IV. BÖLÜM
KURULUŞ SÜRECİNDEN SONRA TÜRKİYE CUMHURİYETİ
|
1- 'DEVLETÇİLİK' POLİTİKASI ÜZERİNE
Bu noktada, gelişmeleri tarihsel seyir içinde incelemeyi,
devletçilik konusundaki bir ayraçtan sonra sürdürmek
gerekmektedir. Çünkü başından beri erki elinde bulunduran
kesimin belli başlı demagoji konularından biri de devletçilik
politikası izlediğine dair aldatmacalardır. Tıpkı 'halkçılık',
tıpkı 'devrimcilik' ilkelerinin gereksinim duyulduğunda
olağanüstü bir ikiyüzlülükle vurgulandığı gibi, gerçekte
izlenen politikanın ve amaçların devletçilikle hiçbir
anlamda ilgisi yoktur.
Ülkemizde bazı devletleştirmelerin görüldüğü olmuştur.
Fakat bu tavır, devletçilik ilkesinin içeriğinden son
derece uzaktır ve emperyalizmin açmazlarının o koşullarda
devlet eliyle ve ülke halklarının olanaklarıyla çözümlenmesinden
başka bir anlam ifade etmemektedir.
Devletçiliğin özü, başta liberalizme karşı olmaktır
ve bu şekilde ekonomi politikasının devlet eliyle yürütülmesi
savunulur. Çerçeve yine kapitalist ekonomi anlayışıdır.
Serbest teşebbüs ve serbest rekabet ilkelerine karşı
çıkılması, anlayışın başlıca özelliklerindendir. Ne
var ki, bizim örneğimizde bu kapitalist anlayışta olduğu
üzere; gelişmenin, kapitalist kalkınmanın devlet eliyle
yürütülmesi değil, yukarıdan aşağıya kapitalizm empozesi
tavrında, devlet eliyle tam da bu anlayışla çatışacak
şekilde serbest girişimciliğin geliştirilmesi amaç ve
eylemini görüyoruz.
Engels'in bu konuyu da incelediği Ütopik ve Bilimsel
Sosyalizm adlı yapıtında, gereken açıklık vardır. Engels
burada demektedir ki; "Tröstlerde rekabet özgürlüğü
tam kendi karşıtına, tekele dönüşür ve kapitalist toplumun
belirli hiçbir plana dayanmayan üretimine teslim
olur. Bu elbette yine kapitalizmin yararına ve çıkarına
olduğu ölçüde gerçekleşir. Eğer her devletleştirme sosyalistlik
(ya da ilericilik sayılsaydı ve devletçilik politikasına
yüklenen anlamın karşılığı olsaydı) sayılsaydı Hapolyon'la
Metternich'i sosyalizmin kurucuları arasında saymak
gerekirdi. Belçika devleti politik ve maddi nedenlerle
demiryollarını kendi yaptırdıysa, Bismark demiryolu
memurlarını hükümete oy veren bir sürü haline getirmek
ve kendisine yeni bir gelir kaynağı yaratmak için Prusya
Demiryollarını devletleştirdiyse, bu asla sosyalistlik
değildir. Aksi halde krallık porselen imalatı ve hatta
ordunun terzihanesi (Fredrich Wilhelm III. devrinde
bir açıkgözün kemali ciddiyetle devletleştirdiği genelevler
bile) sosyalistliğe özgü kurumlar olurdu..."
Öte yandan kapitalizm, nerede ve ne zaman iç dinamikleri
zaafa gösterse, şu ya da bu oranda bunalıma girse, devletin
özel olanak ve yöntemlerinin emniyetinin devreye girmesin
buyururu. Bu durum, günümüzde en zengin metropollerde
dahi aynı özellikleri taşımaktadır. Yeni ekonomistler
de bu işin çeşitli olasılıklara ayrı ayrı yanıt verecek,
emperyalizmin-kapitalizmin değişik açmazlarına, değişik
ama aynı özü koruyan zenginlikte reçeteler sunmaktadırlar.
Sözgelimi Keynes, halkın bütün gelirlerini devlete aktarmak
mantığını altından geçerek devlet transit geçidiyle
kapitalistlere yönelir.
Sadece bizde değil, diğer bazı ülkelerde de devletçiliğini
farklı yaptırımlara ilişkin bir demogoji yaftası olarak
kullanıldığını görüyoruz. Örneğin, Salazar'ın faşist
korporatizmi, List'in 'milli ekonomi' anlayışları dahi
devletçilik tanımı altında kitlelere sunulmuştur.
Bizdeki gelişmelere dönelim ve bir kez de bu nedenle,
gerçekleşen olayların devletçilikle ne ölçüde ilişkisi
bulunduğunu (bulunmadığını) irdeleyelim.
Takrir-i Sükun döneminde muhalefet sindirildikten ve
egemen kesimlerin düzeni yerleştirmek için ilk aşamada
gerekli gördükleri dönüşümler yapıldıktan sonra sessiz
denilebilecek bir dönem geçer. Bu yıllarda ülkede baş
gösteren ekonomik bunalım 1929 Dünya Bunalımının etkisiyle
şiddetlenir. Özellikle ticaret ve tarım kesiminin daha
derin bir bunalıma girdiği bu dönem, halk kitleleri
için her açıdan soluksuz kaldıkları bir karabasandır.
Kitleler, üzerlerinde uygulanan politikaya karşı büyüyen
bir sıkıntı ve öfke içinde olsa da bunu yeterince dışa
vuracak bilinç ve örgütlülükten yoksundur. Sosyalist
bir örgütlenmenin sunması gereken işlevlerden ve perspektiflerden
de yoksundur. Bu durum karşısında iktidar, egemen sınıfların
bunalımını çözme yükümlülüğünü yerine getirmek amacıyla,
ekonomide devlet müdahaleciliğini gerektiren yeni prensipler
saptar.
Ancak bu politika uygulamaya sokulmadan önce ülkenin
siyasal tansiyonu ölçülmek istenir. Devletçilik döneminde,
çıkacak muhalefeti deşifre ederek denetim altına almak
ve düzenin oturup oturmadığını yapılan dönüşümlerin
benimsenip benimsenmediğini anlamak, tamamlanması gereken
eksiklikleri görmek için daha önce de sahneye koydukları
bir oyuna yeniden başvururlar. Geçmişte solun gelişmesini
denetlemek için kurulan resmi komünist partisi gibi,
şimdi de sol dışı muhalefet potansiyelini ölçmek-dengelemek-
bastırmak için güdümlü bir parti kurulur. Mustafa Kemal'in
yakın arkadaşı Fethi Bey, parti başkanı yapılır ve kardeşi
de partiye sokulur. Böylece 12 Ağustos 1930 tarihinde
"Muhalif bir Fırka", Serbest Cumhuriyet Fırkası
kurulur...
Mustafa Kemal'in ismini koyup kurucularını belirlediği
parti, 1930 Ağustos'unda ilan edilse de böyle bir partinin
kurulması ve rol dağılımı daha önceden düşünülmüştür.
SCF'nin kurucularından Ağaoğlu Ahmet, Fethi Bey'e bu
konuda şunları söylüyor: "Bir seneden beri (M.
Kemal'in) bu fikre yakın olduğunu bende biliyorum. Birkaç
kez fırkalar hakkında bana da sorular sormuş, beni de
imtihan etmişti. Fakta bir karar verdiğini bilmiyordum.
Arada bir gün Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'dan ikinci
bir fırkanın kurulacağını işitmiştim..."
Yeni parti temelde ve birçok ilkesinde CHF ile aynı
karakterde olmasına karşın ekonomide ve politikada daha
liberal görüşler sunmaktadır. Bu durum, liberalizmin
dozunun belirlenmesi ve koşullara göre en uygun kıstasların
neler olduğunun saptanması açısından genel bir yoklamak
olarak kavranılabilir. O güne kadar 'devletçi' olmayan
CHF, bu programda devletçiliği savunmaya başlar. Gerçi
bir yıl önceki bir konuşmasında İnönü, devlet müdahalesinden
söz etmiş olsa da o güne kadar devletçilik, kavram olarak
da siyasal literatürümüze girmemiştir. İnönü, ilk kez
Sivas'ta demiryolu açılışında yaptığı konuşmada devletçi
olduğunu söyler.
Ağaoğlu Ahmet, bu konuda şunları aktarmaktadır: "Esasen
birkaç gün sonra İsmet Paşa'nın Samsun'da söylediği
nutuktan önce, benim de o zamana kadar üyesi olduğum
CHP'nin devletçi olduğunu ne ben ne de kimse bilmiyordu.
Bu nutuktan sonradır ki, fırka devletçi oldu. Fakat
nutuk yeni fırkanın teorisinden sonra söylendi. Demek
ki yeni fırkaya kurulmadan önce 'serbest' ismini vermiş
olanların eski fırkaya da 'devletçi' sıfatını eklemeye
karar vermiş olduklarını kabul etmek gerekiyor."
Böylece burjuvazi güdümlü muhalefet partisine ekonomide
ve politikada liberalizm savundurulurken, CHF de devletçiliği
savunmaya başlayarak, hem muhalefeti ortaya çıkartıp
şekillendirmeye, hem de devlet müdahaleciliğine kamuoyunu
hazırlamaya başlar. Bazı gazeteler gönüllü olarak SCF'nin
sözcülüğünü üstlenir. Ve hükümeti eleştirmeye başlar.
Basındaki bu gelişmelerin ardından yeni partiler ortaya
çıkar.
29 Ağustos 1930'da Mimar Kazım isminde bir kişi Türkiye
Cumhuriyeti Amele ve Çiftçi Partisi'ni kurar. Bu partinin
programında "işçi ve köylüleri zalimlerin boyunduruğundan
kurtarmak ve bu sınıfa ülkenin toplumsal yaşamında bir
yer sağlamak" sözleri yer alıyordu.
Ancak sınıf esasına dayalı diye bu partinin çalışmasına
izin verilmez. Bir ay sonra ise Adana'da yazar Orhan
Kemal'in babası Abdülkadir Kemal, Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı
kurar. Bu parti SCF'nin kapatılmasından sonra, Bakanlar
Kurulu kararıyla 21 Ocak 1931'de kapatılır. Bu şekilde
partiler ortaya çıkarken, legal olanaklardan yoksun
TKP, bir taraftan SCF içinde çalışma yapmaya, bir taraftan
da onun kürsülerinden yararlanmaya çalışır. SCF kısa
zamanda çok büyük ilgi görür.
Ekonomik bunalımı oldukça şiddetli olan, hükümetin ekonomi
politikasından memnun olmayan ve ithalat-ihracatla uğraşan
ticaret burjuvazisi, egemen sınıflar içinden SCF'na
büyük destek veren kesim olur. Ancak, kitlelerin SCF'da
simgeleşen muhalefeti karşısında, 'devletçilik' döneminde,
kısa vadede zararına olsa da uzun vadede yararına olacak
politikalar üreten partinin kapatılmasına ses çıkarmaz.
Partinin en büyük destekçileri olan ağır sömürü ve baskı
altındaki emekçiler, partiye yeni bir umut, bir çıkış
yolu olarak sarılırlar. Hemen her yerde işçi sınıfı
ve yoksul halk partiyi destekler. İzmir mitingi'nde
50 bin insan toplanır. Güvenlik kuvvetleri terör estirerek
kitleleri dağıtmaya çalışsa da başarılı olamaz.
İzmir Mitingi'ni ABD Büyükelçisi Grew ülkesine rapor
etmiştir: "Fethi Bey'i karşılamak için İzmir
tümden ayağa kalktı ve hükümetin
izlediği politika ile aldığı önlemleri anlayamadığını
göstermek için uygun bir fırsat bulduğu inancıyla Fethi'yi
bir muzaffer kahraman gibi karşıladı. Halk Partisi'nin
yerel gazetesinin yazı işleri binasıyla, matbaası hücuma
uğradı, tahrip edildi, bir kişi öldü, bir çoğu yaralandı.
Basındaki haberlere göre 30 kişi tutuklandı. Gazetelerin
olayı komünist çapulculara ve katillere maletmesi ve
hiçbir siyasal öneme sahip olmadığını ileri sürmesi,
Türk basınında geleneksel olarak rastlanan daha çocukça
bir davranış oldu."
Bir ay sonra ise başka bir yabancı, Bulgaristan'ın Edirne
Başkonsolosu, ülkesine şunları yazıyordu: "Trakya'nın
öteki şehirlerinde olduğu gibi, Edirne'de de 17 gün
süren bu seçimler özgür olmamıştır. Örneğin muhalefet
partisinin kırmızı oy pusulalarını taşıyan seçmenlerin
oylarını kullanmamalarına, adları kütükte yazılı olmadığı
gerekçesiyle izin verilmemiştir. Suçlu ve cezaevi kaçkını
tipinden adamlardan oluşan çeteler, Yıldırım, Kayık,
Krishun ve Karaağaç bölgelerini dehşete salmışlardı...
Seçimler sırasında, muhalefet partisinin adayları ve
etkili üyelerini gece evlerinden çıkarmamışlardır. Edirne'deki
seçim, belediye binasının önünde polis müdürüyle yardımcısının
gözü önünde yapılmıştır."
Söz konusu seçimler, 1930 Ekim'inde yapılan belediye
seçimleridir. Bu seçimlerde sivil ve resmi teröre karşın
güdümlü parti önemli oranda başarı göstermemiş, Samsun'da
Vali'nin tarafsız kalması sonucu Belediye Başkanlığını
SCF kazanmıştır. Ancak parti kapatıldıktan sonra SCF'nin
kazandığı bölgelerdeki seçimler iptal edilerek yenilenmiştir.
Oyunu ve oyunun kurallarını anlayamayan parti kurucuları,
partinin kısa sürede ilgi görmesi karşısında iktidar
hevesine kapılırlar. Egemen sınıflar, muhalefetin
büyüklüğü, özellikle korkulu rüyaları işçi sınıfın bilinçsiz
de olsa muhalefeti karşısında, rollerini kavrayamamış
olan kadrolarla muhalefeti denetim altında tutamayacaklarını
anlarlar. Aynı zamanda sömürücü kesimlerin ittifakı,
düzenin henüz oturmadığını ve yapılan reformların yerleşip
benimsenmediğini, kitlelerin yalnızca
siyasal zorla baskı altında tutulmasının yeterli olmadığını,
bunun yanı sıra ideolojik plandaki baskı ve sindirme
hareketinin zorunlu olduğunu, toplumun siyasal savaşımının
topyekün yeniden planlanması ve örgütlenmesi gerektiğini
anlarlar. Böylece SCF'sı (kurulurken olduğu gibi)
gelen bir direktifle 17 Kasım 1930'da kendi kendini
fesheder. Partinin kapatılmasından sonra ülkede muhalif
olabilecek tüm kurum ve kuruluşların denetim altına
alınabileceği düzenlemelere gidilerek toplumun siyasal
yapısına yeniden şekil verilir. Düzen, istendiği şekilde
oturtulur.
Partinin kapatıldığı gün Mustafa Kemal, yanında geniş
bir uzmanlar grubu ile yurt gezisine çıkar ve gezi sırasında
hükümete, SCF'nin sarstığı prestijini yeniden kazanmak
için "altın bir fırsat" doğar. Bu, Menemen
olayıdır. Yine olayın gerçekçi yorumu için, ABD Büyükelçisi'nin
duruma ilişkin olarak ülkesine yazdığı rapora bakalım:
"Bunun arkasından Menemen olayı geldi. Bu defa
hükümet için prestijini yeniden kazanmak amacıyla kullanabileceği
altın bir fırsat doğmuştu." Hükümet kitleleri sindirmek
için bu olayı önemli ölçüde kullanır. Kubilay'ın katli
kullanılarak sıkıyönetim devreye sokulur. Durum kamuoyuna
çarpıtılmış bir şekilde yansıtılarak insanların inançları
suistimal edilmiş ve muhalif kitlelere gözdağı vermek
için ilgili, ilgisiz bir çok kişi tutuklanarak sıkıyönetim
mahkemesine sevk edilmiştir.
Sıkıyönetim Komutanı Fahrettin Paşa anılarında, Başbakan,
Meclis Başkanı, Savunma ve İçişleri Bakanlarının ve
kendisinin katılımıyla Cumhurbaşkanı başkanlığında yapılan
bir toplantıda, Gazi Paşa'nın olayın siyasal kaynaklarının
aranmasını, cezalarda sert davranılmasını, Menemen halkının
başka yere göçürülmesini, muhalif basına da gözdağı
verilmesini belirtiyor. Sıkıyönetim mahkemesi aldığı
emri yerine getirmiş ve ağır cezalar vermiştir. Bir
ay kadar kısa bir sürede 37 idam cezası verilmiş, 41
kişi de 1,3,24, yıllık cezalara çarptırılmıştır. İdamlardan
ikisi hapis cezasına çevrilmiş, 34 kişi hemen, kaçak
olan bir kişi de yakalanınca darağacına çıkarılmıştır.
Bu denli ağır cezalarla kitlelere gözdağı verilirken,
muhalif basın da unutulmamıştır. SCF kapatılır kapatılmaz
basına saldırıya geçilmiş, Fırka yanlısı gazeteciler
gözaltına alınmış, daha sonra çıkarılan bir yasayla
da hükümete, basını tümüyle denetimi altına alabileceği
ve sözcüsü durumuna getirebileceği olanak tanınmıştır.
25 Temmuz 1931 tarihinde çıkarılan yasayla kimlerin
gazetecilik yapabileceği belirlenmiş ve hükümete şu
yetki verilmiştir:
"Memleketin genel politikasına dokunacak yayından
dolayı hükümet kararı ile gazete ve ya dergiler tatil
olunabilir. Bu yolla kapatılan gazete ve ya dergilerden
yayınına devam edenler hakkında 18. madde hükmü uygulanır.
Böylelikle kapatılan bir gazetenin sorumluları, tatil
süresince başka bir isimle gazete çıkaramaz."
SCF sonrası, sadece basına el atmakla kalınmamış, siyasal
iktidara muhalif olabilecek tüm kurum ve kesimlere yönelinmiştir.
Elbette bunların başında yine işçi sınıfı ve sol gelmektedir.
O güne kadar tüm legal olanaklardan yoksun olan sol,
SCF aracılığıyla çalışma yapmak istemiş, onun kürsülerini
kullanmaya çalışmıştır. Güçlü ve doğru politikadan yoksun
olan TKP, su yüzüne çıkma çabalarında başarılı olamamış
ve 1930'lu yıllar içerisinde faaliyetlerini tümüyle
durdurarak egemen sınıfların "sınıfsız toplum"
demagojisine objektif olarak ortak olmuştur.
Sınıf ise zayıf ve önderlikten yoksun durumu ile hoşnutsuzluğunu
SCF aracılığıyla dışa vurmuş, her yerde SCF'yi desteklemiştir.
Egemen sınıflar, işçi sınıfının muhalefetini SCF aracılığıyla
göstermesi karşısında bunu bir sınıf savaşı, düzene
karşı bir başkaldırı olarak değerlendirip endişeye düşmüşler,
sınıf bilincinin gelişimini engellemek ve düzenlerini
oturtmak için bildik ama bu kez daha karmaşık bir işlerlik
kurmaya yönelmişlerdir.
Yeni işlerliğin nasıl ve neye karşı gerçekleştirileceği,
M. Kemal'in 25 Mart 1931 tarihinde Türk Ocaklarının
kapatılmasıyla ilgili olarak yaptığı açıklamada somut
olarak görülmektedir. "Milletin tarihinde bazı
devreler vardır ki, belli amaçlarına erişebilmek için
maddi manevi ne kadar kuvveti varsa hepsini bir araya
toplamak ve aynı yöne sevk etmek gerekir.. Memleketin
ve devrimin içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere
karşı korunması için bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi
kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır... Aynı cinsten
olan kuvvetler ortak amaç yolunda birleşmelidir."
Korunacak olan "memleket ve devrim", daha
açıkça egemen sınıfların düzeni.. Neye karşı korunacak?
"içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı"...
1930 başında Türkiye'ye yönelik en küçük bir dış tehlike
yok. Demek ki, asıl korunulacak tehlike "içerden
gelebilecek tehlike oluyor. Bu iç tehlikenin ne olduğu
ise açık bir şekilde birinci planın sunuş raporunda
yazılıyor: "Devletten gördüğü teşvik ve koruma
sayesinde ulusal ekonomimiz sürekli bir gelişme göstermektedir.
Özellikle büyük şehirlerimizde toplu bir sanayi ve ticaret
doğmaktadır... Bu teknikleşme ve toplanma hareketi modern
devletlere yeni görevler yüklemiştir. Büyük üretimin
doğurduğu kuvvetli işçi kümelerinin toplum için zararlı
kuvvetler haline gelebilmesinin önüne geçebilmek için
devletler iş hayatını ulusal bakım noktasından düzenlemek
zorunda kalmıştır."
Görüldüğü gibi doğal olarak iç tehlike, işçi sınıfı
ve sınıf bilincinin gelişmesidir.. Bu iç tehlike karşısında
temel destek gücün ne olacağını ve düzeni bu tehlikeden
kimin koruyacağını M. Kemal yurt gezisinin Konya durağında
belirtiyor. Konya Ordu Evi'nden yaptığı konuşmada ordunun,
milletin öncüsü ve önderi olduğunu vurguladıktan sonra
ordu ve milleti birleştiriyor ve sözlerini şöyle bitiriyor:
"Sözlerime son verirken şunu net olarak söylemek
isterim ki, Türk milleti ordusunu sever, onu kendi idealinin
bekçisi olarak görür." Gerçekten ordu bir şeyin
bekçisidir, ama Türk milletinin değil, Türkiye egemen
güçlerinin... Nitekim bu ordu 1960'ta, 12 Mart'ta, 12
Eylül'de burjuvazinin ve ittifaklarının bunalımını çözmek,
sınıf savaşını bastırıp etkisiz hale getirmek için görevini
yapmıştır. Oligarşinin düzeni sürdükçe de bu durum devam
edecektir.
Düzen oturtulmaya çalışırken tek başına zorun yetmeyeceği,
zor ile demagojinin atbaşı gitmesinin gerektiği bilinmektedir.
Takrir-i Sükun'la estirilen terör kitleleri susturmuştur.
Ama ilk fırsatta açığa çıkacak olan içten içe gelişen
muhalefet yok edilmeyerek geniş bir hoşnutsuzlar kitlesi
oluşturmuştur. Yapılan reformlar kitlelere zorla benimsetilmiş,
kitleler egemen sınıfların ideolojisi ile eğitilmişlerdir.
'Reformların' benimsetilmesi için sınıf farklılıklarının
olmadığı demagojisiyle ideolojik baskı yaratılırken,
fazla sıkıştırmanın patlamanın koşullarını da birlikte
getireceğinin bilinciyle, baskının önüne aldatma motifi
geçirilmeye çalışılmıştır.
SCF'nin kapatılmasının ardından muhalif sendikalar da
kapatılmış, süren grevler valinin yardımıyla kırılmıştır.
Öte yandan "ameleyi kazanma" aldatmacası uğruna
parlamentoya, "amele milletvekili" sokmaya
karar verilir. Bu konuda 30 Mart 1931 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi şunları yazıyor; "HF, son örgütlenmesinde
işçiyle yakından ilgilenmeye karar vermiştir. Bu nedenle
seçimde, fırka adayları arasında işçiden bazı kimseler
bulunacaktır."
İşçi milletvekili adaylarının nasıl saptanacağı konusunda
yine 10 ve 11 Nisan tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nde
yazılanlara baktığımızda işçilerin arasına değişik kimliklerle
giren CHP'lilerin gelenlerinin, işçilerden "okur
yazar" olan ve arkadaşlarının güvenini ve sevgisini
kazanmış kişileri arayarak bunların aday gösterileceğinin
yazıldığını görüyoruz. Selim İlkin, bir araştırmasında
işçi milletvekillerinin niteliklerini açıklıyor. Buna
göre milletvekillerinden biri rüştiye (ortaokul) mezunu,
altı tanesi idadi (lise) mezunu ve bunlardan ikisi,
Almanya'da ticaretle uğraşmış ve Almanca biliyorlar.
İzmirli işçi milletvekili ise 1931 yılında Ankara'da
bir işyeri açıyor. 19 Eylül 1931 tarihli Son Posta Gazetesi
haberi şöyle veriyor: "İzmir'den işçi milletvekili
olarak seçilen Sadettin Bey, milletvekili zaman iş hayatının
etkilenmeyeceğini söylemişti... Gazi Bulvarı'nda açtığı
bir traktör ve zirai aletler imalathanesiyle, vaktiyle
verdiği sözü yerine getirmiş, aynı zamanda bir çok Türk
işçisine iş temin etmiştir" 1935 yılında okuma
yazma oranının %18,7 olduğu bir ülkede, lise ve ortaokul
mezunlarının yanında "birçok Türk işçisine iş temin"
etme olanaklarına sahip insanların CHP yöneticileri
tarafından işçi milletvekili olarak gösterilip seçilmesi,
işçi sınıfının oyla aldatılmak istenmesinin en açık
göstergelerinden biridir.
Bu sırada bir iş yasası tasarısı da hazırlanmış, ekonomi
bakanı Mustafa Şeref'in hazırladığı tasarının Bakanlar
Kuruluna sunulması üzerine Bakanlar Kurulu, tekrar incelenmesi
için bu tasarıyı bakanlığa geri göndermiştir. Yeniden
hazırlanan tasarı, Türkiye'nin Birleşmiş Milletlere
karar vermesinden kısa bir süre önce Uluslar arası Çalışma
Bürosu Konferansı'na gönderilir. Tasarıyı hazırlayan
N. Ali Bağpınar, konferansa gözlemci olarak katılmış
ve konferansta CHP'nin sosyal haklara önem verdiğini,
partinin bu konuları programına ilke olarak koyduğunu
açıklamış, tasarı konferansta olumlu bulunmuştur.
Bu tasarı 1932 Mart'ında Meclis'e gelir. Kurulan koalisyonda
bir sonuç alınamaz. İtalyan İş Kanunu'nun incelenmesi
ve İstanbul, İzmir, Samsun, Adana, Eskişehir ve Zonguldak
Ticaret ve Sanayi Odaları, Zonguldak Amele Birliği,
İstanbul Madenciler Birliği, Ankara Askeri Fabrikalar
Müdürlüğü'nün görüşlerinin alınmasına karar verilir.
İşçiler grev hakkı tanımayan bu tasarının yasallaşması
üzerine, Celal Bayar'ın Ekonomi Bakanı olması dolayısıyla
ortaya çıkan bu endişelere karşılık Bayar, Cumhuriyet
Gazetesi'ne bir demeç verir; "Soy ile sermaye
arasında ahenk oluşturacağız. İş kanunu bunları sağlayacak
ve bu sayede çok önemli bir esas olan maliyet fiyatlarının
istikrarına her zaman imkan tanınmış olacaktır".
Böylelikle "maliyet fiyatlarının istikrarına her
zaman için imkan verebilecek bir tasarı hazırlamak için"
hazırlanan bu tasarı, hazırlayıcılarıyla birlikte bir
kenara atılmıştır.
İşçi sınıfı bu şekilde oyalanıp aldatılırken sendikaların
başına da genellikle polis ajanı olan ve de işçilikle
ilişkisi olmayan kişiler getirilmektedir. 1932 yılında
sarı sendika örgütleyiciliği ile tanınan Topal Ali'nin
yardımıyla Tütün İşçileri Birliği kurulur. Sendikal
alandaki bu uygulamalar ABD'den getirilen uzmanlar tarafından
onaylanır. ABD'li uzmanlar bu konuda şunları söylüyorlar:
"Türkiye'de HF'nin saptamış olduğu prensip ile....
Mücadele ruhunun bertaraf edilmesini sağlayacak bir
tür patron-işçi ilişki ve uyanışını doğurması mümkündür.
Bazı bölgelerde hükümetin rehberliği altında meydana
gelen işçi örgütlenmeleri, yine o rehberliğin altında
faydalı olabilir."
"Mücadele ruhunun bertaraf edilmesi" için
sendikaların başına egemen sınıfların adamlarını koymak
yeterli görülmüyor, işçiler fişleniyordu: 6 Kasım 1932
tarihli Akşam Gazetesi'nde şöyle bir haber çıkar: "Bütün
işçilerin parmak izleri alınıyor". Buna göre İstanbul'da
çalışan 'bilimum' işçiler Emniyet Müdürlüğüne sevk ediliyor,
hükümet her işvereni tüm işçilerini Emniyet Müdürlüğü'nün
'datloskopi' kısmına göndermekle yükümlü tutuyordu.
Gerekçe olarak "bir çok işlerde ve herhangi bir
olay etrafında yapılacak soruşturma sırasında zabıtanın
işini kolaylaştırmak" gösteriliyordu.
İşçi sınıfının her türlü mücadelesini engellemek, sınıf
bilincinin gelişmesini önlemek için bütün bunların dışında
başka yasaklamalara ve düzenlemelere gidilmiştir. 1933
yılında Türk Ceza Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle
'işçileri toplu halde işlerini bırakmaya teşvik etmek'
yasaklanarak, grev örgütleyiciliği suç sayılmıştır.
Yine devletçilik döneminde bir taraftan "sınıfsız
toplum" yaygarası koparılırken diğer taraftan faşist
İtalyan Ceza Yasası'ndan alınan ve herkesin çok iyi
bildiği 141-142. maddeler Türk Ceza Kanunu'na konmuştur.
1936 yılında çıkarılan bir iş yasasıyla grev ve toplu
sözleşme yasaklanarak zorunlu uzlaşma sistemi getirilmiştir.
Bu yasa hakkında zamanın CHP Genel Sekreteri Recep Peker'in
söyledikleri, dönemin politikasını tanımlamaktadır:
"Arkadaşlar yeni iş kanunu sınıfçılık düşüncesinin
doğmasına ve yaşamasına olanak verici hata bulutlarını
silip süpürecektir. Bu kanunla milli hayatın
iş hayatında denge kurulacaktır."
Egemen sınıfların, emekçilerin kendini korumasını yasakladığı
bu dönemde eski solculardan oluşan bir grupta bu işin
ideologluğuna soyunmuştur. Kadro dergisini çıkaran bu
dönek solcular, Türkiye'de sınıfların olmadığını ve
sınıf mücadelesinin olmayacağını işleyerek, sınıf bilincinin
önüne set çekmeye çalışmışlardır. Bu dergi, 1932 Ocak
ayında ilk çıkan sayısında çıkış gerekçesi olarak şunları
söylüyor: "Türkiye bir devrim içindedir... Ancak....
devrime ideoloji olabilecek bir düşünce sistemi oluşturulmuş
ve kurumlaştırılmış değildir." Amaçlarını ise
Şevket Süreyya Aydemir, 'İnkilap ve Kadro' adlı kitabının
ikinci baskısının önsözünde şöyle belirtiyor: "Görüşlerimize
göre eski Türkiye, zaten bir yarı sömürgeydi. Harap,
sermayesiz bir ülkeydi. Sanayisizdi. Şehir, kasaba,
ayan ve eşrafı ve toprak ağaları ile İstanbul ve İzmir'de
yabancı ülkelerle ticari hareketlere aracılık eden dar
ve cılız bir Levantenler zümresinden başka kesin sınıf
ayrılıkları yoktu. O halde çağdaş sınıf ayrılıklarının
doğmasını karma bir ekonomi düzeni içinde önlemek pekala
mümkündü. Bunun için de batının XIX. yy tipinde klasik
ve sınıflar yaratıcı demokrasisi yerine, güdümlü bir
demokrasinin gerçekliği üzerinde duruyorduk. İktidar
partisinin tutum ve prensipleri de buydu."
İktidar bu denli açık sözlü (!) olunca ayrıca yorumlamak
da gereksizleşiyor...
Yer yer faşizme övgüler dizen Kadro dergisinin çıkmaya
başlamasından önce, halkçılık demagojisi de yoğunluk
kazanmıştır. Toplumu egemen sınıfların ideolojisiyle
eğitmek, yapılan reformları kitlelere benimsetmek ve
ülkedeki tüm demokratik kurumları kapatarak CHP'nin
güdümüne almak için, Halkevleri kurulmuştur. Halkevlerinin
kurulmasıyla da Türk Ocaklarından Mason Derneğine, Kadınlar
Derneğinden Öğretmenler Derneğine kadar birçok dernek
ve kuruluş, verilen direktifler doğrultusunda kendilerini
feshederek mal varlıklarını CHP ya da Halkevlerine devretmişlerdir.
Türk Ocaklarının kapatılmasıyla, bu kuruluşun binalarında
çalışmaya başlayan Halkevleri, resmen 1932 Şubat'ında
kurulmuştur. Kuruluş amacını 20 yıl sonra Meclis'te
yaptığı bir konuşmada İnönü şöyle açıklamaktadır. "Fırkamız,
rehberliğiyle kurtardığı vatanı siyasi, sosyal ve ekonomik
derin temeller üzerinde yükseltmek karar ve azmindedir...
bugün ulaştığımız aşama, üzerinde bulunduğumuz yolun
henüz başlangıcı demektir. Uygarlıkçı ırklar ve seçkin
uluslar için esas bu yolun sonu yoktur." Aynı
"yönetmelikle", Macaristan'daki "Ulusal
Kültür Derneği", Çekoslovakya'daki "Mozarik
Halk Eğitim Kurumu", İtalya'daki faşist "Dopolavaro",
Almanya'daki Nazi Partisi örgütleri, İngiltere'deki
"Halk Eğitim Derneği" ve "Radyo Dersleri
Derleme Klüpleri" gibi örgütlerden esinlenerek
kurulan Halkevleri, ırkçı ve şövenist özellikler de
sergilemiştir.
Halkçılık demagojisi ve Halkevleriyle kitleler ideolojik
baskı altında tutulur, emekçilerin bütün hakları gaspedilip
sınıf bilincinin gelişmemesi için her türlü yöntem kullanılırken,
egemen sınıflar, kendilerine kitlesel destek oluşturmaya
giderler. Tarihsel evrimi nedeniyle politik pasiflik
içinde olan ve ülkenin sosyo-ekonomik yapısı nedeniyle
toprak ağalarına ekonomik politik olarak bağımlı bulunan
köylülük bu dönemde yeniden anımsanır. Anadolu Hareketi
sırasında asker toplamak için "memleketin gerçek
efendi ve sahipleri köylüdür" demagojisiyle bir
hayli puan toplayan egemenler, 1930'lu yıllar da aynı
aldatmacayı tekrarlayarak, köylünün desteğini kazanmak
isterler.
1930'lu yılların başlarında siyasal kadrolar ve egemen
sınıfların ideologları yaygın bir köylü edebiyatına
başlarlar. Köy ve Köylü üzerine övgüler dizip romanlar
yazmak ve köylünün sorunlarından söz etmek gündemin
neredeyse odağına oturtulur. Bir taraftan köylü kitleleri
ağır sömürü ve yeni vergi yükümlülükleri altında açlığa,
sefalete sürüklenip toprak ağaları kalkındırılırken,
öte yandan 'köylüyü kalkındırmak ve eğitmek için' öğretmenler
yetiştirilir. Bu amaçla kurulan Köy Enstitüleri'nden,
"orduda iye hizmet görerek onbaşı ve ya çavuş olmuş
becerikli ve bu işe istekli okur yazar köylü delikanlılar
kurslara tabi tutularak" köylü öğretmenler yetiştirme
yoluna gidilmiştir.
Bu şekilde bir eğitim seferberliğine çıkılmadan önce,
başka bir eğitim grubu da tasfiye edilir. 1933 yılında
Darülfünun'da bir çok tutucu öğretim görevlisi olsa
da asıl amaç olan reformların desteklenmesi olduğu için
ve Darülfünun'da egemen sınıfların o gün için istedikleri
doğrultuda ideolojik eğitim yapılamaması nedeniyle bu
tasfiyeye gidilmiştir. Günümüze kadar da, her rejim
bunalımında üniversitelerde tasfiyeye gitmek neredeyse
gelenek haline gelmiştir. 1947'de, 1950'de, 12 Mart'ta,
12 Eylül'de kural değişmemiş, tasfiyelerin çapı giderek
genişlemiştir.
Sonuç olarak 1930'un başında ekonomik bunalıma düşen
egemen sınıfların bunalımlarını çözmek amacıyla, devlet
müdahalesiyle gerektiren politikanın uygulanması sırasında
çıkabilecek muhalefeti denetim altında tutabilmek için
güdümlü bir muhalefet partisi oluşturulmuştur. Bu parti
aracılığıyla, aynı zamanda düzenin oturup oturmadığının,
dönüşümlerin benimsenip benimsenmediğinin anlaşılması
amaçlanır. Parti ile birlikte geniş bir toplumsal muhalefet
ortaya çıkmış, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumun
büyük kesiminin hoşnutsuzluğu belirginleşmiştir. Aynı
zamanda görülmüştür ki dönüşümler kitlelere inememiş,
egemen sınıfların düzeni oturmamıştır.
Çıkan muhalefetin ikinci bir partiyle de kontrol altına
alınamayacağı anlaşılınca, egemen sınıflar tek parti
diktatörlüğünü iyice somutlaştırmışlardır. Her ne kadar
o güne dek yine tek parti yönetimi olsa da, bu dönemin
özelliği toplumdaki kurumların hemen tamamının parti
inisiyatifine alınmasıdır.
1930'lu yıllarda Türkiye'de görülen gelişmeler, aynı
süreçte başka ülkelerde de (Almanya, İtalya, Macaristan,
Bulgaristan) benzer biçimsel çerçeve içinde cereyan
etmektedir. Bu gelişmeler, ülkelerin durumlarına göre
bazı farklılıklar gösterse de genelde çok benzeyen yaklaşımlar
ve anlayışlar egemendi. Türkiye'deki uygulamalar daha
çok yöntem açısından bu ülkelerle önemli benzerlikler
göstermesine karşın sınıfsal durumun getirdiği bir nitelik
farklılığı vardı. Sözkonusu ülkelerdeki yönetim tarzı
faşizm olduğu halde ülkemizde henüz faşizmden sözetmek
mümkün değildi.
Ancak, faşizmden sözedememekle birlikte1930'lu yıllarda
faşizmin varolduğu ülkelerdeki birçok uygulamaya Türkiye'de
de rastlamaktayız.
Faşizmin en önemli özelliklerinden biri, sınıf mücadelesine
ve sınıf bilincine karşı aldığı tavırdır. Faşizm, proletaryaya,
onun bilinci ve her türlü örgütlenmesine karşı ödünsüzdür.
Ülkemizde devlet, 30'lu yıllarda sınıf farklılıklarının
olmadığı demagojisini işleyerek toplumu meslek gruplarına
göre değerlendirip örgütlemeye gitmiştir. emekçilerin
örgütlenmesi engellenerek, sermayenin azgın sömürüsüne
her türlü olanak sağlanan Türkiye'de, sınıfa ve sınıf
bilincine karşı takınılan tavrı inceledik. Toplumun
neye göre sınıflandırıldığına gelince, CHP'nin 1931
yılındaki 3. Kurultayı'nda kabul edilen "ana vasıflar"a
bakmak yeterli olacaktır. Benimsenen "ana vasıfların"
ikinci maddesi şöyle:
"Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan
oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için
iş bölümü itibari ile çeşitli meslek gruplarına ayrılmış
bir toplum düşünmek esas prensiplerimizdendir.
a) Çiftçiler,
b) Küçük sanayi erbabı ve esnaf,
c) Amele ve işçi
d) Serbest meslek erbabı, büyük arazi ve iş sahipleri
ve tüccar topluluğunu oluşturan başlıca çalışma zümreleridir.
Bunların her birinin çalışması diğerinin ve genel topluluğun
amacı, sınıf mücadelesi yerine sosyal düzen ve dayanışma
sağlamak ve birbirini bozmayacak biçimde genel çıkarlarımıza
uyum sağlamaktır. Çıkarlar yetenek ve çalışma derecesi
ile belirlenir."
Faşizm, devleti yüceltirken bireyi tamamen alçaltır.
Faşizme göre devletin üzerinde bir şey yoktur. Bu konuda
Mussolini şunları söylüyor: "Faşizm devleti
bir salt varlık olarak görür. Tüm bireyler ve topluluklar
devlet karşısında görece bir nitelik taşırlar".
CHP Genel Sekreteri Recep Peker de şunları söylüyor:
"İnsanlığın tek büyük eseri devlettir…",
"İnsanlar tek tek bakıldığında sıfırdır".
Peker, biraz daha acemi ve ilkelce tanımlamış olsa da
mantıkların özünde farklılık yoktur.
Yine bu ülkelerdeki ulus, lider ve partinin yüceltilmesi
olguları 1930'lu yıllarda Türkiye'de de görülmektedir.
Şovenizm doruğa çıkmış, ortaya atılan dil ve tarih tezleriyle
her türlü saçmalık sergilenmiştir. Partiye verilen önem
ve yüceltmede, faşist partilerden farksız bir tutum
izlenmiştir. 1936 yılında partiyle devlet özdeşleştirilmiş,
partinin genel sekreteri İçişleri Bakanı parti ile başkanları,
ilin valisi, parti müfettişleri ise bölgelerindeki tüm
devlet işlevlerinin denetçisi yapmıştır. Partinin
ilkeleri anayasaya konulmuştur.
Yine faşizmin mantığı paralelinde ülkedeki bir çok kurum
ve dernek kapatılarak Halkevleri aracılığıyla parti
bünyesine alınmıştır. Sendikaların başına partili insanlar
getirilmiş, çeşitli yerlerde işçi ve zanaatkârlar birliği
kurularak işçilerin bunlara katılması zorunlu kılınmıştır.
Parti, alabildiğine yüceltilerek tüm ulusu temsil ettiği
öne sürülmüştür.
İsmet İnönü'ye göre CHP, "Memleketin bütün çıkarlarını
ve bütün evlatlarını kucaklayan bir siyasi aile haline
gelmiştir." "1930 yıllarında Başbakan
Refik Saydam ise, şunları söylemektedir: "CHP
demek Türkiye milleti demektir ve CHP demek Türkiye
devleti demektir, bu kavramlar o kadar sıkı bir şekilde
bağlıdır ki, birini diğerinden ayırmak olanaksızdır".
Aynı şekilde, liderin oloğanüstü yetkilerle donatılarak
yüceltilmiş olduğunu görüyoruz. Lidere "değişmezlik"
sanı verilmiş, M. Kemal "ebedi şef" kabul
edilmiştir.
Kısacası dönemin faşist ülkelerinde gerçekleştirilen
uygulamaların bir çoğunu Türkiye'de, kendi koşulları
içinde görmekteyiz. Ancak, bütün bunlar faşizm anlamına
gelmez. Çünkü, faşizmi, temellendiği sınıfsal yapısından
ayırıp uygulamalara indirgemek, insanlık tarihindeki
bütün diktatörleri faşist olarak nitelemek anlamına
gelir. Bu faşizmin soyut, içerikten yoksun bir terim
olarak kullanılması demektir.
1930'lu yıllarda ülkemizde faşizmin sınıfsal temeli
olan, tekelci burjuvazi yoktur. Yerli burjuvazi yeterince
gelişmemiştir ve ticari niteliklidir. Cumhuriyetle birlikte
özellikle de devletçilik döneminde sanayi burjuvazisi
oluştuğu halde, henüz tekelci nitelik gösterecek yapıda
değildi.
Öte yandan ülkedeki burjuvazi, ağırlıklı olarak komprador
özellikler göstermesi ve siyasal iktidarın ortağı olmasına
karşın, ülke politikasını emperyalizmin belirlediğini
söylemek te gerçeklerle bağdaşmaz. Cumhuriyet kurulduktan
sonra yabancı sermaye ve emperyalist sömürü varlığını
koruduğu ve emperyalizmle ilişkiler devletçilik döneminde
ağırlık kazandığı halde henüz ülkede emperyalizm, belirleyici
bir olgu haline gelmemiştir. Yerli tekelci burjuvazinin
olmadığı bir ülkede faşizmden söz edebilmek için ülkenin
ekonomik, siyasi, askeri, kültürel planda emperyalizme
belirleyici anlamda bağımlı olması gerekir. Her ne kadar
bu dönemde emperyalizm ile askeri-siyasi ilişkiler kurulmaya
başlanmışsa da bunlar yarı sömürge durumuna gelmenin
kilometre taşlarıydı ve emperyalizm ile bütünleşmek
için gerekli bir süreç yaşanmaktaydı. O günkü koşullarda
emperyalist bloğun iki kampa ayrılmasının yarattığı
sorunlar da bu eklemlenmeyi geciktiren faktörlerden
biri olmuştur. Bu nedenle II. Paylaşım Savaşı sonuna
kadar pragmatik bir şekilde o anki güçlüden yana tavır
takınılarak yalpalanmıştır.
Dönemin dünya konjonktüründe faşist yöntemlerin, egemen
sınıfların bunalımını çözüp istikrarı sağlamada gösterdiği
başarı Türk siyasal yaşamını etkilemiş ve her etkilenilen
ülkenin örgütlenme modelleri Türkiye'ye aktarılmaya
çalışılmıştır. Öyle ki, amaç ve içerik açısından tümüyle
karşıt bir sistem olduğu halde Sovyetlerdeki Komünist
Parti yönetiminin, Sovyet Rejimi'ni yerleştirmedeki
ve ülkeyi kalkındırmadaki başarısı dahi, bu dönemde
iktidar yanlısı yazarlar tarafından tek parti yönetiminin
zorunluluğuna örnek olarak gösterilmiştir.
Egemen sınıfların, bunalımını bir süre için çözümlediği
ve sermaye birikiminin hızlandığı devletçilik dönemi,
Cumhuriyet tarihinin en vahşi sömürüsünün sergilendiği
dönemlerden biridir. Sosyal, siyasal baskının ve
sömürünün arttığı, emekçilerin zor yaşam koşullarını
düzeltmek, kendilerini korumak için gerekli araçlarının
tümüyle gaspedildiği görülüyor. Genellikle devletçilik
döneminde ülkenin "kendi yağı ile kavrularak"
devlet öncülüğünde sanayileşme adımları attığı, kalkınma
yolunda ilerlediği söylenir. Evet, egemen kesimler
için bir ilerleme, kalkınma söz konusudur ama ülke için
değil... Deyim yerindeyse, devlet emekçi halkın yağı
ile kavrulmuştur.
Devlet yatırımlarının, destekleme alımlarının kaynağı,
geniş emekçi kitlelerinin ödediği vergiler olmuştur.
Bunların ödediği tüketim malları, hizmetler, vb. üzerinden
alınan dolaylı vergiler, toplam bütçe gelirlerinin 1930-34
arasında %28'ini, 1935-39 arasında ise %27'sini oluşturuyordu.
Devlet sektöründe çalışan ücretlilerin ödedikleri vergiler,
toplam gelir vergisinin %70-85'ini oluşturuyordu. Amerikalı
uzmanların hazırladığı bir rapora göre; 1934-35 yıllarında
burjuvazi, net gelirinin %2'sini gelir vergisi olarak
öderken, ücretliler net gelirlerinin %18'ini gelir vergisi
olarak ödemekteydi. Gelir vergisinin yanı sıra, ücretlere
ilişkin 1931 yılında çıkarılan "buhran" vergisiyle
ücretlere yüzde 10-24 oranında artan vergiler eklenir.
1931 yılında çıkarılan "Buğday Koruma Kanunu Karşılığı"
çıkarılır.
Bu denli ağır vergi yükünün yanı sıra halkın yaşam düzeyini
daha iyi anlayabilmek açısından ücret ve fiyatlara karşılaştırmalı
olarak bakmak gerekiyor. 10 ilde yapılan bir araştırmaya
göre 1933 yılında 6-7 saat çalışma karşılığı işçi ücretleri
31,4 ile 27,13 kr. arasında değişmektedir ve ortalama
işçi ücreti 67,1 kuruştur.
1933 yılındaki bazı temel tüketim mallarının fiyatları
ise şu şekildedir: İstanbul'da ekmek 7,92 kr., pirincin
kilosu 21,58 kr., şekerin kilosu 42,11 kr., petrolün
litresi ortalama 20,2 kr.'tur. Bursa'da ise tuzun kilosu
ortalama 7,75 kuruştur.
Demek ki ortalama günlük ücret 9 ekmek ve 3 kilo tuzdan,
4 litre benzinden, 2 kilo şekerden daha az ve 3 kilo
pirinç karşılığıdır.
Köy ve köylünün "hatırlandığı" bu dönemde
köylünün yaşamı gerçek bir sefalettir.
II. İzleyen Dönemde (1930-40) Emperyalistlerle İlişkiler
1930'lu yıllarda emperyalizmle ilişkilerin gelişmesi
temelinde emperyalizme bağımlılığın daha da arttığını
görüyoruz. Kapitalist sistemin büyük ekonomik bunalım
içinde olması nedeniyle birçok sömürgede olduğu gibi,
bu dönem yabancı sermaye yatırımları kesilmemiş, sürmüştür.
Bunalımın sonuçlarından biri olarak Türkiye'de çalışan
yabancı bankalar çok sayıda şubelerini kapatmışlardır.
1929 yılında 65 olan yabancı banka şube sayısı, 1939'da
45'e düşmüştür. Yabancı bankaların toplam kredi hacmi
içindeki payı da 1929'da %42 iken 1939'da %20'ye inmiştir.
Birçok ayrıcalıklı şirket, sözleşmelerindeki yükümlülüklerini
yerine getiremeyerek zarar etmeye başlamışlardır. Örneğin,
demiryolu şirketleri zarar ettiklerinden ve bu şirketlere
kilometre garantisi verildiğinden, bunların zararlarını
hükümet ödemiştir.
İşte böyle bir ortamda, Türk Hükümetinin bazı yabancı
şirketleri kamulaştırması, uluslar arası tekellerin
sözkonusu genel bunalımından dolayı sömürgelerde düştükleri
açmazlara, sömürge ülke devletinin olanaklarıyla çözüm
getirilmesi ve zor durumdaki şirketlerin kamulaştırılması,
yaygın bir yanlış anlayışla öne sürüldüğü gibi anti-emperyalist
bir tavır değil, emperyalizme hizmet tavrıdır.
Her şeyden önce nasıl bir ortamda kamulaştırmalara gidildiğini
belirttik. Zarar eden ve yükümlülüklerini yerine getirmeyen
şirketler kamulaştırılmıştır. Hükümet, kamulaştırmalar
karşısında sık sık yabancı sermayeye karşı olmadıklarını
ve niçin kamulaştırmalara gittiklerini de açıklamıştır.
Celal Bayar bir konuşmasında bu şirketlerin, sözleşme
hükümlerini yerine getirmedikleri için kamulaştırıldıklarını
özellikle belirtir. Kaldı ki yabancı şirketlerin kamulaştırmalar
karşısındaki gönüllü davranışları, yapılan pazarlıkların
hiçbirinde anlaşmazlık çıkmaması ve kamulaştırmaların,
anti-emperyalist bir anlayışın ürünü olmayacak şekilde
çok yüksek fiyatlarla yapılması gerekli göstergelerdir.
1923-33 yılları arasında önemli bir bölümünün onarılıp
yenilenmesi gereken 1667 km. demiryolu kamulaştırılmıştır.
Kamulaştırmada km. başına 85.000 TL. fiyat ödenmiştir.
Oysa aynı dönemde yeni yaptırılan demiryollarının kilometresinin
maliyeti 115.000 TL. idi. Yıllardır işletilerek kar
edilen ve kendi kendini çoktan amorti etmiş demiryolları
hemen hemen yeni fiyatına kamulaştırılmıştır. Diğer
kamulaştırmalarda da aynı anlayışla hareket edildiğini
düşünmek için aşağıdaki tablo gereken verileri sunmaktadır.
Türk Hükümetince satın alınan ayrıcalıklı şirketler:
sektörler
|
şirket sy
|
satın alma yılları
|
satın alma değeri (milyar)
|
Demir yolları ve limanlar
|
8
|
1928-1937
|
120.5
|
2-Belediye hizmetleri
|
12
|
1933-1945
|
27.7
|
3-İmalat sanayi
|
2
|
1940-1943
|
2.1
|
4-Madencilik
|
2
|
1936-1937
|
4.4
|
Toplam
|
24
|
|
154.7
|
Kamulaştırılan şirketlerin nitelikleri ve toplam yabancı
sermaye şirketleri içindeki oranı da, anti-emperyalist
bir anlayışla hareket edilmediğinin bir diğer göstergesidir.
1929 yılında 22'si kamu hizmetlerinde, geri kalan 104'ü
ulaştırma, bankacılık, inşaat, ticaret gibi alanlarda
çalışan toplam 126 şirket bulunmaktaydı. 1930'lu yıllarda
bunlardan sadece 22 tanesi kamulaştırılıyor ve kamulaştırılan
20'si de bir devletin kendi denetiminde olması gereken
demiryolu, tramvay, telefon, elektrik, su gibi kamu
hizmetlerinde faaliyet gösteriyordu.(1)
Bu 22 şirketin dışındakilere dokunulmadığı gibi dünya
ekonomik bunalımının ilk etkisinin geçmesinden sonra,
1934-38 yılları arasında 32 yeni yabancı şirket faaliyete
geçmiştir.
Bunlardan başka 1927 yılında demiryolu ihaleleri alan
İsveç ve Alman grupları 5 milyon dolarlık yeni ihale
almıştır. Devlet eliyle kurulan fabrikaların ihaleleri
de yabancı şirketlere verilmiştir. Kayseri Uçak Fabrikası
bir Amerikan şirketine verilirken, Karabük Demir Çelik
Tesislerinin yapımı ise, bir İngiliz firmasına verilmiştir.
İngiliz firmasının temsilcisi, imza töreninde, Türkiye'nin
yabancı sermayeye karşı tavrını şu şekilde açıklamaktadır:
"Türkiye, sermaye ve girişim sahiplerinin istediği
ve bugün pek az yerlerde bulunan güvenlik ve garanti
elemanlarını tamamen taşımakta ve herhangi bir yabancının
Türkiye'de herhangi bir iş için ikirciklenmesine en
küçük bir neden bile bulunmamaktadır." Yabancı
sermaye temsilcisi, Türkiye'nin güvenilirliğini bu şekilde
onaylıyor.
Bu dönemde yabancı sermayeye karşı alınan en ciddi karar,
"Türk Parasını Koruma Hakkında 12 Sayılı Karar"dır.
23 Aralık 1937 tarihinde Türk Parasını Koruma Yasasına
dayanarak çıkartılan12 sayılı karara göre ayrıcalıklı
şirketler paralarını ancak milli bankalarda tutacaklar
ve kar transferlerini her yıl Maliye Bakanlığı kar transferlerinin
"yalnızca halı, şarap, tütün ve üzüm gibi belirli
malların ihracı" ile yapılmasına izin vermiştir.
Kar transferlerinin engellenmesi ya da sınırlandırılması
yabancı sermayenin ülke içindeki sömürüsünün metropole
aktarılmasının önünde bir engeldir. Ancak emperyalist
sömürünün ortadan kaldırılması demek değildir. Çünkü,
yabancı sermayenin varlığına son verilmedikçe ve ithalat-ihracat
ile ilişkisi engellenmedikçe, kar transferleri durdurulamaz.
Yabancı sermaye ithalat-ihracat rakamlarını büyük ve
ya küçük göstererek kar transferi yapabilmektedir. Ana
firmadan alınan hammadde, ara malı gibi malların fiyatları
yüksek tutularak ve\veya dışarıya gönderilen malın fiyatı
düşük gösterilerek, önemli bir kar transferi gerçekleştiriyordu.
Bir araştırma, bir yabancı şirketin, kullandığı üç hammaddenin
ithali sırasında, bir yılda 47 milyon lira kar transfer
etmiş olduğunu gösteriyor. Aynı firmanın, aynı yıldaki
resmi karı ise 12 milyon lira.
Yabancı sermayenin varlığına dokunmadan kar transferinin
engellenmesi, ülke içindeki etkinliğinin artmasına da
neden olabiliyor. Karını dışarı aktaramayan firma bu
karı içerde kullanıyor; ya işletmesini genişletiyor,
ya da iştirakler yoluyla başka alanlara kayıyor. Böylece
ülke ekonomisinde etkinliği artıyor. Bu konuda,
o döneme ait olmasa da, Türk Parasının Kıymetini Koruma
Yasası çerçevesinde çalışan yabancı sermayeli bir şirketi
örnek verelim:
Bir yabancı sermayeli şirket olan İstanbul Genel Sigorta'nın
iştirak yoluyla ortak olduğu yerli ve yabancı şirketler
şöyle; Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, Türkiye Sınai
Kalkınma Bankası, Türkiye İş Bankası, Türkiye Garanti
Bankası, Ereğli Demir Çelik Fabrikaları, Gübre Fabrikaları,
Good Year Lastikleri, Aslan Çimento, Eskişehir Çimento,
Ünye Çimento, Çukurova Elektirik, Us Royal Lastikleri,
Assiciurazroni, General, La Concarde, Alliunze, Assicuruzioni
Rabak, Sim-em Ticaret, Doğan Sigorta, İnan Sigorta,
Milli Reasurans, Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları...
Tek başına bu isimler bile yabancı sermayenin dal budak
salma çapını göstermektedir.
Zorunlu ulusallaştırma ve kar transferlerinde sınırlamalara
gidilmiş olsa da, bu dönemde emperyalizme ekonomik bağımlılık
artmış, siyasi, askeri bağımlılığın adımları da somut
olarak atılmıştır. Dış ticarette çok taraflı politika
yerine, ikili anlaşmalara gidilmesi, yabancıların ülke
üzerinde denetim kurmalarına neden olmuştur. Yapılan
klering, takas anlaşmalarıyla, emperyalizm dış ticarette
tekel kurmuştur. Anti emperyalist tavır konulduğu,
emperyalizme karşı bağımsız tutum izlenildiği söylenilen
bir dönemde, hükümet yabancı sermaye temsilcisi gelmedi
diye tütün piyasasını açamamıştır.
Söz konusu yıllarda Nazi Almanyası, dış ticarette önemli
bir yere sahipti. Ortadoğu'da ekonomik, siyasi, askeri
amaçlar güden Alman Genel Kurmayı, ileride yapılabilecek
her askeri harekat planlanmasında Türkiye'ye stratejik
bir yer vermiştir. Bu nedenlerle Almanya, yapılan klering
vb. anlaşmalarıyla Türk dış ticaretinde önemli bir paya
sahip olarak, ülke üzerindeki ekonomik etkisini artırmış,
cari değerler ihracında 1935-38 arası %44 oranında bir
yere sahip olmuştur.
Türkiye'nin ihraç ürünlerini piyasa değerinden daha
fazla bir değerle satın alan Almanya, Türkiye ile klering
hesabında açık vererek Türkiye'yi Almanya'dan daha çok
mal almaya zorlamıştır. Böylece, Türkiye'ye silah ihracatını
fazlalaştırmış ve askeri malzeme açısından Almanya'ya
bağımlılık artmıştır. Türk dış ticaretinde de insiyatif
geliştiren Almanya, sattığından daha fazla mal alarak
önemli borç bakiyeleri bırakmış, Türkiye'nin elini kolunu
bağlamıştır.
Bu bağımlılıktan hem İngiltere, hem de gönlünde İngiltere
ve Amerika yatan Türkiye rahatsızlık duymaya başlamıştı.
Ortadoğu'daki çıkarlarının tehlikeye gireceğini gören
İngiltere, Türkiye ile ilişkilerini geliştirmeye yöneldi.
1936 yılında İngiltere Kralı 8. Edward'ın Türkiye'yi
ziyarete gelmesinin ardından Türkiye-İngiltere ticaret
anlaşması imzalandı. Karabük Demir Çelik Tesisi yapımı,
Alman Krupp firmasının daha elverişli koşullar öne sürmesine
rağmen, bir İngiliz firmasına verildi. Ve üç milyon
sterlin kredi alındı. Bundan sonra İngiliz Alexander
Gibb Portner Firması da bir çok ihale almıştır. 1938
yılında yapılan bir anlaşmaya göre ise, İngiltere'den
askeri malzeme almak için %3 faizle 6 milyon sterlin
borç alınır.
1951 yılında Dünya Bankası raporunda da belirtildiği
gibi, "1932 yılından beri Türkiye'nin dış borçları
hızla arttı. Ülke II. Dünya Savaşı'nın başında İngiltere'ye
karşı ağır borçların altına girdi." Bütün bunlar
(her geçen gün artan dozda) Türkiye'nin emperyalizme
bağımlılığının verileridir. Ve kaçınılmaz olarak,
mevcut ekonomik bağımlılık, aynı oranda siyasi bağımlılık
anlamına gelmektedir.
Başından beri emperyalizmle bütünleşme, emperyalist
sistemin bir parçası olma amacını güden egemenlik, bu
dönemde amaçları yolunda önemli aşamalar katetmişler
ve bu sürecin savaşın sonunda tamamlanmasıyla da amaçlarına
ulaşmışlardır. Emperyalist ülkelerle arada bazı
sorunların olması ve içte düzenin oturtulması gibi nedenler,
1920'li yıllarda emperyalizmle bütünleşmenin önünde
engel olmuş, Osmanlı borçları, Musul sorunu, dönüşümlerin
yapılıp düzenin oturtulması gibi iç nedenler bu bütünleşmeyi
geciktirmiş ve emperyalizmin bir süre çekingen davranmasına
neden olmuş olsa da sonuçta hedeflenen ilişkiler sağlanmıştır.
Anadolu Hareketi'nin başından beri emperyalizmle anlaşmak,
onun sisteminin bir parçası olmak için uğraşılmış, bu
istek savaş ve onu izleyen dönemde gerçekleşmemiş ve
o süreçte siyasi, askeri olarak daha bağımsız bir politika
izlenebilmiştir. 1930'lara gelindiğinde sorunların bir
çoğunun ve şu veya bu şekilde çözülmesine bağlı olarak
emperyalizmle ilişkiler ve bağımlılık gelişmiştir.
Henüz Amerikan sermayesinin Türkiye'yi pek ciddiye almamasının
sonucu olarak, ABD'nin Ankara Büyük Elçisi, Ankara yerine
İstanbul'da oturuyor, bir devletin büyükelçisinin başkent
yerine, eski başkentte oturması Türkiye açısından problem
olarak görülmüyordu. Bugünlere ilişkin anılarını ABD
büyükelçisi daha sonra anılarında şu şekilde dile getirecekti:
"Tevfik Rüştü, bana yarınki Akşam'da Necmettin
Solak imzasıyla fakat kendisinin bizzat telkin ettiği
ve borçların iptaline karşı, Birleşik Devletlerin tutumunu
destekleyen bir makalenin çıkacağını söyledi. Makalede,
dünya ekonomisinin yeniden düzenlenmesinde gerekli ekonomik
özverilerin bazı ülkelerin önerdikleri gibi yalnızca
Amerika'nın sırtına yüklenmemesi ve ülkeler arasında
oranlı bir biçimde paylaşılması gerektiği görüşü savunulacaktı.
İyi, Tevfik Rüştü içmiyordu. Ama yemekte Alice, yeter
ki, biz Türkiye'de kalalım, hükümetin Ankara'da mı yoksa
Kostantinapol'da mı oturmamıza zerre kadar önem vermediğini,
Türkiye'nin benim dostluğum ve öğütlerim olmadan,
büyük olasılıkla işleri görülmeyeceğini ve kağıda dökmeye
değmeyecek bir yığın şey söyleyecek kadar cömert davrandı.
Bu öyle sanıyorum ki, bir hükümet üyesinin, bir diplomatın
başkent dışında oturması olayına onay damgasını vurmasının
bir diğer örneğiydi."
Emperyalizmin Türkiye'yi bağrına basmakta acele etmemesi
üzerine, Türkiye yakınlaşmak için değişik gerekçelere
sarılmayı da dener. Mussolini'nin İtalya'da yaptığı
bir konuşmada İtalya'nın tarihi emellerinin Asya ve
Afrika'da olmasını söylemesi üzerine biraz da paniğe
kapılarak İtalya'yı protesto eder. İtalya'nın konuşmada
geçenlerin kesinlikle Türkiye'ye yönelik olmadığını,
Türkiye'yi Asya ülkesi olarak değerlendirmediklerini
bildirmesine ve bizzat Mussolini'nin 30 Mart 1934'de
Türkiye'nin Roma büyükelçisine; "sizi içtenlikle
ve kesinlikle temin ederim ki, nutkumda Türkiye'yi hiç
kastetmedim ve bunu bir an bile düşünmedim. Bütün nutuk
dikkatle okunduğu zaman amacımın ne olduğu anlaşılabilir"
demesine karşın bu durum İtalyan tehdidine karşı diğer
emperyalistlere yanaşılmasının bir aracı olarak kullanılmaya
çalışılır. Mustafa Kemal'in de kişisel girişimleriyle
çok büyük saygı duyulan İngiltere, dostluk ilişkileri
için 'birbirimize neden yanaşmayalım' sorularıyla bu
doğrultuda zorlanır. Rusya ile ilişkilerin durumu da
aynı amaç için önemli bir koz olarak kullanılır.
Daha önce imzalanan ticaret anlaşmasının yanı sıra,
"İtalyan tehdidi" nedeniyle emperyalist ülkelerle
askeri planda anlaşmalar gündeme getirilir. İtalya'nın
Habeşistan'a saldırması sonucu İngiltere, Afrika'daki
sömürge düzeninin bozulmasından duyduğu endişe ile Akdeniz
ülkelerine anlaşma önerince, Türkiye bu topu havada
kapar. İtalya-Habeşistan savaşından sonra ortada kalan
bu anlaşma; İngiltere, Türkiye, Yugoslavya ve Fransa'nın
olası bir İtalyan saldırı karşısında birbirlerine verdikleri
güvenceyi ifade eder ve tarihe 'Akdeniz Centilmenlik
Anlaşması' olarak geçer.
Türkiye bu şekilde, bir yandan İngiltere'ye yaklaşırken,
öte yandan Almanya ile sürmekte olan ilişkilerinden
rahatsızdır. Her ne kadar çok taraflı oynamaya çalışıyorsa
da, gönlünde yatan aslanın Amerika ve emperyalizmin
o günkü jandarması İngiltere olduğunu belirtmiştik.
Sonuçta Almanya ile olan ilişkilerinden duyduğu rahatsızlığı
ve gönlünde yatan aslanı İngiltere'ye bildirir. Türkiye
Dışişleri Bakanı'nın İngiltere Büyükelçisi ile gerçekleşen
görüşmesinden sonra Büyükelçi ülkesine durumu şöyle
rapor etmektedir:
"Bu mektupta benim özellikle kayıtlara geçirmek
istediğim sorun, Anglo-Türk ilişkileri ile ilgili görüşleri
ile Britanya'nın dünyadaki pozisyonu konusunda Türk
görüşüdür. İngiltere'nin sadece bir dünya gücü olmadığını,
her yerde hazır ve nazır olduğunu, çıkarlarının her
yere uzandığını, Türkiye'nin çıkarlarının temelde Birleşik
Krallık'inkilerle çakıştığının artık saptandığını, Türk
Hükümeti tarafından yerel politikasının Birleşik Krallığın
dünya politikası ile uyumlu bir hale getirme kararının
alındığını, Türkiye'nin Birleşik Krallık ile sürekli
olarak ve her biçimde işbirliği olanaklarının, şimdiye
kadar hayal ettiklerinden çok daha fazla olduğunun anlaşıldığı
söylendi. Diğer taraftan, siyasal ve ekonomik zorunluluklar,
Türkiye'yi bazı rahatsız edici bir kısmı ise tehlikeli
bağımlılıklara itti.
Türkiye artık Birleşik Krallık ve Britanya çıkarları
ile işbirliği yaparak bu bağımlılıklardan çok büyük
ölçüde kurtulabileceği gerçeğini görmeye başlamıştır.
Bu yolu izlemek istiyor. Aramızdaki siyasal anlayıştan
sonra Brassept İhalesi ile ilgili ilk önemli adım atılmıştır.
Bu, fiilen Türkiye'nin demir çelik alanındaki kalkınma
olanaklarının Anglo-Türk işbirliğine bağlamıştır. Ve
alman ekonomik yükselişinin tehdit edici engellemelerine
karşın indirilen ilk büyük darbe olmuştur. Türk Hükümeti
ihalenin getirdiği sorumluluklarını yüzde yüz gerçekleştirmeye
kararlıdır. İngiltere aldatmaz: Belki de Amerika hariç
herkes aldatır..."
"Büyük politika sorunlarına gelince, o ve ben,
o veya başkaları her zaman konuşabilirler. Ancak benim
buraya gelişimden beri Anglo-Türk ilişkilerinin gelişmelerine
bakılırsa bir gerçek ve sağlam şey vardır ve diğerlerinin
hepsi teorik, akademik iş veya gevezelik ve ayrıntıdır.
Bu gerçek şey şudur: Eğer tanrı korusun yeni bir savaş
olacak olursa Türkiye İngiltere'nin yanında savaşacaktır.
Ne var ki, hemen değil. Türkiye İtalya'nın hangi tarafta
savaşa gireceğini anlamak için bekleyecektir. Kendi
tahmini değil, saat çalınca ve kendisi için kar-zarar
hesabını yapma zamanı tamamlanınca, İtalya, Fransa ile
birlikte Almanya'ya karşı savaşacaktır. İtalya kararını
verince ve bu karar en olursa olsun, Türkiye, İngiltere'nin
yanında savaşa girecektir. Bu Türkiye için işin esasıdır."
Savaş baltalarının topraktan çıkartıldığı bir dönemde
Türkiye, her koşulda İngiltere'nin yanında savaşa gireceğini
söylemesine karşın güçler dengesi değişmedikçe yalpalayacak,
proletarya ve sosyalizm düşmanlığı temelinde "Rusya'da
yaşayan Ruslar'ın en az yarısının öldürülmesi"
amacıyla Almanlara kolaylıklar da sağlayacak, daha savaş
başlamadan, emperyalizmle Sovyetlere yönelik bir anlaşma
imzalanacaktır.
Türkiye Dışişleri Bakanı'nın İngiltere Büyükelçisi'ne,
"İngiltere'nin yanında savaşa gireceğiz",
demesinden beş ay sonra bir anlaşma imzalanır ve İngiltere'nin
önemli rol oynaması sonucu, İngiltere'ye bağlı Irak,
Türkiye, İran ve Afganistan 1937 yılında Sadabad Paktı'nı
oluşturur. Sadabad Paktı, sadece Arap halklarının ulusal
kurtuluş savaşına karşı değil, aynı zamanda Sovyetler
Birliği'ne karşı yönelmiştir. Pakt, İngiliz Hükümeti'nin
istediği SSCB'yi yalnızlığa itme politikasına yardımcı
olmayı amaçlıyordu.
Türkiye bu anlaşmadan hemen sonra İçişleri ve Dışişleri
Bakanlarını Sovyetlere göndermiş ve Moskova'da Sovyet
Dışişleri Bakanı ile görüşülmüştür. İngiltere Büyükelçisinin,
bu görüşmeyi ülkesine rapor ederken aktardığına göre,
görüşmeler sırasında Tevfik Rüştü Aras, Molotov'a şunları
söylemiştir: "Türkiye SSCB ile ilgili yükümlülüklerini
yerine getirecek ve asla iki ülke arasındaki dostane
ilişkileri sarsacak veya zayıflatacak adımlar atmayacak..."
Türkiye, "bu yükümlülüklerini sürdürecek"
bir belge imzalamaya hazır olmadığını da ekliyor, Sovyetlere
sözlü güvence veriliyor ama bu konuda bir belge imzalamaya
hazır olunmadığını belirtmeyi ihmal etmiyordu. Bu durum,
gerçek niyetini de ortaya koymuş oluyordu. İngiliz Büyükelçisi
raporunda, Tevfik Rüştü'nün Büyükelçiye Türk-Sovyet
ilişkilerinde "hain bir çatlak" kaldığını
söylediğini de yazıyor.
Türkiye, Sovyetlerle ilişkilerinde önce "hain bir
çatlak" sonra da bir uçurum oluşturuyor. II. Paylaşım
Savaşı'nın başlamasından hemen önce dış politikada Sovyetlerle
bağlarını kopararak, 1939 Ekimi'nde İngiltere ve Fransa
ile ittifak anlaşması imzalıyor. Aynı zamanda Türk Hükümeti,
Almanya'nın Türkiye'nin yerini tamamen belirlediğini
düşünmemesini sağlamak ve onu Avrupalı emperyalistlerle
yapmış olduğu anlaşmanın Türkiye'yi İtilaf Devletleri'nin
dışında tutmaya yarayacağına inandırmak için mümkün
olan her şeyi yapar. Anlaşmanın üzerinden fazla zaman
geçmeden, Almanya'nın Fransa'yı işgal etmesi üzerine,
Fransa ve İngiltere ile yaptığı ittifak anlaşmasını
unutarak Almanya ile ticaret anlaşması imzalar. Savaşa
girilmemiş ama Almanya'ya da gereken kolaylıklar gösterilmiştir.
Sovyet halkı öncülüğünde dünya halkları faşizme karşı
savaşırken, Türkiye tarafsızlık adına faşizme çeşitli
kolaylıklar göstermiştir. Emperyalistler arasında kesin
tercih yapmadığı için, anti-komünist tavrını koruyarak,
güçler dengesinin değişmesine göre savrulup durmuştur.
Sonuç olarak, başından beri emperyalizmle bütünleşme
amacında olan, gelişme ve güvence koşullarını emperyalizmin
kanatları altında gören Türkiye egemen sınıfları, 1920'li
yıllarda taşıdığı sorunları 1930'lu yıllarda büyük ölçüde
çözümleyerek yeni sömürgeleşme sürecini yaşamaya başladı.
II. Paylaşım Savaşı sonrasında değişen dünya ilişki
ve çelişkileri içinde, emperyalizmin yeni sömürgesi
olma yoluna, daha önceki süreçlerde bu konuda cebine
koymuş olduğu olgularla birlikte koşar adım girdi.
Ülkenin yarı sömürge ve yeni sömürgeleşme süreçlerini
bir tarihle başlatmak, herhangi bir anlaşma veya ittifakı
baz alarak bu süreçlerin başlama-bitim tarihini saptamak,
sosyalist tarih anlayışına uyum göstermeyen tavırlardır.
Çok kısa sürede bir ülkenin bir başka ülkenin ordularınca
işgal edilmesine bakarak (yine kaba bir benzerlik çerçevesi
olsa da) geçmişte bu tarz saptamalar yapmak bir ölçüde
olasıydı. Ne var ki, yarı-yeni sömürgeci güçlerin orduları
artık askerler, tanklar somutluğunda olmadığı ve davetkar
yerli işbirlikçilerin konuğu durumundaki dolar, sterlin,
mark, frank orduları olduğu için bu orduların işgali
kuşkusuz bazen uzun yıllara hatta onyıllara tekabül
eden süreçlere denk düşüyordu.
Kısacası artık bir yarı sömürgeleşme, yeni sömürgeleşme
dönüşümü tarihinden değil, sürecinden, döneminden söz
etmek, konuyu bu şekilde incelemek gerekiyordu. Elbette
bu süreçler önemli bazı olaylar çapında karakterini
belirginleştirmek anlamında somut tarihleri de içeriyor.
Fakat her koşulda durumu tarihler bazında çözümlemeye
çalışmak, bütünlüklü kavrayış açısından yanılgı zeminleri
yaratmaktır.
Emperyalizmin Osmanlı Devleti zamanında ülkemiz topraklarında
gördüğümüz olguları, ne yazık ki, Anadolu Hareketi yıllarında
da ortadan kalkmamış, nitelik olarak kendi seyrinde
bir değişim gösterememekle ve ülkenin ona karşı tavrı
hep "olumlu" olmakla birlikte, emperyalizmin
kendisinin dönem dönem çekimser davranma, ülkedeki gelişmelerin
daha elverişli bir hale gelmesini bekleme durumu olmuştur.
Denilebilir ki; I. Paylaşım Savaşından hemen sonra
(bu savaşın fiili olarak içinde yer almasının da etkisiyle)
savaşın belirlediği süreçte değişen-dönüşen emperyalist
sömürü yöntemlerine, II.Bunalım Döneminde de, III. Bunalım
Döneminde de kapıları sürekli sonuna kadar açık bir
ülke olduk. Dolayısıyla yarı sömürgecilik sürecinin
olgunlaşması, ülkemizin de yarı sömürgeleşme sürecinde
yol almasıyla paralel; yeni sömürgecilik yönteminin
olgunlaşması da ülkemizin yeni sömürgeleşme süreciyle
paralel gelişti. 1920'lerde atılan tohumlar 1930'larda
yeşerdi ve 45'den sonra da meyvelerini vermeye başladı.
III- 1940-1960'lı Yıllarda Türkiye'de Sosyo-Ekonomik
Gelişmeler
A) SAVAŞ YILLARI, EKONOMİK DURUM
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında, ortam genel
olarak ülkenin ekonomik yapısının gelişimi ve özel sermayesinin
palazlanması için önemli koşullar sunuyordu. Savaşın
ekonomi alanındaki başlıca sonucu; kapitalizmin gelişmesine
önemli katkıda bulunmuş olması, özelde büyük sermayenin
güçlenmesine hizmet etmesidir.
Sermayenin büyüyüp gelişmesi, gerçekte emperyalist savaş
koşullarında başlamıştır. İkinci Emperyalist Paylaşım
Savaşı döneminde savaşa karşı tavır olarak; biçimsel
bir tarafsızlık politikası izlenmiştir. Emperyalizmle
ilişkisi olan komprador ticaret burjuvazisi, tercihini
genel olarak emperyalist ülkelerden yana belirlemiş,
ve aynı zamanda emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma
yoluna gitmek de ihmal edilmemiştir. Savaş yıllarında
Türkiye, bir yandan faşist Almanya'dan, bir yandan da
İngiltere'den ve Amerika'dan kendisi için elverişli
koşullarla silah ve borç almıştır.
İzlenen ekonomik ve siyasi tavırlar için bu dönemin
belgeleri bize oldukça yüklü bilgiler sunmaktadır. Örneğin,
1941 yılı sonunda ABD Hükümeti Lond-Lize Yasası'nın
alanını Türkiye üzerine doğru genişletiyor ve 1942'de
Almanya Türkiye'ye 100 milyon mark tutarında silah ve
askeri malzeme sağlanması karşılığı kredi, 1943'te de
İngiltere 20 milyon sterlin tutarında silah veriyordu.
Bir yıl sonra yani 1945'de Almanya, Türkiye'ye askeri
donatım taşıma araçları ve sanayi için makineler sağlamak
amacıyla 100 milyon mark tutarında ikinci bir kredi
açma yoluna gidiyordu. Tüm savaş boyunca Türkiye, yurt
dışına özellikle faşist Almanya'ya stratejik önem taşıyan
malları elverişli koşullarda satıyordu. Türkiye'nin
temel dış satım malları, krom ve bakır ürünleri, pamuk,
yün, deri, tütün, tahıl vb. kapsamındadır. 1938'de Türkiye'nin
dış ticaret dengesi açık verirken, savaş yıllarında
dış satımda açık vermek bir yana, değer olarak dış alım
1939'da %7'yi geçiyordu. Bu rakam, 1940'ta 60, 1949'da
%64, 1942'de %11, 1943'de %27, 1944'de %41 ve 1945'de
%74'ü buluyordu.[1]
Türkiye'deki komprador ticaret burjuvazisi, İş Bankası'nın
önderliğinde gelişen cılız sanayi ve toprak ağaları,
zenginliklerini yalnızca faşist Almanya ile ticari ilişkilerini
artırmakta kullanmadı. Bunlar Almanya'ya ekonomik abluka
koyan İngiliz ve ABD emperyalizmiyle ilişkileri yoğunlaştırarak,
yer altı hammadde kaynaklarını yüksek fiyatlarla satarak
önemli karlar elde ediyorlardı.
Ayrıca savaş yılları içinde, komprador ticaret burjuvazisi
emperyalist sermayenin acentalığını yapan Türkiye'deki
azınlıklara mensup burjuvazinin konumunu ciddi biçimde
sarsmak için çalışmış ve 11 Kasım 1942'de kabul edilen
Türk ve yabancı firmaların net karlarına %50 ile 70
arasında yüksek vergi hedefleri öngören varlık vergisi
yasası bu amaca yardımcı olmuştur.
Öte yandan dönemin hükümeti, emekçi sınıf ve katlar
üzerindeki sömürünün artması amacıyla bir koordinasyon
komisyonu oluşturarak günlük çalışma süresini en az
11 saat olarak saptamış, maden ocaklarını, fabrikaları,
büyük toprak sahipleri ve zengin çiftçilerin denetimine
bırakmıştır.
Türkiye'nin tarımsal alanlarında da gelişmeler gözlemleniyordu.
Savaşın ilk yıllarında, ülkede ekili tarım alanları
belli ölçüde artış göstermiş, tahıl üretimi yükselmiş,
hükümet yiyecek üretimini yükseltmek amacıyla Hatay,
Kütahya, Muğla ve Eskişehir illerinde birçok Devlet
Çiftliği kurmuş, savaştan önce faaliyet içinde olan
ve tarım ürünleri işleyen belli işletmeleri genişletme
yoluna gitmişti. Ama ülkede tarımın genel geri kalmışlığı,
kırsal alanlarda feodalizmin hala büyük etkinliğinin
olması, hükümetin bu alanda da artan askeri önlemlerini
besleyici zemin olmuştur. Kırsal alanlarda yoksulluk
sürekli artmış, 1934-38 yılları arasında kişi başına
yılda ortalama 414 kg tahıl düşerken, 1041-45 yılları
arasında bu rakam 342 kg'a kadar düşüş göstermiştir.
Dönemin iktidarı, ekonomik politikasıyla, ticaret
burjuvazisinin toprak ağalarının ve vurguncuların zenginleşmesine
tüm gücüyle yardımcı oluyor; vurgunculuk ve rüşvetçilikle
"savaş" ilan ettiği zaman bile, onun aldığı
kararlar burjuvazinin bir sonraki döneminin hazır birikimini
oluşturuyordu. Buna ilişkin olarak "Ticari
Düzenleme ve Vurgunculukla Mücadele" genelgesi,
Mart 1944 tarihinde yürürlüğe giriyor ve genelgenin
bir maddesinde hükümet, malların maksimum fiyatlarını
saptıyor, komprador ticaret burjuvazisinin ve tefeci
tüccarların kar hadlerini belirliyor, genelgenin ve
Milli Savunma Kurumu'nun uygulamalarını izleyen bir
denetleyiciler kurulu oluşturuyordu.
Komprador ticaret burjuvazisinin, yayınlanan genelge
temelinde aldığı kar hadleri karakteristiktir. Bu kararlar
kural olarak malın maliyetinin %10-20'si dolayında değişiyor,
örneğin meta sahibi, metayı toptancı tüccara, maliyetinin
%10-20'si oranında yüksek fiyatla satabiliyordu. Tüccarlar
da kendi payına metayı elde ettiği fiyattan %10-20 daha
pahalı olarak pazara sunuyordu. Perakendeci tüccar ise,
fiyata aynı biçimde ücrete uygun bir ekleme yapabiliyor,
mal alıcıya ulaştığında fiyat 'yasal' olarak en az %50
oranında yükseliyordu.(2)
Savaş boyunca, emperyalizmin, işbirlikçisi burjuvazinin
(komprador ticaret burjuvazisi) giderek büyümesine,
yoğun sermaye birikimi sağlamasına karşın, emekçi sınıf
ve katların durumu tam tersine olumsuz yönde ilerlemiştir.
Yoksulluğun çapı büyümüş, daha geniş kitle bu sefaletin
karşılığı olan bir yaşam tarzına mahkum edilmiştir.
Türkiye'de bir sınıfın giderek zenginleşmesi ve zenginliğin
kaynakları günlük basına konu olurken, burjuvazinin
örgütü olan İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası bülteni,
savaş yıllarında tüccarların %300, %400, %500 ve
hatta %1000 kar elde ettiklerini belirterek açık biçimde
savaş koşullarının kime yaradığını ortaya koyuyordu.
Bu dönemde ticaret burjuvazisi tarafından büyük servetlerin
elde edilmesine karşın, ülkenin önemli bir bölümünde
hala esas olarak kapalı ekonomiye sahip feodal bir karakterin
sözkonusu olması, ülkenin dar bir iç pazara sahip olduğunu
gösteriyordu.
Ticaret burjuvazisi ile diğer egemen katların emperyalist
şirketlerle direkt ilişki halinde olmaları ve bu emperyalist
ülkelerin savaş içinde bulunmaları dolayısıyla, bu ülkeler
hammadde kaynakları ve tarım ürünleri için yüksek fiyat
ödeyerek, ticaret sermayesinin ve tefeci tüccarların
zenginleşmesini sağlamış oluyordu.
B- SAVAŞ DÖNEMİ VE KÖYLÜNÜN DURUMU
Savaş dönemi boyunca kırsal alanda yaşayan halk kitlelerinin
durumu giderek daha da kötüleşmiş, yoksulluğun büyük
boyutta olması nedeniyle bir çok az topraklı köylü,
yaşamını sürdürebilmek için elindeki toprağı satmaktan
başka çare bulamamış ve toprak ağalarının boyunduruğu
altına girmiştir.
II. Dünya savaşı sonunda Türkiye'de 2,5 milyon köylü
ailenin yarısı ya tümüyle topraktan yoksundu, ya da
kendisini besleyemeyecek kadar önemsiz toprak parçalarına
sahipti. Ömer Lütfi Barkan'ın verdiği bilgilere
göre ise, 1945-46 yılları arasında ülkede 2,5 milyon
köylü aile bulunduğu, bunların %15'inin topraktan tümüyle
yoksun olduğu, %34'ünün iki hektardan az toprak parçasına
sahip olduğu hesaplanmıştır.
Köylülüğün giderek daha fazla yoksullaştığını, az
topraklı köylünün ise toprak ağalarına teslim olmak
zorunda kaldığını ortaya çıkan rakamlarda da görüyoruz.
1950-52 yılları bilgilerine göre Türkiye'de 19,452 milyon
hektar alanı işleyen 2,93 milyon köylü aile hesaplanıyor,
bu rakam içinde 400 bin ailenin toprağa sahip olmadığı
ortaya çıkıyordu. 73 bin yoksul aile ise 1 ve 2 hektar
arasındaki toprak parçalarını işliyor, 797 bin aile
2,1 ile 5 hektar arasında değişen toprak parçalarında
ölmemek için büyük direnç gösteriyordu.
Sayıları 1.970.000'e ya da tüm ailelerin yaklaşık %67'sine
ulaşan topraksız ve az topraklı köylü, ekilebilir toprak
alanlarının ancak %18.6'sını kullanıyordu. 76 bin küçük
ve büyük toprak köylüsü aile (tüm köylü ailelerinin
%2,6'sını teşkil ediyor) işlenebilir toprakların %32,6'sını
ellerinde tutuyordu. Tüm ekilebilir toprakların %28,7'sini
de zengin köylüler, yani %11'lik kesim kullanıyordu.
Bu dönemde feodal ağalığın, toprak mülkiyetinin korunduğunu
toprakların ağırlıklı bölümünün büyük toprak sahiplerinin
elinde yoğunlaştığını, köylü kitlelerin de giderek daha
fazla topraksızlaştığını ve sömürüldüğünü görmekteyiz.
DP, 1950 mayıs ayında siyasi iktidarı devraldıktan
sonra köylü üzerindeki sömürü biçimini değiştirmek ve
daha akılcı bir politika izlemek için topraksız köylülere
toprak satmaya başlamış, köylülerin az topraklandırılmasıyla
köylüyü borçlandırarak onları daha katlı sömürebilmiştir.
Özetle, savaş dönemi boyunca işbirlikçi komprador burjuvazi,
'Kemalist Diktatörlüğün' uyguladığı, ekonomik ve siyasi
programlar sayesinde, emperyalist ilişki ve çelişkilerle
uyum sağlamış, böylelikle sermaye birikimi yoluna gidilmiştir.
Sağlanan sonuçlar siyasi iktidar üzerinde büyük bir
baskı unsuru olarak kullanılmış, ülkenin ekonomik ve
siyasi ilişkilerinin belirlenmesinde önemli bir role
sahip olmuşlardır.
Aynı zamanda ticaret burjuvazisinin ve toprak ağalarının
da kendi platformlarında gelişip güçlenmesi, bir egemen
sınıflar bloğunu netleştirmeye başlamış, bu iki kesim
belirleyici ölçüde etkin olmasalar da iktidar erkini
paylaşacak boyuttaki güçlerini korumuşlardır.
Savaş öncesinde ve savaş boyunca, Kemalist Diktatörlüğün
halka uyguladığı baskılara alternatiflik temelinde yeni
bir parti olarak siyaset sahnesine çıkan DP, mevcut
tek muhalif odak olarak halk kitlelerinin büyük bir
çoğunluğunun desteğiyle 1950'de iktidara gelecektir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan büyük bir güç ve
dünya halklarının umut ışığı olarak çıkan sosyalist
blok, emperyalizmin saldırısına uğramakta gecikmedi.
Savaştan en az kayıpla, en karlı çıkan ABD emperyalizmi,
dünya emperyalizminin jandarmalığını devralarak, yıkıma
uğrayan diğer emperyalist ülkelerin yeniden ekonomik
ve siyasi yapılanmasını sağlamak, ulusal kurtuluş savaşı
sürdüren halkların mücadelesini engellemek, sosyalist
bloğun güçlenmesinin önüne barikatlar kurmak amacıyla
yeni oluşturduğu askeri stratejiyi ve soğuk savaşı,
zengin bir programla ortaya koyuyordu.
C- SAVAŞ SONRASI GERİLİM YILLARI VE TÜRKİYE'NİN TUTUMU
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Türkiye'nin
dış politikası belirginlik kazanmış, savaş sonrasının
emperyalist-kapitalist sisteminde yer alabilmek için
çok partili sisteme geçileceği, yönetici kadrolar tarafından
açıklanmıştır.
II. Paylaşım Savaşı, sosyalist ülke halklarının ve onun
Kızıl Orduları'nın zaferiyle sonuçlanınca, dünyanın
üçte birinin sosyalist sisteme dahil olması dolayısıyla,
emperyalist Pazar alanlarına büyük bir darbe indirilmiştir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında dönemin en
büyük parçasını kapitalist-emperyalist kampın lideri
olan ABD emperyalizmi topluyordu. Fakat dünyanın çeşitli
bölgelerinde yükselen ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadeleleri,
hiç şüphesiz emperyalizmin çıkarlarını tehdit ediyor,
zedeliyor ve ona darbeler indiriyordu.
Bu mücadeleler, emperyalist Pazar alanlarının daralmasını
doğuruyor ve emperyalizm sosyalist sisteme yöneliyordu.
İşte tüm bu ilişki ve çelişkilerden dolayı, emperyalizm
tarafından sosyalist sistemin gelişmesini engellemek,
onun önünde barikatlar kurmak için yeni stratejik hedeflerin
belirlenmesine gidiliyordu. Bunun yolu da emperyalizmin
askeri örgütlenmelerinden geçiyordu.
Konumu ve savaşa katılmamış dinamik silahlı gücü ve
aşırı istekliliği ile Türkiye, emperyalizmin bu yeni
stratejisi için son derece elverişli bir olguydu. Savaş
boyunca büyük servetler kazanan ticaret burjuvazisi,
siyasi iktidar üzerinde önemli etkilere sahip bir güç
olarak bu uluslar arası ilişki ve çelişkilerde emperyalizmden
yana tavrını çoktan belirlemiş durumdaydı.
Savaş sonrasında uluslar arası çizgilerin yine kapitalist-emperyalist
ve sosyalist sistem biçiminde somutlaşması, emperyalizmin
savaşın bitiminden hemen sonra sosyalist sisteme ve
Sovyetler Birliği'ne karşı bu kez silahsız saldırı dönemini
başlatması; Türkiye'nin tam bu gerilim stratejisinin
ortasında, emperyalizm cephesinden yana tavrını belirginleştirmesi
emperyalizmin ve özellikle ABD emperyalizminin arzuladığı
siyasi seçenekti.
Bu dönemde Türkiye, emperyalistlerin kararlı bir militanı
durumuna geliyor kendisi için en büyük tehlikenin 'ezeli
düşmanı olan Moskova'dan geleceğini ve hatta geldiğini'
emperyalistlere benimsetmeye çalışıyordu. Türkiye, emperyalist
kampta yer alabilmek için her türlü özveriye hazır olduğunu
sık sık vurgulamaktan kaçınmıyordu.
Artık ülkenin çıkarları (olanakları) emperyalizmin,
özelde ise ABD emperyalizminin çıkarlarıyla özdeşleşmiş,
ülke onun platformu olmuştu. Özellikle 12 Mart 1947
tarihli Truman Doktrini'nden sonra emperyalist ülkelerle
o denli yoğun yakınlıklar, ilişkiler, işlevsel ve bünyesel
bağlar kurulmuştur ki, Türkiye kısa bir dönem sonra
emperyalistlerin "en sağlam" müttefiki haline
gelmişti... Bu temel yöneliş biçimiyle, 1947'yi izleyen
yıllarda örülen ilişkiler ağı sonucu Türkiye'nin dış
politikası emperyalistlerin sosyalist sisteme karşı
yürüttüğü silahsız saldırganlık politikasının bir parçası
haline gelmiştir. Bu sonuçta, Türkiye'nin emperyalist
sistem içinde tam olarak yer alabilmek yönünde gösterdiği
çabaların rolü önemlidir...
Sosyalist sisteme karşı başlatılan silahsız saldırganlık
politikasının mimarı, ABD Başkanı Henry Truman'dır.
12 Mart 1947'de Truman, Amerikan Kongresi'nde okuduğu
bir bildiride; ABD Emperyalizminin sosyalist Sovyetler
Birliği'ne, genelde ise anti emperyalist ulusal ve toplumsal
kurtuluş savaşlarına karşı dünyanın çeşitli bölgelerinde
emperyalizm yanlısı hükümetlerin kurulmasına çalışılacağı
anlamına gelen emperyalizmin yeni stratejisini açıklıyordu.
Sovyetler Birliği'ne karşı silahsız saldırganlığı boyutlandırmak
ve anti-emperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşı
sürdüren dünya halklarına gözdağı vermek, diğer yandan
yeni işbirlikçi siyasi iktidarlar kurmak amacıyla, Türkiye
ve benzer ülkelere ekonomik ve askeri yardım yapacaklarını
açıklıyordu. Truman, bu açıklamasında ABD Kongresi'nden,
Türkiye'ye yapılacak 100 milyon dolarlık yardımın onaylanmasını
istiyordu.
ABD Emperyalizmi'nin Türkiye'ye yapacağı yardımı duyunca,
egemen sınıfların iştahı kabarıyor ve anti-Sovyetik
politikalara daha sıkı sarılıyor, emperyalizmin silahsız
savaş politikasını bütün gücüyle destekliyordu. Bağlantılı
olarak Türkiye'ye verilecek Amerikan yardımı konusundaki
yasa, Amerikan Temsilciler Meclisi'nden ve Senatosu'ndan
geçip, 22 Mayıs 1947'de Truman tarafından onaylanarak
yürürlüğe giriyordu. Yasanın yürürlüğe girmesinden bir
gün sonra, yeni 23 Mayıs 1947'de bir Amerikan İnceleme
Kurulu Ankara'ya gelecek ve Türkiye'ye yapılacak yardım
konusunda araştırma ve incelemelerde bulunacaktı.
Amerikan Kurulu'nun yaptığı araştırma ve inceleme sonucu
12 Temmuz 1974'de Türkiye ile ABD arasında bir yardım
anlaşması imzalanıyordu. Böylece, savaş sonrasında Türkiye'nin
sosyalist sisteme karşı emperyalistlerin yanında yer
alma tavrı meyvelerini vermeye başlıyordu.
Emperyalizmin yeni askeri stratejisinin Truman tarafından
açıklanmasından sonra Türkiye, emperyalizmle olan ilişkilerinde
yeni bir sayfa açıyordu. Truman Doktrini'nin Türkiye'ye
ilişkin askeri boyutu, 12 Temmuz 1947 anlaşmasıyla sonuçlanırken;
ekonomik boyut olarak emperyalizmin içselleşme süreci
niteliğini somutlaştıracak olan Marshall planı (4 Temmuz
1948'de bu konuda bir anlaşma imzalanmasıyla), Türkiye'nin
yeni sömürge kimliğini netleştiriyordu.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı; sosyalizmin, demokratik
halk iktidarlarının zaferiyle sonuçlanınca ve halklar
faşizme büyük darbeyi indirince, sosyalizm dünyanın
bütün halkları için bir umut ve olgu olma kimliği kazanıyor,
emperyalizmin sömürü sistemine karşı büyük bir güç elde
ediyordu. Emperyalizm, sosyalizmin bu üstün prestijini
görmezlikten gelemezdi.
II. Paylaşım Savaşı'ndan sonra emperyalizmin sömürü
ve çıkar politikalarında değişikliğe gidilerek, ulusal
ve toplumsal kurtuluş savaşlarının önünü tıkamak amacıyla
emperyalizme, geri kalmış ülkelerde içsel bir olgu olma
kimliği kazandırılmakta gecikilmedi.
Emperyalist ülkeler kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinin
artmasına karşın sosyalizmin bu büyük zaferinin ve dünya
halklarına yönelik attığı köprülerin gücünün de etkisiyle,
sınıf çıkarlarını korumak için, askeri güçleri birleştirmeyi
hedefledi. Sosyalist sistemin gelişimini engellemek,
pazarları korumak amacıyla gerçekleştirilen saldırgan
askeri bloklar, ikili ve çok taraflı anlaşmalar, savaş
alanları için askeri alt yapıların inşası ve yoğun askeri
malzemelerin yapımı bu ilişki ve çelişkilerin çeşitli
yönlerini oluşturuyordu.
Emperyalist jandarmalık görevini direkt üstlenmesinin
sonucunda ABD, yeni görevlerinin ilk adımı olarak bir
yandan savaş sonrası çöküntüye uğrayan batılı emperyalistlere
yardım ederken, diğer yandan onların çekilmek zorunda
kaldıkları geri kalmış ülkelerde doğan boşluğu doldurmak
ve bu ülkelere zaman geçirmeksizin müdahalede bulunmak,
nüfuz etmek için çalışıyordu.
Emperyalist ülkeler kendi aralarında yoğun çelişkilere
düşmelerine ve çelişkilerin giderek boyutlanmasına karşın;
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında çıkarılan
dersler ve dünya çapındaki yeni belli başlı çelişkiler
nedeniyle, çeşitli örgütlenmelerle sosyalist sisteme
karşı tavır bütünlüğüne yöneliyorlardı.
Emperyalizmin yeni jandarması ABD, varolan çelişkileri
sosyalist sisteme göre değerlendiriyor ve ABD Başkanı
Herry Truman, 12 Mart 1947'de Kongre'de okuduğu mesajda,
"Komünist baskılara direnen" Yunanistan ve
Türkiye'ye 400 milyon dolar tutarında yardım yapılması
için bir ödenek isteminde bulunuyordu. Böylelikle ABD,
"silahlı bir azınlık tarafından ya da dış baskılarla
boyunduruk altına alınmaya karşı koyan özgür halkları
destekleme" yaftası altında emperyalizmin dünya
halklarına karşı yeni stratejisini açıklamış bulunuyordu.
Bunun yolu da emperyalist ekonomi sistematiğinin yanı
sıra, sık sık vurgulama gereği duyduğumuz sosyalist
sistem ve bu sistemi bir umut ışığı olarak kabul eden
dünya halklarına karşı askeri saldırı örgütlerinin oluşmasından
geçiyordu.
Nitekim bu strateji, 4 Nisan 1949'da Washington'da imzalanmış
olan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü - NATO'da ifadesini
buluyordu. Savaş kışkırtıcılığı, saldırgan amaçlar için
kurulan NATO, başlangıçta şu üyeleri temsil ediyordu:
Belçika, Danimarka, Hollanda, İtalya, İngiltere, Kanada,
Lüksemburg, Norveç ve Portekiz. Bu saldırgan örgüte
Türkiye ve Yunanistan 18 Şubat 1952'de, Federal Almanya
ise 9 Mayıs 1955'te katılmıştır.
Emperyalizm için artık baş düşman sosyalist sistem olduğuna
göre, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nda Amerikan Emperyalizmine
karşı savaşan Alman Emperyalizmi, savaşın bitiminden
on yıl sonra çelişkilerini başka boyutlara bırakarak
ona katılıyor, ABD Emperyalizminin önderliğinde savaş
kışkırtıcısı ve emperyalist militarist bir güç olan
NATO'da yerini alıyordu.
Emperyalistlerin bir araya gelmelerinin ve sınıfsal
çıkarlarını korumaya yönelik bir saldırgan güç olarak
hareket etmelerinin anlamı açıktır. Savaş sonrasında,
emperyalist ülkeler arasındaki tüm çelişkilerin varlığını
sürdürmesine karşın, sosyalizmin maddi bir güç olarak
daha güçlü ve örgütlü bir şekilde dünya siyasi arenasında
yer alması ve bağımlı ülkelerde ulusal ve toplumsal
kurtuluş savaşlarının boyutlanması, bu savaşların ucunda
sosyalizm gözükmesi nedeniyle emperyalist ülkeler zorunlu
nedenlerden dolayı diğer emperyalist ülkelerle buluşmuş
ve emperyalistler arası bir entegrasyon doğmuştur. ABD
bu entegrasyonun başına geçerek emperyalist kapitalist
merkezin beyni, patronu olmuştur.
Tüm bu ilişki ve çelişkiler, emperyalizmin yeni bir
güç olarak örgütlenmesi, savaşın bitiminden hemen sonra
sosyalist sisteme karşı silahsız saldırı savaşı biçiminde
programlanıyor ve gündemin birinci ve önemli maddesini
oluşturuyordu. Bu ilişki ve çelişkilerden hareketle
Türkiye, emperyalizmin cephesinde yer almak ve oluşabilecek
olan tüm örgütlenmeler içinde bulunmak istiyordu. İlk
dönemlerde emperyalistler, (özellikle İngiliz emperyalizmi)
Türkiye'nin NATO dışında Ortadoğu'ya yönelik yeni kurulabilecek
bir emperyalist bölgesel paktta yer almasını istiyorlardı.
Türkiye ise, siyasi kaderini tamamen batılı emperyalistlerin
inisiyatifine bırakmış ve bu doğrultuda dış (ve iç)
politika çerçevesini çizmiş olarak hareket ediyordu.
Beraberliğin artık net olarak tanımlanmasını istiyordu.
Bu tanımda da dolaylı politikaların değil, direkt ilişkilerin
içinde olmak, rahatlamak gereksinimi duyuyordu.
Dolayısıyla NATO'nun dışında kalmak istemedi. Komşu
ülkelerle olan ilişkilere aldırmaksızın emperyalizm
tarafından bir tampon devlet olarak kurulan Siyonist
İsrail devletini Müslüman ülkeler içinde ilk tanıyan
Türkiye olmuştur. Türkiye'nin emperyalist sistemle köklü
ilişkilerinin gelişimi, savaşın bitiminden hemen sonra
CHP hükümeti döneminde başlıyor ve silahsız saldırganlık
taraftarlığının en şiddetli dönemi yine CHP dönemine
rastlıyordu. Bunu, Türkiye'nin emperyalist sistem içinde
yer alma misyonunu başka bir kesime kaptırmamak istemesiyle
de açıklamak olasıdır.
1946'da birden fazla burjuva partisi kuruldu. Bu dönemde
sosyalist ve halkçı özellikler taşıyan partinin ömrü
pek uzun olmuyor, kurulmasıyla burjuvazi tarafından
kapatılması bir oluyordu. Ve 1950'de siyasi iktidar,
ticaret burjuvazisi ile toprak ağalarının yıpranmamış
yeni partisi DP'ye devrediliyordu.
NATO ve benzeri emperyalist örgütler içinde yer almak
için DP iktidarının Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, Birleşmiş
Milletler Genel Sekreterliğine bir telgrafla başvuruda
bulunarak BM Gücüne asker göndereceğini ve Kore'de savaşmak
istediğini söylüyordu. Bu isteğin kabulünden sonra Türkiye
Kore'de emperyalist güçlerle birlikte ulusal ve toplumsal
savaşım veren Kore halkına karşı savaşmış ve nihayet
Yunanistan ile birlikte 18 Şubat 1952'de NATO üyeliğine
kabul edilmiştir.
Her ne kadar Türkiye'nin NATO'ya kabul görmesini, Kore'ye
asker göndermesi politik açıdan çabuklaştırmışsa da
temel etmen Türkiye'nin Sovyetler Birliği'ne olan coğrafi
yakınlığı, bu bağlamda ABD emperyalizminin yeni çizilen
stratejisi açısından önemli bir konuma sahip olmasıdır.
Dolayısıyla yeni bir savaş durumu karşısında savaştan
yenik ve yorgun çıkmış Avrupa üzerindeki baskının hafifletilmesi,
Ortadoğu için bir köprü görevi üstlenebilecek durumda
olmasının yanı sıra, ABD'nin artık tamamen yerleşmekte
bir sakınca görmediği Türkiye'nin iç talanının sürdürülmesinin,
bu paktlarla da desteklenmesi gerekiyordu. Ayrıca
emperyalizm, bütün planlarını bir 3. Dünya Savaşı'na
göre hazırlamıştı. 1950'lerin sonlarına kadar emperyalizm
dünya askeri siyasetini bu stratejiye göre biçimlendirmiştir.
Türkiye'nin içinde yer aldığı ve onun bir uydusu durumuna
geldiği emperyalist sistemin ekonomik-askeri-stratejik
karakterinde 2. Paylaşım Savaşı sonrasında değişikliğe
gidildiğini vurgulamıştık. Emperyalist ilişki ve çelişkilerdeki
yeni değişiklik şöyle özetlenebilir:
Emperyalist ülkelerin tekelci sermayenin kar oranlarını
artırmak için getirdiği uygulamalar, savaş sonrasında
değişen koşullara uyarlanmaya çalışılmıştır. Bu değişimin
başında, bağımlı ülkelerde yalnızca metropollerde üretilen
malların pazarlanması, bu ülkelerde hammadde kaynaklarına
yönelik yatırımların değil, imalat sanayinin bir çok
dalları da dahil olmak üzere emperyalizme bağımlı bir
üretim yapısının kurulması geliyordu.
Bu yeni iş bölümünde uydu ülkelerde sanayi; dayanıksız
tüketim malları üretimi, dayanıklı tüketim mallarında
montaj ve taşeron niteliğinde sanayi olarak gelişim
gösterecek bir yeni yapılanma içine giriyordu. Bu çerçevede,
geri kalmış bağımlı ülkelerin yeni iş bölümü içindeki
payları, süreç içinde görece gelişmekte, fakat teknolojik
gerilik ve kısıtlamalardan dolayı her zaman, emperyalist
üretim biçimi egemen olan kapitalist emperyalist ülkelere
göre, ikinci plandaki sanayilere yedeklenmiş bulunmaktadır.
Bu sanayilerin kurulmasında, emperyalistlerin işbirlikçi
kesimi olan, metropollerde üretilerek getirilen malların
komisyonculuğunu üstlenen komprador ticaret burjuvazisi
büyük rol oynuyordu. Genel olarak dünya çapında emperyalist-kapitalist
sistemin Pazar alanlarının sınırları daralınca ve neredeyse
tüm ülkeler görünüşte politik bağımsızlık kazanınca,
emperyalist ülkelerin tekelci sermayeleri, bu yeni koşullar
altında çıkan kısıtlamalar için de yeni yöntemlere başvurmak
zorunda kalır.
Bu yeni zorunluluklar sonucunda emperyalizm, geri
bıraktırılmış ülke içinde artı değer sömürüsünde bulunmaya
başlıyor ve üretici güçlerin gelişmesini kesinkes engellemek
yerine çarpık ve kendisine bağımlı bir şekilde gelişmesini
tercih ediyordu. Sözkonusu yeni değişik unsurlar, yeni
sömürgecilik politikasının, başka bir deyişle savaş
sonrası sosyalist sisteme karşı başlatılan gerilim ve
silahsız saldırganlık stratejisinin bir parçası olan
Marshall Ekonomik Yardım Planı'nın temel taşlarını oluşturuyordu.
Geri bıraktırılmış ülkelerde kapitalizmin belirleyici
olarak dışa bağımlı gelişmesine ve başından beri tekelci
nitelikle yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırılmasına
gidilmesi, yapısal zayıflığını da birlikte getiriliyordu.
Bu nedenle emperyalizmle bütünleşmiş yerli tekelci sermaye,
ülkedeki geleneksel feodal kurumlar ve feodal kalıntılar
ile işbirliği içerisinde bulunuyor, böylece oluşan egemen
sömürücü azınlık, diğer bir deyişle, oligarşik güç belirlenmiş
oluyordu.
Sömürücü azınlıklar içerisinde emperyalizm başat olgu
olarak yer almakta ve artık içsel bir olgu olma özelliğini
de kazanmış bulunmaktadır. Bunun ekonomik politikadaki
göstergesi, emperyalistlerin, bağımlı ülkelerde daha
önce izlenen politik hattan farklı yeni bir politik
hat izleyerek sömürge ülkelerde üretim faaliyetine girmeleri
ve artı-değer sömürüsünde de aktif olarak yer almalarıdır.
İşte tüm bu nedenler bir araya getirildiğinde yeni sömürge
ülkelerde egemen sınıfların askeri ve yarı askeri güçleri,
emperyalizmin birinci savunma hatları olarak, yeni stratejik
askeri çizgi olarak, belirlenmiş bulunuyordu. Böylece
emperyalist işgal esprisi halk kitlelerinin gözünden
gizlenmeye çalışılmakta, bir çok biçimiyle emperyalist-militarist
işlevi yerli ordular üstlenmekte devrimci hareketlerin
bastırılmasında da geçici başarılar kazanabilmektedir.
Yeni sömürge ülkelerde emperyalizmin açık askeri güç
olarak görünüşte geri çekilmesi, emperyalist sömürü
ve işgalin niteliğini değiştirmediği gibi, onun daha
kurnaz, tehlikeli ve sinsi bir kimliğe büründüğünün
temel kanıtıdır.
Ancak, yeni sömürge ülkelerde gelişen ve ülke siyasetine
egemen olan, halk kitleleri için bir maddi güç durumuna
gelen devrimci hareketler karşısında; emperyalizmle
işbirliği halindeki egemen sınıfların yetersiz kaldığı
durumlarda, emperyalizm yeni sömürge ülkelere açık bir
biçimde müdahalede bulunmaktan çekinmemektedir.
Dünyanın bir çok bölgesinde bir gizli çatışma ile başlayan
III. Bunalım Dönemi'nden sonra, yeni sömürge ülkelerde
içsel olgu durumundaki emperyalizm, kendi kalelerini
kaybetmekle yüz yüze geldiğinde, gizli işgalin dolaysız
olarak açık işgale dönüşmesinin örnekleri çoktur. Ancak
emperyalizmin, gizli işgalin açık işgale dönüşmesini
çıkarları açısından arzulamadığını , benimsemediğini,
politik-askeri stratejisinde görmek güç değildir.
Gizli işgal yönteminden önce ABD Emperyalizminin askeri
stratejisinin getirdiği yeni değişikliklerin tarihsel
süreçle bağıntılı bir özetini yapmak, tartışmamız açısından
yararlı olacaktır.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın sona ermesiyle birlikte,
dünya siyasi dengesi sosyalizmden yana bir değişim göstermiş
ve süreç güçlü bir sosyalist bloğun oluşmasıyla sonuçlanmıştır.
Aynı dönemde geri bıraktırılmış ülkelerde ise sosyalizm
bir umut ışığı olarak yakalanmış bulunuyordu. Dolayısıyla
sosyalizm ve Sovyetler Birliği'nin ABD Emperyalizmi
tarafından baş düşman olarak ilan edilmesi, Truman
Doktrini ve Marshall Ekonomik Yardım Planı'nda açık
bir biçimde tanımlanmıştır.
Bu bağlamda Amerikan Emperyalizmi'nin yeni askeri taktikleri
Sosyalist Bloğa karşı yapılacak topyekün bir savaş stratejisine
göre planlanıyor; ülkelerin silah varlığının daha üst
boyuta çıkartılarak geliştirilmesi, yeni stratejinin
temel taşını teşkil ediyordu.
Savaş sonrası yeniden filizlenen politik bunalımlar
karşısında, bir bütün olarak nükleer savaşa başvurmaksızın
çözüm üretiyor ve Kore Savaşı gibi bölgesel düzeyde
gelişen olaylara sosyalist sisteme karşı girişilecek
savaşın yanında ikincil planda önem veriliyor: her
şey bir Üçüncü Dünya Savaşı'na göre hazırlanıyor ve
programlanıyordu. Emperyalizm bu savaşın nükleer
üstünlük sayesinde kazanılacağına inanıyordu. Dolayısıyla
emperyalist güçler, bölgesel savaşları bir Üçüncü Dünya
Savaşı'nın ön hazırlığı olarak ele alıp değerlendirme
yapıyor ve bu bakış açısına uygun stratejiler saptıyordu.
Fakat 1950'lerin sonuna doğru emperyalizm, yeni bir
Dünya Savaşı'na göre hazırlanan stratejinin pek geçerli
olmadığını görüyordu. ABD, NATO ve diğer bölgesel bağlaşıklara
karşı en büyük tehlikenin Sovyetler ya da sosyalist
bloktan değil, Vietnam, Laos, Tayland, Cezayir, Küba,
Filipinler, yani dünyanın beş kara parçasındaki yeni
sömürge ülkelerde baş gösteren ulusal ve toplumsal kurtuluş
savaşı veren halklardan geldiğini görmeye başlıyordu.
1950-1960 yılları arasında emperyalizm tarafından gerçekleştirilen
dış yardım yatırımları, tarihte görülmedik bir hızla
arttığı halde, ulusal kurtuluş savaşlarının kazandığı
başarılar emperyalizmi şaşkına çevirmiş bulunuyordu.
Emperyalizm, yeni yöntemler, sermaye ihracı ve diğerleri
yoluyla ulusal ve toplumsal savaşların nötralize edileceğine
ilişkin planın da zaafa uğramasıyla, haklı bir paniğe
kapılıyordu. Ancak yine kendisi için en önemli kar kaynağı,
geri kalmış ülkelerde ucuz işgücüyle tüketim maddeleri
üretiminde bulunmaktı. Bu durumun yarattığı avantajlar,
bölgesel savaşlar planını vazgeçilmez kılıyordu.
Yeni sömürge ülkelerde sürdürülen gerilla savaşları,
emperyalizmin nükleer silahlar üzerine geliştirdiği
stratejilere büyük darbe indiriyordu. Emperyalizm,
stratejik nükleer kuvvetleri gerilla hareketlerine karşı
kullanma olanağı olmadığı için, bu planda bir açmaza
düşüyor ve 1960'lara kadar yeni askeri stratejilerinde
konvansiyonel silahları gözetmiyordu. Ulusal ve toplumsal
kurtuluş savaşlarının gerillacılık temelinde giderek
boyutlanması ve emperyalizm için ciddi bir tehdit unsuru
haline gelmesi nedeniyle, 1950'lerin sonlarına doğru
emperyalist güçler büyük bir stratejik açmaz içinde
olduklarını görüyorlardı. Yaşanan bu yeni politik bunalıma
bir çözüm bulmak için, Rockafeller gibi en büyük tekelci
sermaye grupları; ekonomi, politika ve askeri alanda
uzmanlaşmış binlerce kişinin çağrıldığı paneller, toplantı
ve seminerler düzenliyor, içinde bulunulan çıkmazın
sorunları tartışılıyordu. Fakat ileriki yıllar için
en uygun stratejilerin tartışılmasının amaçlandığı bu
gibi toplantılarda, katılanların hemen hepsi ulusal
ve toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı hidrojen bombası
kullanılması üzerine düşünceler yoğunlaştırıyorlardı.
Sorunun özünü gören az sayıda insan için ise, durum
kısaca şöyleydi: Dünyanın herhangi bir yerinde kendi
politikalarına ters düşen, çıkarlarına zarar veren bölgesel
savaşlarda emperyalizmin (özelde ABD emperyalizminin)
elinde iki seçenek vardı. Ya nükleer savaşa gitmek,
ya da ödün verip geri çekilmek.. Zorunlu geri çekiliş
dışında nükleer silaha başvurmanın maddi koşulları oluşmuyordu.
Böylece yeni strateji ve taktikler geliştirilmesi kaçınılmazlaşmıştı.
Zorunluluğun sonucu olarak 'esnek karşılık', 'sınırlı
savaş' ya da 'bölgesel savaş' denilen kavramlar ve yöntemler
geliştirildi. 1953 yılında 'esnek karşılığın' savunulması
konusunda ABD Generali Maxwel Taylor: "Topyekün
savaş yol gösterici bir stratejik kavram olarak çıkmaza
ulaşmıştır" diyerek, topyekün savaşın savunulması
yerine, esnek karşılık stratejisini geliştirerek yeni
kavramın içeriğini şöyle tanımlıyordu:
"Bu strateji genel nükleer savaştan saldırı
ve sızmalara kadar her duruma müdahale edebilecek bir
sistemin geleceğine işaret etmektedir" [3]
1960'ta Başkan koltuğuna oturan Kennedy, Küba ve Vietnam'daki
kurtuluş hareketlerinin yükselmesini gözlemlemiş bir
kişi olarak, bu yeni stratejinin geliştirilmesinde en
büyük paya sahip olanlardandır.
Başkanlığı sırasında, ağırlıkla konvansiyonel silahların
geliştirilmesi için özel çaba harcamış, bu çerçevede
bütün dünyadaki ABD elemanlarına Mao ve Che Guevara'nın
yazıları üzerine kurslar düzenlemiş, yeni kontr-gerilla
örgütlenmelerinin temelini atmıştır.
D- YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI VE DP İKTİDARI
II. Emperyalist savaşa kadar genel olarak emperyalizmin
yürüttüğü politika; sömürge ve yarı sömürgelere sermaye
ihracı, emperyalist ülkelerde üretilen malların pazarlanması
ve ülkenin hammadde kaynaklarının taşınmasını sağlayacak
alt yapı yatırımlarında, yani liman, demiryolu ve haberleşme
gibi alanlarda yoğunlaşıyordu.
Ticaret burjuvazinin emperyalizmle olan ilişkileri de
bu perspektif doğrultusunda gelişiyordu. Emperyalistlerin
ülke topraklarındaki artı-değer sömürüsü büyük bir belirginlik
olarak yansımıyor ve bu nedenle emperyalizm ülke için
dışsal olan olgu olma görünümünü koruyarak, komprador
niteliğindeki işbirlikçi tüccar ve feodal sınıfa mensup
kimselerle işbirliğini yürütüyordu.
Fakat II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın
konjonktürel durumunun değişmesi ve sosyalist bloğun
savaştan daha güçlü olarak çıkması, bağımlı ülke halklarının,
sürdürülen ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları yoluyla
sosyalizme yönelmeleri gibi bir dizi olgunun bir araya
gelmesiyle, emperyalist güçlerin yöntemsel değişikliklere
gitme durumundan söz ettik.
Bu biçimsel değişiklikler bağlamında batılı emperyalist
ülkelerin tekelci sermayecileri; artık geri bıraktırılmış
ülkelerin sanayilerini kösteklemek ve o ülkede üretici
güçlerin gelişmesinin önüne engeller koymak yerine;
emperyalizmin pazarını genişletmeye yönelmeye ve yeni
karlı yatırım alanları bulmaya, kendilerine bağımlı
çarpık bir sanayileşme stratejisi yaratmaya başladılar.
Dünyanın geri kalmış ülkeleri üzerinde, bu şekilde çarpık
bir kapitalizmin oluşması için programlar hazırladılar.
Yeni sömürge kapitalizminin gelişmesi sürecinde emperyalizm,
eski işbirlikçisi komprador ticaret burjuvazisini kullanmıştır.
Onlarla ortak yatırımlara gitmiş, böylece kendilerine
bağımlı çarpık bir tekelci kapitalizmi, yeni sömürge
kapitalizmini yaratmaya çalışmışlardır. Emperyalizmin
yeni sömürgesi olan bir ülkede gelişen sanayi; dayanıklı
tüketim mallarının montajı, dayanıksız tüketim mallarının
üretimi ve pamuk ipliği gibi ihracata dönük taşeron
niteliğindeki imalat alanlarıdır.
Ülke içindeki işbirlikçi burjuvazi ya da hükümetiyle
kurulan ilişkiler aracılığıyla ülke topraklarında üretimde
bulunan; finans, patent, konwbow anlaşmaları ile direkt
artı-değer sömürüsü yaratan emperyalizm, NATO, CENTO
ve benzeri askeri örgütler, bölgesel ittifaklar kurarak
içselleşiyordu. Türkiye ve diğer yeni sömürge ülkelerde
egemen sömürücü ittifak, artık emperyalizm ve onunla
eklemlenmiş, bütünleşmiş işbirlikçi burjuvazi, toprak
ağaları ve tefeci tüccar kesimi, yani oligarşik diktatörlüktür.
Türkiye'de bu noktaya varılmadan önce, yeni sömürgeciliğin
evrimi ve işbirlikçi egemen sınıfların durumu, siyasi
çatışmalarla belirginleşen farklı yaklaşımlar konularındaki
bazı gelişmelere dönmek gerekiyor.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'ndan sonra emperyalist-kapitalist
sistemde meydana gelen yeni altüst oluş temelinde burjuvazinin
bir sınıf olarak siyasi iktidarda dolaysız bir biçimde
yer almasıyla ifadesini bulan belirleyiciliği, kuramsal,
programatik ve fiili olarak somuttu. Egemen sınıflar,
devletin yönetim mekanizmalarına dolaylı müdahalelerde
bulunması ve dayatmadığı sürece doğrudan müdahalede
bulunmaması üzerinde fikir birliğine varmışlardı. Bu
istemler, gerek içinde yer almak için olağanüstü çaba
harcanan emperyalist sistemin sunduğu raporlarda, gerekse
yerli işbirlikçi burjuvazinin raporlarda görülebiliyor.
Fakat bir yanda emperyalizmle geliştirilen ilişkiler,
diğer yanda bu ilişki ağının nasıl değerlendirileceği,
egemen sınıflar arasında bazı çelişkilere neden oluyordu.
Bu çelişkiler 1946 yılında bütün çıplaklığıyla ortaya
çıkacak, egemen sınıflar, eski süreçlerin kadroları
olan bürokrat burjuvaların artık kendi işlerine yaramayacağı
ve onlara iktidarda yer verilmemesi konusunda kararlı
bir ittifak içine gireceklerdi. Özellikle "Varlık
Vergisi", "Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu",
"Köy Enstitüleri" gibi uygulamalardan endişe
duyan ticaret burjuvazisi ve müteahhit sermayesi ile,
tarım politikası konusunda CHP yönetimiyle çelişkiye
giren büyük toprak ağaları ve tarım burjuvazisi, ülke
yönetimine ağırlıklarının bağımsız bir biçimde koyma
hazırlıkları içindeydi.
1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunun tasarısı
üzerine patlak veren çatışma, DP'nin çıkış noktası olacaktı.
DP büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin,
ticaret burjuvazisiyle ittifak halindeki Kemalist önderlikten
kopuşunun siyasal ifadesi olacaktı. Bu ittifak,
savaş dönemi boyuna giderek yoksullaşan ve süren baskıların
mevcut iktidara iyiden iyice yabancılaştırılmış olduğu
geniş halk kitlelerinin, küçük burjuvazinin, az sayıdaki
kent proletaryasının hoşnutsuzluğundan yararlanarak,
çalışan sınıf ve katmanları yedeğine aldı. Dolayısıyla
1950'de CHP'yi büyük bir yenilgiye uğratarak iktidar
koltuğuna oturdu.
1940'lı yıllar Türkiye için önemli gelişme ve dönüşümlerin
yaşandığı yıllar olmuştur. Egemen sınıfların emperyalizmle
bütünleşme süreçlerinin bu yıllarda tamamlanmış ve bunun
için gerekli dönüşümlerin son rötuşlarının gerçekleştirilmiş
olmasının yanı sıra; bu yılların ilk yarısında hakim
sınıflar arasındaki zorunlu ittifak zedelenmiş fakat
yeniden onarılmıştır. Sözkonusu yılların ikinci yarısında
tek parti düzeninden çok parti düzenine geçilmiş ve
bu durum kitlelere "demokrasi" olarak sunulmuştur.
Burjuvazinin Pazar ve finansman sorunun çözmek için
çıkardığı Toprak Ürünleri Vergisi ve Çiftçiyi Topraklandırma
Yasası, toprak ağalarının CHP'ye karşı tavır almalarını
getirmiştir. Toprak ağalarının tepkisi karşısında atılan
adımlar geri alınarak CHP toprak ağalarını yeniden kazanmak
için önemli ödünler verse de toprak sahipleri CHP'den
desteklerini çekmişlerdir.
Çiftçiyi Topraklandırma Tasarısının yasallaşmasından
birkaç gün önce 1 Haziran 1945 tarihinde Adnan Menderes,
Fuat Köprülü, Refik Koraltan ve Celal Bayar, Türkiye
siyasi tarihinde "Dörtlü Takrir" diye bilinen
bir önerge verdiler. Bu önergeyle şunlar istenmektedir.
"1- Ulusal egemenliğin en doğal sonucu ve aynı
zamanda dayanağı olan denetimin anayasanın şeklinde
değil ruhunda tam olarak belirmesini sağlayacak önlemlerin
alınması.
2- Yurttaşların politik hak ve özgürlüklerini daha ilk
anayasamızın gerektirdiği genişlikte kullanabilmeleri
olanağının sağlanması,
3- Bütün parti çalışmalarının yukarıdaki esaslara tam
uygun bir şekilde yeni baştan düzenlenmesi".
Bu önerge reddedilmiş, önergeyi veren kişiler 7 Ocak
1946 tarihinde DP'yi kurmuşlardır. DP ilk başta toprak
ağalarından destek görmüş, ancak büyük ticaret ve sanayi
burjuvazisi de kısa sürede desteklerini DP'ye yöneltmişlerdir.
Bu şekilde DP, egemen sınıflar arasında zedelenen ittifakın
da onarıldığı alt yapı olmuştur.
Emperyalizm o dönem Türkiye için saptadığı ekonomik
prosedür gereği olarak ta ittifakın zedelenen alt yapısı
onarılmak zorundaydı. Türkiye'yi Avrupa'nın ve bölgenin
hammadde deposu, bakkalı, kasabı yapmayı arzulayan emperyalizmin
istediği doğrultuda hazırlanan ve onayını alan 1947
planı, "Türkiye ekonomik kalkınma alanının dayandığı
esas temel yurdun zirai kalkınmasıdır" ilkesini
saptıyordu.
Türkiye için hazırlanın Dünya Bankası raporunda ise
şöyle denilmekteydi: "Verimliliğin artması için
geniş olanaklar sağlandığı ve sanayi kalkınmasının temel
gereği olduğu için kamu yatırımlarının dağılımında tarımsal
kalkınmanın öncelikli olması gerektiğine inanıyoruz".
Tarımın geliştirilmesi ve tarıma dayalı sanayileşmenin
öngörüldüğü bir ekonomi politika temelinde önemli bir
güce sahip olan toprak ağalarıyla burjuvazinin ittifakının
sağlamlaştırılmasının kaçınılmazdı. Bu ittifakın
güçlendirilip onarıldığı platform, DP olmuştur. Gerçekte
bu ittifakın zorunluluğu, Türkiye'de Oligarşi'nin varlığının
mantığıdır. Yani Oligarşi, egemenlik kesimleri arasında
birinin diğerini yaşamdan silip atma gücünün olmamasıyla
değil, söylediğimiz bu gerekliliklerle belirlenmiştir.
Tarıma dayalı sanayileşmenin öngörüldüğü bir ülkede,
birden fazla egemen sınıf olmak zorundadır ve bu
sınıflar birlikte yaşamak durumundadır. Elbette aralarından
biri belirleyicidir, ama bu belirleyicilik, ortak ihtiyaçlar
temelinde, hepsinin yaşam ve hatta gelişme şansı bulduğu
koşullarda gerçekleşir.
O günkü toplumsal koşullar içinde kendisine çok geniş
bir yol açmayı başaran DP, ilerici demokratların bile
desteğini sağlamıştır.
İktidara gelene kadar bu kesimlerle ustaca ilişkiler
sürdürmüş, onların muhalefetini kendi potasında eritmeye
çalışmıştır. Ancak egemen sınıflar o gün için partilerin
çıplak tanımla sağ ya da sol nitelemelere maruz kalmasını
istememekte, fazla sağa, ya da sola kayma "tehlikelerine"
duyarlı kalarak, bu terimleri siyasi arenadan uzak tutmaya
uğraşmaktadırlar.
Terimlerin ötesinde, nasılsa olgular planında istenenler
gerçekleştirilebilmektedir. İktidardaki CHP, DP'nin
bu sınırlar içinde hareket etmesi, anti-komünist edebiyatın
yoğunlaştığı bir dönemde çizgi dışına çıkmaması için
çeşitli uyarılarda bulunmuştur. Emperyalizme, "mevcut
bir iç tehlike" pazarlamak için düzenlenen "Tan
Olayı"nın bir ucunda DP'nin dikkatini çekmek isteği
vardır. Olay toplumdaki hoşnutsuzları toparlamayı başarmış
(ki toplumun hemen hemen tümü bu durumdadır), arkasından,
sözkonusu gazetelerle herhangi bir ilişkileri olmadığını
açıklamışlardır.
Egemen sınıflarca çok partili düzene geçilmesinin bir
nedeni de geniş halk kitlelerinin yıllardır tek parti
diktatörlüğü altında, içten içe kaynamasıydı. CHP aracılığıyla
baştan beri sürdürülen baskı ve halk kitlelerinin sermaye
birikimi için azgınca sömürülmesi, kitlelerin hoşnutsuzluğunu
arttırmıştı.
Özellikle de savaş yıllarında izlenen politika, egemen
sınıfların sermaye birikimini hızlandırdığı halde, ülke
yönetiminde acze düşülmesi, vurgun, karaborsa, yokluk
kitlelerin hoşnutsuzluğunu daha çok artırmış, CHP'yi
iyiden iyiye yıpratmış, toplumsal basıncı yükseltmiştir.
Samet Ağaoğlu bu konuda şunları yazıyordu. "Daha
Atatürk'ün son yıllarında bile halk, tek parti yönetiminden
ve çeşitli yolsuzluk ve baskılardan bunaldığını belirtmeye
başlamıştır. Halkın bir rehberlikten yoksun olarak gösterdiği
kurtulma atılımlarının nerelere kadar varacağını kestirmek
asla mümkün değildir." Ağaoğlu'nun açıkça belirttiği
gibi egemen sınıfların iç seçenek gereksinimi "çok
partili düzen" adımı kapsamında oluşan DP aracılığıyla
giderilmiştir.
Savaş sonrası dünya kamuoyunda, otoriter yönetimlere,
tek parti diktatörlülerine karşı önemli bir muhalefet
vardı. Alman faşizminin baskı ve katliamları halklarda
büyük bir tepki oluşturmuş, ABD ve İngiltere'nin savaşta
faşizm yerine "burjuva demokrasisi" cephesinde
kalması da burjuvazinin bu alternatifini cazip hale
getiren etmenlerden olmuştur.
Bu yıllarda Türkiye'nin emperyalizm ile bütünleşme çabalarının
yoğunlaşması, doğal olarak, dünya kamuoyunun tepkisinin
de hesaplanmasını getirmekteydi. Özellikle emperyalizm
ile bütünleşen Türkiye, emperyalizmin o gün için geçerli
politikasına göre yapılanmasını düzenlemek zorundaydı.
Uygulanan baskı ve terör politikalarının maskelenmesi,
halk kitlelerinin "pasifize" edilebilmesi
ve tüketimi artırmak için sınırlı ve biçimsel bazı demokratik
haklar tanınarak görünüşte demokratik bir mekanizma
oluşturulması; bu dönemden sonra yeni sömürge kapitalizmlerinin
başat yöntemlerinden olacak ve bu yöntem kurumsal faşizmin
özelliği haline gelecektir.
Böylece halklar demokrasi paravanasıyla aldatılmaya
çalışılmaktadır. Türkiye'nin emperyalizm ile bütünleşme
sürecini tamamlaması ve yeni-sömürge prangasını ayaklarına
takmasıyla, bu tezgah ülkemizde de kurulmuş, çok partili
bir düzene geçişle Türkiye halklarına uzun yıllar eskitilemeyecek
bir demokrasi demagojisi plağı dinletilmeye başlamıştır.
Demokrasi bir diktatörlük, bir devlet biçimidir. Ve
her devlet bir sınıf ya da sınıflar kombinezonuna dayanır,
doğası gereği bir sınıf örgütüdür. Sınıflardan bağımsız
demokrasi olmaz, demokrasinin olması sınıfların varlığına
bağlıdır. Ya proletarya demokrasisi ya da burjuva demokrasisi
vardır. Burjuvazi tarih sahnesine çıktıktan sonra, sınıfsal
gücünü iktidara yönelterek, geniş halk kitleleri arkasına
alıp, "özgürlük, kardeşlik, eşitlik" sloganlarıyla
feodal aristokrasiye karşı mücadele etmiş ve feodal
aristokrasiye karşı kendi sınıfına ilişkin hak ve özgürlükler
kazanmıştır. Ancak işçi sınıfı geliştikçe burjuvaziye
karşı verdiği zorlu ve kanlı savaşlarla demokrasinin
sınırlarını genişletmiş, genişlemeler işçi sınıfının
gücüyle güvence altına alınmıştır. Bugün genel anlamıyla
sözkonusu edilen burjuva demokrasileri, işçi sınıfı
ve emekçi halkın mücadelesi sonucu vardığı noktaya ulaşmıştır.
1940'ların ikinci yarısında Türkiye'de emperyalizmin
ve egemen sınıfların ihtiyacı gereği çok partili düzene
geçilmesinin burjuva demokrasisi ile bir ilişkisi yoktur.
Demokrasiye geçildi denildiği zaman da İ. İnönü şunları
söylüyor: "".Partimizin programı sınıf
esası üzerine parti kurulmasını yasaklamıştır. Bu madenini
kaldırılmasını inceleyeceksiniz. Biz kendi programımızda
sınıf mücadelesini istemeyen ve sınıf çıkarları üzerine
dernek ve parti kurmak isteyenlere yasa yolu ile engel
olacağız. Bizim yasa yolu ile yasaklamaya çalışacağımız
dernek ve partiler, kökü dışarıda yani yabancı aleti
olan dernek ve partiler, onlardan esinlenmiş olanlardır.
Bunun gibi dini siyasete alet eden dernek ve partilere
de yasa yolu ile karşı koymaya devam edeceğiz
Görüldüğü gibi açıkça demokrasinin egemen sınıflara
tanındığı ifade edilmekte, işçi sınıfının örgütlenmesi,
"kökü dışarıda" demagojisiyle yasaklanmaktadır.
Yine bu konuda 1946 Haziran'ında Dernekler Yasasında
değişiklik görüşülürken, Adalet Komisyonu sözcüsü, sağ-sol
gibi tanımlara karşı kısıtlayıcı hükümler getirdiklerini
söylemektedir. Kurulan parti ve dernekler ise kısa sürede
kapatılır. 1946 Mayıs ve Haziran aylarında kurulan Türkiye
Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü
Partileri kısa zamanda sıkıyönetim komutanlığı aracılığıyla
kapatılmıştır. M. Kemal zamanında bakanlık yapmış kişilerin,
DP yönetici ve milletvekillerinin de kurucuları arasında
bulunduğu İnsan Hakları Derneği'nin kuruluşuna "komünizm
oyunu" diye izin verilmemiştir. Tüm bunlar ülkeye
"demokrasi geldikten sonra olmuştur.
Komünizm ve işçi sınıfı düşmanlığı sonucu bırakalım
işçi partilerine, sosyalist partilere izin verilmesini,
işçi sınıfının ekonomik örgütlenmesinin ve asgari mücadelesinin
yasaklandığı ilk dönemlerde demokrasi yaygaraları ayyuka
çıkarılır. Dernekler yasasının değişmesi sonucu bir
çok sendika kurulmuştur. Ancak bunlar yine çok kısa
sürede kapatılmıştır. Yoğun sendikalaşma talebi karşısında
1947 yılında sendikalar yasası çıkarılıyor, çıkarılan
yasa "grev ve toplu sözleşme"yi içermiyor,
bunlar yasaklanıyor ve sendikalara güvence verilmiyordu.
O günlerde demokrasi havarisi kesilen egemen sınıfların
taze kanı DP ise, kitleleri kendi potasında eritmek
ve CHP'ye karşı iktidar savaşında başarılı olmak için
bu yasayı eleştirmiş, genişletilmesini istemiştir. Fuat
Köprülü grev hakkının olmamasını eleştirerek "grev
hakkı olmadan sendika hakkı olmaz" derken, 1949
yılında da Celal Bayar bir gazeteye verdiği demeçte
grev hakkının anayasal güvenceye kavuşturacaklarını
söylüyor, DP'nin işçinin "en yakın ve güvenilir
dostu" olduğunu ileri sürüyordu. İktidara geldikten
sonra (1950-60) ise, emekçi sınıflarla egemen sınıfları
karıştırmalarından olsa gerek(!) doğal olarak işçi ve
köylülerin "en yakın güvenilir" düşmanı olmuşlardır.
Burada bir gerçeği vurgulamak gerekiyor; her ne kadar
emperyalizmin, özellikle ABD emperyalizminin bir ahtapot
gibi ülkeyi sarmalaması, dönemin DP iktidarı zamanında
tamamlanıyorsa da, bu durum, bir sürecin, iktidar partilerinin
değişmesiyle niteliği farklılaşmayacak sonucudur ve
gelişme seyrinin DP iktidarı ile çakışan son adımları
dolayısıyla durumu DP ile özdeşleştirmek ciddi bir yanılgı
olur.
1947 yılında ABD emperyalizmiyle askeri yardım anlaşması,
1948 yılında ekonomik işbirliği anlaşması imzalayan,
CHP hükümetidir. Dahası, Türkiye'nin ABD emperyalizmiyle
yaptığı önemli bir anlaşma da savaş yılları içinde gerçekleşiyordu.
Bu "kiralama-ödünç verme" anlamına gelen "lend-leosa"
çerçevesi içinde başlayan ve 1945 yılına kadar 95 milyon
dolar tutarında borca neden olan bir anlaşmadır. Türkiye'nin
Almanya'ya savaş ilan ettiği 23 Şubat 1945 günü, ABD
ile Türkiye arasında imzalanan diğer bir anlaşmada,
askeri yardımın sürmesi ve savaşın sona ermesinden sonra
kullanılmayan askeri malzemelerin tekrar iade edilmesini
öngörüyor, bir süre bu yardım hayata geçirilmiyor ve
1947 yılında ABD emperyalizminin 'yardımı' tekrar devreye
giriyordu.
ABD emperyalizmi ile Türkiye arasındaki ekonomik ve
askeri ilişkiler çerçevesinde kurulan bağların ve yapılacak
yardımın ana ekseninin belirlenmesine ilişkin olarak
resmi raporlarda şöyle bir başlangıç göze çarpıyor:
"Türkiye'nin askeri gereksinmelerinin açık ve
kesin bir biçimde belirlenmesini sağlamak ve PL. 75
sayılı yasa gereğince yapılan yardıma daha çok etkinlik
kazandırmak amacıyla, Amerikan Kara Kuvvetlerine ait
12, Hava Kuvvetlerine ait 3, Deniz Kuvvetlerine ait
6 subaydan oluşan bir kurul Türkiye'ye gönderildi."
[4]
Türkiye'ye gelen inceleme kurulunun özel eğitim ya da
donanım programıyla ilgili öğütleri, soğuk savaş esprisine
uygun olarak alınabilecek önlemleri içeriyordu. Bu öğütler
başlıca iki hedefe yönelik biçimde belirleniyordu.
1- Ulusal güvenliğin doğurduğu gereksinmeleri karşılamak
üzere Türkiye'nin ekonomik düzeyinin yükseltilmesi,
2- Olası saldırgan bir kuvvetin bu ülkeye sızmak ve
Türk siyasal ve ekonomik kurumların yolundan saptırmakta
yararlanabileceği ciddi toplumsal bir tedirginliğin
gelişmesini önlemek amacıyla Türkiye'de ekonomik refahın
korunması.
Bu hedeflere, Türkiye'nin silahlı kuvvetlerini beslemekle
katlandığı ekonomik yükün hafifletilmesi ve bu kuvvetlerin
üstünlüğünün, ülkenin herhangi bir dış yardım olmaksızın
onların yükünü kaldırabileceği bir ölçüde arttırılması
yoluyla varılabileceğini ummaktayız. Bu da Türkiye'ye,
önce Türk halkının refahını sağlamak, sonra da Avrupa
ekonomisi için onca yaşamsal önemi bulunan tahıl ve
kömür gibi madenlerin ihracatında belli bir artış gerçekleştirmek
amacıyla üretim oylumunu genişletmek olanağını verecektir".
(5)
Sosyalist bloğa ve ulusal, toplumsal kurtuluş savaşlarına
karşı yürütülecek silahsız saldırganlık stratejisinin
ürünleri olan bu programların ana ilkesi bellidir. Olası
yeni bir silahlı çatışma durumunda savaş yorgunluğunu
henüz üzerinden atmamış ABD Silahlı Kuvvetleri ve savaşacak
durumu olmayan diğer batılı emperyalist ülkelerin yerine,
ateş hattında, en ön sırada yer alması uygun görülen
Türk Ordusu'nun donatılması yükümlülüğünü (savaş sırasında
elinde kalan araç ve gereçleri de bu işte kullanmak
üzere) ABD üzerine alacaklı. Buna karşılık Marshall
Ekonomik Yardım Planı çerçevesinde, Türkiye savaş nedeniyle
büyük bir ekonomik enkaz haline gelen Avrupa'ya sanayisini
daha kolay bir biçimde yeni baştan kurma olanağı verecek
olan hammaddeleri sağlamak amacıyla üretimini tarım
ve madencilik kesimi üzerinde yoğunlaştıracak ve Avrupa'nın
gereksindiği tarım ürünlerinin deposu olacaktı.
Marshall Planı'nın ana ilkesi, savaş sırasında çöküntüye
uğramış Avrupa ülkelerinin sanayilerinin ABD sanayi
üretimini geçmeyecek ve onun için bir tehdit unsuru
haline gelmeyecek biçimde, ABD katkısıyla yeniden canlandırılmasıdır.
Sözkonusu emperyalist ülkelerin beslenme sorunu ise,
Türkiye ve benzer ülkelerin tarım alanında uzmanlaşmış
olarak değerlendirilmesi çözecekti. Türkiye'nin
bir tarım ülkesi olduğu gerçeği temelinde, Marshall
yardımı ilkeleri çerçevesinde verilen bu rol ile, aynı
zamanda tarımda kapalı üretim yapısının kırılması ve
yukardan aşağı bir biçimde kapitalist gelişmenin hızlanması,
işbirlikçi bir kapitalist burjuvazinin yaratılması öngörülüyordu.
Ülke, Marshall Planı çerçevesinde bu iki unsurla, yani
kuzeydeki ezeli düşmana karşı fedailik ve sanayisini
yeniden kuran batılı emperyalist ülkelere tahıl deposu
olma göreviyle sınırlı bir politika içinde tutuluyordu.
Emperyalizmle kurulan ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler
çerçevesinde saptanılan kalkınma programı, 1947-48 mali
yılında 1000 milyon dolara çıkar. Yapılan yardımın hangi
alanlarda kullanılacağı belli koşullara bağlanmıştır.
Bunun 5 milyonu için liman, 5 milyonu için tersane yapımında
kullanma izni çıkarken, geri kalan bölümün de kara,
deniz, hava kuvvetleri arasında bölüştürülmesi karara
bağlanmıştı.
1948-49 yılında ise Marshall yardım programı çerçevesinde
Türkiye'ye ayrılan ödenek 49.7 milyon dolar olup, bunun
38 milyon doları uzun süreli ve %2.5 faizle borç olarak
adlandırılıyor, 11.7 doları da bağış olarak açıklanıyordu.
1949-50 mali yılında öngörülen miktar 59.1 milyon dolar
olup, yine bunun 40 milyon doları borç, geri kalan kısım
bağış olarak politik arenada yer almıştır.
Görüldüğü gibi emperyalizmle sömürgecilik ilişkileri
içine girmek, ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmek önceliği,
DP'ye değil, CHP'ye aittir. Ancak DP, yeni sömürgecilik
ilişkilerinin yeni bir faktörü olarak arenada yer almıştır.
Savaş dönemi boyunca büyük servetler elde eden işbirlikçi
burjuvazi ve toprak ağaları, emperyalizmle girişilecek
yeni ekonomik ve siyasi ilişkileri CHP kanalıyla değil,
halk nezdinde dinamik, halkın sorunlarına çözüm bulacak,
dertlerine çare olacak bir görüntü sunan taze kanla
sürdürme avantajını kullanıyordu. Böyle bir gereksinmenin
maddi koşulları zaten hazırlanmış bulunuyordu.
Cumhuriyet dönemi boyunca, halk kitlelerine yoğun bir
şekilde eziyet eden Kemalist Diktatörlük, halka giderek
yabancılaşmış, kokuşmuştu. İşbirlikçi burjuvazi bu durumun
bilincine varmış, buna uygun olarak siyasi manevralara
girmiş ve CHP'den siyasi olarak uzaklaşmıştı. Bu siyasi
kopuş, DP'de ifadesini buluyordu.
1946'da kurulan ve 1950'nin 14 Mayıs'ında iktidara gelen
DP, tam olarak emperyalizm hayranlığını yaşatarak, soğuk
savaş politikasının keskin savunucusu olmuş, ülkenin
baş düşmanı olarak Sovyetler Birliği ve dolayısıyla
sosyalist sistemi görmüştür. 1950 yılından başlayarak
ülkede yeni-sömürgeciliğin kurumlaşması DP eliyle yürütülecek,
emperyalizmle bütünleşmek için DP, istenebilecek her
türlü ödünü vermek zorunda kalacaktı.
1950-51 yılları arasında ABD emperyalizminin sağladığı
ekonomik ve askeri krediler şu şekildedir:[6]
YIL
|
Askeri Yardım
|
Kredi (Milyon Dolar)
|
Toplam
|
1950-19951
|
32.2
|
5.85
|
38.0
|
1951-1952
|
58.8
|
12.2
|
71.0
|
1952-1953
|
55.0
|
2.5
|
57..5
|
1953
|
46.0
|
2.7
|
48.7
|
ABD emperyalizminin Türkiye'ye yaklaşım biçiminin askeri
çıkarların korunması temelinde belirginleşmeye başlaması,
ne onun ne de diğer emperyalist ülkelerin kendi sermayelerine
çıkar sağlama çabalarının azalmasını getirmemiş, emperyalist
sermaye aynı zamanda işbirlikçi burjuvazinin oluşmasına
güçlü bir silah olarak bakmış, bu işbirlikçi kesimin
belirleyici konuma sahip olması için maddi koşulların
yaratılmasına çalışmıştır.
Tüm bu nedenlere bağlı olarak ABD emperyalizmine
ve emperyalist sermayeye ülkenin kapılarının sonuna
kadar açılması, yatırım ve yardımların özgürce gelişebilmesi
için bütün önlemlerin alınması başat bir işlev haline
gelmiştir. Nitekim Truman'ın Point Four yardım programı
amacı soyutlayarak "büyük ölçüde artan özel sermaye
akımını teşvike özellikle önem verilmesini" vurgular.
[7]
Başkan Eisenhover için yabancı sermayenin teşviki, ABD
emperyalizminin dış politika ilkelerinden biri olarak
sayılıyor ve "dış ülkelere özel sermaye akımını
teşvik yolunda hükümetimiz elinden geleni yapacaktır.
Bu, dış politikamızın ciddi ve açık bir amacı olarak
yabancı ülkelerde böyle yatırımlar için elverişli bir
ortam yaratılmasının teşvikini gerektirir"
diyordu. [8]
Bu noktada söz konusu yıllardaki yabancı sermaye durumunu
genel bir tablo çerçevesinde izlemek yararlı olacak.
[9]
YABANCI SERMAYE (milyon dolar)
Yıl |
Borç |
Bağış |
Toplam |
Diğer Yardım Kuruluşları |
1946-48 |
45.4
|
45.4
|
5.0
|
|
49
|
33.8
|
33.8
|
67.4
|
|
50
|
40.9
|
31.9
|
71.9
|
80.4
|
51
|
|
49.8
|
49.8
|
|
52
|
11.2
|
58.4
|
69.5
|
35.2
|
53
|
|
58.6
|
58.6
|
20.0
|
54
|
|
78.7
|
78.7
|
3.8
|
55
|
25.5
|
83.8
|
109.3
|
|
56
|
25.0
|
104.3
|
129.3
|
|
57
|
25.1
|
62.3
|
87.4
|
13.5
|
58
|
23.2
|
90.4
|
113.6
|
125.5
|
59
|
97.2
|
107.0
|
204.2
|
|
60
|
26.5
|
99.0
|
125.5
|
37.0
|
Emperyalist tekellerden biri olan ve ABD politikasında
etkin bir yere sahip olan Trust Company yöneticilerinden
August Moffry, ABD Dışişleri Bakanlığı için hazırladığı
bir özel bir raporda "Amerikan yabancı sermaye
hamlesinin hizmetinde topyekün diplomasi"den
söz edip şöyle devam etmektedir; "Dost ülkelerde
daha çok direkt tedbirlerle yatırım iklimini iyileştirmek,
ABD'nin topyekün ve devamlı çabalarının amacı olmalıdır...
ABD hükümetinin dış ekonomisi, gelişme ile ilgili bütün
kurumları, yabancı devletlerin Amerikan yatırımcılarının
çıkarlarına aykırı düşen her türlü eylem ve ayrımına
karşı daima dikkatli olmalıdırlar ve bunları önlemek
ve düzeltmek için bütün diplomatik baskılara baş vurulmalıdır."
Rapor yine emperyalist tekeller için nasıl bir ayrıcalık
sağlanabileceğini de açıklamaktadır; "Dış ülkelere
yatırım için daha iyi koşulların gerçekleştirilmesinde,
ABD hükümetinin yararlanabileceği başka ve çok ümitli
bir yol vardır. Bu yol, belli yatırımlarla ilgili olarak
ayrıcalıklar elde etmek için özel yatırım çabalarını
mevcut bütün olanaklarla desteklemektir. Bu ayrıcalıklar,
özel ve resmi kişilerin kombine çabası ile belli bir
yatırım konusunda sağlandıktan sonra, onları bütün özel
yatırımcıların yararlanabilecekleri biçimde genelleştirmek
için yol açmış olacaktır." (10)
Ülkemizin dış politikasıyla ilgili olarak görevlendirilen
ABD emperyalizminin Dış Ekonomi Komisyonu Başkanı C.
B. Randall 1954 yılında Yabancı Sermayeyi Özendirme
Yasası yürürlüğe girmeden önce bu çalışmanın ana ilkelerini
hazırlamak için 1953 Ağustos ayında Ankara'ya gelir
ve verdiği bir demecinde yerli-yabancı özel teşebbüse
dayanmanın Türk ulusunun iradesi sonucu olduğunu söyler:
"Uluslararası ticaret ilişkilerinin geliştirilebilmesi
için en uygun yolun özel sermaye ve özel girişimin bütün
dünyada serbestçe faaliyette bulunması gerektiğine inanmaktayız.
Türkiye halen özel girişime gösterdiği büyük ilgi dolayısıyla
bu tür konuların incelenmesi için son derece ilgiye
değer bir memleket olmuştur. Dolayısıyla ben ve arkadaşlarım
özel yatırım sermayesinin Türkiye gibi bir memlekete
niçin daha serbest bir şekilde akmadığının nedenlerini
araştırmakla görevlendirildik.
Şuna tümüyle inanıyorum ki, özel girişime dönmek konusunda
değil yalnız hükümetiniz fakat bu memleket için en önemli
şey olan Türk ulusunun iradesi de tam kararını vermiş
bulunmaktadır." [11]
Randall, emperyalist tekellerin ülkeye neden daha az
ilgi gösterdiğini ve tüm yatırım ve üretim alanlarının
sınırsız bir biçimde emperyalist tekellere açılması
ve hiçbir sınırlama politikasına gidilmemesi gerekliliğini
anlatıyor, ancak hiçbir sınırlama olmadan emperyalist
tekellerin, ülkeye yatırımlar yapabileceğinin altını
çizerek bu durumu faşist Menderes Hükümetine bildiriyor.
Nitekim egemen sınıfların, ticaret burjuvazisi, tefeci
tüccar ve toprak ağalarının taze kanı olan DP'nin iktidara
geldikten bir yıl sonra, yani 1951 yılında çıkardığı
5821 sayılı Yabancı Sermaye Yasası'nı emperyalist mali
çevreler yeni sömürgecilik politikasına uygunluk açısından
yetersiz bulmuş, ülkeye yeterli bir sermaye akışını
gerçekleştirmek için bu yasanın sınırlarının genişletilmesini
ve yeni yatırımlar için daha fazla ayrıcalıklar istemiştir.
1951 yılında çıkarılan yasa, emperyalist mali çevrelerin
yapacağı yatırım ve üretim alanlarına belli bir sınırlama
getirmiş, bu sınırlamalarla tarım ve ticaret alanlarını
emperyalist yatırımlara kapalı tutmaya giderken, sanayi,
maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm alanlarını emperyalist
mali kurumların yatırımlarına açmış ve ek olarak emperyalist
mali şirketlerin karlarına bir sınırlama getirmiştir.
Türkiye'nin emperyalizmin bir yeni sömürgesi haline
gelmesiyle birlikte, ülkenin ekonomik ve politik şekillenmesi
artık neredeyse tümüyle emperyalizm tarafından belirleniyordu.
Kaderinin emperyalizmin denetimine girmesi dolayısıyla
ülkenin kalkınması, gelişmesi ve bağımsız bir ekonomi
politikası izlemesine kesinlikle izin verilmeyeceği
gerçeği ortaya çıkıyordu. Türkiye hükümetleri daha
çok emperyalizmin uygun gördüğü politik hattı, ülke
içinde organize etmekle görevliydi.
Emperyalizmin ülke için uygun gördüğü politik hat, ülkede
ağır sanayinin kurulmayacağını, ancak dayanıklı ve dayanıksız
hafif imalat sanayi dalında gelişme gösterebileceğini,
bunun da çeşitli kurallar altında belli bir düzende,
yani patent hakkı, lisans ve knowhow tarzında getirilen
anlaşmalar çerçevesinde gerçekleşeceğini belirliyordu.
Amerikan Dış Ekonomi Politika Komisyonu Başkanı Randall'ın
girişimiyle 1954'te çıkartılan 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi
Özendirme Yasası, tarım ve ticaret alanlarının da emperyalist
mali kuruluşların yatırımlarına açılmasını ve ayrıca
geniş bir sermaye tanımlaması yapılmasını, yatırılan
sermaye ve karın özgürce transferini sınırlayan hükümlerin
kaldırılmasını sağlıyordu.
Yasa, yürürlüğe girdiği biçimiyle oldukça yüklü bir
anlama sahiptir. Ülke içindeki ekonomik gelişme seyrinde
işbirlikçi burjuvazinin yararına reorganizasyona gidilerek;
(Türkiye bir tarım ülkesi olduğuna göre) tarım alanlarının
büyük bir bölümünde egemen olan kapalı üretim yapısını
parçalamak, işbirlikçi burjuvaziyle kurulan ilişkilerin
bir yönü olarak tarım burjuvazisiyle ilişki kurmak,
aynı zamanda gerçekleştirilmek istenen yeni sömürge
kapitalizminin zincirlerinin halkalarını sağlamlaştırmak,
Pazar sorununu çözmek üzere eldeki pazarları derinlemesine
genişletmek yolu tutulmuştur.
1950'li yıllarda izlenen yeni sömürgecilik politikası
ve bu politikayı geri kalmış ülkelerde kurumlaştıran
yasalar sadece ülkemize özgü bir biçim değildir. Emperyalizmin
yeni sömürge zinciri halkaları içinde yer alan Yunanistan,
Panama, Güney Kore, Tayvan (Milliyetçi Çin), Guetamala
gibi tümüyle emperyalizmin egemenliği altına giren ülkelerde
de ülkemizde çıkarılan yasaların benzerleri çıkarılmış
yeni sömürgecilik bu gibi ülkelerde de kurumlaştırılmıştır.
Amerikan Dış Ekonomi Politika Komisyonu Başkanı Randall'ın
girişimiyle çıkartılan Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasası'nın
en önemli hükümlerinden biri 19. maddedir. Adı geçen
maddede, emperyalist mali sermayeye sağlanan olanakları
ve ülkenin emperyalistlere nasıl peşkeş çekildiğini,
bu durumun nasıl yasallaştırıldığını, kullanılan şu
tanımlamalarda buluyoruz; "Yerli sermaye ve
girişimlere (yerli işbirlikçi sınıflara tanınan hak
ve ayrıcalıklar kastediliyor) tanınan bütün haklardan
bağışıklık; ve ayrıcalıklardan yabancı girişimcileri
de yararlandırmayı kabul etmektedir" [12]
İşbirlikçi burjuvazi cılız olduğu ve emperyalist
mali kaynaklarla yarışamayacağı için onlarla bütünleşme
yoluna girmeden gelişip güçlenemeyeceğini, dolayısıyla
yerli işbirlikçi burjuvaziye tanınan tüm hakların emperyalist
tekellere de tanınmış olduğunu belgelerle görüyoruz.
Oysa kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasası burada
da açık olarak ortadadır. Artı-değer yasası uyarınca
yatırılan sermayenin oranına göre bölüşüm gerçekleşeceğine
göre emperyalist tekellerle işbirlikçi burjuvazinin
aynı olanakları eşit oranda paylaşması, emperyalizmin
sosyal, siyasal ve ekonomik politikasına ters düşecektir.
Yeni sömürgeciliğin kurumlaşmasını tamamlayan Yabancı
Sermaye Özendirme Yasası gibi diğer bir yasa da petrol
yasasıdır. Bu yasayı hazırlayanların başında Amerikan
petrol tekellerinin avukatı Max Ball vardır. Daha önce
petrol alanındaki üretim ve işletme özel sermaye kesimi
ile değil, devlet tekeliyle gelişiyordu. 1954 yılında
ABD emperyalist tekellerinin direktifleri, petrolün
devlet tekelinden alınıp özel mülkiyete devredilmesini
öngörüyordu. Emperyalist petrol tekellerinin avukatı
Max Ball'ın mimarı olduğu yasa, yer altı zenginlik kaynaklarımızın
şu hükümlerle emperyalist tekellere devredilmesini karara
bağlıyordu. "Petrol kaynakları ancak özel girişim
ve sermayenin etkin olabileceği genişlikte ve oranda
bu alana girebilmesi için, devletin ne arayıcı ve işletmeci,
ne de herhangi bir biçimde petrol sahibi olarak özel
girişimin karşısına çıkmaması gerekmektedir. Özel
girişim, devlete rakip bir durumda çalışmak istememektedir."
[13]
Daha önce devletin tekelinde olan ve TPAO olarak bu
üretim alanında işlev gösteren şirket, yeni yapılan
bir anlaşmayla bu durumu petrol yasası olarak resmileştirirken,
şirketin bütün ayrıcalıklarına son veriyor, yeni sömürgeci
sistemin ruhuna uygun olarak petrol aktiviteleri işbirlikçi
burjuvaziye ve emperyalist mali kaynaklara devrediliyordu
. TPAO'nun üretim ve çalışma alanlarına büyük bir sınırlama
getirilerek, emperyalist tekeller istediği gibi petrol
arama ve çalışma olanaklarına sahip olurken, devletin
bu alandaki etkinliğini fiilen kesmek için yerli şirket,
emperyalist tekellerin eseri olan yeni yasayla, ancak
azami ölçüde sekiz ruhsatla çalışma ve aram yapabiliyordu.
Emperyalizmin yeni sömürge ülkelere yönelik izleyebileceği
strateji ve politik yaklaşım biçimlerini en iyi açıklayan
ve ABD politikasında önemli etkinliğe sahip olan Nelson
Rockefeller, Ocak 1956 yılında Başkan Eisenhower'e yazdığı
bir mektupta, ABD emperyalizminin nasıl bir yol izlemesi
gerektiğini yazıyor ve emperyalizmin yeni stratejisini
şöyle açıklıyordu: "Bizim politikamız hem 'global'
yani dünyanın bütün kara parçalarını kapsayan, hem de
total olmalıdır. Yeni politika, askeri, ekonomik, psikolojik
önlemleri ve özel yöntemleri bir bütün içinde bir araya
getirmelidir. Başka bir deyişle, yapılacak şey atlarımızın
hepsini tek bir arabaya koşmaktır.
Düşüncelerimizin pratikte en son örneği, hatırlayacağınız
gibi bizzat ilgilendiğim İran tecrübesidir. Ekonomik
yardımı harekete geçirerek İran petrolüne el koymayı
başardık ve bu ülkenin ekonomisine yerleştik. İran'da
ekonomik pozisyonumuzun kuvvetlenmesi, bu ülkenin dış
politikasının kontrolümüz altına girmesini ve özellikle
Bağdat Paktı'na girmesini sağladı. Artık İran Şahı elçimize
danışmadan hükümetinde herhangi bir değişiklik yapmaya
bile cesaret edememektedir.
Kısaca söylemek gerekirse, burada ileri sürülen düşünceler
beni ve arkadaşlarımı politik programlarımızın aşağıdaki
temel ilkelere oturtulması zorunluluğuna götürdü.
I- Biz askeri paktlarımızı kurmayı ve sağlamlaştırmayı
hedef alan önlemleri sürdürmeliyiz. Çünkü paktlar herhangi
bir komünist saldırısını ve ulusal hareketleri önlemekte
yararlı olacaklardır. Bundan başka Asya'daki ve Ortadoğu'daki
pozisyonlarımızı her yönden sağlamlaştıracaklardır.
Şu önemli gerçeği gözden uzak tutmamalıyız. Magnezyum,
krom, kalay, çinko ve doğal kauçuğumuzun tamamı, bakır
ve petrolümüzün önemli bir kısmı, kurşun ve aliminyumun
üçte biri, denizaşırı ülkelerden gelmektedir.En önemlisi,
ABD tarafından kurulmuş askeri paktlardan herhangi birinin
etki alanında bulunan Asya ve Afrika'nın azgelişmiş
bölgelerinden gelmektedir. Süper-stratejik maddelerin,
bu arada uranyumun durumu da yukardakiler gibidir."
Rockafeller'in sunduğu raporun ikinci ve üçüncü maddesinde,
kurulan askeri paktların sağlamlaşması ve Marshall Planı
olarak bilinen yeni sömürgecilik programının getirdiği
yasaların ve bu önerilerin hayata geçmesiyle birlikte
daha büyük çıkarlar sağlanacağı vurgulanıyor, Amerikan
emperyalizminin bundan sonra yeni sömürgelere uygulayacağı
ekonomik yardımın üç ana grupta toplanması öneriliyor
ve rapor şöyle sürüyordu.
"Birinci gruba, bizimle dost olan ve bize uzun
süreli sağlam askeri paktlarla bağlanmış olan anti-komünist
hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeler girer. Bu ülkelere
yapılacak yardımlar ve açılacak krediler öncelikle askeri
nitelikte olmalıdır. Oltaya yakalanmış balığın yeme
gereksinimi yoktur. Bu noktada, Dışişleri Bakanlığı'yla
aynı fikirdeyim. Genişletilmiş ekonomik yardım, örneğin,
Türkiye'de bazı durumlarda düşünülenin tersi sonuçlar
verebilir, yani bağımsızlık eğilimini arttırıp, mevcut
askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere, Türkiye
gibi, doğrudan doğruya ekonomik yardım da yapılabilir,
ama bu, ancak bize bağlı hükümetleri iktidarda tutacak
ve bize düşman muhalifleri rahatsız bırakacak biçim
ve oranda olmalıdır.
Bunlarla bağlantılı olarak özel sermaye yatırımlarını
da ayarlamak gereklidir. Hükümet özel sermaye yatırımlarını
cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmasını
bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla, birçok politik
amaca ulaşılabilir. Ayrıca bizi destekte kararsız ve
sallantılı olan bütün kişisel işbirliğine hazır yerli
işadamlarına yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının,
ilgili ülkenin ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri,
buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır."
Rapor, ikinci ve üçüncü gruba sokulan ülkelerin siyasi
politikalarına göre tavır takınılması gerekliliğinden
sözediyor, ülkedeki ekonominin kilit noktalarını ele
geçirmek için işbirlikçi bir sınıf yaratılmasına gidilmesini,
emperyalist sermayeye karşı temkinli davranan hükümetlere
muhalefet eden grup ve kişilerin desteklenmelerini ve
verilen bu destekle emperyalist politikanın ülke içinde
mutlak bir yere sahip olacağını açıklıyor.
Üçüncü grup olarak adlandırılan ülkeler henüz sömürge
halinde olan ülkelerdir. Bu ülkelerde gelişen ulusal
kurtuluş hareketlerini engellemek için sömürge idaresine
karşı ulusal kalkınmayı savunan kesimlere destek verilebileceği,
hatta onlarla ortaklaşa ekonomi tesislerinin kurulabileceği
söyleniyor. Bu stratejiye göre hareket edilmemesi halinde
sözkonusu ülkelere bağımsızlık hareketlerinin gelişip
güçleneceği vurgulanıyor. Sömürge durumundaki bu ülkeler
yalnızca eski sömürücü ülkenin kontrolünden çıkmakla
kalmaz, ABD emperyalistleri de bu hareketlerin gelişimini
engelleyemez, diyor rapor...
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın getirdiği sonuçları
değerlendiren emperyalizm, kaçınılmaz olarak sömürü
yöntemlerinde değişikliğe gitti. Burada Lenin'in
emperyalizm kuramının, kapitalizmin eşit olmayan gelişme
yasası ile birbirini tamamladığını görüyoruz. Bu yasa
gereği emperyalizm, bir yerde güçlü bir kuvvet olarak
ortaya çıkarken, bir başka yerde zayıflamakta, bir bütün
olarak ve sürekli bir gerileme içinde bulunmaktadır.
Marksist bilgi teorisine önemli bir katkı olan Lenin'in
bu saptaması kuram olarak yayınlandığında, emperyalizmin
kolları bir ahtapot gibi bütün dünyayı sarmış bulunuyordu.
Oysa 1970'li yıllarda dünyanın üçte biri sosyalist bir
sistem içinde emperyalizmin karşısına dikilmiş onunla
yaşamın tüm alanlarında boy ölçüşecek boyutlara varmış
bulunuyor. Bu gelişmelerin yanı sıra, emperyalizmin
İkinci Paylaşım Savaşının bedelini çok büyük ve ağır
bir yenilgiyle ödemesi sonucu, eski sömürgecilik yöntemlerini
daha önce olduğu gibi temel bir sömürü biçimi olarak
kullanmadığını-kullanamadığını çeşitli kereler belirtmeye
çalıştık. Bunun nedeni, dünyanın dört bir yanındaki
büyük anakaralarda emperyalizme karşı sürdürülen ulusal
ve toplumsal kurtuluş savaşlarıdır.
Anti-emperyalist ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşları,
emperyalizmin çizdiği sınırları tek tek bozarak onu
kendi sınırları içinde sıkıştırmaktadır. Bu durum emperyalizmin
iç çelişkilerini arttırmakta ve varlığını tehdit eden
çizgiler kazanmaktadır. Eskiden olduğu gibi bu dönemde
de yeni sömürge ve sömürge ülkelerden artı-değer akışını
kolaylaştırmak için hazırlanan gündem, Rockafeller'in
Eisenhower'e sunduğu raporda yer aldığı gibi, dünya
çapında yeni düzenlemeler içermektedir. Yeni sömürgeci
ilişkiler ağının nasıl oluşması gerektiğinin düşünüldüğü,
bütün çıplaklığıyla Ortadoğu Raporunda yer almaktadır.
Bu raporun temel perspektifi, yeni sömürge ülkelerden
artı-değer aktarımını kolaylaştırmak için yeni yöntemler
aramak, yeni önlemler almak ve yeni sömürgelerde
komprador burjuvazinin en ileri unsurlarıyla ilişki
ağı yaratmak, onlarla ortak yatırım yapmak, komprador
burjuvaziye, kendine bağımlı tekelci bir burjuva organizasyonunu
tamamlamak için ülkenin kurumlarını kendilerine bağımlı
hale getirmek, açık işgale girmeksizin ülke içinde faşist
kurumlaşmayı sağlamak, sınıf savaşımının gelişimini
bastırmak, militarist güçlerin gelişme ve modernize
edilmesi, kısaca sömürge tipi faşizmin yerleştirilmesidir.
Savaşın getirdiği sonuçlar, emperyalistlerin bu taktiklere
başvurmasının gündemini yaratmıştır. Dolayısıyla, sömürge
tipi faşizmin ortaya çıkması ve kurumsallaştırılması
için İtalya ve Almanya'da olduğu gibi aşağıdan yukarıya
doğru bir kitle tabanına dayanmak tarzında bir kural
yoktur. Ancak tekelci sermayeye bir kitle tabanı
yaratmak, faşizmin her zaman hayal ettiği bir tablodur.
Ayrıca kitle tabanının faşizmin iktidara gelmesinden
önce mi yoksa sonra mı gerçekleşeceği, ya da hangi boyutta
olacağı ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı bir
olgudur.
Buna karşın Komintern'in faşizm tanımı, faşist kitle
tabanıyla ilgili olarak herhangi bir şey içermediği
gerekçesiyle günümüzde yadsınmakta, ya da doğmatik bir
biçimde bulunduğu somut koşulları dikkate almadan, bir
şablon olarak kabul etmektedir. Eleştirmenler ve
faşizmin evrimine ilişkin düşünce üretemeyenler genel
olarak sadece Alman ve İtalyan faşizmini göz önünde
tutmaktadırlar. Doğru; sözü edilen ülkelerde faşizmin
kitle tabanı üzerinde örgütlenmesinin büyük bir rol
oynadığı gerçeği, yadsınacak bir olgu değildir. Ancak
bu durum, faşist ülkeler için değişmez kural olarak
görülemez. III. Bunalım dönemi ilişkileri içinde, yeni
sömürge ülkelerde geçerliliği kalmamıştır.
Leverenzi ve onun komünist Enternasyonal'de Faşizmin
Tahlili adlı eserinde kullandığı bir alıntının sahibi
olan Emil Carlbach 1970 yılında klasik faşizmin tanımını
her derde deva gören anlayışlara şöyle bir yanıt vermiştir:
"1919'da Macaristan, bugün Portekiz ve Yunanistan
ve diğer faşist ülkelerdeki uygulamalar göstermiştir
ki en gerici tekeller ordunun ve devlet aygıtının
önem taşıyan kesimleri ile birlikte faşizmi kurabilmektedir.
Ancak ondan sonra az çok başarılı olsa da kitle tabanının
terör demogojisiyle oluşturulması denenmektedir."
[14]
Unutulmamalıdır ki, 1950 yılında iktidarı devralan DP
temsilcileri, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı boyunca
batılı emperyalistlerle iyi ilişkiler içinde kalmış,
ülkede onların acentalığını yapmış ve savaş sonrası
dönemde soğuk savaş taraftarı olmuştur. CHP zamanında
kurulmuş ilişkiler DP döneminde en üst boyuta çıkarılmış
emperyalizmin istediği bütün ödünler verilmiştir.
Bu ödünler kapsamında, Yabancı Sermayeyi Özendirme Yasasıyla
ülkedeki bütün üretim alanları emperyalist sermayenin
çıkarları doğrultusunda reorganize edilmiş ve yine çıkarılan
Petrol Yasasıyla ülkemizdeki bütün yer altı ve yer üstü
doğal kaynakları emperyalist tekellerin egemenliğine
sokularak parlamentoda bu bağımlılığın pekiştirilmesi
sonucunda yeni sömürgeciliğin kurumlaşması gerçekleşmiştir.
Doğaldır ki ülke topraklarında sürdürülen bu ilişkiler,
uluslar arası ve bölgesel siyasi ilişkileri de kapsayacaktı.
Emperyalizm ile olan ilişkiler sadece ülke topraklarıyla
sınırlı kalmıyor, Türkiye'nin uluslar arası politikasının
ekseni de emperyalist efendiler tarafından belirleniyordu.
Emperyalist silahsız saldırganlık yoluyla dünya halklarına
karşı yeni bir savaş cephesi açan güçlere, Türkiye'deki
egemen sınıflar tereddüte kapılmaksızın katılıyorlardı.
Ezeli düşman Sovyetler Birliğine karşı "Moskof"
edebiyatının yeniden gündeme getirilmesiyle yapılan
siyasi tercih yetmiyor, ancak verilen köklü ödünler
sonucu bu cephede yer alınabiliyordu.
Ticaret burjuvazisi, tefeci tüccar ve toprak ağalarının
yeni partisi olan DP, iktidara gelir gelmez CHP'nin
yapmak isteyip yapamadığı, başaramadığı işlere el atıyordu.
Bunların başında Türkiye'nin NATO içinde yer alabilme
sorunu geliyordu. Egemen sınıfların taze kanı olan DP,
emperyalizmle girişilen uzun pazarlıklar sonucu NATO'ya
ve doğrudan doğruya ABD emperyalizmine bağlanıyordu.
1952 yılında Türkiye'nin NATO içinde yer almasından
sonra coğrafi olarak Güneydoğu Asya Paktı (South East
Asia Treaty Organisation-SEAO) olarak İngiltere'nin
Süveyş Kanalı'ndan çekilmesiyle doğan boşluğu doldurmak
amacıyla yeni bir "Savunma" Paktı kuruluyordu.
Emperyalizm gerçek yüzünü gizlemek amacıyla dünya halklarına
karşı saldırgan amaçlarını "Savunma" adı altında
sunmaya ve bu iki yüzlülüğünü dünya halklarına benimsetmeye
çalıştı. SEATO, emperyalizmin yayılmacı politikasının
Asya, Afrika ve Ortadoğu'daki saldırgan kollarından
başka bir şey değildir.
1955 yılı Şubat ayında Bağdat Paktı adıyla Türkiye,
İran, Irak ve Pakistan arasında kurulan bu pakt 1958
yılında Irak'taki rejimin düşmesinden sonra "Central
Easren Nations Treaty Organisation-CENTO" adını
alacaktır. Böylece Türkiye'nin devraldığı görev,
hem Sovyetler Birliği'yle Ortadoğu ve Akdeniz arasında
ileri bir karakol olmak, hem de NATO paktıyla Asya'daki
paktlar arasında bir bütünsellik oluşturulmasında kilit
rolü oynamaktır. Bu politik tercih bağlamında iktidarda
bulunan işbirlikçi burjuvazi, tefeci tüccar ve toprak
ağaları, Türkiye'nin aldığı görevler karşılığında sürekli
bir ekonomik yardım sağlamak ve hatta Ortadoğu'da
siyasi üstünlük kurmak hayaline kapılacaktı.
Türkiye DP'nin eliyle emperyalizmin saldırgan bir paktı
olan NATO'ya girdikten sonra bütün enerjisiyle Ortadoğu'da
emperyalistlerin çıkarlarını kollamış ve savunmuş, Sovyetler
Birliği'nin gelişmesi karşısında emperyalistlerin jandarmalığını
üstlenmiş, bir çok durumda batılı emperyalistlerin Ortadoğu'daki
işbirlikçisi durumunda bulunan ülkelerle birlikte olmuştur.
Bu işbirliği emperyalizm adına "kutsal bir görev"
olarak görülmüş ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına
sahne olan Ortadoğu ülkelerinde bu hareketleri bastırmak,
alt üst oluşları engellemek ve halkların kaderini etkilemek
için hiçbir çabadan kaçınmamıştır.
Öte yandan Türkiye'nin Ortadoğu halklarına karşı olan
emperyalizm yanlısı tutumu, Arap dünyasında büyük tepkiler
oluşturuyor ve bu ülkeler haklı bir değerlendirmeyle
Türkiye'yi emperyalistlerin uşağı ve bölge jandarması
olarak niteliyorlardı.
Bilindiği gibi ABD emperyalizminin politik belirlemelerinde
önemli konumdaki en büyük emperyalist tekellerden biri
olan Rockafeller, 1956 yılında ABD Başkanlığına sunduğu
raporda, Bağdat Paktı'nın oluşmasında büyük emek sarfettiğini
ve bu paktın kendi eseri olduğunu vurgulamış, bizim
gibi ülkelere karşı nasıl bir taktik hat izleyeceğini
emperyalizmin yeni sömürgeci politik stratejisinde açıklamıştı.
Rockafeller'in deyimiyle bu dönemde ülkemizde iktidardaki
DP, anti komünist bir parti olup, emperyalizmin çıkarlarını
savunmuş, bölgesel ve uluslar arası düzeyde organize
edilen konferanslarda ABD emperyalizminin ve diğer batılı
emperyalistlerin yanında yer alarak ulusal ve toplumsal
kurtuluş savaşlarının baş düşmanı olmuş, kraldan çok
kralcılığı oynamıştır. Siyasi pratikte bu tutumunu bütün
canlılığıyla kanıtlamıştır.
Nitekim 18 Nisan 1955'te Endonezya'nın Bandung kentinde
toplanan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı'nda Türkiye,
açık bir dille emperyalistlerin sözcülüğünü yapmış,
ulusal ve toplumsal kurtuluş savaşlarına karşı olan
düşman yüzünü bütün çıplaklığıyla ortaya sermiştir.
Konferansta takınılan bu tutum karşısında bir çok ülke
Türkiye'yi sert bir dille eleştirip kınamış ve Arap
Dünyasından gelen nitelemenin bir benzeri de bu konferansta
söz konusu olmuştur.
Yine Mısır'ın Süveyş Kanalı'nı ulusallaştırması karşısında
paniğe kapılan emperyalist devletlerden İngiltere ve
Fransa, bu karara karşı önlem almak için yanlarına İsrail
Siyonist devletini de alarak gizli bir anlaşma yapıp
Mısır'a saldırmışlardır. Emperyalizmin Mısır halkına
karşı giriştiği bu iğrenç saldırıya, en başta Türkiye
destek vermiş ve saldırıyı savunmuştur. Bu olay üzerine
toplanan Londra Konferansı'nda emperyalistler tarafından
getirilen bütün kararlar ve önerilere Türkiye kayıtsız
koşulsuz destek sunmuştur.
Artık yeni sömürgecilik politikası Türkiye'nin politik
yapısında egemen duruma gelmiş, öyle ki 1957 yılında
ABD Suriye ilişkilerinin bozulması ve ortaya çıkan bunalım,
siyaset tarihçileri tarafından, ABD ile Suriye arasındaki
bir durum değil, Türkiye ile Suriye arasındaki bir bunalım
gibi değerlendirilmiştir. Bu durum, yeni sömürgecilik
politikasının bir sömürge olan Türkiye'deki boyutu bakımdan
ilginç bir örnektir.
Keza 1957 yılında Suriye'de yapılan ara seçim sonuçlarının
ülkedeki ilerici güçlerin lehine sonuç vermesi, Türkiye'nin
Ortadoğu'ya yönelik dış politikasında şok etkisi yaratmıştır.
İlerici güçlerin lehine gelişme gösteren bu iç politika
olayı emperyalizm cephesini çok etkilemiş olmalı ki,
bütün diplomatik kanalları ve kuralları bir yana bırakarak,
açık bir dille kaygılarını dile getirmişlerdir. Emperyalistler,
Ortadoğu'nun ileri bir karakol olduğunu, bütün tavır
ve davranışlarıyla somutlaştırmışlardır.
Benzer ve daha ileri boyutu olan başka bir gelişme ise
yine Ortadoğu'da meydana geliyordu. Bu, 14 Temmuz 1958
günü bir Bağdat Paktı toplantısına üzere Ankara'da beklenen
Irak Kralı Faysal ile Başbakan Nuri Sait'in bir darbe
sonucu devrilip öldürülmesi olayıydı. Bu olay Türkiye
üzerinde yeni bir şok etkisi yaratmış, paktın tek Arap
ülkesi olan Irak'ın bu iç siyasi gelişmeleri onu ürkütmüştür.
Irak'taki bu çatışmayı, iktidarın devrilmesini ve siyasi
yöneticilerin öldürülmesini, paktın kuruluş ilkelerinin
bir ihlali olarak değerlendirerek Irak'ın yeni kurulan
iktidarını uzaklaştırmak için ülkeye müdahale etmek
istemiş, fakat paktın patronu Amerika, Türkiye'nin müdahale
isteğine yeşil ışık yakmayınca müdahale planından vazgeçilmek
zorunda kalınmıştır.
Ortadoğu'nun en hareketli ülkelerinden biri olan Lübnan'da,
anti emperyalist güçlerle emperyalizm yanlısı Devlet
Başkanı Şamun'un güçleri arasında çıkan çatışma sonucu
ABD, zaman kaybetmeksizin Lübnan kalesinin düşmesini
önlemek amacıyla, Şamun'a verdiği desteği açık işgale
dönüştürmüş ve Şamun'un devrilmesini önlemeye çalışmıştır.
Diğer bir alt üst oluş ise Ürdün'de meydana geliyordu.
17-18 Temmuz 1958'de ABD Hava Kuvvetlerinin desteğinde,
İngiltere Ürdün'ü işgal etmişti. Bu durum karşısında
Türkiye'nin emperyalist işgale karşı politikası açık
ve nettir. Emperyalistlerin Ortadoğu'ya yönelik işgal
hareketleri Türkiye tarafından sonuna kadar desteklenmiştir.
Türkiye, işgal olayının uluslar arası hukukun kurallarına
göre yapıldığını büyük hoşnutlukla dile getirmiş ve
Amerika'nın Lübnan işgalini "hür dünyanın Amerikan
liderliğine güvenini pekiştirecek" bir eylem ve
müdahale biçimi olarak tanımlayarak yeni sömürgeciliğin
siyasi boyutunun ülkemizde ne denli pekiştiğini göstermiştir.
Lübnan işgalinde emperyalizm Türkiye'yi işbirlikçi hükümet
kanalıyla bir sıçrama tahtası yapmıştır. Ülkemizde kurulan
saldırgan emperyalist üslerden biri olan İncirlik Askeri
Üssü'nü kullanmış, bu kullanış biçimi işbirlikçi iktidar
tarafından Eisenhower Doktrini'nin bir uygulaması olarak
değerlendirilmiş, her ulusal hareketin ardında "komünizm
tehlikesini" gören Türkiye, 1946'lı yıllarda emperyalizmin
başlattığı soğuk savaşın keskin savunuculuğunu yapmıştır.
E- YENİ SÖMÜRGECİLİĞİN KURUMLAŞMASI SÜRECİNDE
EGEMEN SINIFLAR ARASINDAKİ ÇELİŞKİLER
Türkiye'deki egemen burjuvazinin iki fraksiyonu olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. 1950-60 yılları arasında
siyasi iktidarı, mali sermaye, toprak ağaları temsil
etmekteydi. Bunların yanına bir kısım burjuva aydını
geçinen emperyalizm hayranını da koymak gerekecektir.
Egemen sınıfların bir bileşimi olan siyasi iktidarın
yürüttüğü ekonomik politikalar gereği, burjuva sınıfın
temel iki fraksiyonu oldukça zenginleşecektir.
Büyük toprak sahipleri, daha yoğun bir tarım düzeyine
ulaşmak için ellerindeki topraklara yatırım yapmak yerine
gerek krediler ve gerekse tarım ürünleri fiyatlarında
devlet tarafından dünya Pazar fiyatlarının üstünde bir
düzey uygulanması yoluyla devlet hazinesinden kendilerine
kaynak bulmayı tercih ederler. Merkez Bankası'nın Toprak
Mahsülleri Ofisi'ne verdiği açık krediler, 1953 yılında
bu bankanın dağıttığı toplam kredilerin %34,9'unu oluştururken,
bu oran 1956 yılında %14,9'a düşüyor ama 1959 yılında
yeniden %26,6'ya yükseliyordu.
Büyük ticaret burjuvazisine gelince, ithalat tekellerinin
döndürdüğü karlı dolaplarla yükünü tutmayı yeğler ve
sanayi yatırımlarını yalnızca hammadde ithalatına bir
gerekçe olarak kullanır. Ne var ki her iki kanat ta
kazançlarını aynı kaynaklardan sağlamaktadır. Bu kaynaklar,
devlet hazinesi, emperyalist şirketlerin ya da devletlerin
sağladığı krediler ve dövizlerdir. Durum bu şekilde
bir gelişim gösterince, değişik kesimler arasındaki
çatışma kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
Daha 1954 yılı öncesinden başlayarak, egemenlik güçleri
arasındaki çatışmalara tanık oluyoruz. Büyük burjuvazi,
büyük toprak sahiplerine karşı başlıca üç ana noktada
yakınmalarını dile getirmekteydi. Bu yakınmaların ilki,
toprak ağalarının vergi ödememeleri konusundadır. Cumhuriyetin
kurucularının öşürü kaldırma konusundaki uygulamaları
toprak ağalarının işine yaramıştır. Bunlar uygulamada
hiçbir dolaysız vergi ödememektedirler. Büyük burjuvazinin
büyük toprak sahiplerine yönelttiği ikinci yakınma konusu,
ellerindeki topraklarda yoğun bir tarım uygulayarak
dış satımın artmasına, bu yolla da ülkeye daha çok döviz
girdisinin sağlanmasına yardımcı olmamalarıdır. Üçüncü
yakınma konusu ise, büyük toprak sahiplerinin, tasarrufa
hiçbir katkıları olmadığı halde, tarım ürünlerinin belli
bir düzeyde tutulması yoluyla, devlet kredilerinden
büyük bir pay kullanmalarıdır.
Büyük burjuvazinin toprak ağalarına yönelik bu yaklaşımlarıyla
birlikte, büyük burjuvazinin de (ülkede üretimin bütünü
bağlamında, tarım alanındaki üretimin önemine ve bu
üretime tanınan önceliğe karşın) devlet tarafından verilen
kredilerin büyük payını bu kesimin ele geçirdiği yolunda
bir yaklaşımı vardır ve böylelikle çelişkiler şu yüzüne
çıkmaktadır.
Çelişkiler, 1954 yılından sonra, büyük toprak sahipleri
ürünlerini kendi kendilerine pazarlamak amacıyla ticaret
alanlarına kaymaya başlayınca daha da keskinleşiyordu.
En ünlüsü Adana ve çevresindeki pamuk ekimiyle uğraşan
toprak ağalarına bağlı Akbank olmak üzere, büyük toprak
sahiplerinin egemen olduğu yeni mali gruplar ortaya
çıkıyor ve bunlar İş Bankası gibi geleneksel iş çevrelerine
bağlı kuruluşlarla yarışmaya giriyorlardı.
Söz konusu çatışmanın siyasal düzeyde çözülmesi olası
görünmüyordu. Çünkü seçmenlerin ve Büyük Millet Meclisi'ndeki
sandalyelerin çok büyük bir bölümü büyük toprak sahiplerinin
elindedir.Bu bağlamda çatışma ve çelişkiler ekonomik
ve mali cephede sürdürülür. Çatışmanın her iki tarafında
yer alan egemen sınıflar, dünya nimetlerinin en büyük
bölümünü kendi denetimleri altına almak ve bunu korumak
yollarını arar.
Egemen sınıflar arasındaki çatışma, emperyalist çevre
ve kurumların pek hoşuna gitmez ve bu çevre Türkiye
hakkında sesli düşünmeye başlayarak hoşnutsuzluğunu
dile getirir. Egemen sınıflar arasındaki çatışma, son
çözümlemede devlet hazinesinin, yani kağıt para emisyonu
ile beslenen kredi musluklarının durmadan akmasına yol
açar.
1950 ile 1960 yılları arasında toplam kredi hacmi 2
milyon 32 bin Türk lirasından 13 milyon 11 bin Türk
lirasına yükselerek toplam 6,5 kat bir artışa neden
oluyordu. Kamu sermayesiyle bir dizi yeni özel bankalar
kuruluyor, bu bankaların dağıttığı kredilerin 1/3'ü
geri ödenmediği için 1960 yılından sonra bir kısmı iflas
bayrağı çekmek zorunda kalıyordu.
Böylelikle DP iktidarının, "her mahallede bir milyoner
yaratacağız" demogojik sloganıyla yaslanmak istediği
sınıfları ve oy tabanını yitirmemek korkusuyla, büyük
burjuvazi ile toprak ağalarının yararına nasıl bir politika
izlediği kendiliğinden anlaşılır olacaktır. Dolayısıyla,
bir ekonomik bunalım öncesinin bu kendine özgü havası
içinde, yeni servetlerin bölüşülmesine neden olurlar.
Yıllardan beri süren ekonomik bunalım öyle bir noktaya
gelir ki, siyasi iktidar (büyük bir bölümü OEEC ülkelerine
olmak üzere) emperyalist kuruluşlardan sağladığı borcun
büyük bir bölümünü ödeyememe durumuyla karşı karşıya
kalıyor ve bu bunalım bütün boyutlarıyla 1958 yılında
ortaya çıkıyordu. Yeni sömürgeciliğin ilk evresi ve
köklü programı olan "Marshall Planı"nın uygulanmaya
başlamasından 2 yıl sonra Türkiye artık emperyalizmin
bir yeni sömürgesi olma evresini tamamlamış, Türkiye
yönetici sınıflarının ipi, olduğu gibi emperyalizmin
eline geçmiş bulunmaktadır.
1958 yılının Mayıs ayında OEEC Konseyi, işbirlikçi burjuvazi
ve toprak ağalarının iktidarı olan Menderes Hükümeti
bir istikrar programı uygulamaya sokmadığı için, Türkiye'ye
yapılan yardımın durdurulmasına karar verme düşüncesini
bildirir. Emperyalizmin bir kurumu olan OEEC, Haziran
ayı içinde Türkiye'ye yeni bir kurul göndererek yardım
programının ilkelerini ortaya koyar ve bu ilkeler üç
noktada şekillenir.
- Türkiye ekonomisine zarar veren enflasyonist etkenlerin
ortadan kaldırılması,
- Ülkedeki kaynakların düzeltilmesi, düzenlenmesi,
- Ekonominin uzun süreli gereksinmelerini ve ödemeler
dengesinin sunduğu olanakları hesaba katan bir yatırım
programının yapılması,
Bu üç noktada da emperyalist kurumun amacı bellidir.
Kredilerinin sınırlandırılması ve denetim altına alınması,
tarım reformu, 5 yıllık kalkınma planlarının yapılması...
Bu istemler bağlamında emperyalizmin Menderes Hükümeti'nden
istediği istikrar; oy potansiyeline ilişkin kaygıya
kapılmadan ilkelerini hayata geçirmesi ve aynı zamanda
büyük toprak sahiplerine karşı büyük kent burjuvazisiyle
ittifaka girmektir. Emperyalizm, toprak ağalarına karşı
kesinkes işbirlikçi burjuvaziyi destekler. OEEC, başıbozuk
para rekabetinin denetim altına alınması, yabancı sermayenin
güvenlik ve karının sağlama bağlanması amacıyla ticari
kredi mekanizmasının düzeltilmesi önerisinde bulunsa
dahi, aynı zamanda tarım ürünleri fiyatlarını belli
bir noktada tutmak ve para musluklarının büyük toprak
sahiplerine yönelik akışını da engellemek istemektedir.
Tüm bu çelişkilere karşın emperyalizm sermaye akışını
belli bir seviyede sürdürecek ve yeni ödünleri de alacaktır.
Açıkçası emperyalizm Türkiye'yi gözden çıkarmak istememekte
ve bağımlılık zincirine yeni halkalar ekleyerek bu yeni
halkalarına uygun yeni anlaşmalara gitmektedir. Emperyalizm
uzun süreli önlemlerini uygulama alanına koymadan önce
Türk Lirasında yeni bir devalüasyon isteyecek ve 1958
yılının Ağustos ayında devalüasyonun oranı %165 oranında
gerçekleşecek, dolarak karşı TL'nin değeri, 2,80'den
9 Türk lirasına kadar fırlayacaktır.
Yine 1959 yılında yapılan anlaşmalar çerçevesi içinde
OEEC'ye (bu kurum 1961'de bir "E" atlayarak
OECD olacak) bağlı ülkeler Türkiye'ye 357 milyon dolarlık
borç vermeyi kabul edecek, bu borç 450 milyon dolarlık
ticari borcun, zamanı gelen ödemelerinin yapılmasında
kullanılacaktır. Tüm bu önlemler ve anlaşmalara karşın
ülkedeki siyasi denge emperyalist çevreleri doyurmayacak,
işbirlikçi burjuvazinin yararına yeni düzenlemelere
gidilmesi istenecek ve en azından siyasal erkteki toprak
ağaları etkinliği belli bir noktada tutulmaya çalışılacaktır.
İşte bu ilişki ve çelişkiler 1960 yılında en üst boyutta
kendisini hissettirecektir.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde ve sonrasında
Kemalist Diktatörlükten en çok zarar gören kesimlerden
olan köylülük ve küçük burjuvazi, savaş sonrası esen
"çok partili demokratik sistem" rüzgarına
kapılarak, yeni kurulan DP'yi bir kurtarıcı olarak görmüş,
bu aldanı4ş CHP'nin bilinen politikası nedeniyle 1950'de
DP'yi iktidar koltuğuna oturtmuştu. Emperyalizmle ilişkilerin
ve yeni sömürgecilik politikasının savunucusu ve uygulayıcısı
DP, geniş halk kitlelerine CHP'nin verdiği kadarından
fazlasını vermemiş, sınıflar arası uçurum giderek derinleşmiştir.
1960'lara doğru gelinirken işbirlikçi DP Hükümeti, bir
yandan sendikaların sürdürdüğü en alt düzeydeki ekonomik-demokratik
faaliyetleri, "siyaset yapılıyor" gerekçesiyle
işçi sınıfını kımıldatmamak amacıyla yasaklıyor ve baskıları
genişletiyordu. Diğer yandan ise giderek ilk yıllarda
sahip olduğu kitle tabanından uzaklaşmasının önünü almak,
kitle tabanına yeniden canlılık kazandırmak için (en
azından CHP'ye yönelik kitlesel kaymaları önlemek için)
sendikaları bir kukla haline getirerek DP'ye bağlı "Vatan
Cephesi" lokallerine dönüştürüyor, birçok sendikacıya
bu cephenin içinde yer veriyordu.
Ülke, 1960 Askeri Cuntasına doğru giderken ekonomik
ve siyasi olarak büyük bir bunalım içindeydi. İktidara
karşı oluşan toplumsal muhalefeti örgütleyecek alternatif
olarak, düzenin ta kendisi ve savunucusu olan CHP'den
başka bir oluşum yoktu. DP iktidarına karşı büyüyen
hoşnutsuzluk ve ülkede var olan toplumsal huzursuzluk,
aynı zamanda DP'nin halk kitlelerine karşı baskı politikasını
arttırıyordu. Dolayısıyla kitleleri örgütlendirmenin
ve çeşitli alanlarda mevzilendirmenin, sınıfsal dönüşümü
sağlamanı nesnel koşullarının varlığından söz etmek,
dönemin özelliklerini abartmak olmayacaktır.
F- 27 MAYIS 1960
1960 yılının daha ilk aylarında, sistemin iç çelişkilerinin
emperyalist mali çevrelerde özlenen gelişmelere ters
düştüğü açık bir biçimde ortaya çıkar. Emperyalizm,
yaratmak istediği yeni sömürge kapitalizmi modeline
bir türlü uyum sağlamayan ve bu çarkın iyi işletilmesinde
dişlilere takılan büyük toprak sahiplerine karşı, yerli
işbirlikçi burjuvazi (ki bu burjuva kesiminin gelişim
evrimi; ülkedeki emperyalist üretimin acentalığını yaparak
belli bir sermaye birikimi sağlamayı ve daha sonra devlet
desteğinde sanayi alanına kaymayı içerir) ile bu
sanayi burjuvazisinden ayrı olarak faaliyet gösteren
ticaret burjuvazisini desteklemeyi uygun görüyordu.
Oysa, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın bitiminden
hemen sonra, cumhuriyet bürokrasisinin kendilerine daha
fazla yararı olmayacağını anlayan büyük ticaret burjuvazisi
ile toprak ağalarının egemenliğinin bir bileşimi olan
DP'nin ortaya çıkması sonucu oluşan parlamento, büyük
toprak sahiplerine önemli bir siyasal etkinlik sağlıyordu.
Gelişmeler böyle olunca daha 1959 anlaşmalarının (bu
anlaşma 1959'da OEEC'ye bağlı ülkelerin bir takım isteklerde
bulunması ve bunların kabulüyle birlikte Türkiye'ye
357 milyon dolarlık bir ticari kredi sağlamayı karara
bağlıyordu.) yapılmasından başlayarak, ülkedeki siyasi
iktidarla varılan anlaşmaların gereklerinin yerine getirilemeyeceği
anlaşılıyordu. Yani toprak ve tarım reformunun, doğrudan
veya tarım ürünlerinin fiyatlarının belli bir düzeyde
tutulması yoluyla büyük toprak sahiplerine sağlanan
kredilerin verimsizliğini öne süren ve bunların azaltılmasını
amaçlayan bir planın gerçekleşmesiyle mümkün olmayacağı
açık ve net olarak ortaya çıkmıştı.
Planın bu şekilde sonuçsuz kalmasının nedeni kuşkusuz
parlamento aritmetiğinde üyelerin büyük bir çoğunluğunun
toprak ağalarının sözcüsü durumunda olmalarıdır. Bu
bağlamda siyasi iktidar, emperyalist ülkelerle yapılan
son anlaşmadan bir yıl önce, yani 1953 yılından başlayarak
Merkez Bankası'nın, tarım ürünleri fiyatlarını belli
bir düzeyde tutulması için verdiği kredileri daha da
artırmıştır. Sözkonusu krediler, bankanın verdiği toplam
kredilerin 1/4'ünü aşmıştır.
1960 sonrasında uygulanan bu politikanın yanı sıra kredi
mekanizmasının genel durumunda bir düzelme olmamıştır.
1958 ile 1960 yılları arasında bir yavaşlama görülür.
Ama bunların dağıtımı ayna başıbozukluk içinde yapılmaktadır.
İki yıl içinde dolaşımdaki para miktarı %25, ticaret
artışları ise %29 dolayında bir yükselme gösterecektir.
Bu tablo karşısında OECD şu gözlemde bulunur: "Dolayısıyla
şurası açıkça görülmekteydi ki 1958 yılı Ağustos ayında
başlatılmış olan istikrara araştırma programı, başlıca
hedeflerine ulaşamamıştır. Bu hedefler ülke için de
ekonominin dengeye kavuşturulması ve Türkiye'nin pek
yerinde olarak, bağış ve öteki uzun süreli krediler
hesaba katarak ödemeler dengesinin yeniden düzene konulmasıydı.
(...) İşte bütün bunlardan dolayı 1960 yılı başlarında
1958 yılı istikrarlaştırma programının daha titiz bir
biçimde uygulanmasının ivedi bir sorun durumuna geldiği
gitgide daha açıkça görülmekteydi."
27 Mayıs'a gelindiğinde, egemen sınıflar arasındaki
çelişkiler bütün yakıcılığıyla sürüyordu. İş Bankası
çevresini oluşturan egemenlik kesimi tarım alanından
sanayi ve hizmet sektöründeki etkinliklere yönelmişti.
Sermaye grupları arasında doğan karşıtlık şöyle bir
sonuç veriyordu: Tarım kesiminden gelen Adana ve çevresindeki
pamuk tüccarlarının bankası olan Akbank, iktidarda bulunan
parti hiyerarşisinin en üstünde yer alan kişilere sırtını
dayayıp, ticari ve mali dolaplar çevirerek İş Bankası
gibi büyük burjuva kurumlarıyla rekabete giriyordu.
Rekabet sonucu, ,İş Bankası grubunun yayılma alanında
belli bir oranda gerilemesine neden oluyordu. 1946 yılında
İş Bankası, özel sermayenin banka girdilerinin %48'ini
gerçekleştirirken, aynı bankanın 1957'de özel kesimin
bütünü içindeki girdileri %40'a düşmüş bulunuyordu.
İş Bankası'nın etkinlik alanını daraltan olgu, dediğimiz
gibi, toprak ağalığından gelerek mali ve ticari kesime
atlayan Akbank grubuydu.
Uygulanan ekonomik politika büyük oranda işbirlikçi
burjuvazinin çıkarlarını korumaya yönelik olmuş ve siyasal
erkte toprak ağalarının egemenliğini asgari düzeye indirmeyi
hedeflemiştir. Bu durumun somut bir örneği, 1963
yılında İş Bankası girdilerinin 1957 yılına oranla iki
kat artarak özel bankacılık alanındaki toplam girdilerin
%48'ini oluşturmasıdır. Aynı biçimde 1960'a kadar kurulan
bir çok banka hükümetin kararıyla kapatılarak, sermayenin
merkezileşmesi ve tekelciliğin oluşması en azından tekelciliğin
önündeki engellerin kaldırılması hedeflenmiştir.
1960 cuntası nesnel olarak önemli oranda kent büyük
burjuvazisinin, buna bağlı olarak ta emperyalizmin istediği
ekonomik ve siyasi hedeflere yardımcı olmuştur. Milli
Birlik Komitesi'nin uygulama alanına soktuğu politikaya
devam eden C.H.P.'nin denetimindeki hükümetler, ülke
içi ekonomik ve mali durumda bir denge sağlamaya, büyük
toprak sahiplerinin siyasal erkteki gücünü geriletmeye,
aynı zamanda emperyalist sermayenin ülkede kökleşmesine
ve emperyalizmin üretim araçlarıyla işgücü üzerinde
doğrudan denetim kurmasına hizmet etmişlerdir.
1950'li yılların ikinci yarısından sonra ve özellikle
1959-60'a gelindiğinde, çağlar boyunca hep sömürü çarkının
içinde olan ve bir türlü bu çarktan kurtulamayan köylülük
ile sanayi kesiminde çalışan ve henüz ekonomik-demokratik
bir süreçten uzak olan işçi sınıfı ve bu kesimlerle
birlikte küçük burjuvazinin çeşitli kategorileri, mevcut
siyasi iktidardan en çok zarar gören halk sınıf ve katmanlarını
oluşturuyorlardı.
Ancak, var olan nesnel koşullara karşın, öznel koşullar
neredeyse sıfır noktasındaydı. Dolayısıyla, böyle
durumlarda halk kitlelerinin başka güçlerin peşinden
gitmesi, görünürde kitlelerin çıkarlarını savunuyormuş
mesajı verenlerin onları kendi potasında şu veya bu
şekilde eritmesi oldukça kolaydır. Nitekim, küçük
burjuva aydınları, düzen verileri temelinde DP'ye karşı
"demokrasiyi" savunurken, CHP'nin kuyruğundan
ayrılmıyorlardı. Siyasi iktidar, var olan aydın hareketini
CHP'nin bir uzantısı olarak görüyor ve CHP'ye karşı
sert önlemler almaya gidiyordu. CHP muhalefeti ile birlikte
günlük basında da iktidara karşı eleştirilerin dozu
giderek yükseliyordu. İktidar, bu eleştiri dozu karşısında
yeni önlemler almaya başladı. Öyle ki, iktidara karşı
her eleştiri mutlaka soruşturmaya uğruyor ve basının
cenderesi her geçen gün biraz daha sıkılıyordu.
Muhalefet hareketinin gelişim özellikleri, sınıf
önderliğinin ve örgütlülüğünün olmayışı, küçük burjuva
aydın kesimin orduya, ülkedeki geleneksel rolü ötesinde
bakmayışı, yeni sömürgecilik ve sömürge tipi faşizmi
kavramaktan uzak olması, anti-emperyalist, anti-faşist,
anti-oligarşik olguların ülke gündeminde varolamamasını
doğurmuştur. Bu bağlamda ordu bir güven kaynağı idi.
27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleştirildiğinde, DP'yi savunan
Anadolu burjuvazisi ve toprak ağalarının dışında, büyük
halk kitleleri tarafından açık bir destek görmüştü.
İşbirlikçi burjuvazi için ise durum biraz daha değişikti.
İşbirlikçi burjuvazi darbenin ilk aylarında temkinli
davranmayı, hiçbirşeye karışmamayı uygun gördü. Darbenin
niteliğini ve amacını kavrayan burjuvazi, bu yeni oluşuma
müdahale etmekten kaçınmayacak ve yeni oluşum içinde
iradi olarak yer alacaktı.
İşbirlikçi burjuvazi, yeni sömürgecilik politikasını
ne denli kavradığını ve devletin reorganizasyonunu hangi
perspektifler temelinde sağlayacağını öğrenmişti. Burjuvazinin,
yeni sömürgecilik politikasına uygun olarak yüklendiği
göreve geçmeden önce, 27 Mayıs'ın içinde ve önünde yer
alan ordunun konumuna kısaca değinelim.
Ne yazık ki çeşitli siyasi tarihçilerin 27 Mayıs hareketiyle
ilgili araştırma ve yorumları, genel olarak ordunun
tarihsel oluşumuna bağlanarak, cuntayı ilerici, anti-emperyalist
bir hareket olarak değerlendirmek tarzında biçimlenir.
Kemalizmi incelerken nedenlerini açtığımız gibi, Türkiye'nin
siyasi tarihinde ordu, reformcu, ulusçu ve sınıflar
üstü bir kurum olarak tanımlanmaktadır.
Türk Ordusu, Cumhuriyet'in kurulmasından kısa bir süre
sonra Atatürk'ün bilgisi çerçevesinde faşist Alman militaristleri
gibi bir örgütlenme modeline geçmiş ve bu alanda faşist
Almanya ile üst düzey ilişkiler kurulmuştur. Bu ilişkileri
bizzat Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak yürütüyordu.
Almanya'da doktor olarak görev yapan Harun adında bir
faşist, Alman Nazileriyle ilişki halinde olup, Türkiye'deki
ilişkiler de onun aracılığıyla sağlanıyordu. Bu işbirliğinin
amacı, Alman-Türk işbirliği ile kurulacak büyük bir
Turan İmparatorluğu idi. General Hüsnü Erkibağ, Alman
Generali Papen'e başvuruda bulunarak Turancılık konusunda
kendisine görev verilmesini istemiştir. Keza Fevzi Çakmak,
Berlin'de doktor Harun ve Ankara'da General Mürsel Bakır
aracılığıyla Alman generalleri Henting ve Papen ile
ilişki kurmuştur. (15) Çakmak, Kasım 1941'de Dr. Harun
aracılığıyla Henting'e, kişisel olarak Turan konusunda
büyük ilgi duyduğunu, bu yoldan Türkiye ile Almanya
arasındaki ilişkilerin oluşturulabileceğini söylüyordu...[16]
Türk ordusunun eğitimi ve örgütlenmesine ilişkin olarak
şu bilgilerle karşılaşıyoruz: "Türk subaylarını
Alman militarizmine benzer biçimde eğitmek için sivil
danışmanlar yanında asker danışmanlar da -Molteke ve
Liman von Sonders'in ardılları olarak- Türkiye'ye geldiler.
Bunlar daha çok Versailes Anlaşması sonucu işsiz kalmış,
1925'ten bu yana Yıldız Harp Akademisi'nde öğretim yapan
subaylardı. Yenik bir ülkenin temsilcileri olarak resmi
makamlar için tehlikeli görülmüyorlardı. Türk Genel
Kurmayı, piyade generali Mittelberger tarafından eğitilmişti.
Kendisi eski Belgrad ataşemiliteri Faber du Faum'a göre
"tam bir başarı" elde etmişti.
1942'de Mittelberger, Türk ordusunun Alman yöntemlerine
göre yetiştirildiğini, Alman askeri edebiyatının büyük
bir ilgiyle izlendiğini, Harp Akademisi'nin tümüyle
Alman ilkelerine ve deneyimlerine göre çalıştığını sevinçle
belirtiyordu. Türk Genel Kurmayının haber alma servisi,
Birinci Dünya Savaşı'nda Alman gizli askeri servisinin
şefi olan Dışişleri Bakanı Albay Nikolay'ın isteğine
göre biçimlendi. Gerçekten ordunun tüm orta ve üst dereceli
subayları faşist öğretmenler tarafından eğitildi. Bu
yüzden Ankara'da Keller ve Papen gibi nazi diplomatlarını
sık sık, Almanya'nın Türk subayları içinde sağlam siyasal
dayanakları bulunduğunu söylemesine şaşmamalıdır. Bu
subaylarla ilişkiyi 1936'dan bu yana Ankara'daki askeri
ataşe Rohde sürdürüyordu." [17]
Elbette ordunun niteliğini belirleyen ve ona misyonunun
çizgilerini veren özellikler, esas olarak bunlar değildir.
Bir yeni sömürgede, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin
halk kitlelerine, uluslar arası halk hareketlerine ve
sosyalizme karşı silahlı aktivasyon kurumu olan ordu,
kuşkusuz bu şekilde örgütlendirilecek, eğitilecektir.
Çünkü onun varlık koşulları, kullanılma prensipleri
ve alanı, artık emperyalizmin ve faşizmin aynı özdeki
kolluk gücü olma niteliğiyle belirlidir.
Nazi faşizminin yenilmesi ve sosyalizmin zaferiyle sonuçlanan
İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında faşizmin merkezi Amerika'ya
kaymış bulunuyordu. Fakat, savaş sonrasında faşizmin
örgütlenmesinden oldukça farklıydı. Emperyalizmin savaş
sonrası geliştirdiği yeni stratejiye göre; yeni sömürgelerde
anti-komünist hükümetlerle ilişki kurularak, yukardan
aşağıya doğru çarpık bir kapitalizmin geliştirilmesi
temelinde, ülkedeki bütün resmi kurum ve kuruluşlara
yeniden biçim verilecekti.
Nitekim Amerika ile girilen ilişkiler sonucu, Türk ordusu
en yüksek rütbeli subaylardan en alt düzeydeki subaylarına
kadar Amerikan ordusunun çavuşları tarafından eğitilmeye
başlandı. Ordunun eğitimi dış düşmandan çok iç düşmana
göre planlanıyordu. Bu durum, anti-komünizm politikası
çerçevesinde, ülke içinde mevcut düzene karşı gelişebilecek
hareketlerin bastırılması temel motifini taşıyordu.
İç örgütlülüğün bu hareketlerin bastırılmasına gücünün
yetmediği koşullarda, gizli işgal madalyonunun diğer
yüzünün çevrilmesi, emperyalizmin kendi ülkesinin askeri
güçlerine başvurması, yani açık işgal son çareydi...
Türk ordusunun eğitimi, yukarıdaki alıntıda ifade edildiği
gibi, cumhuriyet dönemi boyunca emperyalizmin çıkarlarını
koruma temelinde örgütleniyordu. Ancak 27 Mayıs özgülünde,
askeri darbe, bu hiyerarşik yapı içinde organize edilmiş
bir eylem biçimi değildi. Darbeciler, ordunun orta kademesinde
DP iktidarına özel tepkileri olanlardan, burjuva reformist
eğilim taşıyanlara ve klasik faşizm izleyicilerine kadar
birçok öğenin bir arada olduğu bir kesitten oluşuyordu.
Dolayısıyla, 27 Mayıs eylemini ilerici, anti-emperyalist
bir hareket olarak adlandırmak, anti emperyalist düşünce
ve tavırlardan bir şey anlamamak, yeni sömürgecilik
sistemini ve sömürge tipi faşizm esprisini kavramamak
anlamına gelir.
Tarihimizin bu dönemini incelerken, sağlıklı sonuçlara
varmak için dönemin ilişki ve çelişkilerinin özel yanlarını
iyice kavramak gerekmektedir. Ülkenin iç ve dış politik
gelişmeleri, yeni sömürgecilik ilişkilerinin gereği
olarak ABD emperyalizminin bilgisi çerçevesinde seyrediyordu.
Amerikan gizli haber alma örgütü CIA, 27 Mayıs darbesinden
günü gününe haberdar oluyor ve bu gelişmeyi işbirlikçisi
DP iktidarına bildirme gereğini duymadan Washington'a
"Menderes'in günleri sayılıdır" şeklinde bildiriyordu.
Dolayısıyla 27 Mayıs eylemini tümüyle emperyalizme bağlamak
nesnel bir değerlendirme olmayacaktır. Bununla birlikte
27 Mayıs eylemi, emperyalizmin bilgisi çerçevesinde
geliştiği halde ve ikili antlaşmalara karşın Amerika'nın
bu eylemi bastırmaya yönelik herhangi bir önlem almaması,
hareketin emperyalizmin sessiz desteğini aldığının
en önemli kanıtıdır.
27 Mayıs eyleminin emperyalizmin kanatları altında gelişmesiyle,
Menderes'in devrilmesinden hemen sonra kurulan hükümet,
bütün ikili anlaşmalara, NATO ve CENTO'ya bağlılığını
dile getirmişti. Aynı zamanda DP yönetici ve yandaşlarına
karşı zor kullanma yoluna gidilmişti. Yıllardır kendisine
hizmet eden DP iktidarının böyle bir uygulamayla karşılaşması,
emperyalistleri tedirginliğe itmişti.
Açık olarak emperyalizm artık DP'yi istememektedir.
DP'ye karşı gelişen tavırlar ülke içinde işbirlikçi
burjuvaziyi, dışarıda da emperyalist çevreleri eylemin
niteliği açısından belli bir çekingenliğe sürüklemiştir.
Fakat Milli Birlik Hükümeti emperyalizmden yana açık
bir politika izleyeceği mesajını verince, emperyalizm,
ülke içinde işbirlikçi burjuvaziyle birlikte devletin
reorganizasyonu için yeni sömürgeciliğin perspektifleri
ışığında ve yukarıdan aşağıya yeni sömürge kapitalizminin
işlerliği doğrultusunda olaya müdahale edecektir.
Sınıfların varlığıyla zamandaş varlık koşulları olan
devlet, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracı
olduğuna göre, hangi sınıf egemen durumundaysa devleti
kendi çıkarlarını güvence altına almak için biçimlendirecektir.
Dolayısıyla üretimin giderek toplumsallaşması, artı
değerin özgün ve çekişmeli kullanımı, kapitalist yapının
temel çelişmesini derinleştirmeye yönelik olan ve bu
çelişkinin sürekliliği açısından ortaya çıkan sakıncanın
diğer yönüdür.
Artı-değerin özel ve çekişmeli kullanımı egemen zümreler
arasında varolan çelişkilerin yoğunlaşmasına ve onların
birbirlerine düşmelerine neden olabilir. 1958-60 döneminde
egemen sınıflar arasındaki çatışma bu boyuttaydı.
Heterojen grupların bir araya gelerek bu çelişkilere
müdahale etmesi, işbirlikçi burjuvazi için yeni doğmuş
bir olanaktı.
Burjuvazi, devletin niteliğini ve yeni sömürgecilik
kuramını iyi kavradığından, 27 Mayıs eyleminden hemen
sonra devlet örgütlenmesi içinde yer alarak, DP iktidarına
karşı olan muhalefetin isteklerini ince bir politikayla
nötralize etmeye ve var olan muhalefete karşı kendi
aralarındaki çelişkileri gidermeye çalıştı. Başka
bir deyişle egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin
giderilmesi devlete düşmüş bir görevdi.
Devlet bu noktada müdahalesini artırarak, çelişkiden
etkilenen halk muhalefetinin denetimini sağlamaya, egemen
sınıfların çözülmesini engellemeye çalışır. Devletin
varlığının korunması için bir yandan halk muhalefetine
bazı ödünler vermek, diğer yandan temel istemlere karşı
baskıcı uygulamaları gündeme getirmek gerekmektedir.
Ödün ve baskı, görünürde bir çelişki gibi gözüksede
özünde birbirini tamamlayan niteliktedir. 27 Mayıs eylemi
bu ikilemi içinde taşımaktaydı. Bir yandan nispi demokratik
talepler, grev ve örgütlenme hakkı verilirken diğer
yandan işyerlerinin lokavt hakkı güvence altına alınıyordu.
27 Mayıs'ın en önemli tavırlarından biri, tarım alanlarını
kapalı üretim yapısından kurtarıp ülkenin iç pazarını
geliştirmeye yönelik yeni sömürgeciliğin yukardan aşağıya
doğru nüfuz etmesi sürecinde, işbirlikçi tekelci burjuvazinin
gelişimine hizmet etmek ve diğer egemen sınıf ve katları
işbirlikçi tekelci burjuvaziye yedeklemekti.
II. İzleyen Dönemde (1930-40) Emperyalistlerle İlişkiler
Bölümüne ait
DİPNOT VE KAYNAKLAR
(1) Bu değerler hükümetin şirketlere
yaptığı satın alma sözleşmelerinde yer alan borçlanmalardan
doğan taksitlerin, sözleşmenin yapıldığı yıldaki para
değerine göre faiz hesap edilmeden kapitalize edilmesiyle
hesaplanmıştı. Aslında birçok sözleşmede, borçlanmalar
üstünden faiz ödenmesi de kabul edildiği için satın
almaların gerçek değeri daha fazladır. Örneğin faiz
değerlerinin kapitalize edilmiş değeri de hesaba katıldığında,
demiryolu ve limanlarla ilgili sekiz ulusallaştırmadan
doğan borç 240 milyon TL yi buluyordu. (geri
dön İ)
III- 1940-1960'lı Yıllarda Türkiye'de Sosyo-Ekonomik
Gelişmeler Bölümüne Ait DİPNOT VE KAYNAKLAR
[1] Rozaliyev, Türkiye'de Kapitalist Gelişmenin Özellikleri
(geri
dön İ)
[2]a.g.e (geri
dön İ)
[3] Tüm İktisatçılar Birliği Yayınları, Günümüzde Emperyalizmin
Sömürü Mekanizmaları. (geri
dön İ)
[4] 30 Eylül 1947'de sona eren dönem için Türkiye ve
Yunanistan'a yapılacak yardım konusunda Kongre'ye sunulan
birinci rapor. Aktaran Yaresimos, Azgelişmişlik Sürecinde
Türkiye (geri
dön İ)
[5] Adı geçen rapor, Aktaran Yaresimos, age. (geri
dön İ)
[6] Y. Küçük, Planlı Kalkınma ve Türkiye, Aktaran Yaresimos,
age. (geri
dön İ)
[7] D. Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni (geri
dön İ)
[8]D. Avcıoğlu, age. (geri
dön İ)
[9] K. Bulutoğlu, Yüz Soruda Türkiye'de Yabancı Sermaye.
(geri
dön İ)
[10] D. Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni (geri
dön İ)
[11]D. Avcıoğlu, age. (geri
dön İ)
[12]D. Avcıoğlu, age. (geri
dön İ)
[13] D. Avcıoğlu, age. (geri
dön İ)
[14] Aktaran Leverenz, Komünist Enternasyonel'de Faşizm
Tahlili. (geri
dön İ)
[15] Bkz. Johannes Glasneek, Türkiyede Faşist Alman
Propagandası. (geri
dön İ)
[16] age. (geri
dön İ)
[17] age. (geri
dön İ)
ANA SAYFAYA DÖNMEK
İÇİN TIKLAYINIZ
|