştır. Burada kastedilmek
istenen o dönem içinde küçük üreticilerin yok olduğu
ya da yok olacağı değildir. Küçük üreticiler imalat
sanayinde belli başlı tüketim maddelerinin imalatında
görülen tekelleşme sonucu, bu dallarda giderek erimiş,
ancak pazarda pek payı olmayan ve büyük ölçekte üretim
ve tekel karı getirmeyecek dallarda üretimini sürdürürken,
çarpık kapitalizmin ürünü olan yeni yan sektörlerde
yaşama alanı bulmuştur. Bu konuda, Türkiye Odalar Birliği'nin
döneme ilişkin açıkladığı sermaye istatistikleri önemli
bir veridir.
1968 ve 69 yılları arasında iflas eden işletme sayısı
%62.5 artmış, konkordato isteğinde bulunan firmaların
sayısı da %20 yükselmiştir. 1 milyar 798 milyon liralık
698.411 senet protesto olmuştur. (6) Bu durum dönem
boyunca küçük üreticinin içine girdiği ciddi bunalımı
tanımlar. İşbirlikçi burjuvazi ile küçük üreticilerin
çelişkileri keskinleşerek sürmüştür.
İşbirlikçi burjuvazinin gelişimi, o güne kadar sanayinin
cılız olması nedeniyle, iç pazarda üretilmeyen mallar
üzerinde (emperyalist tekellere aracılık eden komprador
burjuvazinin pazara girmesiyle) elde ettiği karları
geriletmiş, çıkarını zedelemiştir.
Türkiye'de ithal ikameci sanayileşmeden ve işbirlikçi
burjuvazinin bu eksendeki gelişiminden söz etmiştik.
Planlı dönemin başlarında, Türkiye'de ithal ikameci
sanayileşmenin birinci evresi denebilecek aşama-gıda
malları sanayi, dokuma vb.-yani temel tüketim maddelerinin
yerli üretimi gerçekleştirilmiş durumdaydı. Aynı zamanda
iç Pazar belli ölçülerde gelişmiş, kentleşme ilerlemiş,
tarım kesimi büyümüş ve pazara açılmıştı. Bunların sonucunda,
ülkedeki ithal ikameci sanayileşme artık ikinci aşamasına,
yani dayanıklı tüketim maddelerinin yerli üretiminin
yapılması aşamasına gelmiştir.
Bu aşama ülke için bir dönüm noktası olacaktır. Ya ithal
ikameci sanayileşme sürecek, ya da geleneksel ihraç
mallarının üretiminde uzmanlaşılarak ihracat bu yolla
artırılacak ve dış kaynak gereksinimi azaltılacaktır.
Planlı dönem, ithal ikameci sanayileşmeyi seçer.
İthal ikamecilik, iç pazara yönelik sanayileşme anlamına
da geldiğinden, özellikle iç pazarın belli bir gelişme
düzeyine ulaşması gerekir. Üretilecek malların, üretim
teknolojisi vb. nedenlerden ötürü, dış pazarda şansı
olmadığından (çoğu zaman lisans anlaşmaları da bunu
engeller) üreticiyi iç pazarda karlı kılacak çeşitli
önlemlerin siyasal üst yapı aracılığıyla sağlanması
gerekir. Bunlar, sanayiyi dış rekabetten koruyacak ithalatın
sınırlandırılması vb. önlemlerin alınması, sanayiyi
özendirme tedbirleri ve teşvik primleri tarzındaki uygulamalardır.
Teşvik ve koruma tedbirleri, sanayi burjuvazisi ile
ticaret burjuvazisini karşı karşıya getirecektir. Dönemde
iç pazara giderek ağırlığını koymaya başlayan işbirlikçi
sanayi burjuvazisi, ekonomik yapıdaki ağırlığıyla siyasal
üst yapıya da kendi istekleri doğrultusunda baskı yapmaya
başlar. Eskiler ithali yapılan malların kendisi tarafından
yerli üretimin gerçekleştirilmesi dolayısıyla bu konumdaki
ithalatın durdurulmasını ister. Planlı dönem uygulamasında
da sanayicinin iç talebi karşılamasına koşut olarak
mutlak bir koruma yoluna girilmiş, içeride yapılan malın
ithali, fiyat ve kalite farkı göz önüne alınmaksızın
yasaklanmıştır.
Ülke iç pazarında o güne kadar komprador burjuvazi tarafında
satılan malların kendisi tarafından üretilmesiyle birlikte
bu malların ithalinin engellenmeye çalışılmasıyla, komprador
burjuvazi ile işbirlikçi sanayi burjuvazisi arasında
yoğunlaşan çıkar çelişkileri, tekelleşme ve tekellerin
kendi ürettiği malların ticaretini yine kendisinin bayiler
aracılığıyla yapması, ticaret burjuvazisinin yaşama
alanlarını daraltmış, iki kesim arasındaki çıkar çatışmalarını
derinleştirmiştir.
60'ların sonuna doğru oligarşi içinde ekonomik ve siyasal
krizin yaşanmasının bir boyutu da sanayi sermayesini
ile tarım kesimindeki büyük toprak sahipleri arasındaki
ilişkidir.
60-70 yılları arasında, GSMH'da tarımın payı %37'den
%26'ya düştü. Bunun karşısında ise sanayinin payı %16.0'dan
%22.2'ye çıkmıştır.(7) Bu durum iki kesimin ekonomik
plandaki çelişkilerinin göstergesidir. Ortak payda (bu
ortak payda halkımızın emeği, alınteridir) bir kesimin
payının artması-arada bir bütünleşme olmadığından- doğal
olarak diğerinin gerilemesi anlamına geldiğinden, çelişkilerin
çatışmaya dönüşmesi kaçınılmazdır.
60'lı yılların ikinci yarısında, tarım kesimi artık
kesin bir gerileme içindeydi. Temel ihraç malları arasında
yer alan pamuk ve fındık fiyatlarında tarım kesiminin
"tatlı kar"lar elde ettiği yıllardaki yükseliş
durmuş, hatta düşmeye başlamıştı. Toprak Mahsülleri
Ofisi'nin, Merkez Bankası Kredileri içindeki yeri ise,
sürekli bir azalma içindeydi. Artık tarım kesimine ilişkin
kredilerde geçmişte tanınan ayrıcalıkları beklemek hayal
olmuştu.
Tarım kesiminde büyük toprak sahipleri ile işbirlikçi
sanayi burjuvazisi arasındaki çıkar çatışmalarının diğer
bir ekonomik nedeni de sanayi burjuvazisinin gelişmesine
koşut olarak ortaya çıkan kaynak gereksinimidir.
Sanayinin büyümesi, onu giderek artan kaynak gereksinimiyle
karşı karşıya bırakır. Burjuvazi bu kaynak gereksinimini
ya finans kuruluşlarından ya da devletin verdiği teşvik
primlerinden, fonlardan sağlayacaktır. Finans kuruluşlarının
verdikleri kredilerdeki yüksek faiz oranları, yeni gelişmekte
olan bir sanayi için bekleneni vermekten oldukça uzaktır.
Kredi faizlerinin yüksekliği, bu dönemde sanayi burjuvazisinin
başlıca yakınma konularından biri olmuştur.
Kaldı ki, sanayici bu yüksek faizleri ödemeyi göze alsa
bile yeterince kredi bulamamaktadır. Bu durumda sanayi
sermayesi, gözlerini devletin vereceği fonlara diker.
Bu fonların devletin elinde nasıl toplanacağı ise ayrı
bir sorundur. KİT'lerin gelir düzeyinin düşüklüğü, hatta
çoğu zaman zararına çalıştığı bilinen bir gerçektir.
Zaten kuruluş amaçları, esasta devlete gelir sağlamak
olmadığından, devletin elinde bu fonların birikmesi
için ya dış yardım alınacaktır, ya da bu gelir vergilerden
sağlanacaktır.
Alınan dış yardımlar, ülkeyi giderek artan bir borç
yükünün altına sokar. Ödeme güçlüğü çekilmeye başlandığı
andan itibaren de, bu yardımların aksamaya başlayacağı
açıktır. 60'lı yılların sonuna doğru, dış yardım çevrelerinin
Türkiye'ye ödeme sorunu konusunda kuşkuyla baktığı biliniyor.
Dış borç yükü, ülkelerin emperyalizme bağımlılığının
en zorlu zincirleri olmuştur. Çeşitli vadeler içinde
verilen bu borçların faizlerini ödemek bile çoğu kez
ülkenin gücü yetmemekte, vadesi gelen borçları ödemek
için yeni borç ve kredilerin yükümlülükleri altına girmek
zorunlu hale gelmekte, emperyalizm bu borçları sağlamak
için ülkenin siyasal, ekonomik ve sosyal gündemine ilişkin
programlar dayatmakta ve ilişki girdabı bu şekilde yeni
sömürgeyi her geçen gün biraz daha dibe çekmekte, borçlar
büyüdükçe emperyalizmin müdahale alanı genişlemekte,
halkın güçlükleri de o oranda büyümektedir.
Vergi konusunda ise: Küçük burjuvazi ve diğer emekçi
kesimler dışında, toplumda vergi yükümlülüğünden muaf
bir kesim, tarım kesimi vardır. Bu dönemde işbirlikçi
burjuvazi vergilendirilmiştir... İstanbul Sanayi Odası
Başkanı Sosyal, "71 Türkiye'si ve Reform'lar "konulu
bir forumdaki konuşmasında, bu konuyu şu sözlerle gündeme
getirir "... vergilenmeyen sektör ve vergisini
ödemeyen kişilere vergi verdirtmek, devletin baş görevi
olmalıdır."
Tekelci burjuvazinin kaynak gereksiniminden ve siyasal
iktidar üzerindeki gücünü pekiştirmek istediğinden doğan
bu gibi talepleri sürekli gündeme gelmiş, fakat daha
önce de değindiğimiz gibi yaşama geçirilememiştir. 60'lı
yılların başlarında oligarşi içi egemen kesimlerin arasındaki
dengenin buna izin vermemesi, ancak 60'ların sonuna
doğru sanayi burjuvazisinin gelişmesine ve tekelleşmesine
koşut olarak ekonomik yapıdaki etkinliğini siyasal üst
yapıda da güçlendirmek istemesi, ekonomik yapıyı kendi
çıkarlarına göre düzenlemek için üst yapıya yaptığı
baskıları artırması vb.. nedenler iki kesim arasındaki
sorunları eskisinden daha keskin olarak gündeme getirmiştir.
Tarım kesiminde büyük toprak sahiplerinin ülke ekonomisi
içindeki ağırlığı eskisine oranla zayıflamış olsa da,
bunların siyasal üst yapıdaki etkinliği, işbirlikçi
burjuvazi için büyük sorun olmaktadır. İşbirlikçi burjuvazinin
sürekli gündemde tuttuğu toprak reformu vb. talepler,
küçük burjuvaziyle olan bürokrasi temelindeki ilişkilerinden
kaynaklanan zorunluluğundan ve burjuva reformcu karakterinden
kaynaklanmıyordu. Kendi gelişimini sağlayacak çeşitli
önlemlerin alınmasında etken olan büyük toprak sahiplerinin
siyasal iktidar üzerindeki gücünü kırabilecek ve aynı
zamanda da ülkede kapitalist üretim ilişkilerine uygun
olarak pazarı genişletmek amacından kaynaklanıyordu.
Ülke nüfusunun çoğunluğunun tarım kesiminde yer alması
ve tarımda küçük üreticiliğin oldukça geniş bir kesimi
içermesi, bu kesimi kendine yedekleyen büyük toprak
sahiplerinin siyasal yapı üzerindeki gücünü artırmakta,
sanayi burjuvazisi bu durum nedeniyle kendi gelişiminin
önünü açacak yeni düzenlemeleri siyasal üst yapıdan
çıkartamamaktadır.
Sanayi burjuvazisinin gelişmek için istediği yeni teşvik
önlemlerine karşın o güne kadar tarım kesiminin taban
fiyat uygulaması vb.'ne öncelik tanıyan devletin elindeki
fonların, sanayi kesiminin dönüşümüne yönelik değerlendirilmesi
türünden istekleri yerine getirildiği taktirde, bu durum
tarım kesiminde büyük bir tepkiye yol açacaktır. Taban
fiyatları gibi konulardaki sorunlar salt büyük toprak
sahiplerini değil, aynı zamanda tarım kesiminde yer
alan küçük üreticileri de ilgilendirdiğinden, sanayi
burjuvazisinin isteklerine uygun davranılması, bu unsurları
da siyasal iktidarın karşısına dikecektir.
Ülkemizdeki gibi, nüfusun büyük çoğunluğunun kırsal
alanda yaşadığı ve ekonominin tarıma dayalı olduğu bir
toplumda bu tür önlemleri almak, sivil bir iktidar için
imkansıza yakın güçlükler taşır. Çünkü, kaybedilecek
büyük bir oy potansiyeli ve iktidar erki anlamına gelir.
Dönemin iktidar partisi olan AP'nin oy potansiyelinin
de esasta bu zeminde olması ve bu gibi uygulamaları
gündeme getirmesi halinde ayağının altındaki zeminin
kayması kaçınılmaz olacağından, AP sözkonusu istemleri
yerine getirmediği için sanayi burjuvazisinin desteğini
kaybetmeye, yoğun eleştirilerini almaya başlar.
Sanayi burjuvazisinin kaynak gereksinimi, salt tarım
kesimiyle değil mali sermaye kesimleri ile de arasında
sorunlar çıkmasına yol açmıştır. Bu dönemde mali sermaye
ve sanayi sermayesinin arasındaki ilişkiler bütünleşmenin
değil çıkar çatışmalarının ağırlık kazanmasına yöneldiğinden,
iki kesim birbirine adeta düşmanca bir tutum içindedir.
Kredi faizlerinin yüksekliği, dönem boyunca sanayi sermayesinin
başlıca yakınma konularından biri olmuştur.
İşbirlikçi burjuvazi, dönemin iktidarı AP'ye bu konuda
sürekli baskı yapmaktadır. Kredilerin ucuzlamasını,
yeni sanayi teşvik önlemleri alınmasını ve kaynak gereksinimini
çözümlemede bir araç olan banka kesiminin topladığı
mevduatı sanayiye yöneltebilecek bir şekilde sanayinin
ucuz kaynak bulmasını sağlayacak bir sermaye piyasasının
kurulmasını istemektedir.
Sermaye piyasası konusu dönem boyunca önemini koruyor,
ilk olarak 1963'de bu konuda bir yasa hazırlığı yapılıyor,
bu yasa taslağı ancak 1967'de bitiyor ama süresi içinde
görüşülmediği için anlamını yitiriyor, eskiyordu. 70'de
yeniden hazırlanan Sermaye Piyasası Yasası da aynı akıbete
uğruyor sanayici için bir işlev görmüyordu.
Sanayinin kaynak gereksinimi karşılamasıyla 1956 tarihinde
çıkarılan Türk Ticaret Yasası, anonim şirketlere hisse
senedi ve tahvil çıkarma hakkı tanıyordu. 1968 yılı
başında birçok şirket bu yola başvurmasına karşın, tahvillerin
vadesi ve uygulanan yüksek faiz oranları konusundaki
sınırlamalar, bunların cazip olmasını engelliyor ve
bu şirketlerin kaynak gereksinimi karşılamak için yine
yüksek faizle bankerlere başvurmaları sonucu doğuruyordu.
Bu şekilde, sanayi burjuvazisinin dönem boyunca süren
kaynak bulma sorunu, özellikle 60'ların sonunda mali
sermaye ile olan çelişkisinin derinleşmesine neden oldu.
Kredi faizleri (bu faizler %22'ye varıyordu), yeni gelişmekte
olan bir sanayi için oldukça yüksek orandaydı. Sanayi
burjuvazisi bu yüzden siyasal üst yapıya sürekli baskı
yapıyor, kredilerin ucuzlamasını ve kredilerde sanayiye
öncelik tanınmasını, sermaye piyasasının kurulmasını
istiyordu.
Görüldüğü gibi dönem, işbirlikçi burjuvazinin gelişimi
ile orantılı olarak ve siyasal yapıdaki etkisini artırmak
istemesine bağlı olarak başlangıçta var olan dengeleri
sarsmasına ve uzlaşma havasını bozmasına yol açtığı
dönem olmuştur. Oligarşi içinde yaşanan bu çelişkilerin
ekonomik plandan siyasi plana yansıması ise dönemin
iktidarı ve Oligarşik Diktatörlüğün siyasi temsilcisi,
sözcüsü AP'de somutlaşır.
Egemen sınıflar ittifakının siyasal plandaki görünümü
olan AP, Oligarşi içi çelişkilerin bi "uzlaşma"
döneminde, 65 seçimlerini tek başına kazanarak iktidara
gelmiştir. İşbirlikçi sanayi burjuvazisinin ne tarım
kesimindeki toprak ağalarının ne de Oligarşi içindeki
diğer egemen kesimlerin, siyasal erk'i tek başına elde
tutmaya gücü yoktu. Dolayısıyla, 60 darbesini izleyen
dönemde zaman zaman tehlikeli çıkışlar yapan, asker-sivil
bürokrasi içinde henüz ciddiye alınması gereken ölçüde
varlığı olan küçük burjuva radikal kesimleri nötrleştirmek
vb. gibi nedenler de gündemde yer alınca, oligarşi içi
çelişkiler zorunlu bir yumuşama içerisine girmiş, AP
bunun siyasal plandaki görüntüsü olarak iktidara gelmişti.
Ancak dönem sonuna doğru Oligarşi içindeki egemen kesimlerin
gelişiminin orantısızlığı başlangıçtaki dengeyi bozmuş,
çelişkiler gün geçtikçe katmerleşmiştir. Burjuvazinin
evrensel karakteri, genişlemek, büyümek ve daha fazla
kar sağlamaktır. Bunun için yapmayacağı şey yoktur.
Ve burjuvazi bu kar hırsıyla sömürüsünü kimseyle paylaşmak
istemez.
İşte onun bu evrensel karakteri, yeni sömürgelerin sorunlu
egemenlik bileşimi oligarşilerin kaçınılmaz "yönetemez
olma" akıbetini şekillendiren en önemli etkenlerden
biridir.
Dönemin iktidar partisi AP, özellikle 60'ların sonuna
doğru, sömürüden daha fazla pay isteyen ve ekonomik
yapıda giderek artan ağırlığını siyasal yapıda da pekiştirmek
isteyen işbirlikçi sanayi burjuvazisinin baskıları sonucu
onun bir takım taleplerini programına almış, ancak kendi
içindeki diğer kesimlerin baskısı nedeniyle bu programını
tam olarak yaşama geçirememiştir. Sanayi burjuvazisinin
bu durumdan hoşnutsuzluğunu, Koç'un 69 Mayıs'ında hükümetin
ekonomi politikasını eleştiren konuşmasında görmek mümkündür.
Öte yandan AP'nin, sanayi burjuvazisinin baskıları sonucu
bu kesimin çıkarlarını korumaya yönelik olarak aldığı
sanayiyi teşvik önlemleri, ithalatın sınırlandırılması,
kredilerde sanayiye öncelik tanınması gibi gelişmeler
de, oligarşi içindeki diğer kesimlerin tepkisine neden
olmuştur. Oligarşi içindeki kesimlerin uzlaşma döneminde
iktidara gelen AP bu uzlaşma yatışmaya döndüğü anda,
deyim yerindeyse "iki cami arasında beynamaz"
durumda kalmıştır. Uzlaşma bozulduğu anda AP misyonunu
yitirecektir.
AP özellikle 69 seçimlerinden sonra, sanayi burjuvazisinin
taleplerine daha uygun görünen bir politika uygulamaya
çalışmış, ancak bu dönem içinde programına koyduğu ve
öteden beri sanayi burjuvazisinin başlıca taleplerinden
olan, toprak reformu, emlak ve arsa vergisi gibi önlemler,
AP içindeki diğer kesimlerin zaten yoğun olan çelişkilerini
patlama noktasına getirmiştir. Sonuçta, oligarşi içinde
ekonomik plandaki bu çelişkilerin siyasal üst yapıya
yansımasıyla AP içindeki bölünme gerçekleşir.
69 seçimlerinden sonra iktidarı yeniden alan AP Hükümeti'nin
hazırladığı bütçenin görüşmeleri sırasında çelişkiler
patlamaya dönüşür ve AP içindeki diğer kesimlerin temsilcileri,
bütçeye kırmızı oy verirler. 41'ler olarak anılan bu
grubun bir kısmı daha sonra AP'den ayrılarak Aralık
70'de DP'yi kurarlar. DP, oligarşi içinde güç kaybetmiş,
gerilemiş tekel dışı kesimlerin sözcülüğünü de üstlenmiştir.
Siyasal üst yapıdaki ayrılığın bir ucu da, Necmettin
Erbakan başkanlığında AP'den ayrılan bir kısım milletvekiliyle
kurulan Milliyetçi Nizam Partisi'dir. 1970 başlarında
kurulan MNP, sanayi burjuvazisinin gelişimi karşısında
çıkarları zedelenen taşradaki tekel dışı kesimlerin
sözcüsü olmuştur. Bu kesimin tekelci burjuvazi ile olan
çelişkilerini, kurucusu Necmettin Erbakan şu şekilde
dile getirmektedir. "Anadolu tüccarı, kendilerini
üvey evlat olarak bilmektedir. İthalat kotalarından
aslan payı üç-dört kentin tüccarına ayrılmakta, Odalar
Birliği'ni bunlar yönetmektedir… Anadolu bankalarında
toplanan mevduatı, Anadolu halkı yatırmakta ama bu para
kredi şeklinde büyük kent tüccarına verilmektedir."(8)
Bölünmelerin ardından AP giderek homojenleşen bir yapı
kazanmış ve sanayi burjuvazisinin isteklerine daha uygun
bir şekle bürünmüş, ancak bölünmeler nedeniyle yürütmenin
varlığı zaafa uğramış ve tekelci burjuvazinin istediği
dönüşümleri sağlayabilecek güç ve istikrardan uzak hale
gelmiştir.
Bir yandan oligarşi içinde bu çelişkiler yaşanırken
aynı zamanda artan ekonomik bunalımın bu çelişkileri
derinleştirici özelliği, varolan sorunları iyice içinden
çıkılmaz bir hale getiriyordu. Ekonomik bunalımın ağırlaştırdığı
oligarşi içi kesimlerin pazardan en fazla payı kapma
kavgası, siyasal planda da bir kriz yaratıyordu. Belli
bir sınıfı, o sınıf temelinde, o sınıfın nicelik ve
niteliğinden hareketle temsil etme şansı olmayan yeni
sömürge parlamentoları, emekçi kitleleri aldatarak onların
oy potansiyeline dayanmak zorunluluğu ile ve kendi sınıf
çıkarlarına uygun gelişmeleri hayata geçirmek kaydıyla
yaşamasını sürdürmek çelişkisi içinde -yeni sömürgelerin
işbirlikçi yerli egemenlerinin 'mukadderatı' olarak-
bocalayıp bunalıyor, sonuçta bunalıma girmeyen tek program
emperyalizmin çıkarlarının programları oluyordu.
60'ların sonunda ve 70 yılında tekelci burjuvazinin
stoklarının artması, üretimdeki şişkinlik, kapitalizmin
kronik hastalığı olan üretimin pazarlanamamasından doğan
depresyonu doğurmuş, sanayinin hemen hemen bütün kollarında
kapasite kullanımı düşmüş, sanayi sermayenin kullanılamaması
durumu ile karşı karşıya kalınmıştı. Ekonominin dışa
bağımlı çarpık niteliğine koşut olarak emperyalist sistemin
buna eklenen sorunlarının etkileriyle, bunalımın Türkiye'deki
yankısı ağırlaşmıştır.
Ödemeler nedeniyle IMF ile 1966 yılından itibaren sorunlar
uç vermiş, IMF ödemelerde zorluk çeken Türkiye'ye devalüasyon
yapması için baskı yapmaya başlamıştır. 1968 yılına
gelindiğinde IMF artık Türkiye'nin ödemeler bilançosunu
dengelemek zorunda olduğunu düşünmektedir. Yeni borçlar
verebilmesi için, önce bunları ödeyebileceği duruma
gelmesini garantiye alacak önlemler alınmasını istemektedir.
Ancak IMF'nin bu zorlamaları; 69 yılının seçim yılı
olması nedeniyle AP tarafından, kendisine seçimlerde
puan kaybettireceğinden ötürü gerçekleştirilemez.
1970 yılında, ülkenin dış ticaret açığı 298 milyon dolara
ulaşmıştır. Bu, 1963 yılı hariç, son dönemlerin en yüksek
oranıdır. 1970 Mart'ında OECD de Türkiye'ye devalüasyon
önerir. Yoğunlaşan dış baskılar sonucunda AP hükümeti
bu devalüasyonu yapmak zorunda kalır. Devalüasyonun
bir nedeni de ihracatın kolaylaştırılması yoluyla yeni
pazarlar bulunmasını sağlamak olmuştur. ülkede ithal
ikamesi tıkanmıştır. Stokların artması ve üretimin pazarlanamaması
bunun sonucudur. Ekonomide yapısal bir dönüşümün gerçekleştirilmesi
gerekmektedir. İşbirlikçi burjuvazi, ülkede ürettiği
malları sanayinin daha cılız olduğu ülkelere satmak
istemektedir. 70'lerde emperyalizmin sömürü politikalarının
bu eksende olduğu biliniyor.
Sonuç olarak, 70 yılında ekonomik yapının durumu, özellikle
sanayi burjuvazisi açısından yeni bir düzenlemeyi şart
koşuyordu. Devalüasyonun bir nedeni de budur. Bu şekilde
fiyat artışları hızlanacak ve 63 yılında yasallaşan
toplu sözleşme ve grev hakkının özellikle 67'den sonra
işçi sınıfı tarafından giderek artan bir hızla kullanılmasının
sonucu olarak yükselen gerçek ücretlerin, temeli emek
yoğun sermayeye dayanan ve bu nedenle yaşamı ucuz işgücüne
bağlı olan sanayi üzerindeki etkisinin düşürülmesi sağlanacaktır.
Bu koşullarda, yeni düzenlemeleri gerçekleştirebilmek
için burjuvazinin tek bir şansı vardır: "suskun"
bir toplumsal zemin…
61 Anayasası'nda, işçi sınıfının ve tüm emekçi kesimlerin
lehine olan bazı maddelerin değerlendirilmesinin etkisiyle,
toplumsal zeminde giderek yükselen örgütlenme ve mücadele
olgularının, burjuvazinin programını rahatça uygulamasına
engel olacağı görülüyordu. Bu nedenle yürütmenin gücünün
artırılması, siyasi zor kullanılarak 60'lı yıllar boyunca
yükselen toplumsal muhalefetin bastırılması gerekiyordu.
12 Mart'ta açık faşist diktatörlüğe başvurulmasında
oligarşi içi çelişkiler oldukça önemli bir yer tutmakla
birlikte, belirleyici ana neden değildir. Toplumsal
koşullar oligarşi açısından uygun olsaydı iç çelişkilerin
çözümü, 12 Mart'a gerek kalmaksızın, ekonomik planda
uzun bir sürece yayılabilir ve bir dönüşüm sağlayabilirdi.
Ancak bu dönemde emekçi halk kitlelerinin düzene karşı
mücadelesi ülkede ilk kez yeni boyut ve nitelikler içinde
gelişmeye başlamış, emekçi kitlelerde örgütlenme ve
mücadele bilinci yükselmiş ve sosyalizm giderek artan
ölçüde taraftar bulmaya başlamıştı.
60'lı yıllar boyunca Türkiye'de sanayi burjuvazisi gelişirken,
burjuvazi aynı zamanda karşıtını geliştirmiş, yani Marx
ve Engels'in deyimiyle, burjuvazi aynı zamanda kendi
mezar kazıcılarını, proletaryayı da yaratmış ve geliştirmişti.
Sanayi gelişirken ülkedeki pre-kapitalist ilişkileri
de çözer. Türkiye'de sanayinin 50'lerden 70'lere kadarki
gelişimi, tarım kesimindeki pre-kapitalist ilişkilerin
belli oranlarda (Türkiye gibi yeni sömürge bir ülkede
pre-kapitalist ilişkilerin mutlak anlamda çözülmesinden
sözedemeyiz. Bunu ancak demokratik halk devriminin zaferi
sağlayacaktır.) çözülmesine yol açmış, bunun yanı sıra,
eskiden toprağın ekilebilmesi ve ürünün kaldırılması
için el emeğine daha çok gereksinim duyulurken, tarımda
makineleşmeyle birlikte çok sayıda köylü işsiz kalmış,
bu da kırdan kente göçü hızlandırmıştır.
1960'ta kentin nüfus oranı %25.2, kırsal nüfus %74.8
iken 1970'te bu oran kentlerde %35.7 olmuş, kırda ise
%64.3'e düşmüştür. Kırdan kente göç, sanayi için artan
işgücü gereksinimini karşılarken, aynı oranda proletarya
da nicel olarak gelişmeye devam etmiştir. 1960-72 yılları
arasında, tarımda çalışan nüfus oranı %79.9'dan %67.8'e
düşmüş, sanayide ise %8.3'ten %10.6'ya yükselmiştir.
(9)
İşçi sınıfının nicel gelişimine oranla, başlangıçta
oldukça ağır gelişen siyasal bilinç düzeyi, 60'ların
sonlarına doğru, sendikal örgütlenme olanaklarının sağladığı
görece elverişli zeminde yükselmeye başlamıştır. Revizyonist
DİSK'in ortaya çıkmasıyla o zamana değin sermaye çevrelerinin
güdümünde olan Türk-İş'in sarı sendikacılığının giderek
güç kaybetmeye ve etkisini yitirmeye başlaması, hızlanan
gelişimin bir göstergelerindendir.
Sarı sendikacılık, işçi sınıfını siyasal bilinçten yoksun
bırakarak, işçi sınıfının mücadelesini düzen sınırları
içinde tutmak için, burjuvazi tarafından kullanılan
önemli bir araçtır. Ülkemizde 67 yılında DİSK'in kurulmasına
kadar, Türk-İş'in etkinliğinde gelişen bu sendikasızlaşma,
Türk-İş'in Amerikan kaynaklı "partiler üstü politika"
anlayışını empoze etmeye çalışması nedeniyle işçi sınıfının
kendi sendikası aracılığıyla siyasal bir baskı gücü
olmasını engellemiş, tam tersine sendika sermaye yanlısı
güçlere destek olmuştur.
Türk-İş üst yönetiminin ABD emperyalizmi ile ilişkilerine
bir çok örnek verilebilir. 60-70 yılları arasında, Türk-İş'in
AID kanalıyla sağladığı ABD çıkışlı "yardım"ların
tutarı, aynı dönemdeki diğer toplam aidat hasılatına
eşit düzeydedir. Türk-İş yöneticilerinin Amerika ziyaretlerinin
yoğunluğu ve niteliği de bilinen bir gerçektir. CIA
ajanlarına yataklık ettiği bilinen AIFLD, AID, AFL-CID
gibi kuruluşlarla olan yakın ilişkileri, Türk-İş'in
"emekten yana" karakterini kolayca gözler
önüne sermeye yeter.
..13 Şubat 1967'de Türk-İş'ten ayrılan Maden-İş, Lastik-İş,
Basın-İş, Gıda-İş ve Zonguldak Maden-İş tarafından DİSK'in
kurulmasına kadar geçen süre içinde sendikal alanda
varolan Türk-İş egemenliği, işçi sınıfının sendikal
mücadelesinin düzene yedeklendiği yıllar olmuş, Türk-İş
sarı sendikacılığın "mükemmel" bir örneğini
sergilemiştir. Örneğin: 10 Mart 1965 yılında greve giden
Zonguldak Maden işçileri'nin karşısında, bu grevin komünistler
tarafından yöneltildiğini söyleyerek hükümetin tarafını
tutuyordu. Bu durum, Türk-İş'in sermaye yanlısı politikasının
tipik bir örneğidir. Bunun yanı sıra dönemin Türk-İş
Genel Başkanı Halil Tunç da AP kökenlidir ve Komünizmle
Mücadele Derneği'nin kurucuları arasındadır.
Ancak, 1967 yılında Türk-İş'ten kopan ilerici-demokrat
çevrelerin oluşturduğu DİSK'in kuruluşu, sendikal alanda
yeni bir görünüm yaratmaya başlamıştır. DİSK kurulduğu
andan itibaren kısa sürede büyük bir gelişme göstermiş,
kurulduğu sırada 40.000 olan üye sayısı 70 yılında 100.000'e
ulaşmıştır. Ancak DİSK'in gücü yalnızca üye sayısıyla
ölçülemez. Nicel gücü Türk-İş'e oranla zayıfsa da, işçi
sınıfı içinde giderek artan ölçüde prestij kazanmıştır.
DİSK'in gelişimi, sarı sendikacılık geleneğini kırması,
sermaye çevrelerini rahatsız etmeye başlar. Olay yalnızca
yasaların çerçevesini kırmaktan ibaret değildir. İşçi
sınıfının siyasal bilinç düzeyi eskiye oranla oldukça
yükselmiş ve mücadelesi yer yer düzen sınırları dışına
da taşmaya başlamıştır. Bu gelişmeler karşısında duyduğu
huzursuzlukla sermaye çevrelerinin partisi AP, 1970
yılında 1317 sayılı yasa ile 274-275 sayılı Sendikalar
ve Toplu Sözleşme ile ilgili yasalarda yapmak istediği
değişiklikle, özelde DİSK'i yoketmek genelde de işçi
sınıfının giderek gelişen mücadelesinin önüne bir set
çekmek amacıyla harekete geçer.
Tasarının 12 Haziran'da onaylanması ve yasaya karşı
önlem alınması için Cumhurbaşkanlığına yapılan başvuruların
da sonuçsuz kalması üzerine 15 Haziran 1970 günü İstanbul
ve Gebze'deki bazı büyük fabrikalarda genel grev başlar.
Genel grevle başlatılan gösteri yürüyüşünün önü, Kartal
kavşağında kesilmek istenir, ancak burada tanklar tarafından
kurulan barikatı da aşan işçiler, ortakları arasında,
Demirel'in yolsuzluk iddialarına hedef olan kardeşi
Hacı Ali Demirel'in de bulunduğu Haymak Döküm Fabrikası'nda
karşılarına silahlı koruyucular çıkması üzerine burayı
tahrip ederler. Aynı gün Alibeyköy ve Silahtarağa bölgesinde
de grev ve yürüyüşler olmuştur.
Grev ve protesto gösterilerinin boyutu, 16 Haziran sabahı
daha da yükseliyor ve işçilerle polis arasında yoğun
çatışmalar çıkıyordu.
Olayların ulaştığı bu boyut üzerine İstanbul ve Gebze'de
sıkıyönetim ilan edildi.
15-16 Haziran İşçi Hareketi, işçi sınıfının örgütlenme
ve mücadele bilincinin ulaştığı düzeyi göstermesi açısından
dönemin en önemli olayıdır. Hareketin kendiliğindence
yanı ağır basan niteliği ise, işçi sınıfının düzene
karşı tepkisinin artık oldukça ileri boyutlara vardığını,
patlama noktasına geldiğini ve bunun politik bir önderliğe
kavuşması halinde giderek büyüyen bir volkana dönüşerek
burjuvazinin kanlı saltanatını tehdit edeceğini gösterir.
Bu yönüyle 15-16 Haziran, ülkedeki sömürü düzeninin
egemen kesimlerini korkulu düşlerini, ete-kemiğe bürünmüş
olarak gördükleri günler olmuştur. Korkulu düşlerini
canlı olarak yaşayan sermaye çevreleri, olaylara gereken
ölçüde sert müdahale yapılmadığını, yumuşak davranıldığını
ve tedbirsiz olunduğunu söyleyerek, AP Hükümeti'ni suçlamışlardır.
15-16 Haziran direnişinin önemli bir diğer özelliği
de, DİSK'in kapatılması anlamına gelecek yasaya karşı
protesto hareketlerine katılan işçilerin önemli bir
kısmının Türk-İş üyesi işçiler olmasıdır. Direnişe katılan
168 işyerinin 121'inde Türk-İş'e bağlı sendikalar sözleşme
yapmıştır. Ölen üç işçiden ikisi, ağır yaralı 30 işçiden
22'si Türk-İş'le sözleşmeli işçilerdir. Bu durum, bir
yandan işçi sınıfının birleşme ve dayanışma koşullarını,
proletaryanın evrensel niteliğini vurgularken diğer
yandan da tüm işçilerin düzene karşı hoşnutsuzluğunun
vardığı boyutları göstermektedir.
Burjuvazi, 15-16 Haziran olaylarının ciddiyetini ve
kendisi açısından yarattığı tehlikeyi görmüş, olayı
bir "ihtilal provası" olarak nitelemiştir.
Hareket tek başına düzeni sarsacak güçte değildir elbette,
ama kısa sürede tüm ülkeyi sarsacak bir mücadelenin
habercisidir.
özellikleri nedeniyle, daha başlangıçta gelişim olgunlaşmadan
ve politik bir önderlik altında örgütlü bir nitelik
kazanmadan ezilmesi kaçınılmazdır. Bu anlamda, 15-16
Haziran Direnişi, burjuvazi için bir "uyarı",
işçi sınıfının daha işin başında olduğunun, ama harekete
geçtiğinin ve bunun daha da gelişeceğinin göstergesi
olmuştur. Burjuvazi için bu yeterli veridir ve ülkeyi
12 Mart'a taşıyan nedenlerin başında gelir.
15-16 Haziran İşçi Direnişi, 60'ların sonlarında giderek
yükselen bir ivme kazanarak dönem boyunca süren işçi
sınıfının mücadelesinin, düzen sınırları dışında gelişen
en önemli örneğidir. Bu nedenle ayırt edici özellik
taşır. İşçi sınıfı henüz kendisi için bir sınıf olma
özelliği kazanmamış olsa da, 15-16 Haziran bu durumun
verilerini yakalamasının, mücadelenin ulaştığı boyut,
burjuvaziye artık kendisi için "dikensiz gül bahçesi"
kalmadığını gösterir.
Burjuvazi bu duruma tepkisini özellikle 15-16 Haziran
Direnişi'nden sonra sık sık yinelemiş, AP hükümetini
tedbirsiz ve yumuşak davranmakla suçlamış, olaylara
daha gelişmeden ciddi bir müdahalede bulunmasını istemiştir.
Ancak var olan yasalar ve sivil bir siyasi iktidarla
bunu önlemek olası değildir. Kaldı ki sorunlarıyla uğraşmaktan
zayıf düşmüş bir AP işbaşındadır.
Toplumsal muhalefetin yükselişi, toplumun her kesiminde
kendini hissettirmektedir. Artık köylülük Cumhuriyet
tarihinde rastlanmadık bir hareketlilik içindedir.Bunların
birkaç örneğini vermek gerekirse:
Şubat 69'da İzmir'in Atalar ve Güllüce köylerinde, köylüler
hazineye ve özel mülkiyete ait toprakları işgal ediyor,
600 kişilik bir işgal komitesi kurarak, toprağı kendileri
için sürmeye başlıyorlardı. Nisan 69'da Söke'de, yöredeki
köylerin halkı birleşerek Toprak Reformu ve Bağımsızlık
Mitingi düzenliyorlardı. Eylül 68'de pamuk alım fiyatlarını
protesto için 7 köy halkı 600 traktör ile Ankara, Adana,
Mersin yolunu iki saat trafiğe kapatıyor, olay ancak
askeri birliklerin müdahalesiyle önlenebiliyordu.
Temmuz 70'de Karadeniz'de fındık ve çay alım fiyatlarının
yetersiz bulunması nedeniyle Ordu'da yapılan gösterilerde
çatışma çıkıyor, çok sayıda yaralı ve bir ölü veriliyordu.
Öte yandan Ağustos 69'da Kürdistan halkının durumunu
dile getiren mitingler yapılıyor, yöredeki Kürt halkında
mücadele bilinci gelişme gösteriyordu. Türkiye Kürdistan'ındaki
hareketlenmeyi komando birliklerinin arama bahanesiyle
yaptıkları 70 İlkbaharı'ndaki büyük operasyonlar izliyor,
yöredeki Kürt halkına gözdağı vermek amacıyla baskı
yapılıyor, dayak atılıyordu. Ancak operasyonlar, ilerici-demokrat
kesimlerde büyük bir tepki yaratıyor, bu da daha fütursuzca
davranılmasını bir ölçüde engelliyordu.
Özellikle 60'ların sonunda, köylülük bunlara benzer
sayısız eylemle düzene karşı toplumsal muhalefetin içinde
yer alıyordu. Bu eylemler başlangıç olarak düzeni tehdit
eden boyut ve niteliklerde olmasa da, gitgide yayılıyor,
genişliyordu. Başarıya ulaşan toprak işgalleri ve diğer
eylemler, başka yörelerdeki köylüleri de hareketlendiriyor
düzene karşı örgütsüz de olsa bir siyasal uyanışın kıvılcımı
oluyordu.
Bunun dışında, demokrat ve aydın kesim arasında, sosyalizmin
prestijinin giderek yükselmesi, gençliğin anti-emperyalist
hareketleri, memurlar (özellikle öğretmenler) içinde
devrimci örgütlülüğün yayılması gibi gelişmeler vardır.
Bu gelişmeler, başlangıçta oligarşi için ciddi bir tehdit
oluşturmasalar ve burjuvazinin maddi çıkarlarını fazla
zedelemeseler de, gelecek için ciddi tehlike sinyalleri
çalmaktadır.
Üniversite gençliği arasında DEV-GENÇ'in giderek güçlenip,
kabuğunu yırtarak emekçi kitlelerle kaynaşmaya başlaması
ve ardından Türkiye halklarının öncü örgütü THKP-C'nin,
politik önderliğe aday bir parti olarak kamuoyuna kuruluşunu
ilan etmesi, oligarşinin kendi iç bunalımını yaşadığı,
toplumsal muhalefetin giderek yükseldiği bu yıllara
rastlamıştır.
Bu dönemde, ülkede sosyalizm adına revizyonizmin, pasifizmi
ve teslimiyetçiliği yaşattığı, oldukça dar çevrelerde
bir kısım entelektüelin sosyalizm adına yaptıkları gevezeliğin
yerini, revizyonizmin, pasifizmin ihanet çemberini kıran
bir savaş örgütü olarak THKP-C'nin alması, Türkiye Devrimi'nin
de en önemli olaylarından biridir. Çünkü ilk kez ülke
gerçekleriyle buluşan, tarihsel, ekonomik, sosyal ve
siyasal koşulların devrimci yanıtını somutlayan görüş,
örgütlenme ve pratiği maddileştiren bir oluşum ülke
gündemine girmiş bulunmaktadır.
60'ların sonlarında, bir yandan oligarşi içi çelişkiler
had safhadayken, düzene muhalif tüm kesimleri saran
toplumsal hareketlilik, yaşanan siyasal bunalımın diğer
boyutu oluyordu. Ve açık faşizmi esas olara bu boyut
belirliyordu. Ezilen kesimlerin, en sıradan yaşam hakları
için yürüttükleri mücadele ve yer yer elde ettikleri
başarılar, sermaye çevrelerinin zaten tatmin olamadıkları
pazardan elde ettikleri payı azaltıyor, bu da yaşanan
siyasal krize burjuvazi için yeni bir tehdit ekliyordu.
Bundan en çok huzursuz olan kesim de işbirlikçi sanayi
burjuvazisiydi.
Emekçilerin mücadeleleriyle asgari de olsa bazı ekonomik
haklarını elde etmeleri, yeni sömürge burjuvazilerinin
gündemden inmeyen tatminsizlikleri dolayısıyla krizlerini
derinleştirmeye yetiyordu. Öte yandan emperyalizmi doyurmak
zorunda oluşları nedeniyle emekçi halklara daha fazla
yüklenmeleri ise kitlelerin basıncını yükseltiyor, bu
durum "yönetenlerin yönetemez, yönetilenlerin yönetilemez
olması", "sürekli devrimci durum" esprileriyle
ifadesini bulan yeni sömürge gerçeğini tanımlıyordu.
Emperyalizmle bağımlılık ilişkileri içindeki yeni sömürge
bir ülkenin sanayileşmesi, daha önce de belirttiğimiz
gibi, ekonomik gelişmenin doğal yasalarıyla uyumsuz
ve çarpık olduğu için işbirlikçi burjuvazinin önünde
sürekli bir dizi önemli sorun dikilir. Ülkedeki iç pazarın
ekonomik yapının sözkonusu niteliği nedeniyle dar ve
sınırlı olması, üretilecek malın üretim ölçeğinin sınırlı
tutulmasına yol açar. Bu da kaçınılmaz olarak maliyetin
yüksek olmasını getirir. Üretim teknolojisinin geriliği
ve maliyetin yüksekliğinin yarattığı sorunlardan dolayı,
burjuvazinin ürettiği maldan kar edebilmesi için tek
şansı; ucuz, daha ucuz işgücüdür. Ülkedeki yatırımların
emek-yoğun sermayeye dayanması da ucuz emeğe duyulan
gereksinimi artıran diğer bir etkendir.
Sorunun başka bir boyutu ise, burjuvazinin gelişme ve
palazlanma döneminde olmasıdır. Burjuvazi, evrensel
karakteri gereği, gelişme ve palazlanma evresinde bu
gelişimine engel olarak gördüğü hiçbir şeye tahammül
edemez. Bütün dünyadaki sınıf savaşları tarihi, bunun
örnekleriyle doludur. Burjuvazi, gelişim evresinde işçi
sınıfının en doğal yaşam talepleriyle yürüttüğü mücadelesini
kanla bastırmıştır. Amerikan işçi sınıfının 1 Mayıs
1877'de 8 saatlik işgünü için yürüttüğü mücadelenin
burjuvazinin ölüm kusan silahlarıyla bastırılması, bu
durumun simgesi olmuştur. Paris Komünü de bunun ilk
örneklerinden biridir.
Ülkemizde 61 sonrasının nispi demokratik ortamının da
etkisiyle giderek yükselen işçi sınıfının ekonomik karakterdeki
mücadelesi, 60'ların sonunda hızla yükselen bir ivme
kazanmış, dönem boyunca yürütülen mücadele belli kazanımlar
elde edilmiştir. Özellikle 63 yılında sendikaların grev
ve toplu sözleşme hakkını kullanmaya başlamasıyla, sendikalı
işçilerin gerçek ücretlerinde belirgin bir yükselme
olmuştur.
ORTALAMA NAKDİ VE REEL ÜCRETLER
Yıllar
|
Ortalama
Ücret
|
İst Geçinme
İndeksi
|
Ortalama
Ücret İndeksi
|
Reel Ücret
|
Yıllık Satışlar
|
1963
|
17.91
|
100.0
|
100.0
|
100.0
|
-
|
1964
|
19.50
|
102.2
|
108.8
|
106.4
|
6.4
|
1965
|
21.61
|
108.4
|
120.6
|
111.2
|
4.5
|
1966
|
23.53
|
113.1
|
131.1
|
131.3
|
4.3
|
1967
|
25.84
|
120.0
|
144.2
|
120.1
|
3.5
|
1968
|
28.22
|
125.0
|
157.5
|
126.0
|
4.9
|
1969
|
32.13
|
131.2
|
179.1
|
136.5
|
8.3
|
1970
|
35.32
|
143.2
|
197.3
|
137.6
|
0.8
|
1971
|
39.32
|
167.8
|
218.5
|
130.8
|
5.1
|
(10)
Yukarıdaki istatistikte de görüldüğü gibi 1963 ve 69
yılları arasında ücretlerde belirgin bir yükselme olmuş,
krizin büyüdüğü ve devalüasyonun yükseldiği, hayat pahalılığının
arttığı 70 yılında bu artış durmuş, nihayet 12 Mart
açık faşizmiyle işçi sınıfının yıllar süren mücadelesi
sonucunda elde ettiği kazanımlar hızla gerileme sürecine
sokulmuştur.
1969 yılı işçi sınıfının bu mücadelesinin önemli kazanımlar
elde ettiği bir yıl olmuş, sürekli artan grev ve direnişler,
genişleme ve nitelik kazanma potansiyelini somutlaştırmıştır.
70 yılı ise burjuvazinin durumunun iyice sarsıldığı
ve kendine göre önlemler aldığı bir yıl olması açısından,
12 Mart dönüşümünü hazırlayan krizin zirvede olduğu
yıllardır. Oligarşi, işçi sınıfının bu gelişiminin kendisi
için yarattığı tehlikenin farkındadır, ancak dizginleri
elinde tutamamaktadır.
Burjuvazinin 61 Anayasası'nda yer alan işçi sınıfının
lehine sayılabilecek maddelere yönelik olarak hoşnutsuzluğu
giderek artan bir biçimde hissettirmesi de bu nedenledir.
12 Mart açık faşizminin generallerinden Memduh Tağmaç'ın
şu sözlerinde, toplumsal muhalefetin yükselişinin, 12
Mart'ın oluşumundaki rolünü görebiliriz. Memduh Tağmaç,
12 Mart öncesi bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında;
"... Sosyal hak arama eğilimlerinin ekonomik gelişmelerin
çok ilerisine geçmesi karşısında, milli nizamın korunabilmesi
için Anayasa'da değişiklik..." yapılması gerektiğini
söylüyordu.
Toplumsal muhalefetin yükselişinin yanı sıra 70 yılında
THKP-C ve THKO tarafından başlatılan silahlı mücadele
ve politikleşmiş askeri savaş, düzene karşı mücadeleye
yeni ve son derece ileri bir boyut kazandırıyor, silahlı
mücadeleyle ilk kez tanışan burjuvazi büyük bir korkuya
düşerek, derhal önlem alınmasını istiyordu.
Bir yandan oligarşi içi çelişkilerin iyice keskinleşmesi,
öte yandan bu çelişkiler yaşanırken yapılacak düzenlemelerin
toplumsal yapıda yol açacağı alt-üst oluşların güçlü
bir yürütme gerektirmesi nedeniyle, AP tekelci burjuvazi
açısından güven vermemekteydi. Verili tüm koşullar,
tekelci burjuvazinin önünün açılması için yeni bir düzenlemeyi
gerektirmekteydi. Ancak bunun var olan sivil siyasal
iktidar ile gerçekleşmesi imkansızdı.
70 yılında ithal ikamesinin açmazlarıyla tıkanan ekonomi
de yeni bir programa gereksinim duyuyordu. Ekonomideki
yeni bir düzenleme ise toplumsal yapıda derin yaralar
açacak, halkın muhalefeti daha da yükselecekti. Bütün
bunları zaafa uğrayan yürütmenin yeniden ve güçlü bir
şekilde yapılandırılması yolunda tek bir seçenek kalıyordu:
"Devletin ve düzenin koruyucusu" ordunun devreye
girmesi.. Yaşanan bu ekonomik ve siyasal kriz hiç kuşkusuz
uluslar arası düzeyde yaşanan ve 3. Bunalım Dönemi bölümünde
işlediğimiz gibi açığa çıkmaya başlayan dünya ekonomik
ve siyasal depresyonundan bağımsız olarak ele alınamaz.
12 Mart Açık Faşizminin Dünya Zemini
12 Mart'ı dışardan çevreleyen koşulların ana çizgisi,
emperyalizmin içine düştüğü depresyondur. "Emperyalistler
arası çatışma" ve "Emperyalizm ile dünya halkları
arasındaki çatışma" bölümlerinde değindiğimiz gibi,
1970'li yıllara gelindiğinde emperyalistler arası entegrasyonda
derin çatlaklar oluşmuş ve ekonomik, siyasal, toplumsal
bir depresyon gündeme gelmişti.
2. Dünya Savaşı sonrasında ABD'nin hegemonyasında oluşan
entegrasyonun kapsamı içinde, diğer emperyalist ülkelerin
de kendilerini toparlamaları ve dünya pazarlarındaki
paylarını artırmaya başlamalarıyla amansız bir rekabet
başlamıştı. Dolayısıyla, Bretton Woods Konferansı'nda
oluşan para sisteminin ve kurallar bütünün tıkanması
ve 1967'den başlayarak çözülmesi sonucu doğdu. Bu süreç,
1971 yılında sistemin yıkılması ve daha çok bir kümelenme
anlamına gelen, dolayısıyla da emperyalistler arası
rekabeti daha da derinleştiren yeni bir para sisteminin
oluşturulmasıyla tamamlandı.
Aynı dönem, savaş sonrasında yeni sömürgeciliğin bir
biçimi olarak, kapitalizmin belli ölçülerde geliştiği
ülkelerde bir iç Pazar yaratmak, işbirlikçiler eliyle
o iç pazara yönelik üretimde bulunmak ve yine işbirlikçiler
eliyle o iç Pazar içinde tekelleşmek anlamına gelen
ithal ikamecilik tıkanmaya başlamıştı. Yaratılan iç
Pazarlar doyuyor ve emperyalizm işbirlikçi burjuvazi
eliyle üretimini pazarlayamaz hale geliyordu.
Öte yandan Vietnam'a müdahale, ABD için giderek ağırlaşan
bir yenilgiye dönüşmekteydi. Bu savaşla emperyalizmin
yenilmez olmadığı bir kez daha kanıtlanıyor ve dahası
ABD hegemonyası ciddi bir tokat yiyordu. Böylece ABD'nin
hegemonyacılığında oluşan entegrasyon içi siyasal dengeler
sarsılmaya başlamıştı. Yine bu savaş, ABD de dahil olmak
üzere tüm dünya kamuoyunu emperyalist saldırganlığa
karşı hareketlendirmekteydi.
Ekonomik ve siyasal düzeyde yaşanan bu gelişmeler toplumsal
düzeyde de ses buluyor, işsizlik yaygınlaşırken, kültürel
çöküntü toplumu depresyona itiyordu. Ulusal kurtuluş
hareketlerinin dalga dalga tüm dünyaya yayılması, emperyalizm
açısından süreci ağırlaştıran bir başka etmendi.
Emperyalizm sorunların çözümünü her zaman olduğu gibi
dünya halklarının sırtına yükleme yolunu seçti. Yeni
sömürgeciliği ağırlaştıran uygulamaların başlamasıyla,
emperyalizmi sarsan ekonomik, siyasal ve toplumsal depresyon
yeni sömürgelere aktarılmış oluyordu. Nitekim bu dönemde,
birçok yeni sömürgede açık faşist uygulamaların gündeme
gelmesi bir rastlantı değildir.
Türkiye'de 70 yılına gelindiğinde, üretimdeki şişkinlik,
artan stoklar ve üretimin pazarlanamamasından kaynağını
alan bunalım, kendini iyice belli etmekteydi. İthal
ikameci sanayileşme tıkanmıştı ve yeni bir dönüşüme
gereksinim duyulmaktaydı. Bu dönüşüm ise, Türkiye'nin
emperyalizm için bir ara halka haline gelmesi ve ülkede
işbirlikçi sanayi tarafından üretilen malların, sanayileşmesi
daha geri olan ülkelere satılması ile sağlanabilirdi.
Bu yolla hem sanayinin bağımlı niteliği nedeniyle ve
kar transferiyle emperyalizmin çıkarları korunacak hem
de ülkedeki işbirlikçi burjuvazinin sorunları belli
ölçülerde çözüm bulacaktı. (11)
Bu tür bir dönüşüm için, ülkedeki sanayinin niteliği
nedeniyle, en fazla gereken şey ucuz emektir. Ne var
ki 60'lı yıllar boyunca yükselen toplumsal muhalefet,
bu dönüşümün önünü tıkamaktadır.
Daha önce, parlamenter sistemdeki tıkanma ve AP Hükümeti'nin
(ülkede yaşanan Oligarşi içi çelişkiler dolayısıyla)
acz içinde olması nedeniyle, yürütmenin gücünün zaafa
uğramış olduğundan sözetmiştik. ABD emperyalizmi de
bu durumdan endişelenmekte ve coğrafi konumundan ötürü
Ortadoğu'daki stratejik çıkarları açısından önem taşıyan
Türkiye'nin denetimden çıkmasından kaygı duymaktadır.
Bu durumu eski ABD cumhurbaşkanlarından General Eisenhower'in
cenaze töreninde bulunmak için ABD'ye giden Demirel'le,
dönemin ABD Başkanı Nixon'un Beyaz Saray'da 1 Nisan
1969'da yaptıkları görüşmenin tutanaklarından izleyelim.
"(...)
Demirel: Kalkınma, komünizmin karşısında en önemli
çarelerden biridir. Eğer bunda başarılı olunursa, her
şey çok düzgün gidecektir. Olunmazsa problemler çıkacaktır.
Türkiye bu yönde iyi bir örnektir ve Türkiye başarıya
ulaşacaktır.
Nixon: Türkiye kalkınmada büyük başarılar göstermiştir.
Demirel: Umuyorum ki Türkiye, 6-7 yıl içinde, yardım
alan bir ülke olmaktan çıkıp, yardım eden bir ülke durumuna
gelecektir.
Nixon: Genç kuşaklar fevkalade sabırsız. Zamanın yeterli
gelip gelmeyeceğinden kaygım vardır.." (12)
Bu konuşmada Nixon, Türkiye'nin iç siyasi ortamındaki
istikrarsızlıktan ve bunun karşısında yürütmenin gücünün
zaaf içinde olmasından duyduğu kaygıyı belirtmiştir.
Nixon'un bu kaygıyı duyması için yeterli veriler vardır.
Özellikle 60'lı yılların ikinci yarısı, ülkedeki sömürü
düzenine karşı toplumsal bir muhalefetin yükselişinin
yanı sıra, anti-ABD, anti-emperyalist bilincin ve eylemin
yükseldiği yıllar olmuştur.
1965 seçimlerinden sonra, TİP'in parlamento içinde,
devrimci ve demokrat güçlerin parlamenta dışında yürüttüğü
muhalefet sonucu, toplumda giderek gelişen bir anti-ABD
eğilim gözleniyordu. Özellikle ABD ile gizli olarak
imzalanan ikili anlaşmalardaki küçültücü maddelerin
teşhir edilmesi sonucu, toplumda büyük bir tepki oluşuyordu.
Bu maddelere göre Türkiye'de kurulan üslere, Türk komutanları
bile giremiyor, ama aynı zamanda üsleri dışardan koruma
ve bekleme görevi Türk askerine veriliyordu. Ayrıca,
üslerin bir kısmının temizliğini yapmak, Türk askerinin
göreviydi.
Bu ve benzeri konularda yürütülen anti-ABD muhalefetin
baskısı sonucu, (ve daha önce yaşanan Johnson mektubu
olayındaki tepkilerin boyutunun bu olaylarla daha da
yükselmesinin etkisiyle) dönemin iktidarı AP bu anlaşmaları
yeniden gözden geçirmek ve yeniden düzenlemek zorunda
kalmıştı.
Doğaldır ki, bu gelişmeler ABD'yi gittikçe daha fazla
rahatsız etmeye başlıyordu. Adana'dan havalanan U-2
uçaklarının -bu dönemde nem toplumsal muhalefetin hem
de Sovyetler Birliği ile belli bir düzeyde gelişen ekonomik
ve diplomatik ilişkilerin etkisi sonucu- kalkışının
yasaklanması da, iki ülke arasındaki ilişkilerde belli
bir soğumaya neden oluyordu.
Devrimci gençlerin yürüttüğü anti-ABD eylemler giderek
yükseliyor, kamuoyunu bu yönde duyarlı kılıyordu. 1967
Ekim ayının ilk günlerinde, İstanbul'u ziyaret eden
6. Filo aleyhine büyük gösteriler yapılıyordu. 23 Kasım'da
da, o günlerde ortaya çıkan Kıbrıs sorunu üzerine gelişen
Türk-Yunan anlaşmazlığında arabuluculuk yapmak üzere
ABD başkanının Ankara'ya gönderdiği özel temsilcisi
C. Vance'in uçağı, gösteriler nedeniyle Esenboğa havaalanına
inemiyor, Mürted askeri alanına inmek zorunda kalıyordu.
68 yılında bu tavırların çapı genişliyor, 6. Filo'ya
karşı geniş bir katılımla yapılan gösterilerde polisle
çatışma çıkıyor, 6. Filo'nun askerleri taşlanıyor, bazıları
denize atılıyordu. Olayda Amerikalılara ait araçlar
tahrip ediliyordu.
69 Ocak ayında da, ABD büyükelçisi CIA ajanı ve Vietnam
savaşındaki pasifikasyon hareketlerinin kuramcısı Kommer'in
arabası ODTÜ'de yakılıyor, bu olay ABD'de büyük bir
yankı yaratıyordu. Gelişmeler, toplumsal muhalefetin
bastırılması ve ülkede "daha" kararlı bir
ABD yanlısı yönetimin kurulması eğilimini güçlendiriyordu.
Bunların yanı sıra dönemin NATO'cu iktidarı AP'nin,
ülke sermaye gruplarının çıkarları için izlediği pragmatist
dış politika nedeniyle, yer yer ABD emperyalizminin
ekonomik ve siyasal çıkarlarına ters düşebilmesi, ABD
emperyalizmini rahatsız eden bir başka olgu olmuştur.
Sermaye çevrelerinin partisi AP, bu dönemde temsilcisi
olduğu sınıfların gereksinimi olan bazı büyük yatırımlar
için batılı ülkelerden kredi sağlayamayınca, kendisine
bu olanakları oldukça elverişli koşullarda sağlayan
SSCB'ne yönelmiş ve iki ülke araısnda bu temelde başlayıp
giderek yakınlaşan ilişkiler, ABD açısından kaygı nedeni
haline gelmiştir. AP iktidarının 7 büyük tesisin yapımı
için Sovyetler Birliği ile anlaşması karşısında, dönemin
ABD yönetimi kuşku ve kaygılarını yüksek sesle ifade
etmeye başlamıştır.
Yine aynı biçimde hükümet ülke burjuvazisinin büyüme,
gelişme hırsını yanıtlayabilmek için ülkede üretilen
mallara dış Pazar bulabilmek arayışı içine girmiş ve
bu anlayışla Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye
çalışmıştır. Ekonomik planda sıçramalı bir gelişme izleyen
petrol zengini Arap ülkelerinde ulusal gelir ve toplumsal
gelişme düzeyi arasındaki uçurum nedeniyle, bu ülkelerin
egemen sınıfları, kendi ülkelerinde yapılacak yatırımlar
için ülke kapılarını dış sermayeye açmışlar ve oldukça
"iştah açıcı" bir Pazar haline gelmişlerdi.
Bu ülkelerle olan coğrafi yakınlıkla birlikte tarihsel,
dinsel, sosyal ilişkileri de göz önüne alırsak, Türkiye
burjuvazisi için bu dönemde Ortadoğu'ya yönelme arzusu
son derece doğaldı.
Bu girişim ABD açısından, ekonomik planda önemli bir
sorun olmasa da , dönemin duyarlı siyasal koşulları
nedeniyle, yanlış bir zamanlamadır. ABD'nin Ortadoğu'daki
çıkarları gereği İsrail'i desteklemesi, İsrail ile Arap
ülkelerinin yaşadığı büyük gerilim dolayısıyla, emperyalist
kapitalist sistemin stratejik planları içinde bir ileri
karakol görevi taşıyan Türkiye, ABD'nin istemleri ve
kendi ekonomik çıkarları karşısında "kilise ile
cami arasında" kaldığını somut olarak görür.
Arap ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, ABD'nin bölgedeki
çıkarlarını Ortadoğu bunalımı nedeniyle ciddi şekilde
tehdit etmeye başlamıştır. ABD'nin Ortadoğu'daki durumu
açısından Türkiye önem taşımaktadır. Türkiye'deki ABD
askeri üsleri, bir yandan sosyalist sisteme karşı bir
ileri üs olarak değerlendirilirken bir yandan da ABD'nin
Ortadoğu'daki stratejik amaçları doğrultusunda gerektiğinde
müdahale etmek için bir sıçrama tahtası olarak elde
tutulmaktadır. Bunun bir örneğini, 14 Temmuz 1958'de
İncirlik'ten havalanan paraşütçü birliklerinin, Lübnan'da
başlayan ve ABD çıkarlarına ters düşen ayaklanmanın
bastırılmasında kullanılması durumu oluşturmaktadır.
Türkiye'nin NATO'ya alınması ve Bağdat Paktı'nın kurulması
(sonradan CENTO), temelde hep emperyalist-kapitalist
sistemin Ortadoğu'daki çıkarlarının savunulması eksenine
oturmuştur. Türkiye'nin ABD emperyalizmine ters düşen
bir Ortadoğu politikası izlemesi, doğaldır ki ABD'nin
tepkisine yol açacaktır. Bunlara bakarak "bu nasıl
bağımlılık ilişkisi, nasıl emperyalizme göbekten bağımlı
bir ülke?" diye sorulabilir. Ne var ki:
Emperyalizme bağımlılık ilişkileri, yeni sömürgeler
açısından farklılıklar taşır. Bu ilişkileri tek tip,
kuklacı ve kukla ilişkisi olarak değerlendirmek, Türkiye'deki
egemen sınıfların tüm tutumlarını, ABD'nin elindeki
"iplerle" ve "düğmelere basarak"
yönettiğini düşünmek,iç ve dış siyasi konjonktürün birbirlerine
olan etkilerini görmemek, bağımlılık ilişkilerini karikatürleştirmektir.
Emperyalizme "göbekten bağımlılık"tan söz
edilse bile, zaman zaman yeni sömürgelerdeki egemen
güçlerle, emperyalizmin çatışan çıkarları birbirini
yanıtlayamayabilir. Yeni sömürge egemenleri kendi çıkarlarını
ön plana alarak, emperyalizme ters bir politika izleyebilirler,
en azından bunun görece sınırlarını zorlayarak olanaklarını
ararlar.
Ancak yeni sömürgelerin bu eğilimleri hiçbir zaman sonuca
ulaşamaz. Ekonomisi dışa bağımlı olan bir yeni sömürgede
bağımlılık ilişkileri içinde olduğu emperyalizmin uygulayacağı
kredileri kesme, ekonomik ilişkilerde yaptırımlar, ülke
sanayisinin muhtaç olduğu ileri teknoloji gerektiren
çeşitli ara mallar, yedek parça vb. satmama gibi baskılar
sonucu ülke derin bir kriz içine girer.
Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen ve soluk borusu emperyalizme
bağlı çarpık kapitalist üretim ilişkileri için emperyalizmin
uygulayacağı bu tür bir baskı, soluk borusunun tıkanması
anlamına gelir, ekonomi çökmeye başlar. Ve zaten çok
hassas yapay dengelerde duran toplumsal durum ivme kazanır.
Sonuç olarak, bağımlılık ilişkisi içindeki yeni sömürge
bir ülkede emperyalizme bağımlılık ilişkilerine son
verecek, ülke ekonomisini tekellerin değil emekçi halkın
çıkarlarına dönük olarak yeniden düzenleyecek, ant-emperyalist,
anti-oligarşik bir demokratik halk devrimi gerçekleşmedikçe,
ülkenin emperyalist-kapitalist sistemden bağımsız bir
tavır izlemesi olanağı yoktur.
Türkiye'deki ABD üslerinin ABD açısından taşıdığı önemi
belirtmiştik. Ne var ki, AP iktidarının ülke burjuvazisinin
çıkarları nedeniyle geliştirdiği Ortadoğu politikası,
amaçları daha fazla sömürü ve kar olan iki gücün siyasi
çıkarlarının çatışmasına yol açtı. ABD, Türkiye'deki
üslerini Ortadoğu'daki stratejik çıkarları için sürekli
gündemde tutmak isterken, AP iktidarı ülke burjuvazisinin
çıkar hesapları açısından, Arap ülkeleriyle ilişkilerini
zedelemek istemiyor, "Türkiye'deki NATO üslerinin
hiçbir şekilde Arap ülkelerine karşı kullanılmayacağını"
açıklıyordu.
Aynı şekilde Türkiye, yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında
BM'de yapılan görüşmelerde, ABD-İsrail tezlerine karşı
çıkıyor, Arap-SSCB tezlerini destekliyordu. 70'te Ürdün'de
çıkan iç savaş sırasında da Arapların tavırlarına destek
oluyor, Amerikan müdahalesine karşı çıkıyordu. Yine
aynı nedenlerle, Kasım 68'te Suriye sınırında yapılacak
Orient Express NATO tatbikatına, Ortadoğu'yla olan ilişkileri
zedeleyeceği düşüncesiyle izin vermiyordu.
Yaşanan Ortadoğu bunalımı sırasında Türkiye'nin ABD'ye
aykırı tutumlar alması nedeniyle ilişkiler soğuyor,
ABD bu duruma ilk tepkisini, ek askeri yardım programına
Türkiye'yi almamakla gösteriyordu.
AP'nin izlediği bu politikanın, bölgedeki ABD güdümlü
diğer ülkeler düşünüldüğünde, pek önem taşımayacağı
tezi, (ABD diğer ülkelerdeki üslerinden yararlanabileceğinden,
onun için pek bir sorun olmayacağı düşünülebilir) ilk
bakışta akla yakın görünmektedir. Ne var ki Ortadoğu
gibi emperyalizmin çıkarları açısından büyük önem taşıyan
bir bölgede ABD'nin kendi çıkarlarına ters düşen hiçbir
şeye tahammül edemeyeceği de unutulmamalıdır. Bölgede
Sovyet ilişkilerinin de giderek geliştiği, ABD aleyhtarı
hareketlerin büyüdüğü böyle bir dönemde, ABD bölgedeki
üslerinin durumundan ve ilişkilerinden emin olmak isteyecektir.
Burada bir paragraf açarak AP'nin dönem boyunca izlediği
dış politikada zaman zaman ABD'ye aykırı tutumlar alma
görünümü içinde olmasının nedenlerini kısaca irdeleyelim.
AP'nin bu dönemde izlediği dış politika hiçbir anlamda
ulusalcı bir karakter izi taşımamıştır. Bu durum en
azından sınıfsal temelde olası değildir. İzlenen politika
her zaman emperyalist kapitalist sistemin yörüngesindedir.
Ancak ülke egemen sınıflarının çıkarları uğruna ucuz
kredi ve ekonomik gelişme olanaklarını pragmatik bir
bakışla çözümlemeye kalktığı anda ters davranışlar içine
girmek zorunda kalmıştır. Bu davranışlar ABD emperyalizminin
ülkedeki temel yerleşim olgularını sarsacak boyutta
olmamış fakat dönemin özgün koşullarında bu kadarcık
bir "özgürlük" bile emperyalizmi rahatsız
etmeye yetmiştir.
Türkiye ile ABD arasında bu dönemde ortaya çıkan sorunlar
arasında "haşhaş olayı" önemli bir yer tutar.
72'de yapılacak Başkanlık seçimlerinde adaylığını tekrar
koymayı düşünen Nixon, o dönemde ABD kamuoyunda giderek
yaygınlaşan uyuşturucu madde karşıtlığını oy potansiyeli
açısından değerlendirmek istemekteydi. Kamuoyunun bu
konuda yaptığı baskıyı hafifletmek zorundaydı. ABD yönetimi
bunun için, ABD kamuoyunda haşhaş üreticisi olarak görülen
ve ülkelerine gelen haşhaşı üretmekle suçlanan Türkiye'ye
baskı yapmaya başlıyordu. Ancak dönemin hükümeti AP,
haşhaşı yasaklamasının hem haşhaş üreticisi büyük toprak
sahiplerinin muhalefeti hem de geçimini haşhaştan sağlayan
çok sayıda köylü ailesini karşısına alması demek olacağından
dolayı, oy kaygısı ve kırsal alanlarda giderek yayılan
toplumsal muhalefetin daha da büyüyeceği endişesi ile
bunu yapamaz.
Sonuç olarak, o dönemde iyice zayıflamış, güçsüzleşmiş
AP iktidarı böyle bir yasağın sonuçlarını kaldıracak
güçte değildir. Bunu gerçekleştirmek için güçlü bir
yumruk gereklidir. Nitekim 12 Mart darbesinin hemen
ardından 12 Mart faşist hükümetinin ilk icraatlarından
biri olarak 30 Haziran 1971'de haşhaş ekimi yasaklanmıştır.
ABD emperyalizminin 12 Mart açık faşizminin hayata geçirilmesi
ile olan ilişkisi, bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İhsan
Sabri Çağlayangil tarafından anlatılır. Ayrıca dönemin
MİT Müsteşar Yardımcısı Sabahattin Savaşman, 12 Mart
sonrası dönemde, ABD hesabına casusluk yapmaktan tutuklanmış
ve hüküm giymiştir. Yine bu konuya ilişkin dönemin İçişleri
Bakanı Sadi Koçaş'ın anıları da kayda değer niteliktedir.
Dönem, ABD emperyalizminin son yıllarda yaşadığı en
ciddi bunalımın sürdüğü dönemdir. ABD hem ekonomik bunalıma
sürüklenmektedir, hem de Vietnam Savaşı'nın yenilgiye
doğru gitmesi ve bizzat emperyalist sistem içindeki
çelişkiler nedeniyle, siyasal bir depresyon içindedir.
Öte yandan, yaşanılan bunalımı eskiden olduğu gibi yeni
bir emperyalist paylaşım savaşı ile çözümleme olanağı
da yoktur. Öyleyse, sonuç olarak elinde, yaşadığı bunalımı
hafifletebilmek için tek bir yol kalmıştır. Bunalımın
faturasını, sömürüyü daha da yoğunlaştırarak, yeni sömürgelerden
çıkarmak..
Ve 70'li yıllar boyunca tem yeni sömürge ülkeleri saran
devrim mücadelelerinin daha da yoğunlaşması, pek çoğunda
açık faşizmin gündeme gelmesine neden olmuştur. Türkiye'de
giderek büyüyen toplumsal muhalefet, bu olguyla daha
çok yükseleceğinden, ABD emperyalizminin 12 Mart'ı hazırlayan
etmenlerle doğrudan ilişkisi; objektif açıdan tümüyle
ve direkt olarak, subjektif açıdan ise istek ve gereksinmelerinin
süreciyle çakışacak biçimde olmuştur.
Her toplumsal olayın ardında birden fazla neden vardır.
Bu nedenlerin birbirini tamamlaması olayın bütünlüklü
gerekçesini ortaya çıkarır. Ama her zaman bu nedenlerden
biri olayın kökeninde yatan belirleyici etmen olur ve
olay bu temelde biçimlenir.
Daha önce değindiğimiz gibi, 12 Mart olayının ardında
yatan belirleyici neden, toplumsal muhalefetin Oligarşi'yi
tedirgin edici yükselişi ve bu yükselişin devrimci örgüt
ve pratikle kazandığı nitelik boyutudur. Buna işbirlikçi
tekelci burjuvazinin Oligarşi içi dengeleri kendi yararına
bozmak, yani Oligarşi içindeki ağırlığını artırmak istemesi
eklenmelidir. Emperyalizmin kendi depresyonunun yükünü
yeni sömürgelere yüklemesiyle, Türkiye'de yapılacak
düzenlemelerin toplumsal muhalefeti daha fazla yoğunlaştıracağı
kaygısının da eklenmesi 12 Mart açık faşist uygulamalarını
gündeme getirmiştir.
Yeni sömürgecilik bölümünde incelediğimiz, daha sonra
da çeşitli nedenlerle değindiğimiz gibi, yeni sömürgecilik
bir yandan ekonomik düzeyde emperyalizme bağlanmayı
içerirken, aynı zamanda bu duruma uygun kurumlaşma anlamına
gelir. Bu noktada emperyalizm her zaman ilk elde militer
kurumları faşistleştirmek ve orduyu bir iç savaş ordusu
olarak yeniden örgütlemek yolunu izler. Böylece sivil
ve siyasi iktidarın yetersiz kaldığı durumlarda emperyalizm
ile işbirlikçilerinin gereksindiği düzenlemelerin yapılması
için militer kurumlar devreye sokulur.
Türkiye'de gelişmeler bu şekilde olmuştur. Dönemin sermaye
yanlısı, ancak güçsüz ve istenen dönüşümleri sağlayacak
istikrardan uzak olması nedeniyle gözden düşmüş olan
AP Hükümeti, yine onu iktidara getiren güçlerce iktidardan
alınmış, yerine bu gibi durumlarda her zaman olduğu
gibi, sömürü düzeninin bekçisi olan ordu getirilmiştir.
Olayı daha yakından izlemek için, Türkiye ordusunu bu
açılardan değerlendirmek ve aynı zamanda ülkeyi 12 Mart'a
taşıyan koşulların yaşandığı sırada, ordunun ne durumda
olduğunu gözlemlemek yararlı olacaktır.
Marshall-Truman doktrini ile Türkiye'de ABD emperyalizminin
örmeye başladığı yeni sömürgecilik ilişkileri içinde,
ABD ile imzalanan ikili anlaşmalar çerçevesinde orduda
da bu sürece uygun dönüşümlerin ilk adımları atılmıştı.
Bu ilişkiler içinde Truman Doktrini çerçevesinde sürdürülen
silah, yedek parça ve hatta iaşe türünden yardımlaşmalarda
ordu, ABD Genelkurmayı'na daha fazla gereksinim duyar
bir duruma getirilirken Harp Akademileri ve Harp Okulları
başta olmak üzere, Amerikan militer anlayışı doğrultusunda
bir eğitim başlatılıyor ve bu gelişmelerin gereksindiği
hiyerarşik düzenlemelere gidiliyordu.
Bu dönem aynı zamanda Türkiye'de, ABD'nin SSCB ve Ortadoğu'ya
yönelik siyasi ve askeri etkinliklerinde önemli bir
yer tutacak olan ABD üslerinin açıldığı dönemdir. Sovyetler'in
Türkiye'den toprak istediği (Boğazlar ve Kars-Ardahan)
demagojisini yayarak yaratılan anti-komünist atmosfer,
ABD'nin ekonomik, siyasi ve militer anlamda ülkeye yönelik
gizli işgalinde bir kalkan olarak kullanılıyordu.
Sürecin bir diğer önemli halkasını da, Türkiye'nin NATO'ya
girmesi oluşturur. (13)
Emperyalist-kapitalist sistem açısından yüklendiği rolüne
çeşitli bölümlerde yer verdiğimiz NATO, emperyalist
kapitalist sistemin, sosyalizme ve dünya halklarına
karşı saldırganlığı ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesiydi.
Türkiye'nin NATO'ya girmesinin ardından TC ordusundaki
çok sayıda subay, başta ABD olmak üzere çeşitli NATO
ülkelerinde eğitilmeye başlanmış, bu şekilde silah,
teçhizat vb. ile ABD'ye zaten bağımlı olan ordunun,
aynı zamanda organik olarak da ABD'ye eklemlenmesi ve
bir iç savaş ordusu haline dönüştürülmesi yolunda ilerlemiştir.
Ne var ki, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımlar,
50'li yıllar boyunca varlığını korumuş ve bunlar 60
darbesinde de etkilerini göstermişlerdir. 27 Mayıs Hareketi
(emperyalizme karşı bir hareket olarak değerlendirmek
doğru olmasa da) ordunun sivil siyasal iktidar üzerindeki
etkileri ve yaptırım gücünün göstergesi olması açısından
önemlidir.
Bu olgunun yansıması, 27 Mayıs sonrasında da kendisini
başlıca iki biçimde göstermiştir. İlki, ordunun siyasal
anlamda emperyalizme eklemlenmesi yanında, ekonomik
anlamda da düzenle uzlaşması gerekliliğidir ve bu durum
ifadesini OYAK'ta bulmuştur. OYAK ordunun emperyalizmle
ekonomik düzeyde işbirlikçisi durumuna gelmesinin ve
emperyalizmin ülke içindeki sömürüsünden ordunun da
belli bir pay olmasının simgesidir. Bu olguya, orduda
görevli generallere, emperyalist silah tekellerinden
aktarılan gayri resmi paraları ve generallerin emekli
olduktan sonra işbirlikçi tekellerde yönetim kurulu
üyesi olarak yer almalarını ekleyebiliriz.
İkincisi, ordu içindeki küçük burjuva radikal akımların,
denetim dışı hareketlere yönelebileceği olasılığıydı.
Ordu içindeki bu akımların varlığının yarattığı tehlikeyi,
daha sonra sermaye çevrelerinin bekçisi olma özelliğini,
12 Mart dönemindeki "icraatlarıyla" gösteren
Memduh Tağmaç ve Muhsin Batur'un kendi sözlerinden örnekleyelim.
15 Mayıs 1969'da eski DP'lilere siyasal haklarının geri
verilmesini içeren yasanın meclisten geçmesinin ardından
Org. Memduh Tağmaç, Sunay'a "... eğer siyasal haklar
yasası Senato'dan geçer ve kesinleşirse, ben ve komutan
arkadaşlarım istifa mektuplarımızı size getirip vereceğiz.
Çünkü ordunun alt kademeleri son derece rahatsızdır.
Bir olayın patlak vermesini göze alamayız" (14)
Konuşma, ordudaki bu akımların ordu üst kademelerine
olan baskı gücünü yeterince ortaya koymaktadır.
25 Ocak 1970'te MGK toplantısında, Muhsin Batur'un konuşmasının
sonuç bölümünde sıraladığı öneriler bu durumun diğer
bir göstergesi olması ve 12 Mart'tan sonra ordudaki
faşist kurumlaşmanın izleyeceği yöntemleri örneklemek
açısından ilgi çekicidir.
"(...)
1.) Hava kuvvetlerinde yapılan toplantıdaki generallerle
bana ait fikirleri sizlere ifade ettim.
2.) Fikirlerde sola kayma vardır. Sol yayınların, kişiler
üzerinde çekici etkileri ve kızdıkları sağa karşı, fiili
birleşme değil, fakat fikri birleşme olanağı yarattığı
görülmektedir.
3.) Bu durumun genç kuşakta daha güçlü olduğu varsayılabilir.
4.) Bu nedenle MİT Müsteşarımız tarafından açıklanan
olayın önemli olduğu kanısındayım. Fikirler kitlelere
mal edilmeye başlanırsa örgütlenme kolaylaşır. Örgütlenme
hücre çalışmasına geçince izleme ve denetleme çok güçleşir.
5.) Bir fiili hareket halinde, kararsızlar, istekliler,
hakları yenmişler, ikiyüzlülerin birleşmesi halinde
durum denetimden çıkabilir.
Bu nedenle:
a) Silahlı kuvvetler içinde politika ile uğraşmayalım,
altımız sağlamdır, otoritemiz tamdır, istediğimizi yaptırırız
iyimserliğinden uzaklaşarak:
1) Okullarda yetiştirdiğimiz öğrenciler,
2) Kıtalarımızdaki subay ve astsubayı saptanan fikir
ve amaçlar çerçevesinde doktrine etmeyi,
b) Hükümetimizin gerekli sosyal ve ekonomik önlemleri
almasını ve devlet düzenini kuracak yasaları çıkarmasını
uygun bulmaktayım.
Karamsar değilim, iyimser de değilim. Başarırız, yeter
ki gerekli önlemleri alalım.
Bilgilerinize sunarım."
Muhsin Batur, bu sözleriyle ordu içindeki sola açık
gelişme içinde olan subayların gelecekte yaratacağı
tehlikeye dikkat çekmek istiyordu. Bu gelişme sürdüğü
taktirde denetim dışına çıkabilirdi.
Nitekim, ordu içindeki düzen karşıtı çevreler "Yeni
bir 27 Mayıs" propagandasıyla örgütleniyorlar,
bu örgütlenme D.Avcıoğlu, Madanoğlu, H. Kıvılcımlı,
Mihri Belli, Sarp Koray... çevrelerinin içinde olduğu
geniş bir yelpazeyi içeriyordu. Bu çevrelerin "ilerici
bir cunta" kurma hayalleriyle yaptıkları 9 Mart
toplantısı, ordu içinde ciddi bir tehdit oluşturmaya
başladıklarını belirginleştiriyordu.
Sömürge tipi faşizm olgusu ancak yeni sömürge ülke ordularının
faşistleştirilmesi ve bir iç savaş ordusu durumuna getirilmesi
ile anlamlıdır. Bu genel karakter Türkiye içinde geçerlidir.
Çünkü yeni sömürgelerde kapitalizm iç dinamiğe dayanarak
gelişmediğinden burjuva devletin gereksindiği kurumlaşma
yoktu. Bu ülkelerdeki temelsiz yürütme, yargı ve yasama
kurumlarına güvenmek ve yeni sömürgeciliği bu kurumlar
eliyle korumak olanaksızdı. Bu ülkelerdeki sömürücü
sınıfların karakterlerinin oturmamışlığından kaynaklanan
siyasi istikrarsızlık ve sürekli bir toplumsal muhalefet
nedeniyle ekonomik, siyasal, toplumsal açmazlarla ordunun
iktidar alternatifi olarak kullanılması yeni sömürgeciliğin
başlıca karakteristik olgularındandır.
Türkiye'de de 60'lı yıllar boyunca sürdürülen tasfiyelere
karşın henüz tam olarak sağlanamayan ordudaki faşist
kurumlaşmaya bir nokta koymak gerekiyordu. Böylelikle
ordunun bir gecede sivil siyasi iktidarı alaşağı eden
gücünün, emperyalizmin ve ülke egemen sınıflarının denetimi
dışına çıkarak ona zarar verici sonuçlar doğurması yerine,
onların çıkarlarının bekçisi olması amaçlanmaktaydı.
Oysa Tağmaç ve Batur'un sözlerinden anlaşılacağı gibi
ordu içinde tersi bir durum yaşanıyor, küçük burjuva
radikal akımlar gelişiyordu. 9 Mart olayı, bunun örneklerinden
biriydi. Bu gelişmenin önüne geçmek ve orduyu "temizleyerek"
ondan sonrası için ordu üyelerini "saptanan fikir
ve amaçlar çerçevesinde doktrine" etmek gerekiyordu.
Bu işlevin en rahat ve sorunsuz gerçekleştirilme koşulu
kuşkusuz yine açık faşizmdi. Kendilerini 12 Mart'ın
9 Mart olayında da gösteren ordu içindeki küçük burjuva
radikal akımların gelişiminin vardığı boyut, 12 Mart'ın
gelişini hızlandıran faktörlerden biri olmuştur.
SONUÇ
12 Mart'ı incelerken öncelikle kavramamız gereken, olayın
sömürge tipi faşist devlet karakterine bağımlı olarak
biçimlendiği gerçeğidir. Emperyalizmin Türkiye'deki
egemenliğini pekiştirmek amacıyla ordunun yürütme gücü
işlevini yüklenmesi ve sivil yürütme gücünü etkisizleştirerek
ipleri eline alması, kendi kurallarına göre hareket
etmesi, 12 Mart'ın temel özelliklerindendir.
12 Mart'ın geliş nedenlerini anlayabilmek için, hiç
kuşkusuz dönemin, ekonomik, siyasal, toplumsal durumunu,
uluslar arası sorunları ve bunların Türkiye'ye yansıyış
biçimini, hatta kültürel özelliklerin yüklediği işlevi
göz önünde bulundurmak ve bu etmenlerin birbirleriyle
olan ilişkilerini, birbirlerine olan etkilerini irdelemek
gereklidir.
Böyle bir eksen üzerinde hareket ettiğimiz zaman, bugünden
düne yapılan bir gözlem durumunda bile, 12 Mart olgusunun
kökeninde yatan nedenin toplumsal düzeyde yaşanan gelişmeler
olduğunu saptayabiliriz. Ezilen sınıf ve katların düzene
karşı hareketlenmesi, emperyalizmle bağımlılık ilişkileri
içinde yapılması düşünülen ekonomik, siyasal ve toplumsal
düzenlemelerin, toplumsal muhalefeti yükselteceğinin
görülmesi, Oligarşi içi çelişkilerin de etkisiyle zaafa
uğramış sivil yürütme gücünün bunlar karşısında etkisiz
kalacağının saptanması ve önemli bir etken olarak THKP-C
ve THKO'da ifadesini bulan düzene karşı silahlı mücadelenin
yükselmesi Oligarşi'yi, devreye orduyu sokarak açık
faşizmi gündeme getirmeye itmiştir. Kısaca toparlarsak:
1970'li yıllara, emperyalistler arası entegrasyon, çeşitli
sorunlarla birlikte gelmişti. Almanya ve Japonya'nın
dünya pazarlarında giderek artan biçimde ABD'ye rakip
olması, Vietnam savaşı ile birlikte ABD'nin siyasal
prestijinin sarsılmaya başlaması, Fransa'nın girişimleriyle
diğer emperyalist ülkelerin ABD'nin ezici üstünlüğüne
son verme yolunda girişimlerini yoğunlaştırmaları, uluslar
arası kapitalist para sisteminin bozulması gibi nedenler;
kapitalizmin kronik hastalığı, üretimin pazarlanamaması
olgusuna eklenince, savaş sonrasının göreceli "refah"ı,
yerini sert bir depresyona bırakmıştı. Bunun ilk elde
öne çıkan sonucu, ABD'de gündeme gelen devalüasyon oldu.
Öte yandan, Küba Devrimi ve Vietnam Halk Savaşı, ezilen
halkları derinden etkilemiş, dalga dalga tüm dünyayı
sarmıştı.
Depresyon ufukta görüldüğü koşullarda yeni yeni devrimler
emperyalizm için sona daha fazla yaklaşmak anlamına
geliyordu ve bunu önleme yolunda emperyalizmin geri
alamayacağı şey yoktu. Dolayısıyla, devrim tehlikesinin
baş gösterdiği ülkelerde emperyalizm, yeni sömürgecilikle
birlikte iç savaş olgusuna uygun biçimde örgütlediği
bu ülkelerin ordularını, (Latin Amerika'da öteden beri
yaşanan yöntemleri kullanarak) iktidar seçeneği haline
getirmeye başlamıştı. 1970'li yıllar boyunca yeni sömürgelerin
bir çoğunda devrim ve karşı devrim hareketlerine tanık
olunması rastlantı değildir. Öteden beri açık faşist
uygulamaların sürdüğü İspanya, Portekiz, Güney Kore..
gibi ülkelere Türkiye eklenmiş, onu diğerleri izlemişti.
Demokrasinin yerleştiği kabul edilen Şili ve Uruguay
da içinde olmak üzere, Latin Amerika ülkelerinin Meksika
dışında tamamı karşı devrimlerle açık faşist uygulamalara
sahne olmuş, Afrika ve Güney Asya'da devrim ve karşı
devrim hareketleri atbaşı gitmişti. Kısacası, toplumsal
uyanışı hissettiği anda orduyu devreye sokmak, ABD emperyalizminin,
özellikle o dönem yoğunlaştırdığı bir uygulamaydı.
İktidardaki AP Hükümeti'nin, emperyalizmin beklentilerine
karşılık verecek durumda olmadığını belirtmiştik. Çeşitli
ekonomik önlemlere ve devrimci güçlere yönelik, devrimci
kabarışı bastırma yönündeki çabalarına karşın; Oligarşi
içi çelişkilerin de etkisiyle iyice yıpranan AP yönetimi
toplumsal muhalefetin yükselişini engelleyemiyor, emperyalizmle
örneğin bir afyon sorunu gibi çatışmalar yaşıyor, bu
çelişkiler nedeniyle, görevleri yerine getiremiyor,
gözde düşüyordu.
Öte yandan Ortadoğu'nun her geçen gün daha da sıcaklaştığı
koşullarda, emperyalizmin militer anlayışlarına karşılık
verebilmesi ve sıçrama tahtası olarak kullanabilmesi
için Türkiye'den istenen 'yürütme'; AP gibi toplumsal
sorunların içinde boğulmuş, Oligarşi içi çatışmaya çözüm
bulmaktan uzak ve Ortadoğu ülkeleriyle ticari amaçları
hareket noktası kabul ederek "iyi" ilişkiler
kurmayı amaçlayan yürütme değil, otoriter yetkilerle
donatılmış ve emperyalizmin istemlerini tartışmasız
kabul edecek güçlü bir yürütme olmalıydı. Böylece ABD,
Türkiye'de AP'nin görevden uzaklaştırılmasını ve ordunun
yönetime el koyarak açık faşizmi uygulamaya başlamasını
destekledi, yardımcı oldu.
Uluslar arası etmenlere eklenen iç sorunların başında
ezilen sınıf ve katmanların hareketliliği geliyordu.
12 Mart'ı getiren belirleyici neden olan bu olgu, 1960'lı
yıllar boyunca süren bir yükseliş olarak kendini göstermişti.
Küba ve Vietnam halk hareketleri, 1968 olaylarının yaratıcısı
öğrenci gençliği doğrudan politik bir ortamın içine
sokmuştu. Ama durum salt öğrenci gençlikle sınırlı değildi.
İşçi sınıfı kendisi için bir sınıf olma yönünde ilerliyor,
sarı sendikacılık engelini belli ölçülerde aşıyor, doruk
noktasına 15-16 Haziran büyük işçi direnişinde ulaşan
grev ve direnişler birbirini izliyordu. Öte yandan topraksız
köylülerin toprak işgalleri ve emperyalist üretim ilişkilerinin
yaygınlaşmasıyla durumu bozulan küçük üreticilerin hareketleri
de önemli gelişmelerdi. Bu süreç, 1970'e gelindiğinde
önce örgütü doğuracak ve proletarya ile onun müttefiklerinin
partisi THKP-C, ezilen sınıf ve katmanlar adına iktidar
savaşına başlayacaktı. Aynı dönem, THKO'lu devrimciler
de silahlı mücadeleye başlıyordu.
Bu arada söz konusu atmosfer, bir küçük burjuva radikal
hareket olarak cuntacılığı doğurmuş ve silahlı kuvvetler
içinde ulusal özellikleri güçlü darbeci eğilimler yaygınlaşmıştı.
Bu da Oligarşi için başka bir tehlike anlamına geliyordu.
Hızla gelişen işbirlikçi sanayi burjuvazisi bir yandan
ekonomik yapıdaki gelişimine koşut olarak siyasal üst
yapıda daha etkin temsilini isterken öte yandan özellikle
70 yılında ilk belirtilerini gösteren, stokların artışı
ve üretimin pazarlanamamasından kaynaklanan bunalımın
çözümü için yeni düzenlemeler dayatıyordu. Ancak bu
düzenlemeler, Oligarşi içi diğer kesimlerin çıkarlarını
sarsacağından, AP, içerdiği diğer sömürücü kesim temsilcilerinin
baskıları nedeniyle bunu gerçekleştiremiyor, işbirlikçi
sanayi burjuvazisinin isteklerini karşılayamıyordu.
İşte, toplumsal kabarış devrimci eylem başta olmak üzere
emperyalizmin siyasal ve ekonomik beklentilerine AP'nin
karşılık verebilmekten uzak olması, işbirlikçi tekelci
burjuvazinin yararına Oligarşi içi güç dengelerinde
düzenleme gereksinmesi ve ordunun içinde zaman zaman
tehlikeli çıkışlar yapabilen küçük burjuva radikallerinin
tasfiyesiyle odunun "arındırılarak" faşist
kurumlaşmanın tamamlanabilmesi.. olguları nedeniyle
12 Mart açık faşizmi gündeme getirilmiştir.
Bu noktada sorulması gereken soru, 12 Mart Cuntası'nın
bu sorunlara ne ölçüde karşılık verebildiği sorusudur,
ve elbette, yeni sömürge bir ülkede gerçekleştirilebilecek
sınırlarda karşılık vermiştir.
Her şeyden önce, emperyalizm ve Oligarşi için bastırılmış,
devrimci dalganın kabarışı -geçici de olsa- durdurulmuştu.
12 Mart açık faşizminin estirdiği yoğun baskı ve terör,
suni denge olgusunu Oligarşi lehine güçlendiriyor, örgütlenme
ve mücadele geleneği olmayan, henüz öncüsüyle bağlarını
kuramamış durumdaki işçi sınıfı, köylülük ve küçük üretici,
estirilen bu yoğun baskı ve terör ortamında 12 Mart
öncesi hareketliliğini yitiriyordu. Tutuklamalar ve
işkence toplumsal bir olgu durumuna geliyor, her düzeyde
muhalefet şiddet uygulanarak bastırılmaya çalışılıyordu.
12 Mart açık faşizminin gazabından, ilerici aydınlar,
yazarlar, üniversite profesörleri de nasibini alıyor,
bunların bir çoğu sudan gerekçelerle tutuklanarak cezaevine
kapatılıyordu.
17-18 Mayıs 1971 balyoz operasyonlarında toplumun her
kesiminden 4000 kişi gözaltına alınıyor, bunu izleyen
sıkıyönetim döneminde gözaltı ve tutuklamaların sayısı
20.000'e ulaşıyordu. Baskı ve terör kısa sürede etkisini
gösteriyor, 12 Mart faşist hareketinden "yeni bir
27 Mayıs" beklentisi içinde olan revizyonist-reformist
çevrelerin "cunta" beklentileri çok acı bir
biçimde bozguna uğruyor, faşizme karşı mücadele eden
yalnızca iki örgüt kalıyordu: THKP-C ve THKO.
Proletaryanın öncü örgütü THKP-C ve THKO'nun eylemleri,
12 Mart açık faşizmini teşhir etmeye, onun gerçek yüzünü
halk önünde açığa çıkarmaya başlamıştı. Ne var ki THKP-C,
henüz oluşum halindeki yapısı ve deneyimsizliği nedeniyle
askeri yenilgiye uğruyordu. Ancak geride büyük bir potansiyel
bırakmışlardı. Askeri bir yenilgi almış olan partimiz
THKP-C, geriye merkezi yapılanmanın yeniden sağlanması
ve savaşın kaldığı yerden sürdürülmesi görevlerini bırakacaktı.
12 Mart açık faşizminin ilk uygulamalarından biri, işçi
sınıfını Oligarşik Dikta karşısında tümüyle etkisiz
hale getirmek olmuştur. Grevler, sendikal faaliyetler,
toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı vb. hiçbir zaman
çıkmayan "izne" bağlanmış, sendikalar etkisizleştirilerek
sınıfımızın 60'lı yıllar boyunca sürdürdüğü mücadeleyle
elde ettiği kazanımlar tersine çevrilmiştir. 12 Mart
açık faşizminin "izne" bağlayarak fiilen işlemez
hale getirdiği grev ve toplu sözleşme hakkı kullanılamıyor,
işçi sınıfının gerçek ücretleri devalüasyon ve hızlı
fiyat artışı sonucu, 71-73 yılları arasında %40 oranında
düşüyordu.
Topraksız aile oranı, DPT'nin bir araştırmasına göre,
1973'te %22'ye ulaşmıştır. Gelir düzeyi en az geçim
ölçüsünün altında olan ailelerin toplamı %38 dolaylarındadır.
Bu oran kırsal kesimde %56'ya ulaşır. (15) Gelir dağılımındaki
farklılık, 71-72 yılları arasında son yılların en üst
boyutlarına çıkmıştır.
12 Mart'ın bir görevi de, 60'ların sonunda sermaye çevrelerinin
dillerine doladıkları "anayasa değişikliği"
idi.
50'li yılların, sanayi burjuvazisinin gelişimi dizginleyen
üst yapı kurumları ve bunların tıkanan bürokrasisi,
sermaye çevreleri için bir tıkaç olarak görülüyordu.
Sermayenin gelişimi için bu tıkacın çıkarılması gerekiyordu.
61 cuntasını izleyen dönemde burjuvazi bu dönüşümleri
gerçekleştirmiştir. 61 sonrası dönemde ise sermaye çevreleri
geçmiş baskı dönemlerinde bunalan halkı kendisine yedekleyebilmek
için sahte bir demokrasi maskesi takmış, "özgürlükçü"
bir anayasa hazırlanmasına ses çıkarmamıştır.
Ancak 60'ların sonuna doğru toplumsal muhalefetin yükselişiyle
burjuvazi bu sahte demokrasi maskesini bir tarafa bırakmış
ve giderek artan bir şekilde anayasadan yakınmaya başlamıştır.
12 Mart'ın hemen ardından burjuvazi, anayasa değişikliği
isteklerini daha açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştır.
12 Mart'tan birkaç gün sonra yapılan '1072 Türkiye'si
ve Reformlar' konulu bir açık oturumda sermaye çevrelerinin
sözcüsü, burjuvazinin bu isteğini şu sözlerle dile getirir;
"Savunduğum disiplinli ekonomiyi yürütebilmek için
belki anayasamızda gerekli düzenlemeleri yapmak gerekebilir.
Ekonomik açıdan geri kalmış bir ülkeyiz. Fakat 1961
Anayasamız Batı Avrupa'nın bir çok ülkelerine model
olacak ilerililikte kaleme alınmıştır. Eğer bunda ekonomik
gelişmemizi aksatan bazı maddeler varsa, bunları cesaretle
ele alıp düzeltmeliyiz." (16)
Yine aynı oturumda, sermaye çevrelerinin bir diğer sözcüsü
Zeyyat Hatipoğlu, 61 Anayasa'sının çalışan kesimlere
tanıdığı örgütlenme hakkına yönelik tepkiyi şu sözlerle
ifade ediyordu:
"Sosyal düzenimizin, ekonomi ve devlet düzenimizin
her aşamasında örgütlenerek baskı grubu oluşturmak ve
toplumu bu örgütlenmiş grubun kıskacı altına almak suretiyle,
şimdi içinde bulunduğumuz fertlerin ekonomik özgürlüğüne
dayanan rejimde kalkınmanın mümkün olamayacağını bilmek
gerekir. (...) Yalnız sanayiciler değil, işçiler, devlet
memurları, öğretmenler, öğrenciler, hatta kapıcılar
örgütlenmişti. Bu örgütlenme böyle devam ettiği taktirde
bu rejim yürümez. (...) Türkiye'nin en önemli meselesi
bu örgütlenmelerin sınırını gayet iyi bir şekilde tesbit
etmek ve ekonomik zorunluluklara göre hukuki sınırlar
koymaktır." (17)
Şimdi bunlara bir de 12 Mart açık faşizminin ilk başbakanı
Nihat Erim'in anayasa ile ilgili sözlerini eklersek,
12 Mart yönetiminin sermaye çevrelerinin güdümündeki
niteliğini kavramak açısından yararlı bir karşılaştırma
olacaktır. Nihat Erim, sermaye çevrelerinin bu isteklerini
dile getirmelerinin ardından, 2 Mayıs 1971 günü yaptığı
bir konuşmada şunları söylüyordu.
"Türkiye Anayasası bir çok Avrupa ülkelerinin
anayasalarından daha liberal bir anayasadır. Türkiye
böyle bir lüksü kaldıramaz. Anayasada bir değişiklik
yaparak, temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldıracak
şekilde suistimal edilmesini önleyici bir hüküm koyacağız."
Görüldüğü gibi sermaye çevrelerinin anayasada istediği
değişiklikler, 61 Anayasası'nda yer alan, emekçi kesimlerin
lehine olan maddelerdir. 12 Mart döneminde bunlar büyük
ölçülerde törpülenmiş, yapılan değişikliklerle, orduya
sivil yönetimler karşısında belli bir "özerklik"
sağlanmış, askeri yargı organları, sivil yargı organlarından
tümüyle koparılmış, ordunun elindeki devlet mallarının
denetlenmesine "gizlilik" prensibi eklenmiş,
MGK'nın durumu güçlendirilmiş, sıkıyönetim ilanı kolaylaştırılmıştı.
Yürütmenin gücü arttırılmış, zaman zaman sermaye çevreleri
için büyük sorunlar yaratabilen Anayasa mahkemelerinin
iptal ettiği bazı kararlar anayasaya yeniden eklenen
maddelerle yürürlüğe konmuş, küçük siyasal partilerin
Anayasa Mahkemesi'ne başvurma olanakları ortadan kaldırılmıştır.
Aynı şekilde Bakanlar Kurulu "vergi ödevinin"
saptanması konusunda yetki sahibi kılınmış, kanun hükmünde
kararnameler çıkarabilme yetkisiyle donatılmış, Meclis'in
gensoru yetkisini kullanma şekli sınırlandırılmıştır.
Temel hak ve özgürlükler alanında oldukça esnek hükümler
getirilerek, sudan sebeplerle bu özgürlüklerin sınırlandırılabilmesi
mümkün hale getirilmiş, memurların sendika kurabilmeleri,
üniversite öğretim üyelerinin ve yardımcılarının siyasi
partilere üye olabilmeleri yasaklanmıştır. Yapılan bu
değişikliklerle "kuşa çevrilen" Anayasa, bu
haliyle bile sermaye çevrelerince "yeterli"
bulunmamıştır.
12 Eylül açık faşizmiyle yeniden gündeme getirilen değişikliklerle
Anayasa, 1982'de 12 Mart'tan çok daha geri bir niteliğe
sokulmuştur. Çünkü 75-80 sürecinde, devlet kurumlarının
artık yalnızca başlıcalarının değil, tamamının faşistleştirilmesi,
faşist kurumlaşmanın bir bütün olarak gerekli olduğu
Oligarşi tarafından anlaşılmıştı. MHP'nin yarattığı
taban, faşizmin kurumlaşmasının gereksindiği kadrolaşma
sorununa karşılık verecek ve 12 Mart döneminde yarım
bırakılan faşizmin kurumsallaşma süreci, gerçek anlamıyla
12 Eylül döneminde tamamlanacaktır.
Olayın bir diğer boyutunu, yapılacak değişikliklerle
ordunun faşizmin öğeleriyle her yönden donatılması oluşturuyordu.
O dönemde aydın çevrelerin ve çeşitli küçük burjuva
radikal akımların "yeni bir 27 Mayıs" rüyasıyla
propagandasını yaptıkları "cuntacılık" teorilerini
iyi bir fırsat olarak kullanan faşizm, ordunun yönetime
el koymasında zorlukla karşılaşmıyordu. Ama darbenin
hemen ardından içlerinde üst rütbelilerin de bulunduğu
çok sayıda subayın tasfiyesiyle "ilerici cunta"
rüyalarına yanıt verilerek ordunun faşistleştirilmesi
işlemi tamamlanıyor, alınan önlemlerle (Harp Okulu ve
Akademileri'ndeki öğrencilere yönelik yoğun ideolojik
enjeksiyon ve subay adaylarının sicilinin denetlenmesi,
vb.) bu duruma süreklilik kazandırılıyordu. Artık ordu
her koşulda faşist niteliğini koruyacak bir kimlik kazanmıştı.
Bu durumda bütçe içinden orduya aktarılan fon "rekor"
düzeylere çıkıyor, büyük harcamalarla silahlanma hızlandırılıyor
ve emperyalist silah tekelleri doyuruluyordu. Ayrıca
ordu ile tekelci burjuvazinin birbirlerine eklemlenmesi
hızlandırılıyordu. 12 Mart'ın ardından Hava ve Deniz
Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıflarına sermaye çevreleri
12 Mart yönetimine "şükran borçlarını" ödüyordu.
O dönemde ordunun üst kademelerinde yer alan çok sayıda
subay emekli olduktan sonra bankaların ve tekellerin
yönetim kurullarına alınıyordu.
Oligarşi içi çatışmanın çözümlenme sorununda işbirlikçi
tekelci burjuvazinin istemlerinin tümüyle karşılandığı
söylenemez. Her şeyden önce kapitalizmin çarpık yapısı
tefeciliği besleyen bir kaynaktır. Emperyalist üretim
ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla kırlarda feodal ilişkilerin
göreceli olarak parçalanması, kır tefecisini daha da
güçlendirmişti. Kentlerde ise borsa tefeciliği ve ithal
ikameci ekonomik yapının girdi sorununa çözüm bulan
kaçakçılık, yaşamayı sürdürdü.
Büyük toprak sahiplerinin tasfiyesini amaçlayan, o güne
kadar Mecliste defalarca gündeme getirilen, ancak hiçbir
zaman gerçekleştirilemeyen Toprak Reformu sorunu 12
Mart 1971'den sonra yeniden gündeme alınıyor, fakat
mecliste tartışma halindeyken, büyük toprak sahiplerinin
baskı ve engellemeleriyle karşılaşıyordu.
Büyük toprak sahipleriyle onların denetiminde bulunan
Ege Çiftçiler Birliği, Türkiye Çiftçi Teşekkülleri Federasyonu,
Türkiye Ziraat Odaları Birliği gibi odalar ve birlikler,
toprak reformu aleyhinde kampanya yürütüyor, toprak
reformunu "Komünizme giden yol" olarak ilan
ediyordu.
Bu baskılar sonucu tasarı daha ön hazırlık evresinde
Millet Meclisi komisyonunda değişikliklere uğruyor,
büyük toprak sahipleri lehine sınırları esnetiliyordu.
Sonuçta büyük toprak sahiplerinin baskıları dolayısıyla
3 Aralık 1971'de tasarının savunucularından Atilla Karaosmanoğlu,
Sadi Koçaş grubu istifa etmek zorunda kalıyordu.
İkinci Erim Hükümeti'nin yeniden ele aldığı tasarı ise
anlamını iyice yitirmişti. Buna karşın bu anlamının
yitirmiş tasarı üzerinde birçok oylamalar oldu ve sonuçta
tasarı iyice güdükleşerek meclisten geçti. Güdükleştirilmiş
bu tasarının 73 yılında pilot bölge seçilen Urfa'daki
uygulama girişimleri büyük toprak sahiplerinin karşı
koymaları ile hiçbir sonuç elde edilemeden Meclis'in
tozlu raflarına kaldırılıyordu. 73 seçimlerinin yaklaşmasıyla
tarım kesiminin oy potansiyeli üzerindeki etkisi devreye
giriyor, buğdayda %20, pamukda %65 artışla hemen bütün
ürünlere yüksek taban fiyatları getiriliyordu.
Bütün bunlara karşın işbirlikçi burjuvazi pek çok önemli
sorunu çözmüş, kaynak gereksinimini devletin verdiği
teşvik primleri ve fonlardan büyük ölçüde sağlamıştı.
12 Mart'tan sonra işbirlikçi tekelci burjuvaziye, 71
yılında 311 firmaya 25 milyar, 73 yılında 512 firmaya
45 milyar, 74'de 473 firmaya 50 milyar olmak üzere,
birkaç yıl içinde toplam 120 milyar tutarında teşvik
veriliyordu.
İhracat yapan sanayi kuruluşlarına ise 71'de 385 milyon,
72'de 718 milyon, 73'de 1 milyar 53 milyon tutarında
vergi iadesi veriliyordu. 71 başında 45 milyar olan
kredi hacmi, 74 sonunda 110 milyarı aşıyordu. 70-73
döneminde 34 yabancı firma 100 milyon tutarında satış
kredilerinden yararlanıyordu. 71 sonunda 132.9 ve 72
sonunda 462.7 milyon dolara ulaşan dövize çevrilebilir
mevduat, işbirlikçi burjuvaziye 6 milyar civarında ek
kredi olanağı getiriyordu.
Bu arada yüksek oranlı devalüasyonun ülkeye çektiği
işçi dövizlerini, işbirlikçi burjuvazi kendi hammadde,
ara malları ve yatırım malları gereksinimi için kullanıyor,
aynı şekilde ülkeye gelen bu dövizlerin, yurt dışındaki
işçilerin ülkedeki ailelerinin eline geçmesi ve bu ailelerin
dayanıklı tüketim maddelerine yönelmesiyle, sanayinin
Pazar gereksinimi sınırlı ölçüde de olsa çözüyordu.
Kaba bir biçimde parlamentarizmle maskelenmeye çalışılan
12 Mart açık faşizminin bir diğer boyutunu da anti-komünist
bir kültürel ortam yaratma çabası oluşturur. Ancak bu
uygulama uzun ömürlü olmamış ve açık faşizmin, kitle
iletişim araçlarını yoğun bir biçimde kullanmasına karşın,
sol düşünce, kültür ortamı üzerindeki etkisini yitirmemiş
12 Mart sonrasında yeniden hızla yaygınlaşmış, THKP-C'nin
geniş potansiyeli de bu gelişmeye uygun bir zemin oluşturmuştur.
Sonuç olarak, işbirlikçi tekelci burjuvazi 12 Mart'tan
önemli kazançlar elde ederek çıkmış, 12 Mart döneminin
sonuna doğru, Oligarşi içi diğer çevrelerin baskıları
sonucu kısmen gerilemiş olsa da ekonomik ve siyasal
yapıyı büyük ölçüde kendi isteklerine göre düzenlemiş,
gerçek görev olan toplumsal muhalefetin ezilmesine bağlı
olarak, orduyu daha fazla yıpratmamak, toplumsal basıncı
arttırmamak amacıyla yeniden parlemantarist yöntemlere
dönülmüş ve bundan sonrası için toplumsal muhalefeti
bastırmada CHP ve MHP etmenleri öne çıkmıştır.
Burada CHP'nin rolü sol potansiyeli dumura uğratmak,
MHP'nin rolü ise bir yandan sivil faşist terör aracılığıyla
kitleleri yıldırmak diğer yandan da sol potansiyelin
karşısına anti-faşist mücadele sorununu dikerek direkt
iktidara yönelik savaşın önünde bir emniyet sübabı olmak,
provakasyonlarla toplumsal tavrın yükselişinin yönünü
saptırmaktır.
İşbirlikçi burjuvazi 12 Mart'ta elde ettiği bu kazançlarla
yetinmek zorunda kalmış, çözülemeyen diğer sorunlarını
ise, 70'li yıllarda 12 Mart'ın getirdiği düzenlemelerin
de etkisiyle güçlenerek gireceği 12 Eylül açık faşizmine
ertelemiştir.
DİPNOTLAR VE KAYNAKLAR
(1) "Foreign capital Turkey Acording
to Law 6224". YASED yayını. Aktaran: Cumhuriyet
Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. (CDT) (geri
dön İ)
(2) CDT Ansiklopedisi. (geri
dön İ)
(3) Ticaret Bakanlığı Verilerinden Aktaran
CDT Ansk. (geri
dön İ)
(4) "Türkiye Ekonomisi", Yakup
Kepenek. (geri
dön İ)
(5) "Yükseliş ve Düşüş", Ali
Gevilli. (geri
dön İ)
(6) Burada kastedilmek istenen, dönemin
içinde küçük üreticinin yok olduğu ya da yok olacağı
değildir. Küçük üreticiler imalat sanayinde, belli başlı
tüketim maddelerinin imalatında görülen tekelleşme sonucu
bu dallarda giderek erimiş, ancak pazarda pek payı olmayan
ve büyük ölçekli üretimin ve tekel karı getirmeyecek
dallarda üretimini sürdürürken çarpık kapitalizmin ürünü
olan yeni yan sektörlerde yaşam alanı bulmuştur.
(geri
dön İ)
(7) CDT Ansk. (geri
dön İ)
(8) "Az gelişmişlik Sürecinde Türkiye",
Yerasimos. (geri
dön İ)
(9) Türkiye gibi yeni sömürge bir ülkede
prekapitalist ilişkilerin mutlak anlamda çözülmesinden
söz edemeyiz. Bunu ancak Demokratik Halk Devriminin
zaferi sağlayacaktır. (geri
dön İ)
(10) "Planlama ve Kalkınma",
Yalçın Küçük. (geri
dön İ)
(11) Bu dönüşümün ilk adımları 12 Mart'la
atılmış ancak hem oligarşi içi sömürücü kesimlerin mücadelesinin
durumu hem de ülkedeki faşist kurumlaşma tam olarak
sağlanamamış olduğundan tekelci burjuvazi ekonomik ve
toplumsal yapıda hakimiyetini tam olarak kuramamış,
gerekli dönüşümleri sağlayamamış, sonuçta 12 Mart tekelci
burjuvazi için tam bir başarı olamamıştır. Bu sorunlar
bir kambur olarak 12 Mart'ı izleyen dönemde de varlığını
sürdürmüş, daha sonra 12 Eylül 12 Mart'ın yapamadıklarını
yapmak için tezgahlanmış ve 12 Mart'ın tamamlayıcısı
olmuştur. (geri
dön İ)
(12) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor. C.5
(geri
dön İ)
(13) Türkiye'nin NATO'ya üyeliği ülkenin
emperyalizme peşkeş çekilmesinin bir başka örneği olmuştur.
İlgili bölümde belirttiğimiz gibi Türkiye 1949 yılında
NATO'ya başvuruyor, ancak İngiltere ve Fransa'nın itirazları
nedeniyle başvuru sürüncemede kalıyordu. Fransa ve İngiltere'nin
karşı çıkış nedenleri ise Türkiye'ye emperyalist sistemin
askeri örgütlenmesinin dışında tutmak değil, Türkiye'deki
ekonomik, siyasal ve toplumsal şekillenmenin gelişme
düzeyinin ileri kapitalist ülkelerle uyum içinde olmamasının
yanı sıra, özelde İngiltere'nin daha önce koyduğumuz
şekilde bölgeye ilişkin farklı programlarında Türkiye'ye
biçtiği rol oluşturuyordu. Bu nedenle Türkiye'nin NATO
yerine bağımlılık ilişkileri içindeki Ortadoğu ülkelerinin
oluşturacağı bir pakt içinde yer alması düşünülüyordu.
Ancak NATO'ya girmeyi "Batılı" bir ülke olmanın
vazgeçilmez bir koşulu olarak gören Türkiye yönetimi
bu uğurda emperyalist ülkelerin gözüne girebilmek için
Kore Savaşı'na asker gönderiyor ve yüzlerce askerin
ölümü pahasına NATO'ya alınarak ödüllendiriliyordu.
Söz konusu ödülün Gerçek içeriği neydi? NATO'da tek
bir ABD askerinden üçbin kat daha fazla harcama yapılıyor
ve Türkiye'ye ABD yardımı olarak verilen hemen her şey
NATO standartlarına göre hurdaya çıkmış şeyler oluyordu.
Böyle bir malzemenin kullanılması bile ikili anlaşmalara
göre ABD'nin istediği şekilde oluyordu. Ülkemizin emperyalist
kapitalist sistemin askeri yapılanmasına eklemlenmesi
kısaca bu yüz kızartıcı koşullar altında gerçekleşmiştir.
Konunun bütün boyutları elbette derinlemesine incelendiğinde
bu kadar değil. Ancak daha önceki bölümlerde etraflıca
ve derinlemesine boyutlarıyla ele aldığımızdan burada
sadece birkaç yönüyle vurgulamada bulunuyoruz. (geri
dön İ)
(14) Cüneyt Arcayürek Anlatıyor, C5.
(geri
dön İ)
(15) "Türkiye Ekonomisi", Yakup
Kepenek. (geri
dön İ)
(16) "İki Anayasa", Bülent
Tanör. (geri
dön İ)
(17) Bülent Tanör, age. (geri
dön İ)
ANA SAYFAYA DÖNMEK
İÇİN TIKLAYINIZ
|