III.
BÖLÜM
ANADOLU HAREKETİ VE KEMALİZM
|
A- SÜRECİN GENEL TABLOSU
Birinci ve İkinci bölümlerde devlet yapısını ve toplumsal
dinamiklerini incelediğimiz Osmanlı Devletinin özellikle
18. yy'dan başlayarak, yaşam damarları hemen hemen tümüyle
tıkanmış, iç çelişkileri, onun çözülüşü ve çöküşü yönünde
ağırlaşmaya başlamıştı.
Dünyanın konjoktürel gelişimi emperyalizmi doğuruyor,
1914'lerde ise ilgili bölümde sıraladığımız çelişmeler
kaçınılmaz çatışmayı gündeme getiriyordu. Emperyalistler
arası 1. Paylaşım Savaşı sırasında Alman Emperyalizmi,
kısa bir süre için de olsa hedeflerinin önemli bir bölümüne
gerçekleştirerek Berlin'den Basra Körfezine dek uzanan
alanda egemenliğini ilan etti. Öte yandan Rusya ve Polonya'da
geniş topraklar ele geçirdi.
Bu gelişmeler, ABD'nin savaşa katılmasında önemli rol
oynamıştır. Nitekim Wilson şöyle diyordu: "Onların
planları Ortadoğu çekirdeği ile Akdeniz üzerine, Asya'nın
kalbine Alman askeri gücünü ve denetimini sağlayacak
geniş bir hat çekmektir. Almanların fiilen denetimleri
altında bulunan alan, Hamburg'dan Bağdat'a dek uzanıyor.
Böylece Alman gücü bütün heybetiyle dünyanın kalbine
saplanmıştır."
Dolayısıyla ABD, Almanya karşısında terazinin kefesine
tüm ağırlığını koyma mücadelesine girdi. Esas ilgi alanları
Latin Amerika, Uzakdoğu ve Avrupa olmasına karşın, gelişmelerden
ötürü bu ilgi bir süre Ortadoğu'ya kaydı. Ve Ortadoğu,
başını Standart Oil'in çektiği ABD petrol tekelleri
ile, Shell önderliğindeki İngiliz petrol tekellerinin
çatışma alanı oldu. Klasik sömürgeciliğin 'demode' yöntemlerine
rağbet etmeyen ABD, Birleşmiş Milletler'de 'Manda Sistemini'
kabul ettirmek yoluyla, Alman sömürgelerinde, Suriye,
Ermenistan, Mezapotamya, Filistin, Arabistan üzerindeki
egemenlik yöntemlerini onaylattı.
Savaş sırasında petrol tüketiminin büyük ölçüde artması,
hükümetlerin gözlerini gelecekte işletebilecekleri kaynaklara
yönelmişti. Yapılan araştırmaların, ABD'deki kaynakların
en çok 30-35 yıllık bir süre için tüketimi karşılayabilecek
durumda olduğunu göstermesi nedeniyle, deniz aşırı kaynaklar
önem kazanmıştı. 1919'da, petrol bulunabilmesi olası
bütün bölgelerdeki konsolosluklara birer genelge gönderilerek,
buralardaki petrol kaynakları üzerinde denetim durumunu,
gelişme umutlarını ve bu alanlardaki petrol üretimine
ABD'nin karışabilme olanaklarını bildirmeleri isteniyordu.
Böylece Ortadoğu'da, Fransa ile işbirliği yapan İngiliz
petrol tekelleri ile ABD tekelleri arasında bir çatışma
başlıyordu.
1. Paylaşım savaşını izleyen uluslararası anlaşmaların
başlıca hedefi de, Almanların Balkanlar ve Ortadoğu
ile olan doğrudan bağlantısını koparmak olacaktır. Genç
ve güçlü emperyalist ABD, o ölçüde programlarında başarılı
olmak şansına sahipti. Nitekim bütün çabasına karşın
Alman Emperyalizmi ağır bir yenilgi aldı.
Aynı süreçte, 1917 Ekim Devrimi'nin uluslararası etkisinin
de rolü ile Almanya'da Spartakistlerin mücadelesinin
yükseldiğini görüyoruz. Yine aynı şekilde, proletarya
ve müttefiklerinin bu büyük zaferi, Ortadoğu halklarının
sömürgecilik karşısındaki ulusal kurtuluş mücadelelerine
yeni bir soluk, daha güçlü bir zemin, olgunlaşmış perspektifler
ve en önemlisi olgu haline gelmiş somutluklar sunacaktır.
Zafere ulaşan Sovyetlerin 3 Aralık 1917'de "Rusya
ve Şark'ın Tüm Emekçi Müslümanlarına" seslenen
bildirisinin perspektifi, emperyalizm ve dünya gericiliğinin
bütün engelleme çabalarına karşın Ortadoğulu yurtseverlerce
duyulan, onların büyük özverilerle yürüttükleri ve el
yordamıyla yollarını çizdikleri ulusal kurtuluş savaşlarına
yeni boyutlar getirdi. "Doğulu, İranlı, Türk, Arap,
ve Hindistanlı müslümanlar, siz hepiniz, kafaları, özgürlükleri
ve yurtları ticaret adına yüzyıllardır Avrupa'nın hızlı
talanına peşkeş çekilenler, ülkeleri savaşa başlatan
yağmacılar tarafından paylaşılmak istenilenler... Alaşağı
edilen Çar'ın İstanbul'u zorla işgal etmek için yaptığı
gizli anlaşmaları yırtıyoruz ve açıklıyoruz... İran'ın
paylaşılması konusunda yapılan anlaşmanın yırtıldığını
ve yokedildiğini açıklıyoruz... Zaman yitirmeyin ve
yüzyıllardır ülkenizi sömürenleri sırtınızdan atın.
Artık yurdunuzun bir parça toprağının bile yağmalanmasına
izin vermeyiniz. Kendi ülkenizin efendisi kendiniz olmalısınız;kendi
hayatınızı kendiniz yapınız ve ülkenizi zenginliklerine
uygun biçimde kendiniz kurmalısınız. Bunu yapmaya hakkınız
var. Kaderiniz kendi ellerinizdedir."
Büyük Ekim Devrimi'nin muzaffer proletaryasının çağrısı
yanıtsız kalmadı.
Büyük Britanya İmparatorluğu'nun yüzlerce yıllık sömürgeciliği,
birbiri üzerine yediği tokatlarla kökünden sarsıldı.
İngiltere'nin hammadde deposu ve geniş pazarı Hindistan'da
Mahatma Gandi önderliğindeki Hindular ve Müslümanlar,
emperyalizme karşı ayakladılar. Sömürgecilerin baskı
ve tahakküm yasalarının yetmediği, terör ve her çeşit
zulümle karşı durmaya çalıştığı bu isyan sürecinde,
yüzlerce kişinin kurşuna dizildiği Amritsar Katliamı,
hala Hindistan halklarının olduğu kadar, bütün dünyanın
mazlum halklarının belleklerindedir. Mısır'da önemli
bir direniş söz konusudur. Sait Zaghlul önderliğindeki
ulusal hareket, katliamlara, zorbalıklara rağmen İngiliz
Emperyalizmi'nin genel etkinliğinin kırılmasında rol
oynamayı bilmiştir. Yine bir İngiliz sömürgesi olan
İrlanda'da 1916 Paskalya Ayaklanması'ndan sonra, emperyalizmin
"böl, parçala, yönet" politikasına karşı ulusal
kurtuluşçuların bayrağı açılmıştır. İrlanda Cumhuriyet
Ordusu (İRA) ve İrlanda Milliyetçi Örgütü Sinn Fein,
İngiliz egemenliğini zorlamaya başladılar ve İRA bu
yolda uzun bir mücadeleye atıldı...
Alman emperyalizmi'nin yediği darbeler ise çok daha
etkili idi. Almanya'nın Avrupa cephelerinde aldığı yenilgiler,
Filistin'deki Türk-Alman cephesinin parçalanmasına yol
açtı. Önce İngilizler, ardından Fransızlar tarafından
aldatılan Araplar, Kudüs'e girdiler. 1918 sonbaharında
Almanlar, emperyalizmin işbirlikçisi Osmanlılar, kayıtsız
şartsız teslim oldular.
Emperyalistlerin birbirleriyle yarışarak koştuğu Ortadoğu'da
halkların başkaldırıları da, sömürgecilerin üstünlük
yarışının materyali haline getirilmeye çalışıldı. Bu
amaçla İngiltere ve Fransa, Arapları Almanlarla karşı
karşıya getirirken, kendi aralarında da ödünleşiyorlardı.
İngiltere bir yandan Avrupa'da Fransa'ya belli ödünler
veriyor, bir yandan da Arap Şeyhleriyle işbirlikleri
kurarak Ortadoğu'da Almanlara karşı durumunu güçlendirmeye
çalışıyordu. (1)
Savaşla birlikte çelişkilerin çözüm platformu da değişmişti.
Bazı nüfuz alanlarındaki çıkar çatışmalarına rağmen,
Alman saldırganlığının hızlı ve başdöndürücü gelişimi
karşısında endişeye kapılan İngiliz ve Fransız sömürgecileri
kolkola girmişlerdi. Ortadoğu'nun paylaşımı konusunda
uzlaşan bu iki emperyalist güç, söz konusu durumu Sykes
Picot anlaşmasıyla somutlaştırmışlardır.
Ortadoğu'nun İngiltere için anlamı, iki önemli boyut
taşıyordu: Birincisi, Asya'daki sömürgelere uzanmak;
ikincisi, petrol yatakları... Ve Sykes Picot anlaşması
uyarınca; Hicaz, Basra, Körfez ülkeleri, Gazze, Beyrut
ve Akdeniz sahillerine uzanan İngiltere, Mısır'a da
egemen olduğundan, Doğu ve Hint yollarının denetimini
eline geçirdi. İngiliz emperyalizmi'nin Mısır'daki etkinliğinin
devamı olmak üzere, Akdeniz kıyı şeridinde güçlü bir
tampon bölgeye gereksinim duyması ise, Siyonizm'in yönlendiriciliğinin
el değiştirmesine neden olmuştur.
O sürece kadar Alman Emperyalizmi'nin denetimindeki
Siyonist hareket, şimdi İngiltere güdümündedir. Teodor
Herz'in rüyası gerçekleşmek üzeredir. Filistin halkının
vatansızlaştırılması.... Katliamlarla başlayan ve Ortadoğu'da
ABD jandarması İsrail devletinin oluşturulmasıyla tırmandırılacak
süreç, İngiliz Emperyalizminin o yıllardaki talan politikasıyla
karakterini belirlemiştir. Ne yazık ki, bu politikanın
aleti sadece Siyonizm olmamış, bölgedeki Arap halkları
da kışkırtılarak zaman zaman İngiliz çıkarları doğrultusunda
kullanılmıştır. Sonuçta Balfour Deklarasyonu (31 Aralık
1918), ABD Emperyalizmi tarafından da onaylandı ve İsrail'in
Filistin topraklarında yerleştirilmesi resmileştirildi.
Ardından İngiliz çıkarlarının temsilciliğine gönüllü
yazılan Faysal, Siyonist lider Weizmann ile anlaşma
imzalayarak, Filistin'deki Siyonist varlığın meşrulaştırılmasında
aktif rol oynadı.
I. Paylaşım savaşından yenik çıkan Almanya, büyük bir
çalkantı içindeki Ortadoğu'dan, "siyasal danışmanlarını"
ve "kültür taşıyıcılarını"da çekmek zorunda
kaldı. Ancak bu durum, Ortadoğu halklarının, Alman militarizminin
ve emperyalizmin tehditlerinden bütünüyle kurtulması
anlamına gelmiyordu. Birtakım monarşiler yerlerini cumhuriyetlere
bırakmışsalar da tekellerin egemenliği esasında bir
dönüşüm olmamıştı. Deutche Bank'ın Ortadoğu planları,
bu kez ilk sosyalist ülkeye yönelik Fransız, İngiliz,
ABD saldırganlık politikalarıyla sürdü.
Paylaşım savaşının başladığı 1914'te, İngiliz Parlamentosunda,
dönemin başbakanı Arguit şöyle konuşuyordu: "Osmanlı
Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır.
Türk İmparatorluğu savaşa girmekle intihar etmiştir."
Sir Adam Blach'de savaşın başladığı yıl İstanbul'u terk
ederken şu görüşü savunur: "Eğer Almanya kazanırsa
siz de kazanırsınız ve Alman sömürgesi olacaksınız,
eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz."
Ne var ki, bu ideologlar yanılmaktadır. Çünkü açık işgaller
ezilen ulus milliyetçiliğine yön verecek, onu bizzat
geliştirip besleyecek ve emperyalistler arası savaşlar,
ulusal ve sınıfsal kurtuluş savaşlarını hızlandıracaktır.
Materyalistlerin öteden beri gördüğü ve saptadığı bu
gerçekleri burjuvazinin de anlaması için ancak söz konusu
durumu dünya somutunda bizzat yaşaması gerekiyordu.
İngiltere'nin durumuna gelince; o sürece kadar Osmanlı
komprador burjuvazisi aracılığıyla tek bir pazarı sömürmek,
İmparatorluğu bir an önce parçalamak gayretindeki Çarlık
Rusya'sına karşı bu çıkarı paralelinde denge kurmak
durumunda olan İngiltere, şimdi tavır değiştiriyordu.
Çünkü Alman Emperyalizmi'nin sahnede büyük bir aktivasyonla
yer alması güçler dengesini değiştirmişti. Ve 1907 yılında
İngiltere bu kez Rusya ve Fransa yanında saf tutarak
üçlü ittifaka katıldı. Ortadoğu'da artan Alman nüfuzu
karşısında diğer emperyalistlerin duydukları endişe,
bir bütün olarak egemenliklerini devam ettirebilme şanslarının
kalmadığını görerek bölgeyi olabildiğince parçalayıp
yönetme seçeneğine yönelmeleri, Osmanlı Devleti'nin
söz konusu emperyalistlerce hep birlikte işgal edilmesini
doğuran etmenlerdi.
19. yy'da (1838) resmen Avrupa kapitalizminin açık pazarı
haline gelen İmparatorluk, şimdi fiilen teslim olmaktaydı.
Mondros Mütarekesi bu teslimiyetin resmi belgesinden
başka bir şey değildi. Anlaşma uyarınca Türk Orduları
silahlarını bırakarak terhis edildi. Sadece iç güvenliği
sağlayacak küçük birlikler silah altında kalacaktı.
(Madde 9) Anlaşmanın 7. maddesine göre savaşı kazanan
emperyalist ülkelerin güvenliği tehdit edildiği zaman,
ülkenin stratejik yerlerinin işgali de yasallaşır. Ayrıca
yine bu devletlerce belirlenen "6 Ermeni ilinde"
(Sivas, Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ) "karışıklık"
çıkması durumunda emperyalistler ülkeyi yasal olarak
işgal edebileceklerdi....
Emperyalistlerin, diledikleri zamanlarda dilediklerince
kullanabilecekleri bu teslimiyet belgesinden 'resmi
biçimde' yola çıkarak, ülkenin bütün zenginliklerini
ve olanaklarını denetlemeyi açık işgalle sürdürmeyi
seçtikleri bu süreçte, bazı yöneticiler de ülkeyi kurtardıklarının
propagandasını yapmaya soyundular. Ülkeyi kurtarmaktan,
emperyalistler arası bir tercih yapmayı anlayan bu çevre,
bir dizi gizli anlaşmayla açık işgalin yaygınlaşmasında
gönüllü hizmet verdiler.
İngiltere'nin, savaştan galip çıkmasına rağmen çeşitli
açılardan bir hayli zayıflamış olması dolayısıyla, açık
işgaldeki rolünün sınırlı tutulması ve Yunanistan gibi
diğer bağımlı ülkelerin ordularını kullanarak işgale
değişik ve dolaylı bir boyut verilmesi, direniş hareketlerinde
ve mücadelenin kazanılmasında etkili olmuştur.
Savaş yıllarında İngiliz Emperyalizmi cephesinden görünüm
nasıldı? Büyük devletlerden Rusya iç savaş halinde idi.
Ege ve İran Körfezi'nden Asya ve Pasifik'e kadar uzanan
alan üzerinde Rus baskısı artık söz konusu değildi.
Alman sömürge imparatorluğu çözülmüş, Afrika'daki stratejik
açıdan önemli olan ve Almanya'nın elinde bulunan topraklar,
İngiltere'nin eline geçmişti.
Fransa, kıta Avrupa'sında üstün durumdaydı. Akdeniz
bölgesinde zayıf İtalya'nın İngiltere'ye gereksinimi
sürüyordu. Rus ve Türk gücünün yıkılmasını Boğazlar
bölgesinde doğurduğu boşluğu doldurmak için Lloyd Geoge,
Yunanlıların İzmir'i işgalini teşvik etti. (İzmir daha
önce Fransa, İngiltere, Çarlık Rusya ve İtalya arasında
yapılan anlaşma gereği İtalyanlara verilecekti.) Rusya'daki
Devrim sonucu Sovyet hükümeti tüm anlaşmaları iptal
edince, İngiltere de İzmir'in İtalyanlara bırakılmasını
istemiş oldu. İngiltere, İtalya'yı Yunanistan gibi denetleyemeyeceğini
düşünüyordu. İtalya'nın aradaki çelişkiler nedeniyle
Paris Konferansı'nı terk etmesini değerlendiren İngiltere,
İzmir'in Yunanlılara bırakılmasını onaylattı.
Daha sonra konferansa katılan İtalya için iş işten geçmişti.
Bu nedenle İtalya, işgal ettiği bölgelerde daha yumuşak
davrandığı gibi, Ankara hükümetine de zaman zaman -doğru
yanlış- emperyalist cepheye ilişkin bilgiler veriyordu.
Ege'nin hem Avrupa hem de Asya kıyıları, emin bir şekilde
Yunanistan'ın eline bırakılırken, Hindistan'a Akdeniz'den
kestirme ulaşım yolu kapanmamış oluyordu. Uzakdoğu'da
Amerika ve Japonya arasındaki sürtüşme, Japonya'nın
İngiltere ile ilişkilerini koruyacağını gösteriyordu.
Ancak Amerika'nın deniz silahlanmasına hız vermiş olması,
İngiltere'nin denizdeki üstünlüğünü tehdit eder nitelikteydi.
Bütün bunlar çerçevesinde Mondros Mütarekesi ertesinde
İngiltere şunu kavramıştı ki; diğer emperyalistlere
oranla daha güçlü durumda olmasına rağmen Türkiye'ye
asker çıkararak uzun süre tutabilecek durumda değildi.
İngiltere'yi direkt askeri müdahaleden alıkoyan ekonomik
olguların yanı sıra, kuşkusuz yüzbinlerin eylemleriyle
somutlaşan ve her gün giderek yaygınlaşan savaş aleyhtarlığı
olgusunu da göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İngiliz
işçi sınıfı ve halkı her fırsatta İngiltere'nin savaşı
durdurmasını istiyordu.
Bütün bunlar savaşın başından beri parçalama, kışkırtma
taktiklerinin kullanılmasına neden oldu. İngiltere 5
Kasım 1914'de Osmanlı Devletine savaş ilan etmeden önce
3 Kasım'da Kuweyt'i "İngiltere'nin himayesinde
bağımsız bir devlet olarak" tanıdı. 5 Kasım'da
Kıbrıs'ı ilhak ettiğini, 18-19 Aralık'ta Mısır üzerinde
himaye kurduğunu açıkladı. Daha sonra, 30 Nisan 1915'de
Yemen'in kuzeyindeki Sabya topraklarının Şeyhi İdris-i
Seyyid'le, 25 Aralık'da da Suudi Şeyhi İbni Suud'la,
3 Kasım 1916'da Katar Şeyhi ile anlaşmalar yaptı. Osmanlı
Devleti 23 Kasım 1914'de "Kutsal Savaş" ilan
ederek din unsurunu İngiltere'ye karşı kullanmak istediyse
de Mezopotamya'nın petrol yönünden önemi nedeniyle Araplarla
sürekli ilgilenmiş olan İngiltere, onları ustalıkla
Osmanlılara karşı ayaklandırdı.
Ruslar'ın bağlantılarını kesmek amacıyla Çanakkale'ye
çıkarma yapmayı amaçlayan İngilizler, Yunanistan'a baskı
yapıyordu. Yunanistan'ın tedirginliğini kırmak için
11 Ocak 1915'te bu ülkeye İzmir Bölgesiyle Kıbrıs ve
Ege Adaları vaat edildi. Sovyet Devrimi'nden sonra ise
Batı kapitalizmi ve İngiltere açısından durum oldukça
endişe verici bir grafik çizmeye başladı. Bir yandan
Boğazların denetimini kaptırmak istemeyen İngiltere,
diğer yandan ne diğer emperyalistlerin ne Sovyetlerin
tepkisini toplamak istemiyordu. Çünkü yeni bir savaş
için ekonomik, sosyal ve askeri açıdan elverişli koşullara
sahip değildi. O halde Boğazları dolaylı bir biçimde
denetlemeye çalışmalıydı.
Ayrıca, Ekim Devrimi'nden Rusya'ya yapılan müdahalenin
yanlışlığı konusunda dersini alan İngiliz Emperyalizmi,
Türkleri dize getirmek için İngiliz askerlerini Türkiye'ye
yollamayı bu yönden de istemiyordu. Ve çözüm olarak
"Büyük Yunanistan" ideali peşinde koşan Venizelos
kullanılacaktı. İşte günümüzde yeni-sömürgeciliğin "bölgesel
savaş" kışkırtıcılığı ve dolaylı işgal taktiklerinin
ilk olguları, I. Paylaşım Savaşı'nın bu çelişme, çatışma
ve "çözüm"lerinde yatar...
Anadolu topraklarındaki açık işgalle, Anadolu Direniş
Hareketi'nin de nesnel koşulları doğmuştu.
B) ANADOLU DİRENİŞ HAREKETİ'NİN VE "KEMALİZM"İN
TANIMI
Anadolu Direniş Hareketi'nin ve Kemalizm'in çözümlemesine
geçmeden önce bu konudaki genel saptama noktalarını
koyalım:
"1. 1919 Anadolu Hareketi asker-sivil aydınlardan
oluşan politik askeri kadrolar önderliğinde, burjuva
program çerçevesinde, burjuvazi-feodalite temeli üzerinde
yükselmiş ve zafere erişmiştir. Bir başka anlatımla,
burjuva ideolojisi önderliğinde kapitalist karakterde
bir harekettir.
2. Anadolu Hareketi, emperyalist açık işgale karşı siyasal
bağımsızlığı hedefleyerek, anti-emperyalist içerik taşımakla
birlikte, sınıf karakterinin kaçınılmaz sonucu olarak
emperyalizme karşı kararlı ve radikal tavır takınamayarak
emperyalist ekonomik etkinliklere karşı tavır alamamış,
imtiyaz ve teşvikleri sürdürmüştür. Tek parti yönetimi
süresince emperyalizm ile ekonomik ve siyasal ilişkiler,
özellikle 1930'lu yıllarda giderek yoğunlaşmış, 2. Paylaşım
Savaşı sonucunda Anadolu Harekatı'na önderlik yapan
aynı kadroların önderliğinde Türkiye, emperyalizmin
boyunduruğuna tamamen sokulmuştur.
3. Üst yapıda feodal kurumlara ve ideolojiye tavır alınmakla
birlikte alt yapıda feodal etkinliklere tavır alınmamıştır.
4. Kurulan T.C Devleti burjuva karakterde, inisiyatif
burjuvazide olmak üzere burjuvazi feodalite ittifakının
siyasal mekanizmasıdır.
5. "Kemalizm", feodal siyasi mekanizmayı yıkması,
feodal ideolojiye karşı tavır takınması ve göreceli
olarak kapitalizmi geliştirici yönleriyle "ilerici"
özellikler gösterirken, "Güneş Dil Teorisi",
"Türk Tarih Tezi" ve Kürt ulusu üzerinde jenoside
kadar uzanan asimilasyon politikası ile şovenist ve
gerici özelliklere sahiptir.
6. "Kemalizm" bir ideoloji değildir. Yerli
burjuvazi bir dönem, özellikle 1930'lu yıllarda "Kemalizm'i
bir ideoloji olarak geliştirmeye çalıştırmış olmakla
birlikte, Kemalizm'in ulaştığı tarihsel evre ve bu anlamda
yerli burjuvazinin gelişim dinamiği buna olanak tanımaktan
uzak kalmıştır. "Kemalizm" kendi içinde oturmuş
bir sistematiğe sahip olmayan, herkesin istediği şekilde
yorumladığı ve sistemin tıkandığı noktalarda esasta
yerli oligarşinin egemenliğini meşrulaştırmak için ve
kitleleri bir ideoloji etrafında toparlamak amacıyla
zorla bir ideoloji gibi sunulmaya çalışılmaktadır.
7. "Kemalizm"in Türkiye solu içinde rağbet
görmesi, 60 darbesinden sonra, bu darbenin getirdiği
"nisbi demokratik ortamın" sınıfsal bir analizden
geçirilmeyip yanlış değerlendirilmesinin sonucudur.
Ve "Kemalizm'in "ilerici" yönleri aşırı
abartılmış ve hatta çeşitli çevrelerce "sosyalist"
bile ilan edilmiştir.
8. Yukarıda sıraladığımız niteliklerinden dolayı "Kemalizm"
anti-oligarşik, anti-emperyalist devrimde dolaysız ittifaklar
içinde değerlendirilemez. (MLSPB III. Olağanüstü Konferans
Kararlarından)
C- ANADOLU HAREKETİ SÜRECİNDE SINIFSAL DURUM
Paylaşım savaşı sonrası, İmparatorluğun emperyalistlerin
açık işgaliyle karşı karşıya kaldığı evrede ülkemizde,
nicel ve nitel olarak güçlü, içinde bulunduğu üretim
ilişkileri temelinde yapısallaşmış, karakterini bulmuş
bir işçi sınıfından söz edebilmek olası değildir.
Bu konuda rakamlara başvurduğumuzda, 1923 yılında 33.058
işletmede ancak 76.216 işçinin çalıştığını görüyoruz.
Durumun bir başka ifadesi, işletme başına ancak 2-3
kişinin düşmesi demektir ki, sınıfın konumlanışına ilişkin
olarak çok şey anlatmaya yeterlidir. Bu işyerlerinde,
genel olarak el sanatlarından öte bir işlev söz konusu
değildir. Bütün bu veriler ışığında, işçilerin örgütlenmesinin
gündeme gelmesi henüz ufukta görünmüyordu. Söz konusu
işletmeler, emperyalizmin işgali altındaki İstanbul,
İzmir gibi illerde yoğunlaşmıştı. Bu durum ise işçileri
fiili olarak mücadelenin içinde olmamalarına rağmen
köylülüğe oranla daha politik ve işgale karşı duyarlı
kılıyordu. Henüz yeterli bir tavra dönüşmese de emperyalizme
karşı mücadele gerekliliğinin fikir olarak belirginleştiği
söylenebilir.
Bu dönemde beliren sol oluşumlar, dünyadaki iki hareketten
etkilenmişlerdi. Birincisi ve elbette en önemlisi Rus
Bolşevik Hareketi; ikincisi ise, Alman Spartakisleridir.
Bu hareketlerin etkileriyle 1919 yılında "Osmanlı
Mesai (Emek) Fırkası" kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun
son Meclis-i Mebusan seçimlerine katılan bu parti, İstanbul'dan
bir de milletvekili çıkarmıştır. Emperyalizmin işgali
altındaki bölgelerde, özellikle İstanbul'da gösteriler
düzenlemiş, grevler yapmıştır. 1919-23 yılları arasında
İstanbul işçileri kurtuluş mücadelesini her yönden desteklerken,
Tünel, Şirket'i Hayriye, Haliç-i Seyrü Sefain, Şimendifer,
Havagazı gibi emperyalistlerin denetimindeki belli başlı
işletmelerdeki grevlerde, ücret artırımının yanı sıra,
8 saatlik işgünü, gece çalışmalarında çift ücret, sağlık
hizmetleri, kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarının
düzeltilmesi ve parasız eğitim sağlanması gibi taleplerde
de bulunmuşlardır.
Ne var ki, bunların hiçbiri işçi sınıfının kurtuluş
savaşına önderlik edebilecek durumda olmasının verileri
değildi. Genel olarak İstanbul emekçileri çerçevesinde
kalan bu işçi hareketleri, Anadolu Hareketine düşünce
ve eylem planında önemli bir faktör sunamadı.
Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan ve yıllardır en
acımasız sömürü koşullarının cenderesi içinde olan köylüler
ise, Balkan Savaşı'ndan beri ardı ardına girilen savaşların
-asker deposu olarak- tam anlamıyla içindeydiler. Bu
savaşların sürekli insan malzemesi olan Anadolu köylüsü,
savaşların kendi yaşamlarına yönelik en ufak bir düzelme
ışığı vermediğini, tam tersine açlık, sefalet, sömürü
ve salgın hastalık getirdiğini görmüşler ve savaşa karşı
soyut bir tepki içine girmişlerdi.
Aynı nedenle, daha birinci paylaşım savaşının son dönemlerinde
bile köy kökenli askerlerin 'asker kaçaklığı' yaygın
bir olgu durumuna gelmişti. Bu şekilde yasa dışı konuma
düşen söz konusu insanlar, yaşamlarını sürdürme yolunu
'eşkıyalık'ta buluyorlardı. Asker kaçağı eşkıyalar genellikle
Müslüman, gayri-müslüm ayrımı yapmadan, bulundukları
bölgelerde gerçekleştirdikleri soygunlarla Anadolu'da
gözardı edilmeyecek bir gerçeklik haline gelmişlerdi.
Ne var ki bu insanların eylemlerinin kurulu düzene yönelik
bir içeriği olmadığı için (varlıklılar üzerinde yoğunlaşan
baskıları, zenginden alıp fakire dağıtma tavırları olsa
dahi) çoğu kez bulundukları yerlerdeki aşiretlerin denetimine
giriyor ve onların vurucu gücü haline geliyorlardı.
Daha sonra ise bu eşkıya köylüler, Kuvay-i Milliye içinde
ve onun örgütlenmesinde rol oynayacaklar, savaşın önemli
gücünü oluşturacaklardır.
Osmanlı ülkesinde, toplum yapısının özelliklerinden
dolayı "ceberut devlet", "yıkılmaz devlet"
psikolojisinin en köklü olduğu kesim olan köylüler,
bulundukları koşullar ne denli olumsuz olursa olsun,
bu koşulların kaynağının devlet olduğunu en azından
yerel otoriteler düzeyinde görseler de, ona karşı durulabileceği
yolunda bir düşünce somutluğuna varamıyor, dolayısıyla
bu temelde bir tavır içine de giremiyorlardı.
Yine aynı yapısal özelliklerin bir sonucu olarak klasik
feodal toplumlara özgü köylü isyanları yaşamamış olan
Osmanlı Köylüsü, politik bir pasiflik içindeydi. Birinci
Paylaşım Savaşı yıllarında gündeme gelen yeni güçlüklerle
ve baskılarla sıkıntısı ağırlaşan köylülüğün, aynı dönemlerde
bazı tavır alışlarına uygun koşullar yaratabilecek otorite
boşluğu da söz konusu olmadığından dolayı -politik pasifliğinin
kırılabilmesinin çıkış yolu yine oluşmamıştır. Ayrıca
eşrafa ekonomik, politik planda büyük ölçüde bağımlı
oluşu da bu durumu pekiştiren önemli bir faktördür.
Emperyalizmin ülkemizdeki doğrudan ya da dolaylı organları,
hem Hıristiyan hem de Müslüman Osmanlı yurttaşlarınca
oluşturuluyordu. Ve gerek uluslar arası pazara yönelik
büyük tarım işletmelerinin mülk sahipleri, gerekse hem
devlet hem de Osmanlı Bankası ya da Düyun-u Umumiye
gibi emperyalizm tarafından yaratılan kurumların görevlileri
olarak köylülerle doğrudan ilişkide somutlaşıyordu.
Sonuç olarak, tarımda dolaysız emperyalist denetim olgusu,
sömürge koşullarının geleneksel köylü isyanlarının önüne
dikiliyordu.
Büyük politik pasiflik içinde bulunan köylülüğün, ülke
koşulları ve bu koşullardaki sınıfsal konumlanışından
ötürü, başlangıçta Ermeni sorununda, Yunan işgalinin
olduğu bölgelerde savaşa girmeleri de eşrafın yönlendirme
ve denetiminde gündeme gelmiştir. Meclisin açılmasından
sonra ise köylülük, çeşitli yasalarla savaşa koyulmaya
çalışılmıştır.
Köylülüğün savaşa katılımını sağlamak için çıkarılan
yasalardan biri 'Baltalık Kanunu'dur. Bu kanun, yeni
meclisin hemen hemen ilk yasalarından biridir. Her orman
köylüsüne iki hektar ormanın mülk olarak verilmesini
kayıt altına alır. Orman köylüsünün savaşa katılımını
sağlamak için çıkarılan bu yasanın uygulanması, Anadolu
Harekatı'nın bitimi ve Lozan Barış Antlaşması sonrası
durdurulmuş, 1924 yılından itibaren ise ormanlar yerli
ve yabancı sermayeye devredilmiştir. Ancak, özel sermayenin
ormanları telef etmesi sürecinden sonra 1937 yılında
da ormanlar devlete devredilir.
Yine aynı yıl çıkarılan bir yasayla da, köylüler 50
hektar büyüklüğünde alanları 'mükellefiyet'le ağaçlandırmaya
zorunlu kılınmıştır. Köylüyü savaşa sokmak için bir
yandan orman verilirken, diğer yandan İstiklal Mahkemeleri
uygulamaları ve Zorunlu Askerlik Yasaları gündeme getirilmiştir.
Son çözümlemede, köylü kitlelerinin örgütsüzlüğünde
somutlaşan ve Osmanlı İmparatorluk düzeneğinin özelliklerince
yüzyıllar boyu gerçek atalet çemberinde biçimlendirilen
Anadolu Köylüsünün, elbetteki savaşa sınıfsal durumuna
uygun isyanlar temelinde katılması veya savaşın önderlik
yükünü paylaşması söz konusu olamazdı. Sömürülen sınıflarla
anti-emperyalist mücadele arasındaki nesnel ve evrensel
bağa rağmen, o koşullarda işçi ve köylülerin konumları
böyle bir mücadeleye önderlik etmelerine elverişli değildi.
Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezi feodal yapısının daha
önce incelediğimiz evrelerinde şekillenen özelliklerinden
dolayı, ülkede emperyalist sömürüye ve emperyalizmin
açık işgaline karşı tavır alabilecek bir ulusal burjuvazi
de gelişmemişti. Emperyalistler, ülke üzerindeki sömürülerini,
Rum, Ermeni, Levanten denilen azınlıklar tarafından
yürütüyorlardı. Özellikle ticaret alanında belli bir
sermaye birikimi sağlayan bu emperyalist burjuvazi,
açık işgali bütün gücüyle destekliyordu.
Türk-müslüman burjuvazisi ise son derece cılızdı. Alman
Emperyalizmi'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun 'bütünlüğünden'
ve yerli burjuvazinin aracılık etmesinden yana tavrı,
son dört yılda İttihat ve Terakki'nin ulusal burjuva
yaratma girişimleriyle çakışınca, savaşın özgün ortamı
belli ölçülerde de olsa belirlenmişti.
Sonuçta, özellikle spekülatif kazançlı bir Müslüman-Türk
burjuvazisinin İstanbul'da yoğunlaştığı görülüyor. 1922
yılında İstanbul'da dış ticaret işletmelerinin %4'ü,
taşımacı firmaların %25'i bu kesimin elindeydi. Kuşkusuz
bu Müslüman-Türk burjuva kesiminin emperyalist sömürüye
ve onun işgaline tavır almasını beklemek gerekmiyordu.
Nitekim açık işgalin kapıyı çaldığı koşullarda İngiliz
yanlısı "Hürriyet ve İtilaf Partisi"ne girerek,
emperyalizmle uzlaşmakta gereken gayreti gösterdiler.
İttihat ve Terakki'nin 4 yıllık politikasından memnun
olmayan ve çelişki içinde olan Anadolu'da, 'eşraf' diye
adlandırılan kesim içinde yer alan Anadolu ticaret burjuvazisi
ile çelişkiler sürdü ve bunlar Anadolu Harekatı'nı desteklemeyerek
dışında kaldılar. Bu kesim, Anadolu Hareketinin başarıya
ulaşacağını anladığı andan sonra ise, İstanbul'da hızla
harekete geçerek yarı-müslüm komprador burjuvazinin
konumunu devralmak için örgütlenmeye başlamıştır.
Türk ticaret burjuvazisi, 1922 yılında Milli Türk Ticaret
Birliği'ni kurarak emperyalist sömürüde aracı olma isteğini
duyurur. Bu birliğin kuruluş amacı, kuruculardan Ahmet
Hamdi Başar'ın açıklamasına göre, Batı sermayesinin
işbirlikçisi gayrı-müslümlerin tasfiyelerinden doğacak
" ticari boşluğu hızla Türk ticaretinin doldurmasını
sağlamak... Bunun için Avrupa ve Amerika'nın büyük ticaret
kurumları ile doğrudan ilişkiler kurulmasına (çalışmak);
onlara Türk olmayan temsilciler yerine Türk işadamları
önermek" idi.
İstanbul ticaret burjuvazisinin bu politikaları, Anadolu
Hareketini yöneten kadroların politikasıyla çatışmıyordu.
Tersine tam bir uyum içindeydi. Dolayısıyla savaşın
dışında kalmış olan İstanbul burjuvazisinin Anadolu
Hükümeti ile anlaşması zor olmamıştır. Ankara Hükümeti
ile anlaştıktan ve onların onayını aldıktan sonra İstanbul
Ticaret Odası'nı ele geçirmeye yöneldiler. Diğer taraftan
da Anadolu Hareketi'nin önderleriyle ilişkilerini geliştirmek
ve böylelikle konumlarını güçlendirmek uğraşı içine
girdiler. 1923 Ocak ayında İstanbul'da bir Dış Ticaret
Kongresi hazırlığı başlatmışlarsa da Ankara Hükümeti
bu kongreyi gerçekleştirmemelerini isteyerek İzmir'de
geniş çaplı bir İktisat kongresi toplanacağını belirtir.
17 Şubat 1923'de toplanan İzmir İktisat Kongresi'nin
hazırlıklı, etkili grubu elbetteki İstanbul Ticaret
Burjuvazisidir. Böylelikle Anadolu Hareketi'nin dışında
kalan bu kesim, zaman geçirmeksizin toprak ağaları ve
Anadolu burjuvazisi ile gereken anlaşma ve uzlaşmaları
gündeme sokarak, yeni devletin sınıfsal temelini oluşturur.
Eşrafın durumuna gelince;farklı sosyo-ekonomik koşulların
özelliklerini taşıyan bir kategoridir. Ama egemenlik,
toprağa bağlı yapısını sürdürdükçe, toprağa bağlı aşiret
beyleri, yarı-feodal ağalar ya da kapitalist tarım üretiminde
büyük mülk sahipleri en önemli unsurlar olmayı sürdürür.
Bunlara, tarım alanındaki üretimle, Osmanlı ya da hıristiyan
burjuvazisi arasındaki aracıları, Anadolu burjuvazisini
de eklemek gerekir. Bu kesim, küçük oranda ticari ve
mali sermayeye, fakat herşeyden önce büyük tarım makinelerinin
toprağa dayalı sermayesine dayandığından, henüz ilkel
bir nitelik göstermekteydi.
Ayrıca, tefeci tüccar ve özellikle Ege'de kapitalist
çiftliklere dayanan oluşum halindeki burjuva sınıfı,
emperyalizmle ve onun ülkedeki uzantısı olan komprador
bürokrasiyle çelişki içindeydi. Emperyalizmin esas işbirlikçileri,
Rum, Ermeni, Levanten kesim olduğu için Anadolu burjuvazisi
sömürüden yeterince pay alamıyordu. Bürokrasinin ise
merkeziyetçiliğinden ve aşırı müdahaleciliğinden yakınmakta
idiler.
Öte yandan son 4 yıllık dönemde İttihat Terakki'nin
yaratma ve geliştirme politikasıyla İstanbul ticaret
kesimini desteklemesi, bu kesimin İttihat Terakki'ye
tavır almasını getirmişti. Çelişkilerin kaynağı, emperyalist
sömürüde aracılık rolünü üstlenmek arzularıydı. Ve elbette
bu kesimden de burjuva demokratik devrim için bir tavır
beklemek söz konusu değildi.
Bir bütün olarak feodal niteliklerin ağırlığını taşıyan
eşrafın dolaysız biçimde emperyalist işgale karşı duruşundan
söz edemeyiz. İşbirliği arzusundaki Türk-Müslüman eşraf
için emperyalist devletlerin doğrudan varlığı, yalnızca
onun işlerini kolaylaştıracak bir durumdu. Feodalizmin
özelliklerinin ağır bastığı bir ülkede en verimli sömürü,
emperyalizme bağımlı, toprağa ve ticarete dayalı burjuvazi
aracılığıyla gerçekleştirilir. Çünkü yabancı sermaye
doğrudan doğruya sınırlı olarak toprak sahibiyle işbirliği
yapma olanağı bulur, yaygın olarak mülk sahibi köylüler
topluluğunun olması durumunda da yerli tüccar kesimini
tercih etmek zorunda kalır. Eşraf açısından bu biçimde
bir yapının oluşturulması temel arzu olduğu için, İngiliz
ve Fransız işgaline karşı tavır almamıştır.
Ne var ki, emperyalizmin açık işgalde Yunan ve Ermeni
unsurunu kullanması, eşrafın sınıfsal çıkarlarını tehlikeye
sokar. Emperyalist sömürüde azınlıkların aracı olarak
kullanılması, eşrafın ticari rantını azalttığı gibi,
toprak mülkiyetini de önemli ölçüde tehlikeye sokuyordu.
Emperyalist sistem içinde hammadde ihracatçısı görevini
üstlenecek sömürge bir Türkiye'de, o güne kadar ticari
faaliyete ağırlık verip kentlerde kökleşen azınlıkların,
doğal olarak temel üretim aracı olan toprağa yönelmeleri,
bir kolonileşmeyi beraberinde getirecekti. Bu durum,
kırsal alandaki feodal yapıyı sarsacak, büyük toprak
sahiplerini topraklarından edecekti.
İşte bu tür bir sömürgecilik, eşrafın ve küçük toprak
sahiplerinin sınıfsal çıkarlarını tehdit edince, son
derece uzun bir döneme yayılan sınıf üstünlükleri karşısında
Rum, Ermeni faktörlerini görünce emperyalist açık işgale
tavır aldılar. Bu noktada, Anadolu Hareketinde ezilen
sınıf ve katmanlar değil ama, sömürüden pay alan kesimler,
durumlarının sarsılması endişesi içinde bir anlamda
sınıfsal tavır almışlardır, demek yanlış olmaz. Eşraf,
emperyalistlere karşı olmadığını, Yunan işgaline karşı
çıktığını, 19 Ağustos 1919 günü Alaşehir Kongresi'nin
tüm delegelerinin imzasıyla İngiliz Generali Milne'ye
çekilen şu telgrafla da göstermektedir. "İtilaf
kuvvetlerine karşı çıkma fikri kimsenin aklından geçmeyen
boş bir düşüncedir. Yunanlıların işgal ettikleri yerlerden
çekilmesini istiyoruz."
Emperyalist açık işgal karşısındaki asker ve bürokratların
tavrını iki ayrı kategoride ele alarak incelemek gerekiyor.
Bunların bir kısmı sarayla bütünleşerek kayıtsız şartsız
teslim olmuş, emperyalizmle her yönden tam bir işbirliğine
girmiştir. İkinci kesim ise, tam tersine emperyalizmin
açık işgaline açık ve erken tavır alanlardı, fakat bunların
da homojen bir yapıları yoktu. Bir bütün olarak sınıfsal-siyasal
kimlik ve bilinç faktörleriyle yönlenmediklerinden dolayı,
ne iç tutarlılık, ne de kategorik tutarlılık gösteriyorlardı.
Bakış açılarının "Amerikan mandacılığı'ndan işgale
karşı açık fiili tavır önderliğine kadar uzanan yelpaze
içinde gezindiği, bazı görüşlerin de zaman içinde değişen,
farklılaşan bir çizgi izlediği görülüyordu.
Ordu ve bürokrasiden gelme bu kadrolar, Anadolu Hareketi'nin
önder siyasi ve asker kadroları oldukları gibi, savaş
sonrasında da, kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin
yönetim ve idari organlarını oluşturmuşlardı. Bu kesimin
savaştaki konum ve rolünü değerlendirirken, sorunu sınıfsal
temellerinde tanımlamak çeşitli karışıklıklara yol açmaktır.
Biraz geriye dönersek, özellikle Tanzimat Dönemi'nden
sonra Osmanlı Aydını, Batı kültürü ve ideolojisiyle
ancak tanışmaya başladı. İmparatorluğun yarı sömürgeleşme
sürecine girmesiyle birlikte, subaylara ve mülkiyelilere,
batılı eğitmenler tarafından batı kültürü de aktarılmaya
başlandı. Tepeden inme bir burjuva ideolojisi olayıyla
karşılaşarak, Batı'daki gelişmeleri, reformları, devrimleri
öğrenip, bunların soyut ve yüzeysel etkileriyle donanan
bu insanlar tarafından, söz konusu çerçeve içinde 'batılılaşma'
akımı başlatıldı.
Burjuva devrimlerinin sempatisi içine giren, ancak yukarıda
dile getirdiğimiz koşullar ve ülkenin ekonomik, siyasal,
toplumsal yapısı temelinde spesifik bir aydın karakteri
sunan kesimce gündeme getirilen değişme, Batı ile özdeşleşme
savları, Batı'nın gerçekleştirdiği burjuva devlet ve
kurumların kendi ülkelerinde de kendileri tarafından
yukarıda aşağıya bir eksen izleyerek gerçekleştirilmesi
soyutlamasından öte bir anlam taşımıyordu. 'Osmanlıcılık'
kapsamında çıkış yapan anlayış, çok uluslu Osmanlı devletinde
ulusal hareketlerin gelişmesiyle birlikte Pan-Türkizm,
Pan-İslamizm aşamasından geçerek, Anadolu Hareketi sürecine
yine gerçek kıstaslarına oturmayan 'Türk Milliyetçiliği'
noktasına ulaştı.
Empoze burjuva ideolojisiyle çarpık donanmış bu milliyetçi
kesim, ülkenin batılılaşması, yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin
geliştirilip Müslüman bir devlet olarak emperyalist
sistem içinde yer alınması amacındaydı. Sömürü sistematiğindeki
yerli Türk-Müslüman burjuvazisinin de desteğiyle iktidarı
ele geçiren İttihat Terakki, esasta bu politikayı uygulamaya
çalışmıştır. Alman emperyalizminin güdümünde yaşama
geçirilen söz konusu politika ile, emperyalistler arası
I. Paylaşım Savaşı'nda Alman emperyalizminin yedeğinde
yer alınarak ülke savaşa sokulmuştur. Sonuç, bilindiği
gibi, ağır bir yenilgi ve ülkenin savaş galibi emperyalistler
arasında dilimlenmesidir.
Savaş sonrasında ise, İttihat Terakki iktidarı sürecinde
görece gelişme gösteren İstanbul burjuvazisi, İttihat
Terakki'den desteğini çekmişti. Savaş suçlusu ilan edilen
İttihat Terakki önderleri yurt dışına kaçmak zorunda
kalmıştı. Kaçak İttihat Terakki önderlerinin bir kısmı,
dışarıda Türklüğü ve İslamiyet'i kurtarma diye ifade
ettikleri bir çaba içine girdiler. Diğer bir kısım İttihat
Terakki kadrolarının Anadolu'ya geçerek savaşa katılmalarına
karşın Anadolu Eşrafı ve halk bu insanları yadsıdı,
onlarla ilişkiye geçmek istemedi. Çünkü halk, son on
yıldır biteviye süren savaşlardan İttihat Terakki'yi
sorumlu tutuyordu. Bunun yanı sıra eşrafın da İttihat
Terakki'nin İstanbul burjuvazisini desteklemesinden
ve tepeden inme tavırlarından dolayı, bu kesime karşı
oluşmuş bir tepkisi vardı. İşte bu nedenlerle, Anadolu
Hareketi içinde asker ve siyasi kadro olarak yer alan
eski İttihat Terakki'liler, İttihat Terakki ile ilişkilerini
gizlemek ya da reddetmek zorunda kalıyorlardı.
Anadolu Hareketi'ni yönlendiren asker-bürokrat kadroların
tavırlarının, temelde İttihat Terakki programlarına
aykırı içerik taşımadığını belirtmeliyiz. Aradaki en
önemli fark, öncekinin 'Türk İslam Dünyası' çapında
savlarla yola çıkmasına karşın Anadolu Hareketi önderlerinin
konuyu Misak-ı Milli sınırları çerçevesinde ele almalarıdır.
Başta 'düşmanın topraklardan kovulması' teması ile yola
çıkan kadrolar, sistemli programlar çerçevesinde davranmamış,
tutumları sürecin seyrine göre gelişen koşullarla belirlenmiştir.
Misak-ı Milli sınırları içinde bir Türk devleti kurulması
ise, emperyalist sömürüye Müslüman-Türk burjuvazisinin
aracılık etmesi paralelinde bir çıkış noktasıydı.
Emperyalistleri ve sarayla bütünleşerek işbirliği tavrını
öne çıkaran kesimi bir tarafa bırakırsak, asker-bürokrat
kadroların açık işgale karşı tutum içine girmelerinin
bir nedeni de, orduların yenilgisinin kabul edilebilir
bir hale dönüştürülmesidir. Diğer bir neden ise, ülkenin
açık işgal altında olmasından dolayı emperyalizmin orduyu
tasfiye etmesi, bu kesimin de tasfiyeyle çakıştığı için,
içine düştükleri her açıdan tecrit durumudur.. Bütün
bunların yanı sıra, kafaları yeni olgularla dolmuştur
ve yeni bir ideoloji demenin doğru olmadığı bu birikimler,
onları tavra yönelten ciddi etmenler olarak belirmiştir.
I. Paylaşım savaşının en önemli faktörlerinden biri
olan Ortadoğu petrol alanları zaten ülkenin elinden
çıkmıştı. Bu bölgelerde artık Türk etkinliğinden söz
etmek olası değildi. Söz konusu kadrolar, anti emperyalist
bilinçten yola çıkan bir anti-emperyalist tavır içinde
değildiler. Ulusal sınırları çizilmiş ve görünürde siyasi
bağımsızlığı olan, emperyalist sömürü sistemi içinde
yerini alan, Müslüman Türk burjuvazisinin başını çektiği
bir kapitalist devlet oluşturulması amacındaydılar.
Bu amaç ve programlarını, emperyalizmin işgaliyle savaşırken,
daha o süreçte emperyalizme dayanarak hayata geçirmeye
çalışmışlardır. Bu noktada sözgelimi, emperyalizmin
ülkeyi fiilen parçalama girişiminden vazgeçtiği, sömürü
aracısı olarak bu kesimi yedeklemediği ve açık işgalde
ikinci devletlerin kullanılmadığı koşullarda asker-bürokrat
kadroların tavırlarının da farklı olacağını belirtmek
gerekiyor.
Savaşın kesin olarak yenilgiyle biteceğinin anlaşılması
üzerine 1918 Ekimi'nde Mustafa Kemal, padişaha mektup
yazarak, Tevfik Paşa Hükümeti'nin Meclis-i Mebusan'dan
güvenoyu alamayarak düşürülmesi ve kendilerinin içinde
yer aldığı bir hükümet kurulması için uğraşmıştır. Bu
da olmayınca, aynı amaçlar için bu kez Mustafa Kemal,
Padişahla görüşür. Fakat yine olumlu bir yanıt alamayınca
gizli bir dernek kurarak hükümeti düşürmeyi dener. Ne
var ki, planlarını gerçekleştiremeyince İtalyan ve İngilizlerle
ayrı ayrı görüşerek sorunu direkt emperyalizmle çözmeye
çalışır.
Bütün bu girişimlerden sonuç alınamayınca, geriye tek
seçenek kalıyordu; Anadolu'ya geçerek eşrafın desteğiyle,
var olan çeşitli örgütlenmeleri merkezileştirmek, daha
kolektif ve güçlü kozlarla emperyalizmin karşısına çıkarak
onu açık işgale son vermeye zorlamak...
Fakat yine de emperyalizmle ilişkiler çeşitli biçimlerde
sürmektedir. 1921 Kasımı'nda Rafet (Bele) Paşa, İngiliz
Generali Harrington'a, İngiltere'nin siyasi desteğine
karşılık olarak İngiliz sermayesine kolaylık gösterileceğine
ilişkin güvence sunar. 22 Kasım 1920 tarihli bir İngiliz
raporunda, Mustafa Kemal'in İngiizler'le anlaşma isteği
bildirilir. Savaş durdurulur ve ülkenin bağımsızlığı
tanınırsa her Türk valisinin yanına bir İngiliz danışmanı
verilmesi gibi İngilizlerin pek çok isteğinin kabul
edileceği ileri sürülür ve Bolşeviklerle ilişkinin kesileceği
bildirilir. Yapılan kongrede, emperyalizme karşı olmadıklarını,
daima işbirliği yapmak yanlısı olduklarını çeşitli şekillerde
vurgulaşmışlardır.
Aynı bağlamda, Sivas Kongresi'nden sonra İstanbul Hükümeti'yle
ilişkileri kesilince, emperyalist ülkelere, hareketlerinden
ürkmemelerini, endişe duymamalarını belirten güvence
içerikli bildiriler yollamışlardır. İngiltere, Amerika,
Fransa, İtalya, Sırbistan, İsveç, Danimarka ve İspanya
elçiliklerine gönderilen bildirilerde, İstanbul Hükümeti'nden
şikayetçi olduktan sonra şöyle demektedirler. "....gerek
milletimizin ve gerekse Avrupa ve Amerika'nın gelecekteki
yüksek çıkarlarına uymakta olan bu günkü milli durumumuzun,
arayışı bozacak hiçbir fikre dayanmadığını ve genel
emniyeti bozacak hiçbir olayın gelişmeyeceğini ve bütün
anlamıyla müslihane bir hareket hattı izleneceğini"
belirttikten sonra da, Sivas Kongresi'nin, "Cihana
adalet vaadeden büyük devletlerin manevi desteğinden
ve kefaletinden emin olduğunu" bildirmektedirler.
Ordu ve bürokrasinin üst kademelerinden gelen ve Anadolu
Hareketine önderlik eden siyasi ve askeri kadrolar,
yukarıda değindiğimiz anlayış ve tavırlarının yanı sıra,
devlet yönetme konusunda deneyime sahiptiler. Bu avantajla
da ülke çapında yaygınlaşan dağınık örgütlenmeleri merkezi
bir odak çevresinde toplayıp kendilerinin siyasi ve
askeri kadrolar olarak benimsenmelerini, eşraftan başlamak
üzere fazla zorlanmadan sağlayabildiler.
D) SAVAŞ DÖNEMİNDE SİYASAL GELİŞME VE İLİŞKİLER
1) Kongreler ve Meclis
Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından sonra İstanbul'da
Ege'de, Güney'de ve Doğu'da yerel eşrafın, aydınların,
bürokrat ve asker kadroların içinde yer aldığı Müdafaa-i
Hukuk Cemiyetleri, Reddi İlhak Cemiyetleri kurulmuştur.
Askeri, mülki ve siyasi işlevleri olan ve içinde eşrafın
ağırlıkta olduğu bu örgütler, bölgesel özellikler taşımaktadır
ve birbirinden bağımsızdır.
Bulundukları bölgelerde, hatta kent ve kasabalar çapında
örgütlenmiş olan bu derneklerin başlangıçtaki amaçları,
Paris Konferansı'nda, yazışma ve görüşmeleri baskı gücü
olarak kullanarak, bölgenin Türk bölgesi olduğunu emperyalist
ülkelere kabul ettirmek yoluyla ulusal sınırların çizilmesidir.
Bu kapsamda, bölgesel kongreler toplayarak izleyecekleri
yolu ve politikaları tartışmışlardır. 1919 İzmir Konferansı,
Balıkesir Kongreleri, Alaşehir Kongresi, Gümülcine Kongresi,
Lüleburgaz Kongresi, Erzurum ve Sivas Kongreleri önemli
toplantılardır. Bu örgütlenmelerin Anadolu'da olanları,
özellikle işgal karşısında, Kuvayi Milliye diye bilinen
askeri örgütlenmelere giderler.
Anadolu Hareketi'nin ilkelerinin derli toplu belgelendiği
ilk kongre, Erzurum Kongresidir. Erzurum Kongresi'ne;
Trabzon, Van, Bitlis, Sivas ve Erzurum delegeleri katılmıştır.
Kongreye 18 çiftçi ve tüccar, 5 emekli subay, 4 emekli
memur, 5 öğretmen, 4 gazeteci, 5 hukukçu, 2 mühendis,
1 doktor, 6 din adamı, 3 eski mebus, 1 kumandan, 1 eski
nazır katılmıştır. İşçi ve köylü ise yoktur. Katılan
memur, öğretmen gibi kesimlerin de büyük çoğunluğu eşraf
çocuğudur.
Kongreye Mustafa Kemal ve arkadaşlarının katılımını,
daha önceden bölgenin eşrafıyla sıkı ilişkileri olan
ve onlar adına hareket eden Kazım Karabekir sağlamıştır.
Erzurum Kongresi'nin önemli özelliklerinden biri de,
savaşa önderlik edecek kadroların birleşmelerinde önemli
bir adım oluşudur. 14 gün süren bu kongrede Misak-ı
Milli sınırları belirlenmiştir. İstanbul Hükümeti'nin
milli iradeye dayanmadığını, Milli Meclis'in hemen toplanması
gerektiğini belirleyen Kongre, hükümetin Kürdistan bölgeleri
konusunda nasıl davranacağını kestiremediği için de
kendince önlemini almıştır: "terk edildiği ve önem
verilmediği halde Hilafet ve Osmanlı Saltanatına olan
bağlılığımızın korunması ve vatanı Rum ve Ermeni ayakları
altında çiğnetmek üzere derhal Doğu Anadolu'da geçici
bir irade oluşturulacaktır." Ülkenin çözülüp dağılması
halinde ise diğer illerle işbirliği içinde vatanı kurtarmak,
bu yapılamazsa Doğu Anadolu'yu tek başına da olsa savunmaya
devam etmek kararına varılıyordu. Kongre, örgütlenme
amacını ve yönetim biçimini belirleyen bir 'tüzük' hazırlamış
ve bir 'heyet-i temsiliye' oluşturmuştur.
Emperyalist devletlerle ilişkiler konusunda ise; Türk
milletinin iyi niyeti ifade ediliyor, Misak-ı Milli
sınırlarının kabul edilmesi, bu sınırlar içinde bağımsız
bir devlet istemi dile getirilecek, bu koşulları kabul
eden emperyalistlerin ekonomik, teknik vb. yardımlarının
sevinçle karşılanacağı ilan ediliyordu.
Ülkedeki tüm örgütlenmeleri merkezileştirme amacı taşıyan
Sivas Kongresi'nde gündemde iki temel konu vardı: Erzurum
Kongresi'nde belirlenen ilkeler ve 'Amerikan Mandası'...
Bu kongrede, Erzurum Kongresi'nde toparlanan ilkeler,
tüm Anadolu'yu ve Trakya'yı da içerecek biçimde genişletilerek
kabul edilmiştir. Bütün Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri,
Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adı altında
birleştirilmiş; ayrıca "heyeti temsiliye vatanın
heyeti umumiyesini temsil eder" kararına varılmıştır.
Sivas Kongresi'nde tartışılan diğer önemli konu, 'Amerikan
Mandası' olmuştur. Kurtuluş savaşına askeri-siyasi önderlik
eden kadroların bir çoğu manda savunucusuydu. Bu kadrolar
arasında mandaya karşı çıkanlar, Mustafa Kemal ve o
süreçte kongreye katılmayan Kazım Karabekir idi. Ayrıca
alt rütbedeki subaylar da bu görüşe katılmıyordu. 'Mandacılar',
ülkenin ekonomik-politik durumunun kötü olduğunu, tek
başına bağımsızlığı elde etmenin mümkün olmadığını,
büyük bir devletin korumacılığının gerektiğini ileri
sürüyorlardı. Kongre, bu konuyu uzun boylu tartışarak
bir sonuca ulaşamayınca Amerika'dan bir kurulun gelip
ülkeyi incelemesini isteyen bir telgrafın Amerikan Meclisi'ne
çekilmesi kararına varılmış, ne var ki, bu istek Amerika
tarafında ciddiye bile alınmamıştır.
Erzurum Kongresi'nde yalnız Rum ve Ermeni işgaline karşı
çıkılırken, Sivas Kongresi'nde "her türlü işgal
ve müdahaleye", "özellikle Rumluk ve Ermenilik
oluşturma amacına" karşı çıkılmaktadır.
Görüldüğü gibi, emperyalizme karşı net ve tutarlı bir
tavır alış söz konusu değildir. Bir taraftan Amerika
davet edilirken diğer taraftan ' her türlü işgal ve
müdahale" reddedilir. Ve kongrelerde esas olarak
'Rumluk ve Ermenilik gayesine' karşı çıkılması, konunun
anlamı açısından diğer önemli noktadır.
Sivas Kongresi sonrası Heyet-i Temsiliye, Anadolu'da
denetim kurmaya başlamış ve Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin
Sivas Kongresi'ni etkisiz kılmak amacıyla aldığı Meclis-i
Mebusan seçimlerinin yapılması kararını savsaklaması
üzerine, seçimlerin hızla yapılmasına çalışılmıştır.
Damat Ferit Hükümeti'nin düşürülmesinden sonra iş başına
gelen Ali Rıza Paşa Hükümeti'yle anlaşarak yapılan ve
azınlıkların katılmadığı seçimde, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti büyük başarı göstermiştir.
Seçimlerden sonra Mustafa Kemal, Meclis-i Mebusan'ın
Anadolu'da toplanmasını istiyor, ancak Heyet-i Temsiliye'nin
yüksek komutanlar ve mülki amirlerle yaptığı toplantı
sonrası, Meclisin İstanbul'da toplanmasına karar veriliyordu.
Meclis-i Mebusan 17 Şubat 1920'de Misak-ı Milli'yi kabul
etmiş ve barışın ancak Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde
benimsenen ilkeler çerçevesinde yapılabileceğini duyurmuştur.
Bir ay sonra, 16 Mart 1920'de ise İstanbul'un emperyalistlerce
resmen işgal edilmesi üzerine Meclis-i Mebusan basılarak
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ileri gelenleri
tutuklanmıştır. Bundan iki gün sonra Meclis-i Mebusan'ın
kendini feshettiğini görüyoruz. Heyeti Temsiliye'nin,
Meclisin Ankara'da toplanmasını ve yeni seçimlerin yapılmasını
ilan etmesiyle, Ankara'da kurulacak Meclis'e, İstanbul'dan
gelen milletvekilleriyle birlikte sancaklardan seçilecek
beşer milletvekilinin katılması kararlaştırılmıştı.
Böylece Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk tüzüğünün
4. maddesi doğrultusunda, ülke yönetimine alternatif
olduğunu somutlaştırmış bulunmaktadır.
Sivas Kongresi'nden sonra başlayan ve Meclis-i Mebusan'ın
dağılmasıyla devam eden ayaklanmaların bir çoğunun İstanbul
Hükümeti'nin kışkırtmasıyla baş göstermesi önemlidir.
Yeni Ankara Hükümeti'nin, özellikle işgal alanları dışındaki
bölgelerde bu ayaklanmaları bastıramadığı koşullarda
otorite kurmasının mümkün olmadığı açıktar. 1920'nin
en önemli sorunlarından biri olan ayaklanmalar, 1920
Eylül başına kadar tam olarak bastırılamamış, sorunu
çözümlemedeki en önemli güç ise Kuvayi Milliye olmuştur.
2) Anadolu'nun Askeri ve Örgütsel Açıdan Durumu
Savaş başlangıcında temel askeri gücün Kuvayi Milliye
olduğu bir gerçektir. Kuvayi Milliye, Rus işgaline ve
Ermeni hareketlerine karşı oluşan yöresel askeri örgütlenmelerdir.
Homojen ve düzenli bir yapısı olmayan Kuvayi Milliye,
ağırlıklı olarak bölge eşrafının desteğiyle, asker-bürokrat
kadrolar tarafından oluşturulmuştur. Ve köylüler, gönüllüler,
efeler, hapishanelerden çıkarılan mahkumlar katılmışlardır.
Köylülük, başlangıçta eşrafın zoruyla seferber edilmesine
rağmen, kazanılan başarılara bağlı olarak, hükümete
ve düzenli güçlere karşı konulabileceği gerçeği somutlaştıkça
gönüllü katılmaya başlamıştır.
Kuvayi Milliye*, gerek iç ayaklanmadaki başarısıyla,
gerekse Yunan ordularına karşı cephelerde ve cephe gerisinde
kazandığı başarılarla, Anadolu Hareketi'ni dünyaya kanıtlayan
güç olmuştur. Fakat düzenli bir örgütlülük olmayışı,
heterojen yapısı ve bileşiminin elverişsizliği çerçevesinde,
ve yer yer bizzat halka yönelik soygunculuk benzeri
olumsuz tavırlar, halkın tedirginlik ve güvensizlik
duygusunu kısa sürede atamamasının etkenleri olmuştur.
* "Kuvayi Milliye", sözcük
karşılığı olarak "Ulusal Kuvvetler" anlamına
gelir |
Bu arada dağınık Kuvayi Milliye güçlerini Çerkez Ethem
ve kardeşleri bir araya toplayarak 'Kuvayi Seyyare (Gezici
Kuvvetler)' adı altında seyyar çete birliğini oluşturmuşlardır.
Bu birliğin elde ettiği bir takım başarılar ve aynı
dönemde ordunun başarısızlıkları, Kuvayi Seyyare'nin
hem ülkede hem de Meclis'te önemli bir prestij elde
etmesini doğurmuştur. Düzenli ordu asker toplamakta
zorluk çekerken, askerleri maddi olanaksızlıklar içinde
çırpınırken, askerleri firar ederken, Ethem'in kuvvetleri
daha bakımlı ve disiplinli bir tablo çiziyorlardı ve
kaçak Kuvayi Milliye askerlerinin bir kısmının bunlara
katıldığı görülüyordu. Bunlar, Anadolu Hareketi'nin
önder kadrolarının durumunu tehdit eden faktörlerdi.
Kuvayi Seyyare de başlangıçta eşrafın etkisi ile oluşmuş
olduğu halde, çıkarların çatışması sonucu bu ilişki
kısa zamanda çelişki haline gelmiştir. Çetelerin bakımı
ve gereksinmeleri için eşraftan vergi toplamasının,
'mülkiyetin kutsallığına' saldırı olarak değerlendirilmesinin
yanı sıra, Kuvayi Seyyare'nin son derece yüzeysel olarak
da olsa Bolşevizm'den esintiler denilebilecek bazı görüntüler
sergilemesi, bu çelişkinin belli başlı nedenlerinden
biridir.
Bütün bunlar, başlangıçta güçlerinin elvermemesi nedeniyle
belirgin olmasa da, Anadolu Hareketi'nin önderlerinin
Kuvayi Seyyare'ye karşı bir tutum içine girmesini doğurmuştur.
Batı'da Ethem güçlerinin karşısına dikebilecekleri bir
askeri varlıkları yoktur. Doğu'da süren Ermeni çatışması
nedeniyle oradan da güç aktarımında bulunamamaktadırlar.
Kuvayi Seyyare'nin halk içindeki prestijinden ötürü
o aşamada bir yok etme hareketine girişmeleri olanaksızdır.
Dolayısıyla, 1920 sonbaharına kadar bu konuda sessiz
kalmışlardır. Bir müddet sonra ise bu güçleri dağıtmak
amacıyla, varlığı ve yokluğu kuşkulu bir 'Yeşil Ordu'
ortaya çıkarılır. Bir taraftan bu Yeşil Ordu aracılığı
ile Kuvayi Seyyare denetim altına alınmaya çalışılırken,
diğer taraftan onun prestijini sarsmak için anti propaganda
uğraşına girerler.
Öte yandan 1920 yılında Ankara'da bir grup Sovyet Devrimi
sempatizanı, gizli Türkiye Komünist Fırkası'nı kurar.
3. Enternasyonal'in emperyalizme ve emperyalist işgale
karşı tavır alan her türlü hareketi desteklediği bu
dönemde, emperyalizmin açık işgali altındaki Türkiye'de,
Sovyet Devrimini yüzeysel bir soyutlama ile ele alıp
genel çizgilerini aynı şekilde izlemeyi amaçlayan bu
örgüt, herhangi bir etkinlik kuramaz ve giderek sağa
kayarak burjuvazinin denetimine girer. 1920 sonunda
yasallaşarak Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adıyla
ortaya çıkar. İlk programından da sapan bu parti, halkla
buluşabilmekten bütünüyle uzak düşmüş ve ancak çok sınırlı
bir aydın kesimine seslenebilmiştir.
Yurt dışında ise, Osmanlı toplumunda ilk sosyalist özellikler
taşıyan örgüt olan Osmanlı Sosyalist Fırkası'nın saflarında
mücadele veren, Rusya'ya sürgüne gönderilen, 1918'de
Moskova'da Türk Sosyalistleri I. Kongresi'nin toplanmasına
ve Moskova, Kazak, Samara, Saratov, Rezan, Asurahan
gibi merkezlerde Türk Komünist Örgütleri'ni kuran ve
burada Stalin'in başkanlık yaptığı "Milliyetler
Halk Komiserliği"ne bağlı olarak kurulan "Doğu
Halklarının Merkez Bürosunun Türk Seksiyonu" başkanı
olan, 1918 Aralık ayında Petrograd'daki Uluslar arası
Devrimciler Toplantısı'na ve 1919 Mart'ında yine Moskova'da
toplanan 3. Enternasyonal'in ilk kongresine Türk delegesi
olarak katılan Mustafa Suphi, 1920'de Bakü'de, Türkiye
Komünist Partisi'ni İttihatçılardan temizleyip yeniden
kurdu.
Bu partinin yapısı dört ana bölümden oluşmaktadır. Örgütlenme:
TKP, Bakü'den başka İstanbul, Zonguldak, Trabzon, Rize,
Nahcıvan, Kuzey Kafkasya ve Anadolu'nun Karadeniz kıyılarında
şubeler açmış ve örgütlenmelere gitmiştir. Propaganda:
TKP, kitap, gazete, duvar gazetesi vb.yayınlamış ve
ayrıca parti okulunu kurmuştur. Haber alma (istihbarat)
konusunda ise TKP, Doğu ülkeleriyle ilişki içinde olup,
Türkiye'den 34 İstihbarat Görevlisiyle haber toplamaktaydı.
Askeri örgütlenme: I. Paylaşım savaşının Türk savaş
esirleri Bakü'de Türk Kızıl Ordu Birliği olarak örgütlendirilir.
Bunlar Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesinden
sonra Türkiye'ye getirilir, ancak savaşa sokulup sokulmadıkları
bilinmemektedir.
TKP 3. Enternasyonal'in politik çizgisine bağlı olarak
şekillenmesini oluşturmuştur. Bakü'de 10 Eylül 1920'de
Türkiye ve Sovyet ülkelerindeki 15 örgütten gelen 74
delegeyle Birinci ve "Genel Türk Komünistleri Kongresini"
örgütleyerek, Mustafa Suphi'nin başkanlığını ve mücadele
merkezinin Anadolu'ya alınmasını karar altına alır.
TKP Merkez Komitesi raporunda şöyle denilmektedir: "Devrim
başarıya ancak devrim ordusu olan geniş köylü yığınlarını
bu devrim savaşına çekmek yoluyla, ancak böyle bir savaşın
sonunda ulaşabilir... Köylü komitelerini kurmak, böylece
köylülerin politik haklarını doğrudan doğruya savunabilmelerini
sağlamak, çiftlik ağalarının, derebeylerinin tarım araçlarına,
iş araçlarına, tohum ambarlarına hemen el koymak, bu
malları köylü komiteleri eliyle dağıtmak... Anadolu'da
yürütülen Milli Kurtuluş Hareketi, emperyalizme karşı
bir savaştır. Bu savaşa bütün yeryüzü proleterlerinin
dayanışma göstereceklerine inanıyoruz.. Memlekette bu
milli hareketin gelişmesi ve derinleşmesi için en elverişli
bir zemin hazırlanacaktır." Görüldüğü gibi emperyalist
işgal altındaki ülkelerin devrim perspektifleri olan
kırların temel savaş alanı olarak benimsenmesi ve halk
ordusu gerçeği, tarım devrimi karakteri, yüzeysel de
olsa saptanmıştır.
TKP, Türkiye'yi dört bir yandan işgal eden emperyalist
kuvvetlere karşı yürütülen silahlı savaşı, emekçilerin,
bütün halkın bir ölüm kalım mücadelesi olarak ele alarak,
bu savaşı emperyalist sömürgeciliğe karşı topyekün yürütülen
bir halk savaşına çevirme kararı vererek, ulusal bir
parti olarak politik alana çıktı. Amacı, örgütsel yapısını
koruyarak emperyalizmin açık işgaline karşı mücadele
eden esasta burjuva karakterli önder kadrolarla yürümek,
bu sırada da işçi ve özellikle de köylüler arasında
örgütlenmeyi gerçekleştirerek Milli Demokratik Devrime
yönelmekti.
Ne var ki, anti-emperyalist mücadeleyi Milli Demokratik
Devrim'e dönüştürme olayında temel öneme sahip olan
önderlik sorununa yanlış yaklaşımı dolayısıyla, savaşı
işçi ve emekçi kitlelerin kurtuluş mücadelesine dönüştüremediği
gibi kendisi burjuva ideolojisinin tavrına yedeklenmek
durumunda kalmıştır. Aynı biçimde, kitlelerle gereken
bağları kurabilmesinde hem olanak tanınmamış, sürekli
bir saldırı odağı olmuş, hem de kitlelerle savaş koşullarında
buluşabilecek bir program yaratamamıştır. Esin kaynağı
ve eğitim platformu Sovyetler Birliği olmuş, ama TKP
bu durumu bir avantaja dönüştürmek yerine kendi potansiyelini
ve platformunu görmesine engel olan dezavantaja dönüştürmüştür.
Sonuç olarak, sağ pratiğin genel sorunları, sürecin
özellikleriyle birleşince, başta önderlik konusundaki
zaafı olmak üzere, hiçbir yönden savaşa inisiyatif koyamamıştır.
Partilerin önderlik olgusuna bakışları ve perspektiflerini
hayata geçirişleri her zaman önemlidir, fakat buna benzer
dönemlerde çok daha fazla önem taşır. Giderek TKP'ye
egemen olan bu konudaki sakat bakış açısı, özellikle
III. Enternasyonal'in "anti-emperyalist tüm hareketler
desteklenmeli" doğru önermesinin ülke koşullarıyla
özdeş bir yoruma oturtulmamasından kaynaklanmış ve önderliğin
burjuva karakterli kadroların etkinliklerine terk edilmesi
pratiğini doğurmuştur. Burada bir noktaya daha işaret
ederek "diyalektiğin olgunlaşan sosyal ve siyasal
nesnellikleri çerçevesinde, bunların ifadesi olarak
teori ve pratikleri gündeme gelir" evrensel mücadele
mantığının halkalarını tamamlamak gerekiyor. TKP bu
döneme ilişkin hatalı saptamalarının yanı sıra, eğer
o süreçte doğru saptamalarını o zaman diliminde yaşama
geçirebilmesine elverişli değildi.
Anadolu'ya gelmek konusunda doğru bir karar alan Mustafa
Suphi'ler bu girişimlerinde, -sanki ulusal mücadele
burjuva önderliğin tekelindeymişçesine- onların bilgisi
çerçevesinde gerçekleştirmeleriyle, katledilmelerine
katkıda bulundular, olanak tanıdılar. Bir başka önemli
yanılgılarını da 'ulusal sorun' konusunda sergilediler
ve gerçek bir şovenist tutum içine girdiler. Kürt ulusu
üzerindeki baskı ve katliamları, 'feodalizm tasfiye
ediliyor", "önderlik gericidir" biçimindeki
demagojilerle yorumlamak olağanüstü bir sosyal şovenizmin
çizgilerini taşıyordu.
Mustafa Suphi döneminde , sürece rağmen ileri politik
kavrayışlara karşın, pratiğin önündeki en kritik sorunlarda
yanılmaları, daha o dönemden, Mustafa Suphi'den sonraki
'Aydınlar Kulübü' TKP'nin zeminini hazırlayan koşullara
olmuştur. Nitekim giderek örgütün kadrolarının "Kemalist"lerin
ideologları haline geldiklerini, 1930'lu yıllarda da
kendilerini feshederek uzun yıllar tamamen kimliksizleştiklerini
görüyoruz.
Bütün bunlara karşın gelişmeler doğal olarak Anadolu
Hareketi'nin önderliğini tedirgin etmekteydi. Durum
ara sıra gerçekten korku duymalarını gerektirecek boyutlar
da kazanıyordu. Sözgelimi 4 Eylül 1920'de Halk Iştirakiyun
liderlerinden Nazım Bey'in, Mustafa Kemal'in desteklediği
adaya karşın İçişleri Bakanı seçilmesi olayı, bu nitelikteki
gelişmelere bir örnektir. Ve elbette Nazım Bey, Çerkez
Ethem de kullanılarak zaman geçirilmeksizin bakanlıktan
alınır.
Ankara Hükümeti bu konuda giderek daha ciddi önlemler
almak zorunda olduğunu görmektedir. 2 Eylül 1920'de
Sovyet Rusya'ya gönderilen heyete yazılan mektupta,
Sovyetler Birliği hakkında bilgiler sıralandıktan sonra,
ülkemizdeki sol hareketler konusunda da şunlar eklenir:
"Öncelikle doğu sınırlarımızdan ve çeşitli bölgelerden
örgüte hafiye-ler sızdırmaya çalışan komünist tarikatına
direnmek ve ılımlı bir akım olarak hükümetin bilinen
idaresinde bulunmak, özellikle ordu içine Bolşevizm'in
örgütlü hafiyesinin girmesine engel olmak amacındayız."
Bu biçimde, önderliğin sol gelişmeleri bir bütün olarak
denetim altına almak yöneliminde olduğu açıkça görülüyor.
Ankara'daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, Nazım
Bey püskürtüldükten sonra yurt dışındaki TKP'ye yönelik
adım atıyor. 15 Haziran 1920'de Mustafa Suphi, Mustafa
Kemal'e 'açık örgütlenme yapıp yapamayacaklarını' sormak
üzere temsilci gönderdiği halde Mustafa Kemal, bu soruyu
yanıtsız bırakır. Fakat iç isyanları esas olarak bastırdıktan
sonra, 13 Eylül 1920'de Mustafa Suphi'ye şunları yazar:
"Amaç ve ilke yönünden bizimle tamamen birlik olan
Türkiye İştirakiyun Teşkilatı ile tamamen işbirliği
edebilmek için BMM'ine tam yetkiye sahip bir temsilci
göndermenizi rica eder ve bu vesileyle samimi hürmet
ve selamlarımı sunarım."
Mustafa Kemal, 13 Eylül'deki bu davetkar ve samimi mektubundan
sonra 16 Eylül'de (yani sadece üç gün sonra) Ali Fuat
Paşa'ya yazdığı mektupta ise şunları söylemektedir:
"Açıklamamdan anlaşılmaktadır ki, kayıtsız şartsız
Rus bağımlılığı demek olan dahildeki komünist örgütlenmesi
amaç olarak bizim aleyhimizdedir. Gizli komünist örgütünü
her ne olursa olsun durdurmak ve uzaklaştırmak zorundayız...",
"bir takım kimseler hileli bir tarzda komünizm
ve benzeri örgütlere taraftar olduğumu yayıyorlar, fakat
yanlıştır. Durum arz ettiğim gibi doğu ile bati ile
belirli bir sonuca varmaktır ve bu nedenle Mustafa Suphi
yoldaşa yazdığım gibi ve yapılacaksa hükümet aracılığıyla
yapmaktır. Doğal olarak komünizm ile bolşevizme açık
olarak aleyhtarlığı uygun görmem".
Aynı günlerde bir taraftan ortak hedefler konusundaki
birlik üzerine yazılanların, diğer taraftan TKP'ye ülkeye
girmesi için davet çıkaran fakat bu hareketin bastırılması
ve ülkedeki komünist potansiyelin denetim altına alınmasını
önemli bir gereklilik olarak gören düşüncelerin iç mantığını
açıklamak için Mustafa Kemal'in mektuplarında ifade
ettiklerine fazlaca bir şey eklemek gerekmiyor.
Aynı mantık, 1920 Sonbahar'ında, tehlikeli olmaya başlayan
Kuvayi Seyyare için suni olarak Yeşil Ordu kurdururken,
şimdi de sol gelişmeleri denetlemek amacıyla resmi komünist
partisi kurduruyordu. Celal Bayar, Yunus Nadi gibi komünizm
düşmanlarının yönetimini oluşturduğu bu partinin amacı;
Bati Cephesi Komutanı Ali Fuat Paşa'ya, resmi Komünist
Partisi Genel Sekreteri Hakkı Behiç ve Mustafa Kemal
imzalarıyla çekilen şu telgrafta da ifadesini bulmaktadır;
"Parti resmen kurulmuş olup faaliyetlerini düzenlediğinden
ve eskiden kurulmuş olan gizli Yeşil Ordu dahil partiye
dönüştüğünden dolayı, artık Bolşevizm, Kemalizm fikri
ve esasları üzerine hiçbir dernek veya heyetin fotoğraf,
belge ve yetkinamesi olmaksızın kim olursa olsun bir
kişinin faaliyette bulunmasına bırakılmayacaktır. Keyfiyet
iç işlerine bildirilmiştir." Aynı biçimde resmi
komünist partisinin organı Yeni Gün gazetesinin başyazarı
Yunus Nadi de kendi dışlarındaki komünizmi "tahripkar"
olarak niteleyerek, hükümet dışında yapılacak her türlü
propagandaya karşı mücadele edeceklerini ve Bolşevizmin
ancak yukarıdan geleceğini, Türklerin getireceğini söyleyerek
resmi komünist partisinin işlevini sergilemektedir.
Ancak resmi Komünist Parti'sinin amacı Rusya'daki TKP
tarafından anlaşılmamış, hatta Resmi Komünist Parti'sinin
yönetiminin eski ittihatçılardan oluşmasından ötürü,
partiyi ittihatçıların kurduğu yanılgısına kapılınmıştır.
Gerek bu nedenle, gerekse de Mustafa Suphi'ye , Kazım
Karabekir Paşa kanalıyla yapılan ülkeye davetin niteliği
anlaşılmadığından, Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı Türkiye'ye
dönerler. Kars'ta coşkuyla karşılanan TKP'liler, 28
Ocak 1921 tarihinde boğdurularak katledilirler. Aynı
tarihte Halk İştirakiyun Fırkası üyeleri tutuklanır.
Yine aynı günlerde, (23-1-1921) Yeşil ordu dosyası mecliste
onaylanır ve İstiklal Mahkemesi'ne verilir.
Bu gelişmelerin yaşandığı tarihsel kesitte, bütün bunların
ülkenin siyasal eksenine yerleşmemesi ve önderliğin
alternatif tavrını somutlaması için başarılara gereksinimi
vardır. Bunun da en belirgin çözümü, sinirli da olsa
askeri planda bir gösteridir. Söz konusu gösteri; İnönü
Cephesinde, esasta ciddi bir çarpışmanın olmadığı, olan
çarpışmada ise bırakalım başarıyı, dağınık bir şekilde
geri çekilmenin yaşandığı, Yunanlıların geri çekildiğinin
öğrenilmesi üzerine bundan vazgeçildiği 'Birinci İnönü
Zaferi' gerçekleştirilir.
Toparlarsak, 1921 sonbaharında iç isyanlar bastırıldıktan
ve işgal alanı dışındaki bölgelerde denetim kurulduktan
sonra, önderlik, durumunu ve sınıfsal niteliğini zorlayabilecek,
sarsacak güçlerle, Kuvayi Seyyare ve komünistlerle hesaplaşmaya
girer. Ancak, askeri ve siyasi olarak gücünün yetersizliğinden
ötürü, ilk etapta aktif bir tavra yönelmez ve önce dolaylı
yollardan, kendi platformu içinde eritme yöntemleriyle
bunları etkisizleştirme yolunu tutar. 3 Aralık'ta, Ermenilerle
imzalanan anlaşmadan sonra Doğunun birinci dereceden
zorlayıcı bir faktör olmaktan çıkması üzerine askeri
ve siyasi gücünü daha rahat kullanabilme olanağına kavuşan
önderlik, 'sol tehlikenin' üzerinde yoğunlaşmıştır.
Ne var ki, Ankara Hükümetinin katliamları, sindirme
hareketleri ve siyasi dolandırıcılıkları ülke solundaki
gelişmeleri tümüyle durduramamıştır. 1922 yılında yeniden
sahneye çıkan Türkiye Halk İştirakiyun Partisi'nin inisiyatifi
ile Mersin'de Adana ve Tarsus proletaryasının temsilcilerinin
katıldığı 'Kilikyalı İşçiler Konferansı' toplanır. Konferansın
aldığı kararların bir bölümü şu şekildedir: "Batı
emperyalizmine karşı mücadelesinde hükümetin iç ve dış
politikasını destekleyen, bu mücadelede oğullarını veren
Türkiye işçi sınıfı, hükümet emekçilerin çıkarına ters
hareket ettiği, iç reformları yavaşlatmaya devam ettiği
zaman, kendisine diğer sınıflarla eşit haklar tanınmasında
kararlılıkla ısrar eder.."
Öte yandan Ankara Hükümeti, askeri kazanımlarına paralel
olarak, emperyalizme şirin görünme çabalarını da hızlandırmıştır.
Daha "Büyük Taarruz'dan kısa bir süre önce (15
Ağustos 1921) Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın kongre
yapmasına izin verilirken, Yunan işgalinin kırılmasının
akabinde, (1922 Eylül) Fırka'nın eylemlerinin yasakladığını
açıklar. Bir kaç ay içinde de Anadolu'da 700 kadar sosyalist
ve sendika yöneticisi tutuklanır.
Sonuçta, bir bütün olarak sürecin ve ülkenin gerçeklerine
ve gereklerine uygun özellikleri olan sistemli bir ideolojik-politik
çizgi yaratarak bunu uygulayamamış olan sol hareket,
Anadolu Hareketi'ne sınıfsal bir içerik kazandıramamıştır.
Bu durum kaçınılmaz olarak burjuva ideolojisinin kuyruğuna
takılmayı doğurmuş, ulusal sorundaki şövenist tutumla
da mücadelenin merkezileştirilmesi olanağı yitirilmiştir.
Özellikle küçük burjuva aydın kadrolarıyla şekillenen
sosyalist düşünce; eklektik, sınıfsal kıstaslarına oturmayan,
her türlü kaynaşmaya açık etmenlerle, başta öz deneyim
ve birikim yoksunluğu olmak üzere, uluslararası hareketten
alınan yanlış şablonlarla biçimlenmiştir.
Dolayısıyla, kitlelerle gerekli bağlar oluşturulamamış,
Sovyet Devrimi'nin prestijinin yarattığı potansiyel
toparlanamamış, Anadolu halkında öteden beri var olan
Moskof düşmanlığı ve komünizm antipatisine karşın gelişen,
olgu haline gelen sol düşünce, Ekim Devrimi'nin büyük
başarısıyla çakışan açık işgal koşullarının ve sonrasının
avantajlarını kullanamamıştır.
Yeterince bilinmeyen sol düşünce adına sol arenada boy
gösteren çeşitli eğilimlere sahip yari-aydınların tutarsız,
bilinçsiz tavırları da ülke sosyalizm sürecini büyük
ölçüde zaafa uğratmış, böylelikle, 60'ların sonlarına
kadar Türkiye solunda reformizmin, revizyonizmin, cuntacılığın
egemen olmasının harcı daha o günlerle atılmıştır.
3) Halk Fırkası
1921 yılı başında, temel hak ve özgürlüklerden söz edilmeyen
ve Cumhuriyet Dönemi'nin ilk nüvelerini taşıyan yeni
Anayasa'nın ilanı üzerine, saltanatın ve hilafetin kaldırılacağını
sezinleyen birçok Müdafaa-i Hukuk, Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk'undan ayrılarak "Muhafaza-ı Mukaddesat
Cemiyeti"ni oluşturmuştur.
Mustafa Kemal'le saltanat ve hilafet yanlısı kişiler
arasındaki yeni düzenin kurumlaştırılmasına yönelik
bakış açısı farklılıklarına karşın, Mustafa Kemal'in
bunlara da saltanat ve hilafetin kaldırıldığını ilan
edinceye kadar açık bir tavır almadığı görülür. Meclis'te
1921'de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun
oluşturulmasının akabinde, 1922 ortalarında da saltanat
ve hilafet yanlılarının bir ikinci grup oluşturdukları
görülür. Kazım Karabekir'in bu grup dolayısıyla duyduğu
endişe nedeniyle, Mustafa Kemal, Karabekir'e çektiği
telgrafta halkçılık ilkesini savunarak, bir program
yapmanın zorunluluğunu, bunun da o koşullarda ancak
grup tarafından yapılabileceğini belirtiyordu ve "Türkiye'nin
başında Halifiye-i İslam olacak ve bir hükümdar sultan
bulunacaktır" güvencesini veriyordu.
Söz konusu iki farklı grup, ileride kurulacak olan HF
(Halk Fırkası) ve TPCF'nin (Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası) nüveleridir. İkinci grubun nüveleri, 1923 Nisan
başında erken seçim kararından sonra yapılan seçimlerde
meclise giremezler. Erken seçim kararının alınmasından
bir hafta sonra ise, Mustafa Kemal, meclisteki grubun
Halk Fırkası'na dönüşeceğini açıklayan "Dokuz Madde"
bildirisini yayımlar.
Mustafa Kemal, ülke işgalden kurtarıldıktan sonra, 7
Aralık 1922 tarihinde Ankara Gazetesi'ne verdiği bir
demeçte, barış sağlanınca Halk Fırkası adında bir parti
kurulacağını açıklamıştır. Bu kararı açıklamasından
sonra ise 15 Ocak 1923'de başlayan ve Mart sonuna kadar
süren bir yurt gezisine çıkar. Bu gezide özellikle piyasa
ilişkileri gelişmiş, kapitalist üretime daha elverişli
ve yatkın olan bölgeleri gezerek, bu bölgelerin varlıklı
kesimleriyle, kuracağı parti konusunu görüşür, büyük
tüccarlardan, arazi sahiplerinden, kendisini ve kuracağı
partiyi desteklemelerini ister, onların çıkarlarını
savunacağını bildirir.
Adana bölgesindeki büyük arazi sahiplerince Türk Ocağı'nda
onuruna verilen yemekte şunları söylemektedir: "Vicdanı
saf ve nazik kalbli... muhterem çiftçiler... millet
beni tekrar seçerse bu yeni meclise dahil olurum...
görevini emniyetle yapabilmek için bir halk fırkası
teşkili emelindeyim. Partinin programını.. bütün millete
bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler
olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerleri... düzeltirim."
Tarsus'ta da bu arazi sahiplerine güvence vererek şunları
söyler: "Şimdiye kadar sizi anlayan, sizin büyük
ruhunuzu takdir eden bu arkadaşınızın sizin için, sizin
refahınız ve istikbaliniz için..." Büyük toprak
sahiplerine ve tüccarlara bu yönde güvenceler verildikten
bir süre sonra da partinin programı ilan edilmiş, seçimler
yenilenmiş ve 9 Eylül 1923'de HF resmen kurulmuştur.
Yeni bir partinin kurulacağı açıklandıktan sonra adının
'Halk Fırkası' olmasına ilişkin çeşitli tartışmaların
gündeme geldiğini görüyoruz. Halk sözcüğünün, toplumun
ezilen ve sömürülen yoksul kesimini, işçi ve köylüleri
ifade etmesinden ötürü özellikle İstanbul ticaret burjuvazisi
konuya endişeyle yaklaşmış ancak Mustafa Kemal, "mesele
programdır, isim değişikliğiyle kimseyi kandırmayız"
diyerek gerçeğe açıklık getirmiştir.
Halkçılık kavramı, daha önceki süreçlere dayanmaktadır.
1920 sonbaharında benimsenen halkçılığının temel amacı,
bolşevizmin sempatisini törpülemek, o sırada mecliste
bulunan halk zümresini denetim altına almak ve hala
görece Sovyetlerin etkisi altında bulunan bazı İttihat
Terakkicilerin radikal program ve düşüncelerini kendi
bünyelerinde eritmektir. Nitekim 16 Eylül 1920 tarihinde,
Ali Fuat Paşa'ya yazdığı mektubunda Mustafa Kemal şunları
söylüyor: "Mecliste yeni olarak meydana çıkan Halk
Zümresi bizim tanıdığımız arkadaşlardı. Bunlar memlekette
bir sosyal devrimin-kısmen olsun- gereğine inananlardır.
Bu girişimin nedenini anlayamamışlardır. Hükümetten
ayrı bir zümre oluşturmaktan vazgeçirmek istedik, mümkün
olmadı. Fakat şimdi halkçılık programı adı altında hükümetçe
bir program kabul ettik. Halk zümresi kendiliğinden
dağılmış gibidir."
Görüldüğü üzere, soldaki güçleri ve oluşumları etkisizleştirmek
amacıyla gündeme getirilen bu yaklaşım, daha sonraki
süreçlerde de 'sınıfsız toplum', 'kaynaşmış bir ulus',
'tüm ulusun partisi' türünden demagojilerle sınıf mücadelesinin
gelişiminin önüne geçilmek üzere sürekli taşınan bir
öğe haline gelecektir.
Halk Fırkası'nın oluşturulma sürecindeki gelişmeler,
Fırka'nın niteliği ve programının dayandığı güçlerin
ifade ettiği anlam, programının kapsamı; TC Devlet olgusunun
ve yürütmenin temel özelliklerinin anlaşılması açısından
büyük önem taşır. Bu nedenle sözkonusu ünlü '9 madde'yi
buraya olduğu gibi almadan önce özellikle vurgulayalım
ki, bu ilkeler İzmir İktisat Kongresi'nin sonuçları
uyarınca biçimlendirilmiştir.
"1- Ulusal egemenliğe bağlılık ve yönetimle
ilgili şu yeni yasalar çıkarılacaktır: Bakanlar Kurulu'nun
görev ve sorumlulukları. (1921 Anayasası gereği) Şuralar-Genel
Müfettişlikler-Bucaklar.
2- Saltanatın kaldırılması kararının değişmezliği,
TBMM'ne dayanan halifeliğin İslamlar arası yüksek bir
makam olduğu.
3- İç güvenlik ve asayişin sağlanması.
4- Mahkemelerin hızlı işlemesi yeni yasalar yapılması.
5- Alınacak ekonomik ve toplumsal önlemler:
(1) Aşarın sakıncalarının düzeltilmesi
(2) Tütün, tarım ve ticaretin desteklenmesi
(3) Tarım, endüstri ve ticaretin desteklenmesi
(4) Ziraat Bankası'nın sermayesinin artırılması
(5) Tarım makineleri
(6) Endüstrinin teşviki
(7) Demiryolları yapımı
(8) İlkokullarda öğretimin birleştirilmesi ve bütün
okulların geliştirilmesi
(9) Genel sağlık ve toplumsal yardımlaşma
(10) Orman, madencilik ve hayvancılık
6- Zorunlu askerlik süresinin kısaltılması,
okur-yazarlığa göre daha azaltılması, orduda görevli
kişilerin gelirlerinin sağlanması.
7- Yedek subaylara, malül gazilere, emeklilere,
dul ve yetimlere yardım.
8- Bürokrasinin düzeltilmesi, aydınlardan, kamu
görevlilerinden yararlanılması.
9- Bayındırlık işleri için ortaklıklar kurulmasının
sağlanması ve kişisel girişimlerin kollanması."
Bildiri, doğrudan doğruya ticaret ve sanayi burjuvazisinin
istemlerinin bir özetidir. Emekçilerin hiçbir gereksinimini
ve istemini içermediği görülmektedir. Bu biçimde, Halk
Fırkası'nın; burjuva ideolojisi temelinde, dönemin ekonomik-siyasal
ve toplumsal koşulları üzerinde, 'kendi kavlince' yükselmeye
çalışan, kendi normlarına sahip olmayan komprador burjuvazi,
büyük toprak sahipleri ittifakının siyasal örgütlenmesi
olduğu somutlaşmış bulunmaktadır.
Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Halk
Fırkası'na dönüştürülerek yasama, yürütme, yargı çerçevesinde
ülkeye kendi ilkelerini koyan bu kesime yönelik olarak
ülkenin verdiği herhangi bir tepki olmamış mıdır?
Ne yazık ki, hayır. Ama komprador burjuvazi ve büyük
toprak sahipleri, öteden beri başka hiçbir konuda göstermedikleri
bir bilinci billurlaştırmayı bilmişlerdir: Kendileri
dışında bütün eğilim ve çizgileri safdışı bırakmak...
Görüldüğü gibi başarıya da ulaşılmıştır...
4) Sovyetler Birliği ile İlişkiler:
Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçtiği dönemde K.Karabekir'e
çektiği 23 Haziran 1919 tarihli telgrafıyla, daha o
zamandan Rusya ile ilişkilerinden ne beklediğini, açıkça
ortaya koymaktadır; "Sorumlu bazı delegelerin kabulü
ve gelecekteki durumlarımız, silahlar, mühimmat, teknik
araçlar, para ve ihtiyaç olduğunda insan vermek gibi
işler üzerinde görüşmeler yapılabilir. Bu surette anlaştıktan
sonra kendilerini sınırda tutmak ve itilaf kuvvetlerinin
memleketi terk etmesi için silah olarak kullanmak...
pek münasip olur..." Dönem dönem değişik görünümlere
bürünse ve bazı 'solcularımız' için ciddi yanılgılara
neden olsa da yakınlaşmaların amacını özellikle bu telgraf
net koymaktadır.
Anadolu Hareketi'nin başından beri anti-komünist tavırlarını
belirtmiş olan önderleri, Sovyet Rusya'ya, anti-emperyalist
tavırlarını (açık işgalin son bulması yolundaki istemlerini)
desteklediği ve çıkarlarının gerektirdiği çerçevede
ilgi duymuşlardır. Rusya ise o dönem hiçbir çıkar ve
karşılık beklemeden Anadolu Hareketi'ne ciddi yardımlarda
bulundu. Bu noktada, Türkiye topraklarında gerçekleştirilecek
nitelikli bir anti-emperyalist mücadele, genç Sovyet
İktidarının emperyalistler tarafından kuşatılmışlığını
da parçalayacak, belli ölçülerde etkisizleştirecekti.
Sovyetlerin ulusal mücadelenin demokratik bir halk devrimine
dönüştürüleceğine, iktidarın sosyalistlerce kucaklanabileceğine
ilişkin bir beklentisi olmamasına karşın, 3. Enternasyonal'in
bağımlı ülkelere ilişkin "emperyalizme darbe vuran
her ulusal hareket desteklenir" temel görüşü kapsamında
Anadolu Hareketine destek verilmiştir. Emperyalizmin
açık işgaline karşı mücadeleyi öngören önderlik, Sovyet
Rusya ile ilişkilerinde tümüyle faydacı bir yaklaşım
geliştirdiği gibi, bu ilişkileri aynı zamanda emperyalizme
karşı bir koz, bir denge materyali, tehdit aracı olarak
kullanmıştır.
Sovyetler Birliği açısından ise, Türkiye'nin anti-emperyalist
bir çizgide tutulması önemliydi. Boğazların, emperyalistlerin
denetimi altında tutulması, Rusya'daki iç savaş ve Vrangel'in
bu yolla desteklenmesi, Karadeniz'in denetimi Sovyet
limanlarının işgalinin yanı sıra Sovyet Rusya'ya düşman
olan Kafkas hükümetlerinin (Taşnak Ermenistan'ı ve Gürcistan
) desteklenmesi ve buralardaki petrol bölgelerinin tutulması,
Sovyetlerin önemli rahatsızlıklarındandı. Kafkasya'nın
ve Karadeniz'in emperyalistlerin denetiminden kurtarılması,
Sovyetler'in Türkiye'ye yardımının da önünde engel oluşturuyordu.
Bütün bunlardan ötürü öncelikle Kafkasya'nın işgalinin
kırılması gerekiyordu.
Biraz geriye gidip, o süreçteki gelişmelerin bazı yönlerini
daha iyi kavramak amacıyla, Bolşeviklerin Çarlığa karşı
kazandıkları zafer günlerine dönerek Türk-Sovyet ilişkilerini
irdelemek gerekiyor. Çünkü Sovyet Rusya'nın hangi nedenlerle
Anadolu Hareketi'ni desteklediğinin ve yardım ettiğinin,
Türk-Rus ilişkilerinin dönüm noktasını oluşturan bu
ilişkilerin Türkiye egemen sınıf ve katmanlarınca nasıl
çarpıtıldığının ve kullanıldığının bazı kesimlerce de
niçin anlaşılmadığının görülmesi önemlidir.
1917 Ekim Devrim ile Çarlığı yıkarak iktidara gelen
Bolşevikler, bir yandan sosyalizmin yapılanmasına çalışırken,
diğer yandan da Çarlık Rusya'sının Türkiye ve diğer
ülkeler üzerindeki paylaşım planlarını dünya kamuoyuna
açıklayarak, bu planların yırtıldığını ve artık geçerliliğinin
kalmadığını, tüm ulusların kendi kaderlerini kendilerinin
belirleyeceğini ilan ediyorlardı. Bu kapsamda Çarlık
Rusya'sı zamanında işgal edilmiş olan topraklardan da
zaman geçirmeden çekileceğini bildirmiş oluyordu. Nitekim
3 Mart 1918'de imzalanan Brest Litovsk anlaşmasının
4. maddesi gereğince Rusya, "Doğu illerini boşaltarak
Ardahan, Kars ve Batum bölgelerinden birliklerini çekiyor,
bu bölgelerin yeniden örgütlenmesini başta Türkiye olmak
üzere komşu devletlere ve bu bölgede yaşayanlara bırakıyordu.
Kendisine ait olmayan topraklardan hiçbir koşul öne
sürmeden ayrılan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun emperyalistler
tarafından paylaşılmasına karşı çıkan Sovyet Rusya,
Dışişleri Bakanı Çiçerin aracılığıyla da 13 Eylül 1919
günü Türkiye işçi ve köylülerine bir çağrı yayınlayarak,
emperyalist işgale karşı Sovyet Rusya Hükümeti'nin kendilerini
destekleyeceğini ilan ediyordu. Bununla da yetinmeyen
Sovyetler, emperyalistlerin ve kapitalistlerin boyunduruğundan
kurtulmak için uğraşan veya uğraşacak olan Doğu halklarına
her türlü maddi ve manevi yardımı yapacağını söylüyordu.
Nitekim Sivas Kongresi'nden (4 Eylül 1919) bir-iki ay
sonra Kafkasya Bolşevik Orduları Komutanı Chalva Eliava,
Osmanlı İmparatorluğu'nun son durumunu incelemek ve
Türk Milli Teşkilatı ile ilişki kurarak emperyalistlerin
karşısında Türkiye'nin ulusal haklarını savunacaklarını
ve bu uğurda her türlü yardımı yapacaklarını bildirmek
için İstanbul'a gönderilmiştir.Fakat emperyalizmle bütünleşme
emelleri ile dolu olan Anadolu'daki önderliğin niteliğinden
dolayı, Sovyetlerin bu çabalarından sonuç almaları mümkün
olmamıştı.
Ancak 16 Mart 1920'de İstanbul'un emperyalistler tarafından
işgali ve ardından 11 Mayıs 1920'de Sevr anlaşmasının
gündeme gelmesi, önderliğin emperyalizmle bütünleşme
rüyalarını boşa çıkarıyordu. Böylelikle emperyalistlerden
umduklarını bulamayan 'kurtuluşun önderleri' hemen aynı
gün Sovyet Rusya'ya heyet gönderiyorlar ve Moskova'ya
giden Türk heyetinin başkanı Bekir Sami, amaçlarını
şöyle açıklıyordu: "Sovyetler'le bir dostluk
anlaşması yapma olanağını araştırmak ve gereksinimimiz
olan para ve her türlü malzeme yardımını sağlamaktı."
Söylenen sözler ve yazışmalar, yapılacak her türlü yorum
ve anlatımdan çok daha somut bir biçimde gereken verileri
sunduğu için durumu nitelemeyi, izlediğimiz bu yöntemle
sürdürelim. Mustafa Kemal yine aynı dönemde Kazım Karabekir'le
olan yazışmalarında, Moskova'ya gidecek olan heyetin
oraya götürmesini gerekli gördüğü mantığı da açıklar:
"Memleketimiz kapitalist değildir. Çiftçi memleketidir.
Fabrikalarımız da yoktur. Emperyalist olan Fransa ve
İngiltere, İslam dünyasını Asya ve Afrika'da boğmuş
ve her yerde esir aşamasına getirmiştir. Dolayısıyla
Bolşevik amaçlarında, bir tahribatın yıkılarak tüm milletleri
kardeş gibi yaşatmak varsa, biz emperyalist olan bu
devletlerin ve özellikle İngilizlerin düşmanıyız. Ve
bu noktada Bolşeviklerle sonuna kadar birlikteyiz. İslam
kuralları tümüyle özgür ve özerk bırakılmalı. Çünkü
Kuran-ı Kerim yoksullara, işçi ve emekçilere ait ve
bizce bilinen ne kadar Bolşevik ilke varsa içeriyor."
Savaşın önderleri, bu şekilde bir taraftan emperyalistlerle
uzlaşma olanaklarını ararken öte yandan Bolşevikten
çok Bolşevik geçinerek abartmalı ve yapay yaklaşımlarla
da Sovyetlere övgüler dizmektedirler. Elbette bu yaklaşımın
altında, özündeki bütün anti-komünist düşüncelere rağmen,
ülkedeki sosyalist hareketlenmeyi denetim altına almak
ve Sovyetlerle ilişkide olan Enver Bey ve diğerlerine
yapılan yardımları kendilerine kanalize etmek amacı
da yatmaktadır.
Ankara Hükümeti, Sovyetlerle yapılacak anlaşma görüşmelerinin
uzaması üzerine Moskova'daki delegelerle şu kararı gönderir:
"Moskova'daki delege kurulumuzun en son 29 Ağustos
1920'de ulaşan raporundan ve genel durumdan anlaşıldığına
göre Bolşevik Rusya'nın kalbinde İslam ve Türk ülkesinde
kesin bağımsızlık arzuları egemen olmaktadır. Türkiye'nin
bakışını; bütün ülkesinin İslamiyet ile coğrafi ve siyasi
ilişkisinin derinliğini saptamış bulunması belirlemektedir.
Bir de savaş koşulları ve tekniği açısında pek fakirleşmiş
olduğundan bu konuda çok büyük bölümü Müslüman olmak
üzere dünyanın her tarafından gelecek yardımları israf
edemeyecek bir halde bulunmaktadır. İç durumu nedeniyle
İslam dünyasını tatmin etmek ihtiyacından henüz vazgeçecek
durumda olmadığı gibi Batı kuvvetleriyle denge sağlayabilmek
için İslam dünyasına tavır koymak, iktidarını korumak
ve göstermek zorunluluğu da Batılılarla ittifak oluşturulmasına
kadar geçerlidir."
Ankara Hükümeti, Sovyet Rusya'nın kendilerine duyduğu
yakınlığı ve dostluğu Rusya'nın sadece İngiltere pazarlığında
kullanacağı bir malzeme olarak görmektedir. Ayrıca kendilerine
yardım edemeyecek kadar da yoksul olduklarını söylemektedir.
Oysa aynı dönemde, Sovyet devriminin önderi Lenin, kendileri
hakkında söylenen ve alınan karardan habersiz, Türkiye'ye
büyük elçi olarak göndereceği Aralov'a şunları söylemekteydi:
"Kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa sosyalist değil
ama görünüşe göre iyi bir örgütçü, yetenekli bir kumandan,
ulusal burjuva devrimini yönetiyor. İlerici tabiatlı
bir insan ve akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist
devrimimizin önemini anlıyor ve Sovyet Rusya'ya olumlu
bir biçimde yaklaşıyor. İşgalcilere karşı kurtuluş savaşını
yönetiyor. Ve ben emperyalistlerin burnunu kıracağına
ve saltanatı da tüm çetesiyle temizleyeceğine inanıyorum.
Halkın da ona güvendiğini söylüyorlar, ona yardım etmeliyiz.
Ona yardım etmek gerekir. Türk halkına saygılı davranınız.
Büyüklük taslamayınız, işlerine müdahale etmeyiniz.
İngiltere, onların üzerine Yunanlıları saldırttı. Aynı
İngiltere ve ABD bizim üzerimize de bir sürü ülke saldırttı."
Lenin, Mustafa Kemal ve Anadolu Harekatı için bunları
söylerken yardım konusunda ise çok daha açık konuşuyordu:
"Biz fakir isek de Türkiye'ye maddi yardım yapabiliriz
ve yapmalıyız." Fakat aynı dönemde Ankara Hükümeti
saldırılarını sürdürüyordu. Moskova'nın kendilerine
yaklaşımını:
"Batı devletleri ile anlaşma çerçevesinde Türkiye'nin
feda edilmesi olasılığını korumak için bizimle net bir
anlaşmaya girişmemek, İslam milletleriyle Türkiye'nin
aralarındaki ilişkiyi engellemek, Ermeni'ler nedeniyle
Hırıstiyan Batı dünyası karşısında Türkiye aleyhinde
yerleşen düşünceyi kışkırtmaktan sakınmak, kendilerine
ve Batı devletlerine karşı Türkiye'nin bağımsız bir
politika oluşturmasını engellemek için Bolşevizmi Türkiye
içinde emrivaki hale getirip Türkleri bağımsızlıkla
uyuşmayacak bir hale sokmak, memleketin idaresini Moskova'ya
bağlamaktan ibarettir." Şeklinde özetliyorlardı.
Kısacası, Türkiye egemenleri, emperyalizmin açık işgaline
karşı tavır alırken bile onlarla nasıl uzlaşacağının
yollarını aramaktadır. Bu arada da Rusya kozunu çok
yönlü olarak kullanmaktadır.
Sovyetlerin Türkiye'den herhangi bir çıkar sağlamak
ya da emperyalizmle ilişkilerinde Türkiye üzerinde bir
ödünleşmeye girmek tarzında herhangi bir niyet ve tavrı
olmadığı halde, Ankara Hükümeti tarafından 2 Eylül 1920'de,
Sovyet Rusya'nın İngiltere ile Türkiye üzerinde pazarlık
yapacağı öne sürülerek şöyle deniyordu: "İşte
bu programı izleyen Bolşevikler, şimdiye kadar hiçbir
fedakarlık karşılığında olmayarak Türkiye'nin kendi
ellerinde bulunduğu propagandasını yapmışlar ve bu propagandayı
İngilizler'le pazarlıkta kıymetli bir mücadele metası
olarak kullanmışlardır. Türkiye'ye bir kuruş vermeyerek
onu avutabilmişlerdir." Oysa bu dönemde Sovyet
Rusya, bırakalım ilerici, demokrat olmayı, İngiltere'ye
karşı savaşan başta Türkiye olmak üzere İran, Afganistan,
Hindistan gibi ülkeleri desteklemiş ve onlara dostluk
elini uzatmıştır. Anti-komünist Ankara Hükümetinin düşünce
ve kararları, gerçekleri hiçbir biçimde yansıtmadığı
gibi tam bir kavrayışsızlık ve gericilik örneğidir.
Sovyet Rusya'nın "Türkiye enkazı üzerine"
İngilizlerle pazarlığa oturacağının söylendiği dönemde,
Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin önderlik ettiği
Komünist Enternasyonal, bunun tam tersini söylemektedir.
Komünistler, "Sömürgecilik ve Ulusal Politika Sorunları
ve 3. Enternasyonal" adıyla çıkardıkları kitapta
şöyle demektedirler: "Sovyet Rusya'ya karşı
savaş, ihtilalci doğuya karşı savaş demektir. Ve bunun
tam tersi de doğrudur. Doğuya karşı savaş Sovyet Rusya'ya
karşı savaş demektir." Yine aynı kitapta şu
görüşler yer almaktadır: "İngiltere ve
Fransa için Rusya'da sosyalist iktidarın kalıcı olarak
kurulması, doğudaki ve hepsinden de önce Küçük Asya'daki
tüm İngiliz ve Fransız emperyalist planların yıkılması
demektir. Bu yüzden Sovyet Rusya'ya karşı kudurmuş Leh
Köpeklerinin, uyanan Türkiye'ye karşı da Klikya ve Suriye'deki
Fransız birlikleriyle, Mezopotamya'daki İngiliz kuvvetlerine
yardım etmek için Yunan köpeklerinin zincirlerinden
serbest bırakılmalarının aynı zamana gelmesi boşuna
değildir." Bu şekilde, emperyalistlerin Türkiye
ve Rusya üzerinde oynamak istedikleri ve oynadıkları
oyunu ortaya koyuyorlardı.
Nitekim emperyalistler Vrangel'i destekleyerek ve Karadeniz'i
kontrol altında tutarak Sovyet Rusya'nın denizden Türkiye'ye
yardım yapmasını engelleyeceklerdi. Ayrıca Kafkasya'da
Menşevik Gürcistan'ı ve Taşnak Ermenistan'ı destekleyerek
denetim sağlanmış, Sovyet Rusya, Türkiye ve Hindistan
tehdit edilerek birbirleriyle ilişki kurmaları engellenmeye
çalışılmıştır.
1920 Eylül ayında Bakü'de toplanan ve Türkiye'nin de
resmi delegelerle katıldığı Doğu Halkları Kongresi'nin
açılış konuşmasında Zinovyev, Mustafa Kemal'in neden
desteklenmesi gerektiğini şöyle dile getiriyordu: "Bizimle
beraber olmayan hatta bazı nedenlerle bize karşı olan
grupları sabırla destekleyeceğiz. Örneğin, Türkiye'nin
durumu böyledir. Bildiğimiz üzere Sovyet Hükümeti Kemal
Paşa'yı desteklemektedir. Kemal'in yöneteceği hareket,
düşmanların elinden Halifeliğin kutsal kişiliğini kurtarmak
istiyor. Bu bir komünist görüş müdür? Hayır... Bir daha
tekrarlayalım. Türkiye'de halka dayalı hükümetin siyaseti
bizim siyasetimiz değildir. Ama biz yinede şu anki İngiltere
Hükümetine karşı devrimci her türlü mücadeleyi desteklemeye
hazırız."
Doğu Halkları Kurultay'nda bu görüşler dile getirilirken
"Türkiye'nin enkazı üzerine" İngilizlerle
anlaşmaya oturacaklar diye feryat eden Ankara Hükümeti'nin
1921 başlarında Londra Konferansı'na gönderdiği Bekir
Sami başkanlığındaki Türk heyeti, İngiltere Başbakanı
Llyod George ile görüşerek İngilizlerin güdümünde Sovyet
Rusya'ya karşı savaşma önerisinde bulunuyordu. Yine
1921 yılında Fransızlarla bir ayrıcalık antlaşması imzalanmış
ve Fransızların Romanya, Polonya ve Türkiye'yi Sovyet
Rusya'ya saldırtma durumları söz konusu olmuştur.
Tüm bunlar Sovyet Rusya'nın Türkiye'ye kuşkulu bakmasına
yol açıyordu. Ne var ki, bütün endişelere rağmen, bir
yandan Enver Paşa ile ilişkilerin sürdürülmesi denenirken
öbür yandan, Ankara Hükümetine çeşitli biçimlerde yardım
edilir ve itici davranılmamaya çalışılır. Fakat nitelikleri
konusundaki yargıdan ötürü, söz gelimi Ankara'nın 1920-21
yıllarındaki askeri ittifak girişimleri, güvensizlik
temelinde geri çevrilir.
Ankara Hükümeti'nin 1921 Şubat'ında Moskova'ya 'dostluk
ve barış anlaşması' yapmak üzere bir heyet göndermesiyle
gündeme gelen gelişmeler de, bu durumu çeşitli yönleriyle
ifade etmektedir. Görüşmeler sırasında, Sovyet yetkilileri
Türklerin tutumunu hiç de güven verici bulmadıklarını
bildirirler. Çiçerin, Türk yönetimini, gümrüğü işgal
etmekle, Ermenistan'da ayaklanarak Erivan'ı ele geçiren
batı yanlısı Taşnaklar'a yardım etmekle, Sovyetlerden
Ankara'ya gitmek üzere yola çıkan TKP önderi Mustafa
Suphi ve 14 yoldaşının öldürülmesiyle ve Ankara'daki
komünistlere baskı yapmak ve tutuklamakla suçlar. Bu
durum karşısında dostluk anlaşması yapılamayacağı, ancak
bir barış antlaşması imzalanabileceği bildirilir. Bu
arada, bu anlaşmaya yanaşılmamasında aynı dönem İngiltere
ile yapılmaya çalışılan bir ticaret anlaşmasının da
rol oynamış olduğunu belirtmek gerekir. Stalin, Ali
Fuat Cebesoy'a şöyle der: "İttifak yapamayız.
Çünkü İngilizlerle ticaret anlaşması yapacağız. Fakat
asıl amacımız olan mücadeleye kapalı veya açık olarak
devam edeceğiz. Biz muhtaç olduğumuz maddeleri İngiltere'den
alır ve İtilaf Devletleri'nin birliğini parçalarsak,
önemli bir başarı elde etmiş oluruz. Dolayısıyla, bu
ticaret anlaşmasına zarar verecek bir şey yoktur."
Fakat Sovyetler, Türkiye'ye ilişkin bütün endişe ve
güvensizliklerine rağmen, yukarıda vurguladığımız nedenler
kapsamında, Anadolu Hareketi'ne ilişkin tutumunu değiştirmemiştir.
Yine bu konudaki bir ikincil faktör olarak, Yunanlıların
Anadolu'da yeniden ilerlemeye başlamalarını ve askeri
açıdan emperyalist tehlikenin artmaya başlamasını da
saymadan geçmeyelim. Sonuçta 16 Mart 1921'de bir dostluk
anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre, Sevr anlaşması
uluslar arası düzeyde Sovyetler Birliği tarafından geçersiz
kılınır ve Sovyetler, daha o tarihte, Misak-ı Milli
sınırları içinde Ankara hükümetini tanıyan ilk ülke
olur. Aynı zamanda, anlaşmadan sonra Türkiye'ye yardımı
daha da arttırır. Sovyetler, bu anlaşmayı imzaladığı
gün, İngilizlerle de biraz önce değindiğimiz ticaret
anlaşmasını imzalar. Londra'da yapılan görüşmelerde
İngiltere Başbakanı Lloyd George, söz konusu anlaşmaya
'Sovyetlerin Kemalistlere yardım etmemesi' koşulunu
koymak istemişse de bu istek, Sovyetler Birliği tarafından
reddedilmiştir.
Ankara, Sovyetlerin kendilerine yönelik tutumuna ilişkin
ne düşünüyordu? Ali Fuat Cebesoy'un sözcükleriyle dile
getirelim. Cebesoy yapılan yardımın büyük bir özveriden
kaynaklandığını vurguluyordu: "İttifak antlaşmasında
ısrarımızın nedeni, fazlaca sağlamayı düşündüğümüz yardımı
bir yükümlülüğe bağlamak içindi. Bir hükümetin ötekine
yapacağı yardımı bir ittifak anlaşmasına yüklemenin,
emperyalist bir devlete karşı müdahale durumunda bulunan
bir millete yapılacak bir prensip yardımından daha önemli
olacağı kuşkusuzdu. Çok çetin mücadelelerden sonra para,
silah ve savaş malzemeleri bakımından yapılacak yardımın,
Sovyet Dışişleri Komiseri'yle Türkiye Büyükelçisi arasında
karşılıklı olarak gizlice verilecek mektuplarla sağlanması
ve bu gizli mektupların da imzalanacak dostluk anlaşmasının
ayrılmaz bir parçası sayılması kararlaştırıldı. Kısa
zamanda birkaç taksitle verilmek koşuluyla 10 milyon
altın ruble ve iki tümeni tümüyle silahlandırabilecek
miktarda tüfek, süngü, mitralyöz, top, cephane, kesim
hayvanları sağlanmıştır. O tarihlerde Polonya yenilgisi
üzerine Polonyalılara 30 milyon ruble gibi önemli bir
savaş tazminatı verilmesi yükümlülüğü ve Kızıl Ordu'nun
Polonya savaşındaki silah ve cephane kaybı göz önüne
getirilirse bizim elde edebileceğimiz para ve silah
yardımlarının Ruslar için büyük bir özveri olacağından
şüphe edilemezdi."
Sovyetlerin Kurtuluş savaşına kendi zor koşullarına
rağmen, en ateşli anti-komünistlerin dahi 'Sovyetler,
Milli Mücadeleye askeri malzeme ve para yardımında bulunmuştur'
yüzeyselliği içinde değinmek zorunda kaldıkları katkının
son derece önemli boyutları olduğu gerçeğinin altını
çizmek gerekir. Şu saptama, bu durumun en yalın ifadesidir.
TBMM Hükümetinin 1920 ve 1921 yılları içinde Mecliste
onayladığı Milli Savunma giderlerinin toplamı, Sovyetlerin
iki yıl içerisinde Ankara Hükümetine yaptığı para yardımına
denk düşüyordu.(2)
Anadolu Hareketi boyunca alınan tek dış kaynaklı yardımı
gerçekleştiren Sovyetlerin bu dostluk tavrını bir Sovyet
yetkili şöyle temellendiriyordu: "M.Kemal Hareketi,
bir kurtuluş hareketidir. Ve şu ana kadar elimizden
geldiği kadar desteklememizin sebebi de bu özelliğidir.
Ama bu hareket başarıldıktan sonra Türkiye'deki eski
gericilerin, ağaların ve beylerin iktidarı yeniden ele
geçiremeyeceklerine dair hiçbir garantiye şahit değiliz.
1908 Jön Türk ihtilal örneği önümüzde duruyor. Şu anda
M. Kemal milletin saygı ve sevgisini kazanmış durumda
ama bir karşı müstesna onu desteklemeyen generaller
ve politikacılar geridir. Daha şimdiden elimizde Fransız
kapitalistleri ve emperyalistlerle ilişkide bulunduğuna
dair işaretler değil kesin deliller var. Yarın eğer
savaşı kazanır ve Yunanlıları Anadolu'dan ve Trakya'dan
kovarlarsa, başında M. Kemal bulunsun bulunmasın Türkiye
Batı'ya yönelecektir."
Bu öngörü, çok fazla zaman geçmeden gerçeklik kazanmış
ve 1922 yılında, "Büyük Taarruz" dan önce
Başbakan Rauf Orbay, savaşın kazanılacağı olasılığı
kuvvetlenince Sovyetlerle ilişkiler konusunu kendileri
açısından gereken bütün vurgulamalarıyla dile getirmiştir:
"Bolşeviklere gösterilen dostluk, onlardan alınan
para ve savaş araçları yardımından ötürüdür. Son Bolşevik
armağanlarıyla birlikte Sovyet dostluğu bitecektir."
Ve Büyük Taarruz'dan sonra Türkiye'nin savaşı kazandığı
kesinleşince, Batı ile ilişkilerini açığa vurma konusunda
özgürleşmiş olarak, Sovyetlerin daha dün büyük özverilerle
gönderdikleri silahları, emperyalistlerle birlikte Sovyetlere
çevirmekten kaçınmazlar. Rıza Nur, Lord Curzon'a, işbirlikçiliğinin,
emperyalizme uşaklığının dilini döker: "Biz
Rus'a karşı sizin bir savunma siperiniz oluruz. Irak'ta
para harcayacağınıza biz size parasız jandarmalık ederiz."
5) Emperyalistlerle İlişkiler
Emperyalizme karşı tavır almak; emperyalizmin özellikleri
ve girdiği geri kalmış ülkelerde gündeme soktuğu ilişki
ve programlardan ötürü, temelde onun sömürü sistemine
ve yerli işbirlikçilerine tavır almak demektir.
Özellikle dönemimizde 'siyasal bağımsızlık', siyasal,
ekonomik, sosyal, kültürel bağımsızlık bütünün bir faktörü
olmaktan çıkmış, emperyalizmin sömürüsünü daha olgun
ve rahat koşullar altında sürdürmesinin bizzat emperyalizm
tarafından takılan yaftası haline gelen, içi boşaltılmış,
suni bir kavram olmuştur. Bu nedenle emperyalizmin açık
işgaline karşı verilen savaşların, doğrudan onun sömürü
sistematiğine ve ülkedeki her türlü varlığına son vermeyi
amaçlamadığı, buna yönelmediği hallerde, bir işgal biçiminden
başka bir işgal biçimine geçişi sağlamaktan öte bir
anlam taşıyabilmesi olanaksızdır.
Çağımızda, ulusal kurtuluş savaşlarının ancak proletarya
ideolojisinin önderliğinde söz konusu olabileceği gerçeğinin
gerekçesi budur. Bu karakterde bir kurtuluş, bu boyutlar
ve kapsam içinde anti emperyalist tavır alış, ancak
ve ancak proletarya ideolojisinin yön vermesi ve elbette
aynı bağlamda proletarya ve müttefiklerinin önderlik
tavrı, belirleyici işlevleri ile gündeme gelme şansına
sahiptir.
Anadolu Hareketi'nin seyrinde ise, gerek önderliğin
durumu açısından, gerekse aynı temel verilerden kaynaklanarak
emperyalizmle girilen daha savaş yıllarındaki ilişkiler
açısından tam tersi özellikler görülmektedir. Bu özellikler
ki, ikincil nitelikli boyutlar taşımayan, hareketin
egemen karakteri olan özelliklerdir. O halde Anadolu
Hareketi, anti emperyalist bir içerik ve sonuç taşımamakta,
salt açık işgale verilen bir savaş panoraması sunmaktadır.
Bir hareketin tanımlanmasına yol açan neden, hareketin
sunduğu verilerin sentezi, tayin edici fonksiyonları
niteliğidir. Dolayısıyla, gerek önderliğin tavırlarında,
gerekse savaşın kapsadığı kesimlerin amaç ve niteliklerinde
homojenlik aranamaz. Aynı şekilde, bizzat savaşan güçlerle
olsun, fiili ittifak veya destek güçlerinin farklı çıkış
noktalarından hareket ettikleri halde bir yerde buluşmaları,
farklı sınıfsal ve politik karakterlere rağmen çakışmaları
yanıltıcı olmaktadır. Nitekim söz konusu çakışmaların
çok geçmeden çelişkiye dönüşmesi kaçınılmazdır. Öte
yandan önderliğin küçük burjuva yapısı göz önünde bulundurulduğunda,
söz konusu çakışma perspektifleri, Marksizmin sınıf
ve katmanlar çözümlemelerinde karşılığını bulmaktadır.
Küçük burjuva kesimi, sınıfsal bir yapısallık arzetmeyen,
halkın yön verdiği hareketliliklerde proletaryaya, aksi
halde burjuvaziye yedeklenen, burjuva ideolojisi ve
tavrını temsil eden bir kesimdir.
Bu çerçeve içinde Anadolu Hareketine baktığımızda, önderliğin,
bir yandan açık işgale karşı dövüşürken bir yandan da
emperyalizme eklemlenmenin, çizilecek ulusal sınırlar
içinde emperyalizmin uluslar arası sistematiğine dahil
olmanın canhıraş döğüşünü verdiğini görürüz. Savaşın
başından itibaren, hatta en güçlü oldukları anda, emperyalizmin
bu yönde bir girişimi olmadığı dönemlerde dahi, emperyalistlerle
anlaşmanın kapılarını zorlamışlardır. Deyim yerindeyse,
emperyalistlerden emperyalist beğenmişlerdir. "Siyasi
bağımsızlığın tanınması halinde" yabancı sermayeye
karşı olmadıklarını, yabancı sermayenin ülkeye gelmesinden
memnun olacaklarını özellikle ve sürekli olarak vurgulamışlardır.
Aynı sürecin bu tarz sömürü yöntemindeki başarılı ve
cazip ismi ABD olduğundan, gönülde yatan büyük aslanın
ABD olması da doğaldır.
Siyasal bağımsızlığın, ülkenin alt ve üst yapısının
kayıtsız özgürlüğü demek olduğu gerçeğinin bilincini,
Anadolu Hareketi'nin önderlerinde aramak anlamsızdır.
Çünkü bu saptama, materyalizmin gerçekleriyle siyasallaşan
sınıfların ve önderliklerin çıkarımıdır, onların tavırlarına
yön verir, ışık tutar. Siyasal bağımsızlık, askeri
bağımsızlık, ekonomik bağımsızlık vb. soyutlamalar ise
idealizmin safsatalarından öte, emperyalizmin demogoji
riyasından başka anlam taşımaz.
Ve Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi'nin açış konuşmasında
demektedir ki: "Ulusal egemenlik, ulusal ekonomi
ile desteklenmelidir... Siyasi ve askeri muzafferiyetler
ne kadar büyük olursa olsun ekonomik zaferle taçlandırılmazsa
sonuç kalıcı olmaz." Güzel! Fakat ne yazık
ki Mustafa Kemal konuşmasını sürdürüyor: "Sanılmasın
ki yabancı sermayesine karşıyız... Kanunlarımıza uymak
şartıyla yabancı sermayelerine lazım gelen güvenceyi
vermeye her zaman hazırız"... İzmir İktisat Kongresinde
benimsenen, Misak'ta ise başından beri güdülen amaç
açıkça görülmektedir: "Türk, diline, milliyetine,
toprağına... düşman olmayan milletlere daima dosttur,
yabancı sermayesine karşı değildir. Ancak kendi yurdunda
kendi diline ve kanununa uymayan kuruluşlarla ilişkide
bulunulamaz... her türlü ilişkide fazla aracı istemez".
Cumhuriyet'in kurulduğu ilan edilene kadar emperyalizmle
ilişkiler konusunda bir hayli yol alınmıştır. Emperyalist
devletlerle, hayata geçen geçmeyen bir dizi anlaşma
imzalanarak çeşitli ayrıcalıklar tanınmıştır. Bu anlaşmalar,
Anadolu Harekatı'nın niteliğini, programını en iyi tanımlayan
belgelerdir. Hemen hemen hepsinde, yapılacak yatırımlarda
% 50 oranına kadar Türk sermayesinin katılımı öne sürülür.
1921 yılında Londra Konferansı'na katılan Bekir Sami,
İtalyanlarla ve Fransızlarla teslimiyet niteliğini taşıyan
anlaşmalar imzalamıştır.
Bu anlaşmalar, M. Kemal ve Meclis tarafından reddedilmiştir.
Ancak aynı tutarsız karakteri doğrultusunda, M. Kemal
bu kez kendisinin yönlendirdiği gelişmeler sonucunda,
20 Ekim 1921 tarihinde, Fransızlarla yapılan Ankara
Anlaşmasının devamı olan mektup alışverişi ile, daha
önce karşı çıkılan imtiyazların hemen hemen tamamını
tekrar Fransızlara vermiştir.
Olayın dikkat edilmesi gereken yönü, yapılan anlaşmalarda
imtiyazlardan söz edilmediği halde, aynı dönemde gerçekleştirilen
bir dizi gizli mektup alış-verişi ile bağlar kurulmasıdır.
Türkiye adına Dışişleri Bakanı Yusuf Tengürsenk altı,
Fransa adına Franklin Boulan beş mektup vermiştir. Mektuplara
göre bir Fransız grubu, Hurşit vadisindeki demir, krom
ve gümüş madenlerini %50'ye kadar hissesi Türk olmak
üzere 99 yıl işletecektir. Ayrıca, Ergani madenlerinin
işletilmesine Fransız gruplarının da girebilmesi sağlanıyordu.
Savaştan önce Adana'da bir Fransız şirketinin almış
olduğu pamuk arazi imtiyazının hayata geçirilmesinde
çıkarılan zorlukların giderilmesi için çaba sarfedileceği
bildiriliyor; varılan anlaşmalarla, Türkiye'deki Fransız
sağlık, eğitim ve hayır kurumlarına dokunulamayacağı
garantisi veriliyordu. Türk sanat ve jandarma okullarında
Fransız öğretmenlerden yararlanmanın arzu edildiği bildiriliyordu.
Fransızlarla bu anlaşmaların yapıldığı süreçte Ankara'daki
yabancı trafiği bir hayli yoğundur. Bu trafik akışında
Amerikalılar dikkati çekmektedir. Daha sonra ABD ticaret
ataşesi olarak Türkiye'de bulunacak olan Jullian Gillespre,
1922 başında davetli olarak Ankara'ya gelir. "Yusuf
Kemal Bey, Fethi Bey, Dr. Adnan Bey ve Celal Bey'lerle
tatmin edici bir çok görüşmeler" yapan bu Amerikalı,
Washington'a gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli resmi raporunda
şunları yazmaktadır: "Milliyetçi Türk hükümeti,
gerçekten ABD ile yakın ticaret kurmak istiyor. Hem
hükümet çevrelerinde hem de halk arasında Amerikalılara
karşı uygun bir davranış var. Bu tutumun nedenleri şunlardır.
1) Milliyetçi Hükümet hemen maddi yardım istemektedir.
Bu verilecek bir imtiyaz karşılığı avans, kredi ya da
özel bir borç biçiminde olabilir. 2) Hükümet yetkilileri,
Amerikan sermayesi yatırım yaparsa Amerikalıların Misak-ı
Milli'de yazılı amaçlara müdahalede bulunmayacağına,
siyasal amaçlarla hareket etmeyeceğine inanmaktadır.
3) Ayrıca Avrupa'da ileride yapılacak bir barış konferansında
ticaret ve iktisadi haklar konusunda sorun çıkabileceğinden
çekinmektedirler. Bu durumda, şu imtiyaz ya da bu ekonomik
hak başkasına verilmiştir, diyebilmek istemektedirler.
Açıkça, ticari imtiyazların Amerika gibi siyasal bir
güç tarafından desteklenen güçlü finans gruplarına verilmesinden
yanadırlar"
"Klikya'da Amerika ve Amerikan iş çevreleri
konusunda olumlu bir eğilim var. Anadolu'nun en verimli
köşelerinden biri olan Adana Ovası'nın sulama projesi
daha kimseye verilmiş değil. Hükümet bu projeyi incelemekte
ve şimdilik Amerikan kapitalistlerinin bir öneride bulunmasını
beklemektedir. Güvenilir kişilerden öğrendiğime göre,
böyle bir sulama projesi için büyük sermaye yatırımı
gerekmeyecektir. Bu yapılırsa bütün Adana ilini ve Mersin
Limanı'nı kapsayacak elektrik elde etmeye yeterlidir.
Savaş sırasında bu konuda Alman mühendislerinin hazırladığı
özel bir raporu ele geçirmeye çalışıyorum."
Özel raporları ele geçirmeyi sağlayacak ilişkiler içinde
olan Amerikalı, Rauf Orbay aracılığıyla Türk Hükümeti'ne
soruyor: "Hükümet tarafından şimdi ne gibi yatırım
ve yapım projeleri üzerinde durulmaktadır? Bunların
hangileri Amerikan sermayesinin incelenmesine açıktır?"
Rauf Orbay'dan aldığı yanıtı da ülkesine şu biçimde
bildiriyor: "Hükümet tarafından incelenmekte olan
projeler şunlardır: Mersin Limanı, Adana Ovası'nı sulama
projesi, Zonguldak ve Bayburt'un elektrik projeleri...
Şu projeler de hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz
Limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak demiryolları,
bu bölgelerdeki madenler, Ankara-Sivas ve Erzurum-Sivas,
Bayburt-Erzurum-Trabzon, Trabzon-Rize demiryolları,
Harput-Ergani-Mardin-Diyarbakır demiryolları... Bu sayılan
işler Amerikan sermayedarlarına açıktır."
Amerikan sermayesine açık olan projeler yalnızca bunlar
değildir. Aynı bağlamda, sözkonusu Amerikalı raporunu
sürdürüyor:
"Türk Milliyetçi Hükümeti, Musul ilinin Arap
değil Türk nitelikler taşıdığını bildirerek kendilerine
ait olduğunu ileri sürüyor. Buralardaki ve Van Gölü
çevresiyle Erzurum'daki petrol yatakları çok önemli
sayılıyor. Belki de bu ülkenin işlenmemiş en büyük kaynağı
olarak kabul ediliyor. Bu yönde herhangi bir Amerikan
grubu girişimlerde bulunursa olumlu işlem görecektir
sanırım." Jullian Gillespre'nin tahmini doğru
çıkıyor ve 1923 başlarında bir Amerikalı grup ile (Chester
Grubu) Doğu'daki petrolleri kapsayan anlaşma imzalanıyordu.
Nisan 1923 tarihinde, TBMM tarafından onaylanan Chester
Anlaşması'na göre, Amerikan grubu Ankara'dan Kerkük'e,
Samsun ve Doğu Beyazıt'a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda
demiryolu ile üç liman yapımı üstlenmiştir. Demiryolu
ve limanların işletme hakkıyla, inşa edilecek demiryolu
hatlarının her iki yanındaki 20'şer km.lik alanda, petrol
dahil olmak üzere, tüm madenleri işletme imtiyazları
99 yıllığına bu şirkete veriliyordu. Önemli ölçüde vergiden
muaf tutulacak ve özel kolaylıklardan da yararlanacak
olan bu şirkete, azami %50 oranında Türk sermayesinin
de ortak olması öngörülmüştür. Bu grupla imzalanan ikinci
anlaşmayla da Türkiye'nin ithal edeceği tarım makine
ve gereçleri grubun tekeline verilmiştir.
Ülkemizin yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını
99 yıl Amerikan sermayesine teslim eden bu anlaşma,
hükümet çevreleri tarafından "Ekonomik Zafer"
olarak nitelenip, büyük coşkuyla karşılanmıştır. Başbakan
Rauf Orbay, şu sözlerle meclisi de kendi coşkusuna ortak
olmaya çağırmaktadır: "Cenab-ı Hak (Chester
imtiyazı ile öngörülen) hududun rey ifasını Meclis-i
Alinize mukadder kıldıysa.. meclisten alnınız açık vicdanınız
sarih olarak gidebilirsiniz."
Türk yetkililerin "büyük başarı" olarak değerlendirdikleri
bu ayrıcalık anlaşmasına, İngiliz ve Fransız emperyalizmi,
tekel niteliği gösterdiği için karşı çıkmış, serbest
rekabet şartlarının ve "açık kapı" ilkesinin
bozulması olarak değerlendirerek "açık kapı"
ilkesinin uygulanmasını istemişlerdir.
Anlaşma, Musul petrolleri üzerinde gündeme getirildiği
ve esas olarak o tarihte Türk-Irak sınırı henüz belli
olmadığı, Musul'un nerede kalacağı saptanmadığından
dolayı, daha sonra Musul'un Türkiye sınırları dışında
kalması üzerine Chester grubunun anlaşmayı feshetmiş,
Türkiye'ye 50,000 liralık tazminat ödetmiştir. Türkiye
ile Chester grubunun anlaşmasından önce, bir başka Amerikan
grubu olan Standart Oil Company de İngiliz-Fransız sermayesi
ile yine Musul petrolleri üzerine anlaşmıştır. Böylece
iki taraflı oynayarak durumu kendisi açısından sağlama
alan Amerikan emperyalizmi, her koşulda kazançlı çıkacağı
bir politika izlemiş, Musul konusunda da İngiliz görüşlerini
desteklemiştir.
Türk Hükümeti bir yandan Amerikan emperyalizmine hizmet
ederken, diğer yandan Yunan işgalcilerin babası İngiliz
emperyalizmini de unutmamıştır. Demiryollarının, limanların
ve yer altı kaynaklarının önemli bir kısmını Amerikan
tekeline verirken, İngiliz emperyalizmine de, dış ticaretin
önemli bir kısmının tekelini vermiştir.
Londra'da yayınlanan Morning gazetesinin 6 Ocak 1923
tarihli sayısında, Leslio Urguhatt, "Türkiye İnkişaf-ı
İktisaliyesi" adıyla kurulan Şirket için şunları
yazıyordu: "İngiliz sermayesi Türkiye'nin ekonomide
gelişmesine yardımda bulunabilmek için Lozan Konferansı'nın
başarıyla sonuçlanmasını beklemektedir." Bu
şirketin en önemli ortağı Russo Asiatik Corporation
adlı şirkettir ve nominal sermayesi 250,000 İngliz Lirası
olup, şartlar gerektirirse bir milyon veya daha fazla
İngiliz Lirasına çıkarılacaktır. Şirketin amacı; madenleri
-petrol dahil- geliştirip işletmek, demiryolları için
resmi ve özel anlaşmalara girmek, hükümet adına iş yapmak
veya takip etmektir. İdare heyeti, beş İngiliz ve dört
Türk'ten kurulu olacaktır.
Mr. Urguhatt'ın şirketi ile, kapitülasyon özellikleri
de taşıyan bir anlaşma imzalanıyor, yine Londra'da yayınlanan
The Times, (22 Haziran 1923) bu konuda şunları yazıyordu:
"Türkiye ticaret şirketi veya benzer bir isim
altında, 145.000 İngiliz liralık veya yaklaşık olarak
bir milyon TL'lık yeni bir şirket kurulması kararlaştırılmıştır.
Bu yeni şirketle Türkiye Milli İthalat ve İhracat AŞ.
birbirinin dörtte bir hissesine sahip olacaklardır.
Bu iki şirket en geniş bir biçimde işbirliği yapacaklardır.
Yeni şirket Millet Meclisi'nin idaresi altındaki bölgelerde
yapılacak ihracatta Türkiye Milli İthalat ve İhracat
aŞ. tüm temsilciliğine sahip olacaktır. Millet Meclisi
bu tasarıyı desteklediğinin bir göstergesi olarak Cardiff'e
benzediği söylenen Karadeniz'deki (Zonguldak) kömürleri
işletmesini bu şirkete bırakmıştır.
Türkiye'nin kalkınmasını, bütün ülkenin ithalat ve ihracatını
kontrol eden ve geniş ölçüde parlamento üyelerinin ortak
olduğu bir şirkete bağlamak, aslında Türkiye gibi ticaretin
savaş dolayısıyla karmaşık, örgütsüz bir duruma girdiği
bir ülke için dikkat çekici bir çözümdür. Şayet bu tasarı
amacına ulaşırsa Türkiye ile ticaret yapmak isteyenler
bunu ancak yeni şirket aracılığıyla yapabilecektir."
Bu anlaşma iki önemli nedenden ötürü uygulamaya girmemiştir.
Birincisi, emperyalistlerle ilişkilerde İstanbul Ticaret
Odası ağır basmıştır. Anadolu ticaret burjuvazisinin
kendi yerini almaya çalışmasına ve hükümet destekli
bir tekel kurmasına karşı çıkmıştır. İkinci muhalefet
te Amerikan emperyalizminden gelmiştir. Amerika'nın
söz konusu muhalefeti The New York Times'da (17 Haziran
1933) şu şekilde dile getirilmektedir: "Bu anlaşma
uygulamada rekabeti ortadan kaldıracak güçte olup, İngiliz
ve Fransız mallarına, Türk pazarlarına girişte mutlak
bir öncelik tanımaktadır... Türk hükümeti şirkete herhangi
bir müdahaleyi, serbest ticaret bahanesini öne sürerek
reddebilecektir. Oysa yeni şirketin Türklere ait bölümünün
hemen hemen tamamı Türk milletvekilleri tarafından kontrol
edildiğine göre, uygulamada 'açık kapı' ilişkisinin
gerçekleşmesini beklemek pek mümkün değildir."
Yine ABD emperyalizminin uluslar arası Standart Oil
şirketi, ABD Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği 17 Mayıs
1987 tarihli mektupta şunları yazıyor: Bize bildirilenler
doğruysa, Türkiye'deki yatırımlarımızın büyük bir tehlikeyle
karşılaştığını belirtmek isteriz." Bunun üzerine
ABD Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyor: "Bu
anlaşma hem Amerikan ticaretine, hem de Amerika'nın
desteklediği 'açık kapı' ilkesine indirilmiş önemli
bir darbedir." O günkü emperyalistler arası
ilişkilerde, Amerikan çıkarlarına darbe indirilmesi
sözkonusu olamayacağından, bu anlaşmaların hayata geçmemesi,
Türkiye'nin emperyalizme tavrı açısından önem taşımaz.
Önemli olan Türkiye'nin emperyalist sömürü karşısındaki
anlayışı ve attığı adımlardır. Kaldı ki, anlaşmaların
uygulamaya girememesinin nedenleri, o günkü koşullarda
emperyalist ülkelerin birbirlerine karşı ve Türkiye'nin
bunlara karşı tavır alamayışıdır.
Bu anlaşma ve tanınan ayrıcalıkların, ağırlıklı olarak
politik nedenlerden kaynaklandığını, yapılacak Lozan
Antlaşması'nda destek sağlamak amacından kaynaklandığını
da söyleyemeyiz. Bu anlayışla hareket edilseydi, birine
veya birkaçına karşı diğerine ayrıcalık tanınarak destek
sağlama yoluna gidilirdi. Oysa, aynı süreçte barış anlaşması
yapılacak bütün emperyalist ülkelere ayrıcalıklar dağıtılmıştır.
Bu konuda esas olarak Anadolu Hareketi'nin sınıfsal
ve ideolojik özellikleri, tali olarak da dönemin politik
etkenleri rol oynamıştır. Çıkarılması gereken sonuç,
"anti-emperyalist" bir hareketin, emperyalizmin
askerlerini topraklarından çıkararak tekellerini davet
etmesidir. Bu davetteki aşırı istekliliği nedeniyle
şu espriyi dile getirmemek elde değil: "Sen askerlerinle
beni sömüremezsin ama ben tekellerin aracılığıyla kendimi
sömürtürüm!"
Bu arada belirtmek gerekir ki, üzerinde büyük fırtınalar
koparılan 'kapitülasyonların kaldırılması' sorununda,
kapitülasyonların reddi, emperyalizm açısından fazlaca
önem taşımıyordu. Bir anlamda, uzun yıllar devlet üzerinde
ciddi bir bağlayıcılık yaratmış bir sömürü mekanizması
olan kapitülasyonların kaldırılması yeni devletin başarısıdır.
Fakat bu başarıyı, zaman aşımına uğramış, bir hayli
yıpranmış bir sistemin taşıdığı anlamla birlikte değerlendirmek
gerekir. Bu durumda, azınlık burjuvazisinin eski konumunu
yitirmesi dolayısıyla, emperyalizmin ülkeyi sömürmekte
azınlıkları kullanmasının koşullarının da tükendiği
görülecektir. Böylelikle ne emperyalizmin kapitülasyonlar
üzerinde durmasının gerekliliği kalmıştır, ne de yeni
devletin, bunları kaldırmak konusundaki tavrı dolayısıyla,
emperyalistlerle o çok önem verdiği ilişkilerinin zaafa
uğramasına ilişkin bir endişe duymasına gerek kalmıştır.
Lozan'da 29 Ekim 1914'ten önce yapılan anlaşmalar ile
bu anlaşmalara daha sonra yapılan eklemeler kabul edilmiştir.
Düyun-u Umumiye borçlarının Türkiye sınırları içinde
kalan kısmının ödenmesi benimsenmiştir. Buna göre 5
Kasım 1914 yılına kadar ödenmemiş olan 139 milyon Osmanlı
altınının %65'i ödenecektir. Musul sorunu da daha ileride
görüşülmek üzere Milletler Cemiyetine bırakılmıştır.
Milletler Cemiyeti, bir süre sonra Musul'un Irak'ta
kalmasını kararlaştırmıştır.
Son olarak, emperyalizmle ilişkiler sorununun bir diğer
boyutuna değinelim: Yukarıda ana hatlarıyla koyduğumuz,
özellikle örnekler vererek ve tarihsel seyri somut adımlarıyla
aktararak nitelediğimiz ilişkilerin durumuna rağmen,
Anadolu Hareketi'nin emperyalizme hiçbir anlamda zarar
verici işlevi olmamış mıdır? Kuşkusuz olmuştur. Bu soruya
'hayır' yanıtı vermek, olayın gereken kıstasları içinde
anti emperyalist konuma oturmamış olmasına ve gelişmelerin
kısa zamanda emperyalizme önemli kazanımlar sunmasına
rağmen; emperyalizmin Osmanlı düzeneğindeki ilişkilerini,
planlı programlı olarak yeni devletin yeni ilişkilerine
dönüştürmesi şeklindeki açıklamaları gündeme getirir
ki, durum bu değildir. Böyle bir açıklama Marksizmin
tarihe yaklaşım yöntemiyle örtüşmez.
Durum, birebir benzerlikler içinde olmasa da, benzer
süreçlerde benzer özellikler gösteren geri kalmış ülkelerin,
açık işgal karşısında, emperyalizmin saldırganlığına
tavır alması, ama sömürü mekanizmasını parçalayacak
dinamiklere sahip olmaması olayıdır. Ülkenin 'geri
kalmışlığı', üretim ilişkileri temelinde söz konusu
olduğu için ve üretici güçlerin o süreçlerdeki nitel
ve nicel seviyesi, emekçi kitlelerin önderliği ele geçirmesine
elvermediği için az önce tanımladığımız sonuç ortaya
çıkmaktadır.
Yine ülkelerin dönüşümlerinde, iç dinamiğin belirleyici
olması evrensel gerçeği temelinde; Anadolu Hareketi
sırasında olduğu gibi, ülkenin doğru tanımlanmasından,
beklentilerin rasyonelliğine, pratikteki ciddi katkılara
kadar, Lenin önderliğindeki Sovyetler gibi ülkelerin
bile durumun niteliğini değiştirmede fazla şansları
yoktur.
Bağlarsak, Anadolu Hareketi'nin emperyalizmin çıkarlarına
ilişkin ortaya çıkardığı olumsuz sonuçlar da sözkonusudur.
Açık işgalin kırılmasının, diğer geri kalmış halklara
en azından bu bağlamda güç vermesi, emperyalizmin o
koşullarda önem verdiği bir politika olan Hindistan
yolunun önüne engeller çıkması, Sovyetlerin kuşatılmasında
en azından problemli bir bölge oluşması
hareketin tarihsel sürece soktuğu olumlu faktörlerdir.
E- SONUÇ
Anadolu Hareketi'nin tarihsel seyrini yer yer kısa saptamalarla
birlikte genel olarak gözden geçirdikten sonra onun
niteliğine özellikle yer vermek gerekiyor. Bilindiği
gibi bir hareketin niteliğini belirlerken; onun sınıfsal
dokusu, önderliğin durumu, program ve hedefler göz önünde
bulundurulur. Ki, 1919-30 Ağustos 1922 döneminde ülkenin
çeşitli yerlerinde çarpışmayı soyutlayarak Anadolu Hareketi'ni
salt işgal güçleriyle vuruşmaya indirgemek, olaya 'savaş'
demek de doğru değildir. Çünkü durum, gerek bizzat kendi
sürecinde savaşa koşut olarak gündeme sokulan, gerekse
de daha sonra genel olarak aynı paralelde sürdürülen
politikalarla, siyasal, sosyal, ekonomik, vb. çok yönlü
bir hareket sunmaktadır. Dolayısıyla, genel bir nitelemeden
önce başta nitelemenin öğeleri olmak üzere, bazı sorunların
yanıtlarının saptanması gerekmektedir.
Öncelikle, Anadolu Hareketi bir sınıf ideolojisi temelinde
mi gelişmiştir, yoksa bu şekilde gelişmeye tarihsel
ve siyasal elverişlilik ortamı olmayan çeşitli hareketler
gibi, görünümdeki farklılıklara karşı esasta bir sınıf
ideolojisine bağlı, onun köklerinden sürgün vermiş ve
sonuçta ona hizmet eden bir çizgi midir?
Başta egemen sınıflar olmak üzere, ülkemizin -bugünkü
kapsamıyla- sol literatürüne kadar uzanmış 'Kemalizm'
kavramı, kendi özel niteliği olan bir ideoloji midir?
İdeolojiden öte, bir ekol, bir çizgi olarak özgünlük
taşımakta mıdır? Bu kavramın böylesine geniş bir yelpaze
içinde yerleşikliğinin nedenleri nelerdir? Ve ideoloji
nedir? İdeolojiyi; ekonomik, siyasal, sosyal normlara
sahip sınıfların düşüncelerinin sistemli biçimlenişi
olarak genel bir soyutlamayla tanımlamak olasıdır.
Ne var ki, ideolojiler bu genellemenin kapsamında ama
bundan çok daha yüklü anlamlar içerir. Elbette düşünce,
maddi koşullarca belirlenir. Düşüncenin kendi sistematiği
içinde ciddi aşamalar, nitelik sıçramaları yapabilmesinin
koşullarını, tarihsel boyutu içinde maddi yaşam sunar.
Bu veriler dönüp yeniden maddi yaşamın gelişme dinamiği
olur. Fakat önemli bir noktayı tam da burada gözden
kaçırmak olasıdır. Bu gerçekliklerin yanı sıra, belli
bir dokuya, kendi kendine yaşama özgürlüğüne kavuşan
düşünce, o andan itibaren maddi yaşamdan göreceli bir
bağımsızlık kazanır. Yaşamın verilerini alarak kavramak-tanımlamak
basit denklemi, artık karmaşık, çok bilinmeyenli problemlerle
yer değiştirmiştir. Ve düşünce kendine özel bir dünya
yaratmış, kendi kurallarını koymuştur.
İşte eğer bu tablo sınıfsal ve siyasal boyutlar içinde
çiziliyorsa, o artık bir ideolojidir. Ayrıca yine eklemek
gerekir ki, bir düşünce sistematiğinin ideoloji olabilmesi
için bilimsel olması şart değildir. Tıpkı idealizm gibi
bilime aykırı, onu yadsıyan özelliklerle de bezeli olabilir,
ama bu onun bir sınıfın varlık koşullarını tanımlamasına
engel olmadığı için ideolojisi olmaması anlamına gelmez.
Konuya ilişkin olarak Engels'in 14 Temmuz 1893'de Franz
Mehring'e yazdığı mektubu anımsamak yararlı olacak...
Engels, sıradan soyutlamalardan öte, ideoloji üzerinde
çok yönlü düşünerek diyor ki:
"İdeoloji, sözde düşünürün herhalde bilinçli
olarak, ama yanlış bir bilinçle gerçekleştirdiği bir
süreçtir. Onu harekete geçiren gerçek güçler kendisi
için meçhuldür, öyle olmasaydı zaten ideolojik bir süreç
olmazdı. Bu yüzden sözde düşünür, yanlış ya da görünüşte
kalan itici güçler tasarımlar. Düşünsel bir süreç olmasına
bakarak, ister kendisinin ister kendisinden öncekinin
düşüncesi olsun, ondan saf düşüncenin içeriğini ve biçimini
çıkarır ve sadece düşünce gereçleriyle uğraşır. İşin
temeline bakmadan bu gereçleri düşünceden çıkmış sayar
ve daha uzaklarda, düşünceden bağımsız kökenleri olup
olmadığını araştırmak zahmetine katlanmaz. Onun gözünde
bu doğaldır; çünkü düşüncenin aracılığıyla gerçekleşen
her insan eylemi ona son çözümlemede, temelini düşünceye
dayamış olarak görünür. Sanki tarihsel ideoloji, her
özel alanda, daha önceki kuşakların zihninden bağımsız
olarak meydana gelmiş ve birbirlerini izleyen bu kuşakların
beyninde kendine özgü bir dizi bağımsız gelişmeyi geçirmiştir.
İşte her özel alandaki ideolojik görüşlerin bu görünüşte
bağımsız tarihleridir ki, insanların çoğunu aldatmaktadır.
Luther ve Calvin resmi Katolik dininin hakkından geliyorlarsa,
vb. bu, herhalde düşünce alanından çıkmayan olaylar
nedeniyledir ve değişmiş ekonomik koşulların düşünsel
bir yansısıdır. Aslan Yürekli Richard ve Philippe Auguste,
haçlı seferlerine girişecekleri yerde serbest ticareti
gerçekleştirmiş olsalardı bizi beş yüzyıllık yoksulluktan
ve budalalıktan kurtarırlardı. Buna ideologların şu
aptalca düşüncesi de ekleniyor: Tarihte rol oynayan
çeşitli ideolojik alanlara bağımsız bir tarihsel gelişme
tanımadığımıza göre, onlara hiçbir tarihsel etkilik
de tanınmamalı.. Bu iddia, diyalektiğe aykırı basit
bir görüşe, karşılıklı etki üstünde kesin bir bilgisizliğe
dayanmaktadır. Bu baylar, ekonomik olgular tarafından
yaratılır yaratılmaz her tarihsel etkenin kendisinin
de bir etki yarattığı ve kendi nedenlerine etken olabileceği
olgusunu, çoğu zaman maksatlı olarak unutuyorlar.
Gerçeğin bu biçimde çıkarımlarının yapılabileceği Aristo
çağından günümüze kadar düşüncenin karakterinin üzerinden
de çok fazla su aktı."
O halde ideoloji, sınıfsal karakterde, sınıfın maddi
yaşam koşullarınca belirlenen, onun çıkarlarını amaçlayan,
dolayısıyla maddi hareket noktası üzerinde biçimlenen
düşünsel olgular temelinde yükselip, koşul-düşünce ikileminde
bir sürekli alış veriş içine giren, komünizme kadar
da sınıfsal karakterini yitirmeyen sistematiktir. (Komünizm
ise bir sınıf ideolojisi değil, ilk kez toplumsal düşüncedir.)
Komünizme kadar sınıflar dışında, sözgelimi ara tabakalara
ilişkin, sözgelimi bir erk bileşimine ilişkin ya da
ezilen katmanların bileşimine ilişkin 'özgün' ideolojiler
yaratmak, materyalizmin temel kıstaslarını tepelemekle
eş anlamlıdır. Ve küçük burjuvazinin ideolojisi olamaz.
Onun düşüncesi, düzen statükoculuğu kapsamında burjuva
ideolojisinin alt türevi, bir dipnotudur. Aynı biçimde,
çağımızın devrimlerini tanımlarken sosyalizm aynı zamanda
köylülüğün ezici nitel bölümüne hitap ettiği ve onun
koşullarını, çıkarlarını tanımladığı halde, sosyalizm
proletarya ideolojisidir, diyoruz.
Sonuçta Kemalizm, bir ideoloji olmadığı halde Türkiye
egemenlerinin 'sınıflar üstü devlet politikası' demagojisinin
içini kendi programlarıyla doldurduğu bir egemenlik
ve muhalefet gömleği (hem egemenlik, hem muhalefet gömleği,
karşıt bütün tezlerin ortak gömleği...) olarak sürrealist
varlığını korumuştur.
Anadolu Hareketi sırasında düşüncede, ekonomide, Kemalizm'in
ve idealizmin (burjuva ideolojisinin) arayışı içinde
olan, bunu gerçekleştirmek için çırpınan, uluslar arası
ilişkilerinde de daha o günden bu temelde varoluşun
eklemlenişlerini arayan fakat tarihsel sürecinden ötürü
ne proletarya ideolojisine, ne de burjuva ideolojisine
ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak egemen
olma, onunla doğrudan buluşma olanağı olmayan önderlik,
hem kendi kimliği, hem de programları açısından sürekli
çırpınıp durmuş, otodinamiğinin verilerinin farkında
olduğu için de kendisi emperyalizmi aramıştır. Bu sözlerimiz,
M. Kemal'in tutumunu hoşgörüyle karşıladığımız, tarihsel
bir alternatifsizlik olarak yorumladığımız şeklinde
algılanmamalıdır. Marx'ın farklı bir konuda, burjuvazinin
tarihsel görevini sona erdiğini belirtirken ifade ettiği
gibi artık onun, "kendisinin çağırdığı bu cehennem
güçlerinin maşası olarak" kendi ülkesini, alacağı
işbirliği rüşvet (bu rüşvetler çoğu zaman 'iktidar'dır)
karşılığı emperyalizmin ayakları altına döşediği aşikardır"...
Düşünce planında burjuvazi ve proletaryanın dışında
bir sistematik kurulabilmek te siyasal bilime aykırıdır.
Ve elbette 'Kemalizm'e bir felsefe akımı demek hiçbir
anlamda sözkonusu olmasa da 'Kemalizm'in toplumsal etkinliklerini
düşünürken, Fransız Regar Garaudy'nin 'mızmız felsefeler'
diye adlandırdığı burjuva akımlarını (3) anımsamamak
olası değil. Burjuva ideolojisinin genel karakterinden
kaynaklanan bu mızmızlık, onun bir takım temel normlarına
karşı yola çıkıp, ona hizmet etmeye kadar varan çeşnidir.
Ne var ki, bütün bu görünürdeki çeşniye karşın, son
çözümlemede çağımız iki büyük kamptan ibarettir. Burjuvazi
ve proletarya.
"Günümüze kadar varolagelen bütün toplumların tarihi,
sınıf savaşımları tarihidir. Özgür yurttaş ve köle,
derebeyi ve serf, lonca ustası ve kalfa, tek sözle ezen
ve ezilen her an birbirlerine karşı olmuşlar ve kimi
zaman alttan alta, kimi zaman da açıktan açığa sürekli
bir kavga sürdürmüşlerdir. Bu kavga, her seferinde,
ya bütün toplumun dönüşmesiyle ya da çatışan sınıfların
birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır...
Feodal toplumun yıkıntılarından fışkıran çağdaş burjuva
toplumu, yeni baskı koşulları ve yeni kavga biçimleri
getirmiştir. Burjuva çağı, şu ayırt edici özelliği taşır:
Sınıf çelişkilerini basitleştirmiştir. Bütün toplum
giderek iki büyük topluma bölünmüştür. Burjuvazi ve
proletarya. Ortaçağın toprak köleleri arasından kasabaların
ayrıcalıklı halkı türemiştir. Bunların arasından da
burjuvazinin ilk biçimleri gelişmiştir... Burjuvazi,
tarihsel süreçte son derece devrimci bir rol oynamıştır.
Nerede üste çıkmışsa orada bütün feodal, ataerkil ilişkilere
son vermiştir. Feodal bağları hoyratça koparıp atmış,
insanla insan arasında yalın çıkar ve peşin para bağından
başka hiçbir ilişki bırakmamıştır. O güne dek el üstünde
tutulan, baş tacı edilen en kadar meslek varsa hepsinin
kutsal halesini yıkıp atmış; hekimi, hukukçuyu, papazı,
ozanı, bilim adamını, ücretli işçileri yapmıştır."(4)
Önderliğin niteliğine, yapısına ve konumuna gelince;
bir hareket, önder kadroların sınıfsal kökenine bağlı
olarak nitelenmez. Önemli olan bu kadroların hangi sınıftan,
kattan gelirlerse gelsinler, o hareketin sürecinde hangi
sınıfsal temellerden kaynaklanan amaç ve programlara
hizmet ettikleridir.
Evet, çokça söylenegeldiği üzere, Anadolu Hareketi'nin
önder kadroları, ordu ve bürokrasiden gelmektedirler.
Buradan yola çıkarak devletin iki temel kurumu olan
bürokrasi ve militarizm kökenli kadroların, bürokrat
ve askerlerin genellikle küçük burjuva hareketin 'ideolojik,
sınıfsal' yapısını ve o anlamda niteliğini belirlediği
söylenemez.
Küçük burjuva 'ideolojiler'in değil ama, küçük burjuva
karakterli çizgilerin tipik 'mızmız'lıkları, yalpalamaları,
burjuvazinin gücünü kollamaları ve kovalamaları, ihtilal
ve yukarıdan aşağıya girişimcilik darbecilik tablolarıyla
küçük burjuvanın çizebileceği çeşitli çizgiler çekmiştir
döneme... Ne var ki, olayın sınıfsal niteliği bu çizgilerle
değil, dayandığı temel ekonomik ve siyasal olgularca
belirlenir ve ol belirlemeler burjuva rotayı ortaya
koymaktadır. Önderliğin amaçları, toprak ağaları
ve Anadolu komprodor burjuvazisi ile, azınlık burjuvazisinin
işlevlerini devralmak isteyen İstanbul ticaret burjuvazisinin
amaçlarıyla buluşmuş, programın esası, devlet yönetiminde
varlık çıkarları temelinde bürokrat ve askerlerin bu
amaçlarıyla bütünleşerek oluşmuştur. (5)
Önderlik söz konusu kesimlerin siyasal ifadesi haline
gelmiştir. Bu durum, bürokrat kesimin egemenlik güçleriyle
ittifakı tarzında şekillenmiyor, tam tersine bu kesimin
görece bağımsızlığına rağmen bir buluşma gündeme geliyordu.
Savaştaki ve savaşın organizasyonundaki misyonları ile
söz konusu 'bağımsızlık' artmış, yeni devletin inşasında
önemli rol oynamış, onların rahatlığına ve işlevlerindeki
hızına hizmet etmiştir.
Durumu kuramsal açıdan da ifade etmek gerekirse, bilindiği
gibi devlet en genel tanımıyla bir sınıfın diğer sınıflar
üzerindeki baskı aracıdır. Ancak bu durum her zaman
ve her koşulda bu denli yalın ve kaba çizgiler içinde
değildir. Ve kendi içinde özgün biçimler oluşturur.
Devlet sınıfsal bir baskı örgütlenmesi olduğu ve bu
durum uzun vadeli programlarla belirlendiği halde, güncel
anlamda toplumdaki diğer kesimlere karşı da yükümlüdür
ve bazı işlevler ortaya koymak durumundadır.
Öte yandan devletin iki temel örgütü olan ordu ve bürokrasi
de kendi içlerinde kurumsallaşır. Özellikle kapitalizmin
güçlerini daha da geliştirip karmaşık bir hale getirdiği
bu kurumların yönlendirilmesinin, aralarındaki eşgüdümün
sağlanmasının mekanizması, siyasal iktidarın yönetim
ve yürütme organıdır. Ve her siyasal iktidar gücünü
toplumun egemen sınıflarından aldığı gibi egemen sınıfların
bürokrasi, militarizm ve siyasal iktidarla ilişkileri
de karmaşık dengeler üzerinde biçimlenmiştir. Bu biçimlenme,
egemen sınıflarla ilişkilerinin kuruluşuna, tarihsel
gelişimine, toplumun ideolojik, politik, hukuksal, kültürel
vb. evrimleriyle toplumdaki güçler dengesine oturur.
Günümüzün kapitalist devletlerinde birçok kurumlaşma
özde aynı olsa da, söz ettiğimiz olguların durumuna
göre farklılaşan çizgiler, ağırlık noktaları da taşırlar.
Toplumsal evrimdeki farklılıklar, devletin şekillenmesine
de yansır. Ancak temelde bir sınıfın, burjuvazinin devleti
olma niteliği değişmez.
Devletin yapısındaki karmaşıklık, doğal olarak üst yapı
kurumlarına değişen özellikler getirir. Egemen sınıfların
devlet içindeki konumlanışına, devletin biçimlenişindeki
etkinlik ve rollerine göre bazı özerkliklerde şekillenir.
Öte yandan kimi ülkelerde devlet kurumları daha karmaşık
bir karakter arzetmekte iken kimilerinde daha yalındır.
Kimi ülkelerde siyasal mekanizmayla egemen sınıfların
ilişkileri daha karmaşık ve dolaylı iken kimilerinde
daha açık ve nettir.
Özetle, ülkemizde devletin kurumlaşmasına, siyasal mekanizmaya
ve egemen sınıf ilişkilerine bakarken, sorunu bu perspektiflerle
ele almak gerekir. Ülkenin toplumsal evriminin koşul
ve verilerine ilişkin olarak kaçırılan faktörler, çözümlemenin
gerçeklikten uzak ve soyut kalmasını doğurur. Cumhuriyet
Devleti, Osmanlı Devleti'nin sunduğu tarihsel veriler
üzerinde varlık kazanmış ve onun kalıcı yanlarını içererek,
dinamizm sunabilen yanlarında kısmi değişiklikler yaparak
biçimlenmiştir.
Osmanlı devletinin o süreci, bürokrasinin alabildiğine
palazlandığı, siyasal mekanizmanın asker-bürokrat kadrolarca
oluşturulduğu, bu kadroların mevcut belirsizlik ve otorite
boşluğu ortamında egemen sınıf gibi davrandığı (aynı
zamanda esas olarak emekçi kitlelere karşı konumlandığı)
bir devletti. Bir önceki dönemden devraldıkları bu durum,
Anadolu Hareketi'nin kadrolarına daha fazla özerklik
olanağı tanıyan bir özellikti. İlk bakışta bu görece
özerklik, söz konusu kadroların egemen sınıflarla ilişkilerini
gizliyor, onlara bağımsız bir görünüm kazandırıyordu.
Gerek bu olgu, gerekse de askeri-siyasi kadroların küçük
burjuva kökenli olmaları, siyasi iktidarın ekonomik
egemenlik güçlerinden ayrı olarak, küçük burjuvazinin
elinde olduğu, (savaşın önderliğinin küçük burjuva kesimince
üstlenilmesinin yanı sıra) yeni devletin de 'küçük burjuva
diktatörlüğü' olduğu yanılgısına yol açmıştır.
Bu saptama yapılırken, gelişmelerin, siyasal, ekonomik
ve sosyal plandaki karar ve uygulamaların, ağırlıklı
olarak emekçilere mi yoksa egemen sınıfların çıkarlarına
mı hizmet ettiği gözetilmemiş ve yanlış çıkarımlar yapılmıştır.
Öte yandan emperyalizmle acil bütünleşme tavrı, devlet
olanaklarının hangi kesimlerin çıkarlarına sunulduğu
doğru çözümlenememiştir. 'Kemalislerin' sol tandanslı
bazı tavırları da ülkenin yobaz bir çevresince 'komünist'
ilan edilmelerine yol açmıştır. Bismarkvari girişimlerle
burjuva kültürü, işçi ve köylüye devletin ihsanı olarak
sunulmuştur. Bu kültürün en ilkel ve yapay tarzı, bütün
topluma şırınga edilmeye çalışılmıştır. Çözümlemelerdeki
yanılgıların nedenlerinden biri de bu durum olmuştur.
Söz konusu yanılgılar, daha sonraki dönemlerde de değişik
şekillerde sürmüştür. İlginç olan, aynı durumun değişik
dönemlerde, dönemin koşulları doğrultusunda tümüyle
zıt saptamalarla tanımlanabilmesi ya da değişik kesimlerce
yadsınması veya savunulmasıdır.
Oysa ulusal gelirin ve toplam kredilerin dağılım rakamları
durumu oldukça somut ifade ediyor: İşçiler, köylüler
ulusal gelirden çok az payı alırken, aslan payı toprak
ağalarına ve burjuvaziye gitmiştir. 1950'ye kadar ücretliler
%70-80 oranında vergi öderken, tüccar ve sanayicilerin
ödedikleri vergi tutarı ancak %10'du. Bütçe gelirlerinin
en büyük bölümü ise geniş kitlelerin ödediği dolaylı
vergiler oluşturmaktadır. 1923-29 arasındaki bütün bütçe
gelirlerinin %38'i, 1930-34 arasında %28'i, 35-39 arasında
ise %27'si dolaylı vergilerden oluşmaktaydı ve yine
toplam kredilerin 1924-38 arasında %70'i tarım dışı
alana giderken, %19'u devlete gitmekteydi.
Giderek temelde farklılık göstermeyen ama devlet müdahaleciliğinin,
liberalizmin dozajındaki anlaşmazlıklardan yola çıkan
değişik klikler oluşmuşsa da, oligarşik ittifakın temelinin
(Oluşumunun değil) yeni devletin kuruluşunun hemen akabinde
atıldığını söyleyebiliriz. Kapitalizmin ekonomi anlayışını
rehber edinen yeni devletin, bu anlayışı ülke koşulları
ve kendi niteliği bağlamında çarpık ve ilkel tarzda
hayata geçirmeye çalışmasının yanı sıra, tutarlılık
gösterdiği tek konunun anti-komünizm ve şovenizm olduğu
gerçeğini özellikle vurgulamalıyız.
ANADOLU HAREKETİNDEN SONRA
ÜLKENİN DURUMU VE ÖNEMLİ GELİŞMELER
A- Bazı Yönleriyle Sürece Bakış
Anadolu Hareketi'nin önderliği, savaştan sonra bu kez
daha elverişli koşullar altında ve ülke çapında (ulusal,
sınıfsal boyutlar egemen etmenler olmak kaydıyla) sosyal,
siyasal, kültürel, psikolojik... bütün düzlemlerde geniş
bir önünü açma maratonuna başlamış ve bu maratonu oldukça
da hızlı koşmaya çalışmıştır.
Bir yandan her muhalif hareket ezilmeye çalışılırken,
öte yandan egemen ittifakın hem dış destek ve bağlantılarının
hem de iç işlerlik ve gücünün pekiştirilmesi, yeni devletin
bu nitelikler çerçevesinde kurumlaştırılması hedeflenmiştir.
Kitlelerin, devletle son derece mesafeli bir konumda,
olabildiğince edilgen, seçeneksiz, apolitik bir durağanlık
içinde tutulması başlıca amaçlardan biri olmuştur.
Bu yolda oldukça uzun bir süre egemen kesimlerin fraksiyonlaşmasına
da izin verilmemiş, yasama, yürütme ve yargı sistematiği
de söz konusu amaçlar doğrultusunda ki işlev ve fonksiyonlarla
donatılmıştır. Egemenlik, kendi çerçevesi içinde bile
herhangi bir muhalefete açık kapı bırakmayarak motorunu
taşsız, çakılsız bir kulvarda sürmeyi tercih etmiş,
bu durumun yaratacağı toplumsal basıncı bertaraf etmek
için de her yöntem sevap sayılmıştır.
Üretim ilişkileri ve üretici güçlerin durumu, belirlenen
politikalar kapsamında yukardan aşağıya ve her türlü
yapay zorlama yolunun gündeme alınmasından kaçınılmayarak
düzenlemeye çalışılmıştır. Üretim araçlarının yine bu
temelde beslenip geliştirilecek Türk burjuvazisinin
eline geçmesi programı, bir yerde Türk burjuva öncelleriyle
kapitalist üretim araçlarının, emperyalizmin suyunu
sağladığı bir çorbada buluşturulup (o suyun içinde ve
normal gelişim, varlık kazanma, kimliğini yaratma seyrinden
yoksun olarak) birbirini geliştirmesi anlamına gelir.
"Devlet eliyle fert zengin etmek" şeklinde
tanımlanıp meşrulaştırılan bu politikayla, devletin
tüm olanakları egemenliğin ve egemen sınıf olma koşullarının
ayakları altına serilmiştir.
Sermaye birikimi gereksinimini karşılayabilecek bir
dış sömürü olanağı olmadığı için kaçınılmaz olarak bu
amaçla emekçi kesimler son sınırına kadar azgın bir
sömürü girdabına sokulmuştur. Oldukça dar bir nicel
kesimi ifade eden egemen sınıflar ittifakına ilişkin
vergiler ancak sembolik rakamlar karşılığı iken, emekçilerin
çok az tutulan ücretlerinin üzerine de ağır vergiler
yüklenmiş, geniş kitlelerin kullanmak durumunda olduğu
temel tüketim mallarına yüksek tekel fiyatları saptanmış,
dolaylı vergilerle bu kaynak güçlendirilerek teşvik
ve desteklemeler şeklinde egemen kesimin hizmetine sunulmuştur.
Yine bu kesimin pratikte ortaya çıkan sorunlarına ilişkin
olarak, vakit geçirilmeksizin yasal düzenlemelere ve
yenileştirilmelere gidilmiştir. Devletin bu işlevinin
ve egemen kesimlerin önünde onun yolunu açıcı, zemin
hazırlayıcı, gücünün elvermediği her noktada onun adına
ekonomide de kurumlaşan yedeği olma durumunun 'devletçilik'
politikası olarak lanse edilme aldatmacası, daha bu
yıllardan itibaren Cumhuriyet sürecinin temel demagojilerinden
olmuştur.
Aynı dönemde emperyalizmle ilişkiler, çeşitli politik
gerginliklerden ve uluslar arası platformlardaki genel
çelişkilerin de yansımasından kaynağını alarak bir türlü
Türkiye egemenliğinin istediği rotaya girmemiş, emperyalizmle
bütünleşmek için gereken dönüşümler yeterince sağlanamamıştır.
II. Bunalım Döneminin özellikleri gereği emperyalist
sömürü, alt yapı yatırımlarıyla, ticari plandaki sermaye
aktarımı ve dış ticaret açıklarıyla, feodalizmin tasfiyesine
yönelinmeden komprador burjuvazi aracılığıyla sürmüştür.
Ülkede yaratılan değerler, dolaşım düzeyinde etkin olan
ticaret sermayesi aracılığı ile metropollere aktarılmıştır.
Lozan antlaşmasıyla Kürt ulusu, emperyalizmin planı
uyarınca dört parçaya bölünmüş olarak konumlandırılmıştır.
Bu konumlanışı, öncelikle, tümü yarı sömürge sürecindeki
diğer ülkelerin sınırları içinde bırakılmasıyla, (Türkiye
Cumhuriyeti Devleti dahil) sözkonusu ülkelere politik
planda bir 'rüşvet' olmuştur. Öte yandan, görünürdeki
çarpışma gücünün TC. olması ve uzun vadeli hesapları
dolayısıyla emperyalizm açısından sürecin önemli bir
tercihi olmuştur.
Kürt halkı, Anadolu Hareketi sürecinde hareketin sınırları
içinde tutulmuş, fakat açık işgal son bulur bulmaz önderliğin
bu konudaki tavrı her açıdan somutlaşmış, 1938'e kadar
sürecek olan Kürt İsyanları başlamıştır. Katliamlar,
sürgünler birbirini izlemiş, hareketlilik tümüyle yok
edilemese de bir süre için büyük ölçüde susturulmuştur,
söndürülmüştür.
Yeni devlet Lozan'da, uluslar arası planda hukuksal
varlığını meşrulaştırdıktan sonra, 1923 Ekim'inde M.
Kemal ve çevresinin senaryosu çerçevesinde TBMM'de Cumhuriyet
ilan edilmiştir.
1921 Anayasası'ndan sonra saltanat ve hilafetin kaldırılacağını
sezinleyen saltanat ve hilafet yanlılarının çelişkileri,
Cumhuriyet'in ilanından sonra doğal olarak artar. Bu
gerçeğin, programları açısından pürüz yaratmasını önlemek
amacında olan M. Kemal'in politikası gereği, Cumhuriyet'in
ilanından kısa bir süre önce Meclis'te subay maaşlarının
artırılması gündeme getirilir. Olası çatışmaların önlemini
önceden alma politikası, benzer şekilde Lozan'da söz
konusu olmuş, İstanbul Hükümeti'nin de çağrılması üzerine
alelacele saltanatın kaldırıldığı ilan edilmiştir. Hilafet
ise aynı süreçte kaldırılmayıp bu konuda programda olan
tavır ileri bir tarihe ertelemiştir.
Böylelikle bir yandan Lozan görüşmelerinde İslam duyarlılığı,
hilafet vesilesiyle Ankara Hükümeti'nin kozu olarak
cephe tutulmuş, öte yandan aynı davranış, ülkedeki dinci
muhalif güçlere yönelik yeni politikanın kademe kademe
gündeme sokularak hazmettirilmesi ve olası tavır alışlara
meydan verilmemesi avantajı haline getirilmiştir. Dolayısıyla
halifelik ancak 31 Mart 1924'te kaldırılmıştır.
Hilafetin kaldırılmasından önce ülkenin çeşitli toplumsal
kesimleri bu doğrultuda hazırlanmış, uygun ortam yaratılmıştır.
M. Kemal bu kesimlerin en önemli ve etkin olanlarıyla
bizzat görüşmeler yapmış, konuya ilişkin olarak onları
da arkasına almıştır. Sözgelimi o dönem İzmir'de tatbikatta
olan ordunun ileri gelenleriyle, tatbikatı izleme gerekçesiyle,
uzun süre birlikte olarak iki ay boyunca hem onlarla
hem de basın ve üniversite ileri gelenleriyle konuyu
görüşmüş, daha önce aynı konuda çıkan tartışmalar nedeniyle
İstiklal Mahkemeleri'nde özellikle basın mensuplarına
verilen gözdağı niteliğindeki cezaların yönünü de farklılaştırmaya
çalışmıştır. Verilen cezalar ve bunların affından sonra
dönem, gözdağının sonuçlarını toplamaya artık oldukça
elverişlidir.
Halifeliğin kaldırılmasından kısa bir süre sonra (20
Nisan 1924) yeni Anayasa yürürlüğe sokulmuştur. Demokratik
hak ve özgürlüklerin göstermelik biçimde de olsa yer
almadığı bu Anayasa'nın TBMM'de tartışılması sırasında,
Cumhurbaşkanı'nın ve yürütme organının son derece belirgin
olağanüstü yetkilerine ilişkin olarak çıkan tartışmalar
nedeniyle Cumhurbaşkanı'nın ve hükümetin yetkileri bir
ölçüde kısıtlansa da son çözümlemede durum, diktatörlüğün
kabaca tanımlanmasından öte bir anlam ifade etmemektedir.
Halk kitleleri üzerinde özellikle yoğunlaşmak kaydıyla,
toplumun hiçbir kesiminin hiçbir kıpırdanışına ve muhalefetine
izin verilmeyecek mekanizmalar ve yaptırımlar, yeni
devletin karakterinin temel faktörleri olarak somutlaşmıştır.
Bu durumu sistematize edecek kurumlaşmaların temelleri
de yeni devletin temelleriyle özdeşleştirilmiştir. Devletin
gelişip kendi doğrultusunda ilerlemesiyle birlikte sözkonusu
kurumlaşmalar da gelişmiştir.
Henüz Anadolu Hareketi'nin savaş sürecinde olduğu evrelerde
de varlığını çeşitli şekillerde yansıtmış olan kadro
çelişkileri, gelişmeler doğrultusunda şiddetlenmiş,
ve (17 Kasım) 1924 de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
kurulmuştur. Politik taktiklere ilişkin görüş ayrılıklarının,
feodal kurumların tasfiyesi sorununa farklı yaklaşımların
yanı sıra Mustafa Kemal'in dar çevresiyle birlikte diğer
kadroların fonksiyonlarını dışlayıcı, onları iradesiz
ve edilgen bir konuma sokucu tavırları, sorunun özünü
oluşturuyordu. Trabzon Burjuvazisi, daha Erzurum Kongresi
sırasında kongreye sunduğu bir önergeyle liberalizmi
ve ademi merkeziyetçiliği savunmuştur. M. Kemal grubunun
merkeziyetçi ve müdahaleci özellikleri karşısında 1922'de
belirginleşen grup, TPCF'nin de nüveleri anlamına gelir.
Kurucuları ve yöneticileri içinde Kazım Karabekir, Ali
Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay'ın da yer aldığı
TPCF'yi çeşitli kesimler, Halk Fırkasına karşı yedek
bir güç olarak desteklemişlerdir. TPCF'nin kurulmasından
sonra İsmet İnönü, sıkıyönetim ilan etmek doğrultusunda
görüş belirtmişse de HF grubu bu öneriyi reddetmiştir.
Bu, kendi açılarından daha mantıklı ve tutarlı bir yöntemdir.
Çünkü henüz egemenlik katmanlarıyla her yönüyle bütünleşmemişler,
bağlarını gerektiği şekilde güçlendirme sürecini tamamlamamışlardır.
Öte yandan Lozan görüşmeleri sırasında alınan erken
seçim kararı doğrultusunda yapılan seçimlerde, ikinci
grup ve eski ittihatçılar Meclis dışı kalmış olsa da,
HF içinde henüz tam bir uyum sağlanabilmiş değildir.
Dolayısıyla daha kapsamlı bir hesaplaşmanın koşulları
olgunlaşmamıştı ve bu gereksinmeleri için 1925 yılına
kadar beklemeleri gerekiyordu.
1925, İstanbul proletaryasının grevleri ve Kürt halkının
isyanlarıyla başlar. O döneme kadar Kürt Ulusu üzerinde
birçok oyun oynanmış ve işçi sınıfının göreli de olsa
bazı haklarını gözetmek şöyle dursun, dönemin güçlükleri
onların ve diğer emekçilerin sırtına yüklenmeye çalışılmıştır.
Sendikalar kapatılır, kalanların yönetimine hükümetin
sadık adamları getirilir, sol örgütlenmeler tasfiye
edilir. Fakat elbette bütün bunların ulusal ve sınıfsal
fonksiyonların tümüyle ve kalıcı olarak dumura uğratılabilmesi
için yeterli olma şansı yoktur. Bu durumun farkında
olan hükümet ve egemen sınıflar, iktidarlarını pekiştirmede
sözkonusu güçleri ciddi engeller olarak görmeyi sürdürmüşlerdir.
Nitekim hükümet, egemen sınıflarla eklemleniş sürecinde
ilerlemek, temel dayanaklarından olan Anadolu burjuvazisinin
büyük kentlerdeki ticaret burjuvazisiyle öteden beri
varlığını koruyan çelişkilerini çözümlemek, emperyalizmle
geliştirmek istediği ilişkilerine daha elverişli bir
zemin hazırlamak üzere, 'batılılaşma, uygarlaşma' kisvesi
altında ülkenin dış görünümünü rötuşlayacak 'reform'ların
aksamaması için, 4 Mart 1925'de Takrir-i Sükun yasasını
çıkarır ve ülkeyi tam bir terör dönemine sokar.
Bu arada çeşitli toplumsal kesimlere ve sınıflara sus
payı niteliğinde ödünler verilmekten de geri durulmaz.
Hatta işçi sınıfına yönelik olarak dahi bu kapsamda
değerlendirilmesi gereken girişimlerde bulunulur. İçeriği
oldukça sınırlı ve göstermelik olan "tatil-i eşgal"
yasası çıkarılır. Toprak ağalarına ise Aşar kaldırılarak
ödün verilir. Aşar'ın kaldırılması ol güne kadar Meclis'te
defalarca görüşüldüğü halde bir sonuç alınmamasına karşın,
Kürt İsyanı'nın başlaması üzerine 17 Şubat'ta ivedilikle
çözüm bulunur. Takrir-i Sükun yasasının gündeme sokulmasından
bir ay sonra ise Ticaret ve Sanayi Odalarının işlerliğini
düzenleyen bir yasa çıkarılarak bu odalara bir çok olanak
tanınır. Ardından esnaf ve zanaatkarların örgütlenmesi
yeni hükümlere bağlanarak bunlar sanayi odalarının denetimine
sokulur.
Takrir-i Sükun yasasının çıkarılmasında,o günlerde pratik
olarak ülke gündemini devlet açısından en fazla zorlayan
tepki olan Şeyh Sait İsyanı'nın önemli rol oynadığını
belirtmek gerekir. Henüz kendi statüsünü ve niteliğini
ispatlama çabası içinde olan TC Devletinin, sınırları
içinde bırakılmış bir başka ulus üzerinde denetim kuramaması
kendisi açısından endişe verici bir olgu idi.
Şeyh Sait Ayaklanması'na ilişkin tartışmalara genel
olarak iki noktada yanlışlık yapar.Birincisi, hareketin
görünümdeki dinsel motiflerinin niteliği çözümlenmediği
için ulusal özelliklerinin küçümsenmemesi, ikincisi
ise harekette İngiliz Emperyalizmi'nin rolü ve desteği
olduğuna ilişkin savlardır. İkinci savın hatasının temeli,
durumun emperyalizmin çıkarları açısından daha geniş
ölçekli bir çerçeve içinde değerlendirilememesi, Kürt
ulusu topraklarının bir bütün olarak görülememesi, Sovyetler
Birliği tehlikesi karşısında emperyalizmin bu bölgede
denetim altında tuttuğu devletlerin konumunun zaafa
uğramasını tercih etmesinin sözkonusu olmadığının saptanamamasıdır.
Bu savın, bir diğer emperyalist değil de özellikle İngiltere'yi
hedeflemesi ise, İngiltere'nin durumuna ilişkin ek faktörler
nedeniyle yanılgının önemini artırmaktadır. Çünkü öncelikle
I. Paylaşım Savaşının nedenlerinden biri olan Kürdistan'da
(hangi yöresinde başlarsa başlasın) gündeme gelen bir
ayaklanmanın bütün Kürtleri hareketliliğe sevkedebileceği
gerçeğinin görülmesi gerekir. Fakat tersinden bakarsak,
savunulduğu gibi olayın sadece dinsel faktörlerini ele
aldığımızda ve halifeliğin tekrar tesisinin istendiğini
varsaydığımızda, bu durumun en fazla İngiltere'nin çıkarlarını
etkileyeceği görülecektir. Çünkü İngiliz Emperyalizminin
egemenliği altındaki ülkelerde daha fazla Müslüman vardır.
Sonuç olarak,iki yıllığına çıkartılan fakat 1927'de
iki yıl daha uzatılan Takrir'i Sükun yasası şöyle demektedir:
"Gericilik ve isyana ve memleketin iç düzenini,
huzur ve dinginliğini ve emniyet ve güvenliğini bozmaya
neden olacak bütün örgütlenme, kışkırtma ve girişimleri
ve yayınları hükümet, Cumhurbaşkanı'nın onayı ile doğrudan
doğruya ve idareten yasaklamaya yetkilidir. Bu fiillere
katılanları İstiklal Mahkemesi'ne verebilir."
Burada da görüldüğü gibi Cumhuriyet tarihinde başlangıçtan
günümüze, toplumsal hareketliliklerin de sol varlık
ve eylemlerin de bastırılmasına yönelik girişimlerde
'irtica' motifinin vazgeçilmez öğe olarak kullanılmayı
sürdürmesi, özelde incelenmesi gereken bir durum halini
almıştır.
Takrir-i Sükun yasasının uygulanmasının uzatılmasını
isteyen İsmet İnönü, amacı 1927 yılında şöyle açıklamaktadır:
"İki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların
en önemlisi Şeyh Sait Ayaklanması ile beliren eylem
değildi. Asıl tehlike memleketin genel yaşantısında
meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu. Bu, memleketin
birçok zamanlardan beri politik yaşantısına musallat
olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine
ve samimi düzeltme isteklerinin bütün çabalarına engel
olan budur. Ve bu, küçük çıkarları işletmeye alışmış
soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına
saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetidir."….
"Asıl tehlike, anarşistlerin, karıştırıcıların
sağlıklı insan topluluklarının kafasına durmadan vurmalarında
ve fakat düzenbaz bir saldırıcı olarak 'ne vuruyorsunuz'
diye bağırmalarındadır. Aldığımız tedbir, yalnız doğudaki
davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca
engel olan sosyal düzendeki karışıklığın ortadan kalkmasını
sağlamıştır."
Takrir-i Sükun yasallaşır yasallaşmaz doğal olarak ilk
yönelimi solculara olmuş ve ilk elde 83 solcu tutuklanarak
İstiklal Mahkemesi'ne verilmiştir. Böylelikle, o döneme
kadar legal konumdaki sol hareket, tutuklamalar sonucu
geride kalan çok az sayıda kadrosuyla illegal konuma
düşmüştür. T.C tarihine '1927 Komünist Tevkifatı' olarak
geçen olay doğmuştur. Önemli ölçüde sindirilen TKP,
1930 Serbest Fırka denemesiyle tekrar su yüzüne çıkma
girişimlerinde bulunsa da, 1930'dan sonra objektif olarak
kendini feshetmiştir. Aralarından bazıları da, girdikleri
cezaevlerinde başlamak üzere burjuvazinin ideologluğuna
soyunmuş, bu durum, giderek TKP'nin bir anlamda resmi
yazgısı haline gelmiş ve TKP daha sonraki dönemlerde
de burjuvaziye ideolog üreten bir kurum haline gelmiştir.
Yasanın çıkmasından hemen sonra basına karşı 'cihad
açılmış, gazeteler kapatılmış, gazeteler İstiklal Mahkemesine
verilmiş, Kürt İsyanına karşı daha ilk günden Ankara
Hükümeti'nin politikasını destekleyen 'Orak-Çekiç' te
dahil olmak üzere her düzeydeki muhalif yayının kapısına
kilit asılmıştır. İstanbul gazete ve dergileri olan
Tevhid-i Efkar, İstiklal, Son Telgraf, Aydınlık, Orak
Çekiç, Sebilürreşat'ın ilk elde kapatılmasının ardından,
değişik yörelerde yayınlanmakta olan Yoldaş, Presse
de Soir, Resimli Ay, Millet, Sada-yı Hak, Doğru Öz,
Kahkaha, İstikbal, Tok Söz, Sayha gibi yayınlar da kapatılmış,
benzer işlemlere tabi tutulmuşlardır.
Öte yandan TPCF'ye yönelik olarak kapsamlı bir tavrın
uygulamaya sokulmasından da kaçınılmamıştır. Önce Kürt
İsyanı'nı destekledikleri gerekçesiyle Şark İstiklal
Mahkemesi'nin verdiği kapatma kararı, aynı günlerde
hükümet tarafından da benimsenmiş ve yürürlüğe konmuştur.
17 Haziran 1926 tarihinde ise "İzmir Suikastı"
gerekçesiyle, hem ittihatçılar ve hem de içlerindeki
Anadolu Hareketinin önder kadroları olmak üzere bütün
TPCF yöneticileri, İstiklal mahkemelerine verilerek
yargılanmışlardır. İstiklal Mahkemeleri'nin verdiği
idam ve hapis cezalarıyla, özünde egemenliği elinde
tutanlardan farklı bir niteliği olmayan bu kesim, karşıt
tutumları dolayısıyla sindirilmiştir.
Sürecin en önemli baskı ve terör organı olan İstiklal
Mahkemeleri, daha sonraki sıkıyönetim mahkemelerinin
kendi koşullarına uygun öncelidir. Bu mahkemeler daha
savaş yılları sırasında kurulmuştur. Niteliği üzerine
fikir oluşturabilmek için, sözkonusu yıllarda bu mahkemelerin
isimlerinin belirlenmesi için yapılan çalışmalarda "terör
mahkemeleri" adının tartışılmasına bakmak yeterlidir.
İstiklal Mahkemeleri, Meclis'ten seçimle gelen bir başkan,
bir savcı ve iki üye ile bir de yedek üyeden oluşmaktadır.
Görülen davalarda yasal engel olmamasına karşın avukat
bulundurulmamaktadır ve verilen cezalar genellikle hemen
infaz edilirdi. Hukuki bir dayanağı olmayan bu mahkemeler,
görev bölgesi olarak saptanmış alan içinde şehir şehir
gezerek çalışırlardı.
Verdikleri cezalara rakamlar açısından bir göz atıp
bu doğrultuda fikir edinmek istediğimizde, karşımıza
çıkan tablo ürkütücüdür. Sözgelimi Takrir-i Sükun döneminde,
Şark İstiklal Mahkemesi iki yılda 5010 kişiyi yargılayıp
bunların 2779'u hakkında beraat, 420'si hakkında idam
kararı vermiştir. Asker kaçaklarına verilen yoğun idam
cezalarının bu rakamlara dahil olmadığını da belirtmeliyiz.
Sadece bu mahkeme, son altı ayında 131 kişiye askerden
kaçtıkları için idam cezası vermiştir. Askerlik ve insanların
silah altında tutulması, savaştırabilmesi olgusuna,
'Kemalizm'i incelerken Anadolu insanının savaş karşısındaki
konumunu belirlemenin önemi açısından değinmiştik. Ankara
İstiklal Mahkemesi ise iki yıl içinde 2436 kişiyi yargılamış,
bunlardan 1343 kişiye beraat, 240 kişiye idam cezası
vermiştir. Yine asker kaçaklarının durumu bu rakamların
dışındadır.
İstiklal Mahkemeleri, hükümete (daha doğru bir tanımla
Mustafa Kemal'e) karşı sorumlu olarak çalışmaktadırlar.
Bu mahkemelerin bağımsızlık olgusu açısından sergiledikleri
vahim durumu ve o bağlamda ne ölçüde mahkeme, ne ölçüde
terör ve infaz kurumu olduğunu bir örnekle açıklamak
gerekirse; sözgelimi İzmir Suikastı Davası'na bakan
İstiklal Mahkemesi'nin bir oturumunda, Kazım Karabekir,
sorgusu sırasında: "Parti kurdurmak hükümetin
elindeydi, kurulurken cesaret verenlerin başında hükümet
vardı" der. Çeşme'de bulunan Mustafa Kemal,
Karabekir Paşa'nın bu sözlerini duyunca çok sinirlenir
ve bu tarz konuşmasına izin verdikleri için mahkemeyi
suçlar, mahkeme kurulunun Çeşme'ye getirilmesini emreder.
O gece verilecek balo gerekçe gösterilerek İstiklal
Mahkemesi üyeleri Çeşme'ye getirilir. Mustafa Kemal
onları bir odaya aldırtarak çok sert bir şekilde azarlar.
Mahkeme Kurulu'nun baloda daha fazla duracak hali kalmamıştır.
Mustafa Kemal Paşa'nın önünden geçip gitmeye de cesaret
edemezler ve pencereden atlayarak dışarıya çıkar, kimseye
görünmeden Çeşme'yi terk ederler. [1]
Bu dönemde "devrim" olarak lanse edilen bir
dizi batı adaptasyonunun halk kitleleri tarafından kısa
sürede 'kabul' görmesi ve hayata geçirilmesi için, yenileştirme
seferberliği, baskı ve zor seferberliği ile aynı paralelde
ve aynı ağırlık içinde uygulanmıştır. Sözgelimi 'şapka
devrimi' nedeniyle, bu konudaki yasanın çıkarılmasının
hemen ardından Erzurum'da çıkan karışıklıklardan sonra
hızla yargılanan sanıklar hakkındaki karar üç gün sonra
açıklanmıştır. Bu ilk "hüküm"e göre üç kişi
idam, iki kişi de onar yıl cezaya çarptırılmıştır. Bu
tarz cezalar, yurdun pek çok yöresinde "seyyar"
İstiklal Mahkemeleri tarafından oldukça sık ve yoğun
bir biçimde verilmiş olup, ceza nedenleri ve cezanın
ağırlığı karşılaştırıldığında, Cumhuriyetin niteliği
ve programının anlaşılması yolunda önemli bir kesit
sunacak, ciddi verilerle yüklü bir tablo ortaya çıkacaktır.
Aynı yılın Kasım ayında ise "Tekke ve zaviyelerle
türbelerin reddine ve türbedanlıklarla bir takım ünvanların
men ve ilgasına dair" yasa çıkartılarak din adamlarının
etkinliklerine önemli bir darbe indirilmiştir.
Bunların dışında, emperyalizmle eklemlenmenin zemini,
'Batılılaşma' programı olarak lanse edilen uygulamalar
çerçevesinde hızla yaratılmaya çalışılmıştır. Hafta
tatili cumadan pazara alınmış, saat ve takvimde Batı
Modeli benimsenmiştir. 1926 yılında İsviçre yasalarından
kopya edilen "Medeni Kanun" ve "Borçlar
Kanunu", Mussolini pratiğinin ifadesi olan İtalyan
Ceza Kanunu ve yine İtalyan ve Alman yasalarından kopya
edilen Ticaret Kanunu çıkarılmıştır. İzleyen yıllarda
ise, Hukuk ve Ceza Mahkemeleri Usulleri, Deniz Ticaret,
İcra ve İflas gibi mülkiyet kurallarını burjuva anlamda
güvenceye alan yasalar çıkarılmıştır. Okuma yazma oranının
son derece düşük olduğu bu dönemde Latin harfleri ve
rakamları benimsenerek 'Batılılaşma' sürdürülmüştür.
Bu zorba 'reformizm' değerlendirilirken, Anadolu
Hareketi'nin ve CHF'nin sınıfsal niteliği gözden kaçırılarak,
sol'un özgücüne güvenmeyip dışındaki güçlerden medet
umma tavrı, bir anlayış, bir çizgi haline getirilmiş,
uzun yıllar bu bağlamda karşı-devrime azımsanmayacak
bir hizmet paketi sunulmuştur. Bir ülkenin burjuvazisinin
de, devlet erkinin fonksiyonerlerinin de, sol'ununda,
potansiyel zaafları ve çeşitli biçimlerde kendi dışındaki
güçlere bel bağlama tavrı, yelpazenin bütününde bağımlılık
kimliği olarak ancak bu denli somutlaşabilirdi..
Çağdaşlaşma ve Batılılaşma kavramlarının ne denli
gerçeklerden uzak olduğu; çağdaşlaşmanın üretim ilişkileri
ile üretici güçlerin gelişimi doğrultusunda toplumun
evrimleşmesi sayesinde kazandığı dinamiklere bağlı olarak
gerçeklik kazandığı, aksi taktirde sübjektif çerçevede
dahi yapay kalacağı kesindir. Bu durum için laiklik
konusundaki gelişmeleri gözlemlemek, önemli bir veri
olacaktır.
Laiklik, feodal bir kurum ve ilişkilerin tasfiyesine
bağlı olarak gündeme gelebilir. Oysa T. C. devletinin
feodalizmi tasfiye etmek (edebilmek) şöyle dursun, iktidarlarını
pekiştirmek için feodal güçlere de gereksinimi olmuş
ve bu kesimler çeşitli ödünlerle beslenmişlerdir. Burjuva
karaktere oturma amaç ve çabası da; burjuvazinin egemenlik
bloğundaki etkinliği ve potansiyel gücü de bu gerçeği
ortadan kaldıramaz.
Nitekim çelişkinin niteliğini çarpıtarak bir pratik
yaratma işlevinin kaçınılmaz paradoksu, laiklik konusunda
bütün T. C. tarihi boyunca ilginç görünümler sunmuştur.
Bu yolda başlatılan hareketler, eğitimsiz ve bu konuda
ilerleme koşulları olmayan kitlelerce, insanca saldırı
biçiminde görülmüş, kendine laik diyen bir devletle
laik olmayan bir toplum karşı karşıya kalmış, dine ilişkin
konulardaki biçimsel düzenlemeler, baskı ve zor yoluyla
uygulattırılmaya çalışılmıştır.
Kaldı ki verili koşulların bu tablosunda devletin de
laik olabilmesi söz konusu değildir. Nitekim laiklik
uygulamaları ancak çarpık kapitalist oluşumların önünü
açma konusunda işlevi olabilen bir sonuç yaratmış, ama
aynı zamanda bu 'laik devlet', din unsurunun egemen
sınıflarca kitleleri pasifize etmenin ve uyutmanın bir
aracı olarak kullanmanın bir aracı olarak kullanılmasının
kurumu olmuş, din ve mezhep farklılıklarından yola çıkılarak
toplumsal çelişkilerin yönünün saptırılması da cazip
bir yöntem olarak kullanılmaya devam etmiştir.
Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, bir partinin
sınıfsal konumunu, niteliğini belirleyen, onun ideolojik-politik
çizgisi ve programıdır. Bu temelde, bir siyasal örgütlenmenin
egemen sınıfların aygıtı olup olmadığını belirlemek,
söz konusu örgütlenmenin yönetim mekanizmalarında, (egemen
sınıfların üretim ilişkileri içindeki konumlanışına
uygun olarak) sözgelimi mutlaka sermayedarların olması
gerekmez. Esas olan, idare erkinin bu sınıfların çıkarlarının
temsil edip etmediği, ona hizmet edip etmediğidir.
Bir partinin sınıflarla somut organik ilişkileri
olmasının koşul olarak görmemek gerektiği gibi, bir
ülkede aynı sınıfın hizmetinde olan birden fazla parti
de olabilir. Bu örgütlenmelerin hemen hepsi egemen sınıf
veya katlar tarafından çeşitli şekillerde desteklenir.
Birden fazla partinin bulunması, bu partilerin (aralarında
nitelik olarak bir farklılık olmamasına rağmen) programlarının
göreli değişiklikleriyle ülkenin ekonomik-politik ve
toplumsal temelde değişik dönemlerinin 'alternatif'
yedek aygıtları olarak var olması ve toplumsal muhalefetlerin
bu düzen içi seçeneklerde boğulması, çok partililiği,
egemen sınıflar açısından genellikle daha cazip kılar.
Elbette bu arada, söz konusu partilerin iktidar yarışının
şiddeti içinde sınıf çıkarlarını zedelememeleri, temel
ilkedir.
Günümüzde de tümüyle egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda
varlık kazanmış, kendilerini bu şekilde programlamış
olan partilerin hepsi, Oligarşi tarafından değişik ölçülerle
ve çeşitli biçimlerde desteklenmektedir. Güncel gereklilikler
paralelinde hangi partiye destekle öncelik tanınacağı,
hangi partinin ne oranda arkasında olunacağı, hangi
partiye ne şekilde müdahale edileceği (yönlendirileceği)
belirlenmekte, iktidar partisi veya iktidar partileri
seçenekleri de, bu faktörler ışığında saptanmaktadır.
Partilerin birbirleriyle mücadelelerinin kurallarını
saptadıktan sonra güncel gelişmelere genellikle karışmayan
egemen sınıflar, gerekli gördükleri durumlarda da fiili
hakemlik rolünü oynarlar. Programlara açıkça müdahale
ettikleri, eleştirdikleri ve somut programları bizzat
ortaya koydukları da olur.
Ülkemizde de Halk Fırkası, Cumhuriyet Halk Partisi,
ideolojik politik çizgisiyle, programlarıyla, egemen
sınıfların, burjuvazi ve toprak ağalarının siyasal örgütlenmesi
olmuştur. CHP, Takrir-i Sükun sayesinde bu sınıflarla
ilişkilerini her açıdan pekiştirme, muhaliflerini bertaraf
etme ve politik arenada tek parti olma mücadelesi vermiştir.
Kaldı ki bu parti, egemen sınıflarla organik ilişkisi
olmayan, sadece ideolojisiyle ve programıyla onlar için
yönetmeye aday bir örgütlenme değildir. Anadolu burjuvazisinin,
İstanbul ticaret burjuvazisinin bir kesiminin ve toprak
ağalarının önemli kesiminin somut desteğine sahiptir.
Ayrıca CHP'nin bütün hızlı ve etkin reformlar gerçekleştirme
görüntüsüne karşın, bu girişimlerin ülkedeki sınıf dokusuna
yönelik bir nitelik taşımamasının altı iyice çizilmelidir.
Bir toprak reformunun gündeme gelmesi veya sözgelimi
dış ticaretin ulusallaştırılması gibi radikal nitelikli
tavırların değil, yüzeysel ve biçimsel konularda radikal
yöntemli yaptırımların uygulandığını görüyoruz.
B- Feodal Güçlere İlişkin Tavır
Ticarileşme derecesini ve tarımı etkileyen faktörlerin
en önemlisi, toprağın tasarruf biçimidir. Tarım, sözkonusu
tarihsel dönemde, dünya ekonomisi ile ilişkide seçeneksiz
bir alan durumundaydı. Ekonomik birikim yalnız tarım
sektöründe yaratılabiliyordu. Sürekli, kalıcı nitelik
taşıması mümkün olmayan bu durum çerçevesinde, 1920'ler
Türkiye'sinin tarihsel kesitinde, gerekli ticari üretim
düzeyine ulaşılması yalnızca tarım sektöründe olasıydı.
Türkiye'de iş yapan ticaret sermayesi, diğer sektörlere
nazaran tarımda hem daha yüksek kar oranı hem de daha
büyük bir hacim elde edebildi. I. Paylaşım Savaşı başlarına
doğru, büyük toprak sahibi ağalar (köy nüfusunun %1'i)
tüm işlenen toprakların %39,3'ünü, küçük toprak ağaları
ve zengin köylüler (%4), toprakların %26,2'isini ellerinde
tutuyorlar, köylü ailelerinin (köy nüfusunun %95'i),
payına ise işlenen toprakların %34,5'i kalıyordu.
1920'li yılların sonu ile 1930'lu yılların başında ise
Türkiye'de büyük toprak ağaları tüm işlenebilir arazinin
%40-50 sine sahipti. Orta çiftçi, işlenebilir toprağın
%40'ına, tarım nüfusunun %65-70'ini oluşturan yoksul
köylüler ise, işlenebilir toprağın %5-10'una sahipti.
1927 sayımına göre nüfusun %83,7'si kırsal bölgelerde
yaşıyordu. Ekilebilir arazi bütün arazinin %38'i idi.
Fiilen ekilen topraklar ise bütün ülke topraklarının
ancak %4,86'sından ibaretti.
Bu durum, tarımsal planda feodalizmin etkinliğinin önemli
bir göstergesidir. Ülkemizde fiilen kullanılan toprakların
son sınırına gelinmesi özellikle 1950'lerden itibaren
başlayan döneme denk düşer. 1920'ler ise bu olgudan
henüz oldukça uzaktır. Ormanlar toprakların %18'ini,
mezralar %35'ini, dağlar yararlanılmayan alanlar %13'ünü
ve göller, bataklıklar %1'ini oluşturuyordu. Tahıl,
fiilen ekilen alanın %90'ına yakınını, bakliyat %3,9'unu,
sanayi bitkileri %6,6'sını kap
sıyordu. 1932 sonrasında, toprağın büyük ölçüde toprak
sahiplerinin elinde yoğunlaşması hızlanmıştır.
Türkiye'de tarımsal yapı, bölgesel farklılıklar gösterir.
Ortakçılıkla işletilen büyük mülkler yaygınlaşırken,
ücretli işçi kullanan az sayıda kapitalist çiftlik ve
yine yaygın küçük köylü üretimi mevcuttur. Tahıl üreten
bölgelerde ve sınai ürünü üreten kıyı bölgelerinde de
toprak kirası (rant) kural olarak ürünün 1/3'ünü, ½'sini
oluşturmaktaydı. Ortakçılık kirası, feodal nitelik taşımakta
ve köylülüğün artı ürününü aldıktan sonra köylü içir
zorunlu geçim payının da önemli bir bölümünü kaplamaktadır.
Türkiye'de yarıcılık, kesimcilik, marabacılık vb. şekillerle
adlandırılan ortakçılık, aynı zamanda köylünün sömürülme
tarzında bir geçiş biçimidir. Ve kapitalist üretim ilişkileri
sürecine doğru bir evrimi simgeler. Bu dönemde ise ortakçılık,
Kürdistan'ın dağınık nüfuslu dağlık doğu bölgelerinde
ve güneydoğu yerleşiminde yarı-feodal bir ticaret anlaşması
olarak sürdürülüyordu.
"Türkiye değişik toplumsal ekonomik biçimlerin
alaca bulaca birleşmesiyle karışık bir örgüyü temsil
ediyor. Doğu illerinde, Kürdistan'da ve Akdeniz'in bazı
bölgelerinde henüz az bozulmuş doğal ekonomi temelinde
çoban kabile biçimi ve feodal ekonomi görüyoruz."
(2) Bu şekilde yarı-feodal ilişkilerin egemenliği temelinde,
tefecilikle uyum sağlamış ortakçılık, köylülüğün sömürülmesinin
başta gelen biçimi olmuştur. Ege ve Akdeniz'in verimli
ovalarında, özellikle emek-yoğun ticari ürünlerin yetiştirilmesinde
de ortakçılık daha çok sözleşmeli işgücü biçiminde gerçekleştiriliyordu.
Böylece, genel olarak toprak kiracılığı biçimindeki
küçük köylü işletmelerinin egemenliği ortaya çıkıyordu.
1922'de yapılan bir araştırmaya göre aile başına işlenen
ortalama toprak miktarı 25 dönümdü. Bu durum, bölgelere
göre değişiklik göstermekteydi. Büyük toprak mülkiyeti
hızla büyümesine karşın bu toprakların kullanımında
farklı bir gelişme görülüyordu. Ortakçılık anlaşmaları
nedeniyle bu topraklar, genellikle parçalanarak işleniyordu.
Diğer büyük toprak dağılımına baktığımızda ise; Doğu
ve Güneydoğu Anadolu'da, ticari olmayan, yarı feodal
tasarruf kategorisine denk düşen büyük mülklerin, kiracılık
anlaşmalarıyla küçük birimler halinde işletilmekte olduğunu
görürüz. Ticarileşmiş ortakçılıkta ürün cinsinin (pamukta
olduğu gibi) belli bir mevsimde değil, tüm yıl boyunca
emek gerektirdiği durumlarda, büyük çiftlikler yapısını
korumuştur.
Tarım kesimindeki başlıca olgu, hangi biçimiyle olursa
olsun büyük toprak mülkiyetinin sağlama bağlanması ve
kullanma düzeyinde ortakçılıkla parçalanmasıydı. Gerçekte
toprak kiracılığı biçimleriyle küçük tarımsal işletmelerin
yaygınlığı, büyük toprak mülkiyetini koruyan bir olguydu.
Büyük toprak mülkiyeti Anadolu Hareketi'ne katılan eşrafın,
malını mülkünü bırakıp kaçan Rum ve Ermeniler'in boşalttıkları
arazileri ve mücadeleye katılmayan bir kısım eşrafın
topraklarını işgal etmesi şeklinde iki biçimde oluştu.
Öyle ki, eşrafın temsilcileri, TBMM'de, azınlıklardan
geriye kalan toprakların bir bölümünün savaşta ölen
askerlerin dul eş ve yetim çocuklarına bağışlanması
yolundaki öneriyi dahi reddetmişlerdir.
Bunun yanı sıra, Yunanistan'la yapılan insan değiş-tokuşu
sonucu yurda gelen göçmenlere toprak dağıtılması zorunlu
kılınmıştır. 600.000 hektardan çok toprak bu şekilde
dağıtılır. Ancak devlet bu toprak sahiplerine tapu vermekten
kaçınır, göçmenler hep tapusuz ve topraklarının kadastrosu
yapılmamış durumda kalır. Büyük toprak sahiplerinin,
göçmenlerin arazileri işlenir hale getirmeleriyle birlikte
bu topraklar üzerinde hak iddia etmeye başladıkları
görülür ve bu topraklara el koyarak göçmenleri ortakçılar
haline getirirler.
Büyük toprak sahipleri, 1926 yılında İsviçre Medeni
Kanunu temel alınarak hazırlanan Türk Medeni Kanunu'nun
yürürlüğe girmesinden yararlanarak, topraklarının durumu
hukuki açıdan da sağlama bağlamışlardır. "Devrim
Kanunu" olarak yıllarca söz edilen bu yasayla,
toprak üzerinde özel mülkiyet haklarının güvence altına
alınmasının, kamu topraklarının ağaların mülkiyetine
geçirilmesinin yasal hükümleri getirilmiştir. 1924 Anayasası
her türlü "istimlak" durumunda "tam ve
peşin olarak" bedelin ödeneceğini hükme bağlayarak,
büyük toprak sahiplerini herhangi bir toprak reformuna
karşı fiilen güvence altına alınmıştır.
Toprak reformu hakkında CHP'nin önde gelen milletvekili
ve sözcülerinden Mazhar Müfit'le 1923 yılında geçen
konuşmalarını Sabiha Sertel şöyle anlatmaktadır. "Müfit
bu defa kızmadı. Düşünerek cevap verdi. M.Kemal bir
çok reformlar yapmak istiyor, toprak reformu için burada
ağalarla, özellikle Kürt ağaları ile Kürt vekillerinden
Fevzi Beyler ve diğerleriyle konuşmalar yaptı. Bu reform
meselesi çok çetin bir mesele, bu reformu ele almak,
bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak
reformu defterini kapattık" Bu sözler, Türkiye'nin
hep gündeminde olan ama ilginç bir biçimde bir türlü
gerçekleştirilemeyen Toprak Reformu konusunun boyutlarını
güzel koymuyor mu?....
İktidarın sınıfsal bileşiminin bir ayağını toprak
ağaları oluşturunca, hükümetten toprak reformu beklemek
'abesle iştigal'dir. Ayrıca büyük toprak sahiplerinin,
devlet topraklarını gasbetmesine ve küçük toprak sahiplerinin
ortakçı durumuna getirilmesine göz yumulduğu gibi, bunlara
çeşitli biçimlerde etkin yardım ve teşvikler de yapılmıştır.
Devletin tarıma ilişkin stratejisi dört politik çizgiden
oluşmaktaydı: 1) Devletin, tarım girdilerinin sağlanması
üzerindeki etkileri, 2) Tarım ürünlerinin pazarlanmasında
etkili olan devlet politikaları, 3) Tarım kesimini ilgilendiren
girdilerin Pazar fiyatlarının devletçe düzenlenmesi
ve ya ondan etkilenmesi, 4) Vergilerle tarımsal üretimin
bir kısmına aynen ve ya nakit olarak el konulması...
Tarım alanında büyük toprak sahiplerine böylece etkin
bir devlet desteği sağlanmış oluyordu.
1924'te kabul edilen bir yasaya göre; a) Bir çift öküzü
olan çiftçi en az yüz dönüm toprak işlemekle yükümlü
tutuluyor, b) Savaş yetimleri, dullar ve sakatlara ait
topraklarda, her köylünün, haftada bir gün çalışması
şartı getiriliyor, c) Devlete ait girişimlerde ilk 6000
TL. için 250 dönüm, ilave her 100TL. için de 25 dönüm
toprak işlemesi zorunlu tutuluyor, d) Belediye Meclislerine,
çiftçiye Ziraat Bankası kanalıyla tarım makine ve aletleri
sağlamada yardımcı olma görevi veriliyordu.
Hükümet,üretici güçlerinin gelişmesine en belirgin katkıyı
traktör alımındaki nakit para teşvikiyle geliştirdi.
Ayrıca tarımsal araştırma merkezleri, denetleme çiftlikleri,
danışma kurulları kurdu. Tohum dağıtıp belirli ürünlerin
yetiştirilmesini teşvik etti. 1927 yılında Tarım Bakanlığı
bütçesi ancak 5.727.000 TL. iken, makine kullanan çiftçiye
devlet, 1926-30 yılları arasında 6.652.181 TL. hazine
yardımı yapmıştır. 1930'lu yıllarda ise, traktör sahiplerine
yapılan bu hazine yardımı kaldırılıyor, kaldırıldığı
için de traktör sahibi çiftçilere 7.700.000 TL. tazminat
ödeniyordu. Yine 1924 yılında kabul edilen yasaya göre
50 hektardan fazla toprakta işletme yapan çiftçi veya
yardımcısı askerlikten muaf tutuluyor, ayrıca 20 hektardan
büyük tarımsal araziyi makineyle işleyen çiftçilerin
traktör vb. tarım makinelerinin yakıtları vergiden bağışık
tutuluyordu. 17 Şubat 1925 tarihinde ise büyük toprak
sahiplerinin uzun zamandır istediği gibi aşar kaldırılmış,
yerine nakit olarak ödeme yapılan bir vergi konmuştur.
Buna göre, pazara sunulduğunda geniş kitlelerin kullandığı
tahıl %10 vergilendirilirken, sanayi için kullanılan
ve emperyalist ülkelere ihraç edilen sanayi ürünleri
%7 olarak vergilendirilmiştir. Fakat bu vergi de bir
yıl sonra kaldırılmıştır. Aşarın kaldırılmasıyla azalan
devlet geliri, geniş emekçi kitlelerinin kullandığı
tekel ürünlerinin fiyatının yüksek tutulması yoluyla
sağlanan satış vergileri ile karşılanmıştır. Cumhuriyet'le
birlikte büyük toprak sahiplerinin ödediği vergi oranı
sürekli düşmüştür. Tarımda alınan arazi vb. dolaysız
vergilerin gelirlere oranı 1924'te %27,5 iken, bu oran
1930'da %10'a düşmüştür.
Büyük toprak sahipleri bütün bunların yanı sıra, yüksek
tutulan banka kredileriyle de desteklenmiştir. Çiftçilere
kredi vermek amacıyla Ankara'ya taşınan ve yeniden örgütlendirilen
Ziraat Bankası'nın yönetim kurulunu, Anadolu eşrafı,
tüccar ve Konya mebusları oluşturuyordu. Büyük toprak
sahiplerinin yönetimi oluşturduğu Ziraat Bankası'nın
tarım kredileri, 1926 yılında 13 milyon TL. den 1930
yıllarında 29 milyon TL. ye çıkarılmıştır. Ziraat Bankası
kredileri tümüyle büyük toprak sahiplerine gitmiş, tefeci
sermayesi olarak kullanılmıştır. Bu bankanın tüzüğüne
göre kredi kullanabilmek için ya kişisel kefil, ya da
ipotek edilecek gayri menkul göstermek gerekiyordu.
Bu durum doğal olarak küçük köylünün, banka kredisinden
yararlanmasının önünde engeldi. Bankadan %12 faizle
kredi alan eşraf, kefil göstermediği için bankadan kredi
alamayan köylüye %200'e kadar varan faizle borç vererek,
köylüyü her bakımdan kendine bağlayıp ağır bir sömürü
altında tutuyordu.
Demiryolları yapımı, büyük toprak sahiplerinin İzmir
İktisat Kongresi'ndeki en önemli istemlerinden biriydi.
Bu dönemde Hükümet, 4000 km. yi bulacak demiryolu hattının
yapımını kararlaştırmıştır. Ve 1929'a gelindiğinde 1000
km'nin yapımı tamamlanmış, geri kalanın inşaatı ise
sürmektedir. O zamanın deyimiyle "şimendifer politikası"nın
amacı, her ne kadar askeri gereksinmelerle açıklansa
da, gerçekte; iç pazarı bütünleştirmeye, emperyalizmle
bağları güçlendirmeye ve Kürdistan'a ilişkin sömürü
politikalarına yönelikti. Böylece iç bölgelerdeki tarım
ürünlerinin pazarlanması sağlanacak, gerekli iç Pazar
aktarımlarının yanı sıra, emperyalizmin ülke üzerindeki
işlevlerinin alt yapısı oluşturulacaktı...
1930 yılları başında meta ekonomisinin gelişmesinin
yanı sıra, bir iç Pazar ve hatta emek gücü pazarı oluşturma
süreci hızlanmıştır. Ancak ülkede kapitalist mülkiyet
hala oldukça zayıftı. Devletin büyük destek sağladığı
toprak ağası, tefeci ve zengin köylüler tarafından mülksüz
bırakılan Türk ve Kürt köylülerinin tarımdaki konumu
değişmemiş ve yarı feodal bağımlılık sürmüştür.
Bu dönemin tarım politikasını bir Sovyet araştırmacı
şöyle özetler: "Bu ülke Asya'daki bir çok genç
egemen devletten farklı olarak tropik Afrika ülkeleri
bir yana, örneğin Hindistan, Pakistan ya da Burma'ya
göre 2-3 kez daha çok kapitalist gelişmenin 'tarihsel
stajına' sahip. Türkiye'de tarımsal devrim tamamlanamadı.
Son zamanlara kadar köylülerin baskısı zayıf oldu. Yeni
toprakların kazanılması ve kolonizasyonu, Türkiye kırlarında
tarımsal devrimin ortaya çıkmasını ertelemeye yarayan
sübab işlevini gördü. Bunun sonucu olarak Türkiyeli
toprak ağaları 30-40 yıl görece sakin bir dönem geçirdi,
ve bu dönemde yavaş yavaş kapitalist yönde evrim gösterdiler.
Başka bir deyişle, bu ülkedeki eşit etkili sınıf mücadelesi,
büyük toprak sahipleri sınıfının, toprak üzerindeki
tekelini tümüyle korumayı başarması ve köylülüğün yıkımı
ve farklılaşması ile aynı zamanda, tedricen kapitalist
işletmelere dönüşmesiyle sonuçlandı."
C- Burjuva Kesime Yönelik Tutum
a) Teşvik ve Destekler:
Anadolu Hareketi'nin temel amaçlarından olan azınlık
burjuvazisinin yerini Türk burjuvazisinin alması, bu
dönemde önemli ölçüde gerçekleşmiştir. Yine ülkeyi emperyalist-kapitalist
sistemin parçası haline getirme amacının bir kısmını
oluşturan çeşitli hukuki düzenlemelerden daha önce söz
etmiştik. Ayrıca, yerli sermaye birikiminin sağlanması
için devletin tüm olanakları teşvik, destekleme vb.
şeklinde burjuvazi tarafından kullanılmıştır.
Kapitalist bir yapının gerçeklik kazanması için, üretim
düzeyinin düşük olduğu el zanaatlarının fabrikasyona
geçişi zorunludur. Bu gerçeğin farkında olan burjuvazi,
sanayi alt yapısı oluşturma amacı gütmüş olsa da ülkedeki
geleneksel zanaat, fabrika sanayisine dönüşme birikimi
ve dinamikleri taşımıyordu.
Bu konuda 1938 yılındaki bir Amerikan Komisyon raporunda
şöyle deniliyor: "Türkiye hammadde üretiyor
ve bunu daha da artırabilir. Ama bugüne değin üretimin
genişlemesi için gerekli ne yeteneği ne sermayesi ne
de gücü vardır."
1. Paylaşım Savaşına kadar Türkiye'nin imalat sanayi,
İstanbul ve İzmir'de (tüm işletmelerin %75'i) yoğunlaşmıştı.
İşletmelerin 3'3'ü devletin elindeki askeri gereksinmeler
üreten fabrikalardı. 1915 yılında İzmir sanayi sermayesinin
%75'i Rum, Ermeni ve Yahudilere aitti. 1923 yılındaki
sanayinin durumunu aşağıdaki tablo açıkça göstermektedir.
İşletme sektörleri
|
İşletme sayısı
|
İşçi sayısı
|
Metalurji
|
3272
|
8020
|
Besin
|
1273
|
4493
|
Tekstil
|
20057
|
35316
|
Taş ve Kil
|
704
|
3612
|
Ağaç işleme
|
2067
|
6007
|
Ayakkabı
|
5348
|
17964
|
Kimya
|
337
|
803
|
Toplam
|
33058
|
76215
|
(1923 yılında (Kasım) Türkiye sanayinde işletme
ve işçi sayısı)
Tablodan da somut olarak anlaşılacağı gibi, ülkedeki
sanayi çok küçük ölçeklidir ve el zanaatçılığından öte
bir özellik göstermemektedir. Sanayi alt yapısı oluşturmak
için gerekli sermaye sorununu çözmek amacıyla, yabancı
sermayenin yatırım yapması beklenmişse de bu durum beklentiden
öteye geçememiştir.
Burjuvazinin sermaye birikimini hızlandırmak ve sanayi
yatırımlarını özendirmek için çeşitli teşvik ve destek
yasaları çıkarılmıştır. Daha önce de teşvik yasalarıyla
özendirilen sanayi yatırımcılığına ilişkin olarak çıkarılan
'Teşvik-i Sanayii' yasasıdır.
1924 yılında çıkarılan bir yasayla Türk uyruklularının
veya Türk şirketlerinin ithal edeceği gemiler; yine
1924 yılında sanayi işletmelerinin kullandığı bazı hammaddeler
gümrükten bağışık tutulmuştur.
5 Nisan 1925 yılında çıkarılan bir yasayla da şeker
fabrikalarına ayrıcalıklar tanınır. Bu yasayla, şeker
fabrikalarının kuruluş ve işletmesi hükümet iznine bağlanmakta
ve bunun yanı sıra bir çok ayrıcalık tanınmaktadır.
Böylece hükümet şeker sanayinde istediği kesime hem
tekel hem de ayrıcalıklar tanıyarak hızlı bir birikimin
önünü açabilecektir.
Yasa, 1913 tarihli Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun tanıdığı
ayrıcalıklara ek olarak yeni ayrıcalıklar da getirmektedir.
Şeker, 8 yıl süreyle tüketim vergisinden bağışık tutulmakta,
fabrikaların kurulması için gerekli arazi on, onbeş
dönüm olmak koşuluyla gerekirse istimlak edilerek bedava
verilmektedir. Fabrikalar için gerekli nakliye ve taşımacılıkta
vergi indirimi uygulanacak, hatta fabrikalara gerekli
kömür, linyit, kiremit sağlayan ocaklar ile şeker pancarı
üreten arazi de on yıl arazi vergisinden bağışık tutulacaktır.
Sanayiye gerekli kaynağın sağlanması için 1925 yılında
devlet tarafından Sanayi ve Maden Bankası kurulmuştur.
Bankanın kuruluşu ile ilgili olarak hükümetin meclise
sunduğu yasa tasarısında, bankanın 'bizzat veya katılım
yoluyla' yatırımlar yapması önerilmişse de, meclis komisyonlarında
bankanın bizzat yatırım yapmasına ilişkin madde çıkarılmıştır.
Banka ancak Osmanlı Devleti'nden kalan sanayi işletmelerini
"Oluşturulacak şirketlere devredilinceye kadar
idare etmek" "katılım yoluyla tesisatı sanayide
bulunmak, işletmek" ile yükümlü tutuluyordu.
Görüldüğü gibi söz konusu bankanın kuruluş amacı, özel
sermayeyi özendirmek, kredi sağlamak ve riskleri kendi
üzerine alarak burjuvazinin gelişimine katkıda bulunmaktır.
Yine 1925 yılında çıkarılan bir başka yasayla memur
ve müstahdemlere dağıtılan ayakkabı, kumaş, elbise ve
yatak gereçlerinin yabancı ürüne göre %10 daha fazla
olsa da, yerli üründen dağıtılması kararlaştırılmıştır.
Aradaki fiyat farkı ise genel ve karma bütçeden, özel
idare ve belediyeler tarafından karşılanacaktır. 1927
yılında yürürlüğe sokulan ve en kapsamlı, derli toplu
teşvikleri tanımlayan 'Sanayi ve Teşvik Kanunu', durumu
şu şekilde ifade etmektedir.
"a) Belediye sınırları dışında işletme kurmak
isteyen girişimcilere parasız olarak, gerekirse istimlak
yoluna başvurarak, arazi sağlanır. Girişime, belediye
sınırları içinde arazi gerekirse, kuruluşların on yıl
içinde ödeme koşulu ile saptanacak bir bedel karşılığında
arazi verilir.
b) Girişimlerle devlet şebekesi arasında bile resim,
özel telgraf veya telefon hatları yapımına izin verilebilir.
c) Girişimler ve bunların bulundukları arazi ve müştemilat
ile diğer tesisleri, sulama, arazi, kazanç, kesinti
vergilerinden ve belediyenin belirli ruhsatlarından
aldıkları resimden bağışıktır.
d) Sanayi işletme ve ya maden işletmesi oluşturmak için
kurulacak şirketlerin hisse senetleri ve tahvilleri
damga resminden bağışıktır.
e) Kuruluşların oluşumu, yapımı ve genişletilmesi için
gerekli inşaat malzemesi, üretim için gerekli hammaddeler,
makine, alet ve yedek parçalar, işletmelerin kendilerine
ait olarak kuracakları nakliye, tahvil, tahliye ünitelerinin
kurulması için gerekli malzeme, eğer yurt içinde bulunmakta
ise, ya da yeterli derecede üretilmiyorsa, gümrük ve
içeri girme ücretinden bağışıktır.
f) Girişimlerin ve ya girişimlerle ilgili tesislerin
kuruluş, yapım ve genişletilmesi için gerekli malzemelerin
makine ve aletlerin şimendifer ve vapurlarla naklinde
%30 indirim uygulanır. İndirime olanak yoksa aynı oranda
prim verilir. Bankalar kurulu girişimlere ait ham veya
mamul maddelerin taşınmasında indirimli tarife uygulanmasına
karar verilebilir.
g) Girişimlere Bakanlar Kurulu kararıyla, mamul maddelerin
değerinin %19'u oranında prim verilebilir.
h) Tuz, ispirto ve patlayıcı maddelere girişimin faaliyeti
için gerekli ise Bakanlar Kurulu kararı ile belirli
bir indirim uygulanır veya (indirim olanaksızsa) prim
verilebilir.
i) Devlet, özel idareler ve belediyelerle bunlara ait
kuruluşlar ve Teşvik-i Sanayi Kanunu'ndan yararlanan
girişimler, gereksinmeleri olan mallardan ülke içinde
yeterli oranda üretilip te benzerlerinin gördüğü işleri
görebileceği bilimsel olarak saptanmış olanları, ithal
yoluyla gelen mallardan azami %10 oranında pahalı da
olsa kullanmaya zorunludurlar."
Yasanın tamamından yararlanabilmek için, firmalarda
belirli bir makineleşme (en az on beygir gücü) ve ölçek
düzeyi arandığından dolayı, doğal olarak bu teşviklerden
daha çok büyük işletme sahipleri yararlanabildiler.
Küçük ölçekli işletmelerin bazı ayrıcalıklardan yararlanması
olanaklı ise de bürokratik işlemlerin çokluğu, yalnızca
büyük firmaların teşvik belgesi almak için başvurmasını
getiriyordu.
1923 yılında 342, 1927 yılında ise 470 işletme, teşvik
yasalarından yararlanarak işlevlerini sürdürürken, 1932
yılında bu sayı 1473'e çıkıyordu. Bu 1473 firmada, işyeri
başına ortalama 38 işçi çalışmaktaydı. Sonraları teşvik
yasasının olanaklarından yararlanarak kapasite fazlası
yaratıldığı gerekçesiyle işler biraz daha sıkı tutulmuş
olsa da, 1938 yılında teşvik yasasından yararlanan işletme
sayısı 1150 olarak kalır.
Teşvik ve desteklerin yanı sıra burjuvazinin örgütlenmesine
ve etkinliğini artırmasına olanak veren yeni yasalar
çıkarılır. 1925 yılında Ticaret ve Sanayi Odaları Yasası
çıkarılarak geniş haklar tanınan bu kurum, toplumsal
yaşamı etkileyecek "kamu" kuruluşları arasına
sokulur. Bu yasaya göre Ticaret ve Sanayi Odaları, "gümrük
vergileri, posta tarifeleri, ticaret ve sanayinin iyileştirilmesi,
devlet tekellerinin kurulması gibi konularda görüş bildirmek
ve tasarı hazırlamak" haklarına sahip oluyordu.
1925 yılında çıkarılan bir başka yasayla da, esnaf ve
zanaatkarların lonca örgütlenmesi kaldırılarak, esnaf
ve zanaatkarların örgütlenmeleri, hükümet tarafından
sıkı bir denetime alınıyordu. Örgüte önemli bir işlerlik
verilmediği gibi, Ticaret ve Sanayi Odaları'nın denetimine
sokularak, her türlü ticari işlemi Ticaret ve Sanayi
Odaları aracılığıyla yapmak zorunda bırakılıyorlardı.
Böylece küçük esnaf, burjuvazinin dolaysız denetimine
sokulmuş oluyordu.
Burjuvazinin etkinliğini artırmak için kurulan bir başka
kurum da Ali İktisat Meclisi'ydi. 1927 yılında çıkarılan
bir yasayla oluşan bu meclisin fahri başkanı Başbakan'dı
ve meclis, 12'si devlet kademelerinden, 12'si Ticaret
ve Sanayi Odaları'yla diğer meslek kuruluşlarından gelen
kişilerden oluşmaktaydı. 6 ayda bir 15 gün için toplanan
bu meclisin görevleri şunlardı:
a- Hükümetçe hazırlanacak ekonomik yasa ve düzenlemelere
ilişkin görüş bildirmek;
b- Ekonomik düzenlemelerde gerekli görülen değişiklikleri
gerekçeli teklifler halinde hükümete sunmak;
c- Ekonomik gereksinmelerimiz hakkında araştırmalar
yapmak;
d- Çeşitli ekonomi akımlarını inceleyerek bunların Türk
ekonomisine ilgilerini ve Türkiye'ye etki derecelerini
araştırmak."
Ülkede bu özendirme-önlem paketinin uygulamaya sokulmasının
yanı sıra, Lozan anlaşması uyarınca koruyucu gümrük
tarifelerinin uygulanmasının, sanayinin gelişmesinin
nedeni olarak gösterilmesi, durumun temel özelliklerinin
yine bütünlüklü kavranamamasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye'de o dönem yüksek gümrük tarifeleri uygulanmasa
da iç piyasada ithal malların fiyatları ve tüketim vergileri
yüksek tutularak yerli sanayi korunmaya çalılşılmıştır.
Bu durum aşağıdaki tabloda görülmektedir. Fakat sanayinin
gerçek kapitalist boyut ve özellikler içinde gelişememesinin
nedenleri, elbetteki ne alınan önlem ve özendirmenin
eksikliği, ne de gümrük duvarları ile açıklanır.
Belli başlı sanayi ürünlerinin ithal ve iç piyasa fiyatları:
Yıl
|
Şeker İthal Fiyatı
kg/krş endeks
|
Şeker iç fiyatı
kg/krş endeks
|
1927 |
212,8 |
100,0 |
48,3 |
100,3 |
1928 |
20,8 |
91,7 |
45,2 |
93,6 |
1929 |
17,6 |
80,8 |
43,6 |
90,2 |
1930 |
14,5 |
66,5 |
41,0 |
84,9 |
1931 |
10,9 |
50,0 |
39,0 |
80,0 |
1932 |
10,2 |
46,8 |
40,5 |
83,8 |
Yıl
|
Petrol İthal Fiyatı
kg/krş endeks
|
Petrol iç fiyatı
kg/krş endeks
|
1927 |
8,5 |
100,0 |
20,9 |
100,0 |
1928 |
8,5 |
97,6 |
21,3 |
101,9 |
1929 |
7,6 |
83,1 |
21,9 |
101,8 |
1930 |
9,9 |
116,0 |
19,2 |
91,9 |
1931 |
6,1 |
71,7 |
17,3 |
82,8 |
1932 |
5,1 |
59,0 |
17,4 |
84,2 |
Özendirme-önlem yöntemleri, burjuvazinin birikiminin
belli ölçüde hızlanmasına yardım etmiş olsa da, sonuç
olarak ülkenin ekonomik sürecinin nitelik olarak farklılaşması
bağlamında özellikler taşımaz. Devletin parasız verdiği
topraklar spekülasyonda, gümrük bağışıklığı yalnızca
aradan bir komisyon koparabilmek için ( işe yarasın
yaramasın) her türlü hammaddenin ithalinde, satış tekelleri
gerçekte ucuz fiyatla dışarıdan ithal edilen malların
yüksek fiyatla pazarlanmasında kullanıldı. Sanayi Maden
Bankası'ndan koparılan krediler ise hayali sermayelerle
kurulmuş şirketlerin hissedarlarına dağıtıldı. Şeker
sanayi bütün bu yolsuzlukların en somut örneğini oluşturur.
Özel sermaye katılımıyla kurulan iki şeker fabrikası,
en büyük paya sahip sermayecilerin aynı zamanda şeker
satışının tekelini de ele geçirmeyi başarmalarından
sonra üretim kapasitelerini en aza indirmişlerdir. Bu
sermaye sahipleri, ucuza dışardan ithal ettikleri şekeri
yüksek fiyatla piyasaya sürerken, zararına çalışan fabrikaların
açığını da, Sanayi Maden Bankası kapatıyordu.
Bütün bunlar elbetteki hükümetin pek uzağında gelişmiyordu
ve birçok temel tüketim malında tekel oluşturup bunları
özel şirketlere devreden ve yüksek fiyat politikası
uygulayan bizzat hükümetti. Sermaye birikiminin hızlanması
için yapılan bir çok yolsuzluk, rüşvet, siyasi nüfuz
kullanma, hükümetin yakın çevrelerindeki kişiler aracılığıyla
gerçekleştiriliyordu. Ve şeker yolsuzluğunu yapanların
başında da İş Bankası geliyordu.
Durumun belli çevrelerin dışına taşması halinde (kamuoyuna
yansıması terimini özellikle kullanmıyoruz) ise birkaç
göstermelik soruşturma ve demagojik açıklamayla yetinmek
problemi çözüyordu. Devlet desteğiyle sürdürülen bu
olağan dışı ve azgın sermaye birikiminin faturasının
ise, olağanüstü ağır vergi yükünün altında, en küçük
sosyal haktan yoksun emekçilerin sırtına yüklendiğini
bir kez daha vurgulamak sanırız gerekmez.
Sonuç olarak bu dönemde kısmi bir sanayi gelişimi olsa
da bu çok cılız ve niteliksiz bir gelişimdir. 1927'de
toplam sanayide mevcut 65.245 işletmenin 23.316'sında
yalnızca bir kişi çalışmaktaydı. Bu işletmelerin %79'unda
ise çalışanların sayısı 3 ve daha azdı. 10'dan fazla
işçi çalıştıran işletme sayısı ise 321 idi.
Sanayide makine kullanımı da son derece sınırlıydı.
Ve yalnız 2822 işletmenin motoru vardı. Toplam işletmelerin
%75'i gıda, tütün, içki, elbise, ayakkabı, halı, deri
iş kollarındaydı. Sanayinin önemli bir kısmı, birincil
işi ticaret olan burjuvazinin dışarıdan ithal ettiği
mamul maddenin montajı ve dışarıya ihraç edeceği fındık,
tütün, zeytinyağı gibi tarım ürünlerinin ihraç edilmeden
önce işlenmesinden, ambalajlanmasından oluşuyordu.
Kısaca sanayi ile uğraşanların büyük bir kısmı ticari
çevrelerdi. Ve sanayi bu temelde oluşuyordu.
Sermaye birikiminin yetersiz olduğu, var olan birikimin
ise ticari planda geliştiği bir ülkede sanayide kapitalist
normlardan gerçek ölçüler kapsamında söz edilemez. Belirleyici
faktör olarak ülke hemen her yönüyle emperyalist sömürüye
açıktır. Emperyalizmin 2. Bunalım Döneminde yabancı
sermaye girdiği ülkede önce sanayinin normal gelişimini
engeller ve var olan dinamikleri yerle bir etmeye uğraşır.
Ülkenin doğal kaynaklarını metropole aktarırken, kendi
ürettiği mamül maddeleri de bu ülkelerde pazarlar. Bu
ülkelerde var olan sermaye birikiminin ticari nitelikte
oluşu dolayısıyla söz konusu burjuvazi de komprador
niteliktedir. Türk ticaret burjuvazisinin, "Türkiye'nin
ithal ürünlerinin başlıca satıcıları ve ihraç ürünlerinin
başlıca alıcıları olan yabancı şirketler karşısındaki
ekonomik ve hukuki statüsü(nün) hizmeti kiralanan ajan
olmayı aşmadığı rahatlıkla söylenebilir." Bütün
bu koşullarda sanayileşmeyi beklemek, üretim tarzlarının
anlamını bilmemekle eşitlenir.
Ticaret burjuvazisinin niteliğinin kavranması açısından
gazeteci Ahmet Emin Yalman'ın öyküsüne değinmekte yarar
görüyoruz. A. Emin Yalman İstanbul'da Vatan Gazetesi'ni
kurup İstanbul büyük dış ticaret burjuvazisinin sözcülüğünü
yaparak Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Dr. Adnan Adıvar'la
yakın ve iyi ilişkiler içinde olmasına rağmen TPCF'na
üye değildir. Ancak Takrir-i Sükun ile bir çok gazeteci
gibi hükümetin hışmına uğrayarak, İstiklal Mahkemesinde
yargılanıp ceza almaz ama gazetecilik yapması, üstü
kapalı şekilde yasaklanır. Gazetecilik yapamayan A.
Emin "mali sıkıntılar içinde üzüntüden her gün
biraz daha eriyip tükenirken" bir gün karşısına
"iyiliksever bir aziz" çıkıyor. Bu
"aziz" daha önce de sözünü ettiğimiz ve o
sırada Türkiye'de Amerikan Ticaret Ataşesi olarak bulunan
Julien E. Gillaspre'dir.
A.Emin, daha önce de tanıdığı Amerikalı ile yeniden
karşılaşmasını şöyle anlatıyor: "Bir gün bu
dostum İstanbul Kulübü'nde yanıma geldi ve şunları söyledi
'sen ne zamana kadar böyle boş gezecek ve üzüntüden
kendini yiyeceksin? Bir iş tutman lazım. Hem geçimin
imkanı sağlamak, hem de memleketine faydalı olmak için
en iyi çare bir ticaret şirketi kurmandır. Ben bu şirkete
birkaç önemli Amerikan şirketinin vekilliğini sağlayabilirim.
Mesela Good Year lastik şirketinin bir temsilcisi bu
sıralar İstanbul'dadır. Türkiye'de bir genel vekil aramaya
gelmiştir. Bu vekilliği sizin yeni şirketinize vermesi
pek mümkündür. Bunun arkasından da seri halinde diğer
değerli vekaletler gelebilir."
A. Emin bu öneriyi yakınlarına açıyor. "Vatan
Gazetesi'ni idare etmekte çok dirayet gösteren kardeşim
Rıfat tasfiyeden sonra kendi hesabına bir ihracat şirketi
kurmuştu. Teklifi ona açtım, cazip buldu. Dostlarımızdan
Necmettin Molla Bey'in bacanağı olan Kemal Halil Bey'e
açtık. Kendisi askerlik hayatında akıncı roller oynamış,
Selanik'te İttihat ve Terakki hareketine de çok yakından
karışmıştı. Karşımıza çıkan fırsatı kendisine söyler
söylemez derhal değerini kavradı, dört elle buna sarıldı.
Prensip kararı bir an içinde alındı. ilk adım olarak
elli bin liralık bir sermaye bir araya geldi."
Ve Allah 'yürü ya kulum' dedi... "Ertesi gün
Good Year temsilcisi ile görüşmelere giriştik ve anlaşmaya
vardık. Bunu Dodge Breathers otomobilleri, Caterpiller
traktörleri, Sullivan kompresörleri, Harnischfeger ekstravatörleri
takip etti." "Bir taraftan da ben gazetecilik
tecrübemi gazeteler için otomobil, lastik ve traktör
ilanları hazırlamak için kullanmaya girişmiştim. Good
Year ve Dodge, kalite bakımından da çok çabuk tutuldu.
Acentalara ve müşterilere krediyle mal satmak lazım
geldiği için gittikçe artan satışlar sermaye ve kredi
olanaklarımızı aştı. Gillaspre hiçbir çıkarı olmadan
sırf kendi görevini yapmak ve bize karşı dostluğunu
belirtmek için tıpkı ortağımızmış gibi çalışıyor, derdimize
çare buluyordu. Taksitli otomobil ve kamyon satışları
için kredi sağlayan Kemoley Mellbonin adlı kuruluş ile
bizi temasa geçirdi. Ve Good Year'da kredi sınırlarımızı
genişletmek için başarıyla araya girdi. Bu sayede kısa
zamanda Amerika'dan en çok mal getiren Türk kuruluşu
haline geldik." Bu kadar açık... Ticaret burjuvazisinin
niteliğini, ülkede nasıl organize edildiğini ve asıl
patronun kim olduğunu bundan daha net belirtmek olası
değildir.
Ticaretin fazla yatırım yapmadan kısa sürede fazla kar
getirmesi, yatırımların ticarette yoğunlaşmasına neden
olmuştur. İç ticaretle uğraşanlar, yüksek fiyat politikasından
ve istedikleri gibi kar oranı koyabilmelerinden dolayı
önemli ölçülerde kar sağlamışlardır. Dış ticarette ise
hiçbir kısıtlama getirilmemiştir. Hatta hükümet, kibrit,
sigara kağıdı, şeker, gazyağı, benzin, alkol, alkollü
içkiler, barut ve patlayıcı ithalinde tekeller oluşturarak
bunları yabancı sermaye oranının yüksek olduğu yabancı
şirketlere bırakmıştır. Ülkede temel tüketim mallarının
üretilmemesinden dolayı dışarıdan getirilenin yanı sıra
her türlü lüks malın ithalinin de serbest bırakılması
ve batılılaşma adına toplumun elit kesiminde lükse yönelik
harcamaların fazla olması, dışarıdan getirilen her malın
rahatça pazarlanmasına olanak tanımıştır.
Ayrıca tarıma ve sanayiye yapılan tüm teşvik ve destekler
aynı zamanda ticaret burjuvazisinin desteklenmesine
hizmet etmiştir. İhraç maddelerin tarım ürünlerinden,
ithal mallarının ise temel tüketim malları ve sanayi
için gerekli girdilerden oluşmasından dolayı, teşvikler
ticaret burjuvazisinin çıkarlarına hizmet etmiştir.
Aşağıdaki tablo, ithalat ve ihracatta başlıca mal gruplarının
yapısını göstermektedir.
İhracat Cari Değerinin Başlıca Mal Gruplarına Göre
Yapısı
Tablolarda görüldüğü gibi ihracatın %85'i tarım ürünlerine
dayanmaktadır. İthalatta ise tüketim malları ortalaması
%60 dolaylarındadır. Bunlar da açıkça, tarıma ve sanayiye
sağlanan teşvik ve desteklerden aynı zamanda ticaret
burjuvazisinin de yararlandığını, çoğunlukla da daha
fazla yararlandığını göstermektedir. Bu tablolar ayrıca,
uluslar arası işbölümüne göre, tarım ürünleri ihraç
eden, mamul hammadde ithal eden bir ülke olunduğunu
da göstermektedir. Bu işbölümü, bazı değişikliklerle
halen sürmektedir.
Sonuç olarak, bu dönemde burjuvaziye toprak ağalarına
geniş teşvik ve destek verilerek sermaye birikiminin
hızlanması sağlanmıştır. Yerli sanayi oluşturma amaçlanmışsa
da ülkenin her yönüyle emperyalist sömürüye açık olması,
ülkedeki sermaye birikiminin ticari planda kalması,
dış ticarete müdahalede bulunulmaması sonucu ticaretin
daha karlı olmasından dolayı sanayiye yönelme gerçekleşmemiştir.
1929'a gelindiğinde ülkedeki ekonomik bunalım, dünya
ekonomik bunalımının etkisiyle daha da şiddetlenmiştir.
Bu ortamda ithal ikameci sanayileşme politikasına yönelinmiştir.
1932'ye kadar özel sektöre dayalı olarak izlenen ithal
ikameci politika, 1932'den sonra, devletin de sanayi
yatırımlarında bulunmasıyla başlayan ve 'devletçilik'
diye adlandırılan dönemde de sürmüştür.
b) İş Bankası
Devlet olanaklarıyla burjuvazi geliştirme, "zengin
yetiştirme" politikasının en güzel örneklerinden
biri İş Bankası'dır. Hintli Müslümanların Anadolu Hareketi'ne,
savaşa yardım amacıyla gönderdikleri 500 bin TL.nin
250 bin liralık bölümüyle 26.8.1924 yılında İş Bankası
kurulmuştur.
Kurucuların arasında çok sayıda bürokrat ve milletvekiliyle
Anadolu burjuvazisi yer almıştır. İlk yönetim kurulu
tümüyle milletvekillerinden oluşmuştur. Genel Müdürü
Celal Bayar olan bankanın Yönetim Kurulu Başkanlığı'na
Siirt Milletvekili Mahmut Soydan getirilmiştir. Yönetim
Kurulu üyeliklerine ise İzmir Milletvekili Rami Köker,
İzmir Milletvekili Salih Bozok, Bozhöyük Milletvekili
Kılıç Ali, Gaziantep Milletvekili Dr. Fikret Ertuğrul,
Milletvekili Fuat Bulca, Rize Milletvekili Kemalizade
Şakir gibi M.Kemal'e yakınlığıyla bilinen milletvekilleri
getirilmişlerdir. Bu banka, sermaye çevreleriyle hükümet
arasında önemli bir rol oynamış, Cumhuriyet Türkiye'sinin
"has evlat"ı olmuştur. Bugüne kadar da devletin
arkasındaki temel mali güçtür. Banka, arzu edilen kişilerin
kolaylıkla iş yapıp palazlanmasında önemli bir araç
olmuştur.
Kuruluşunda itibari sermayesi 1 milyon, ödenmemiş sermayesi
250 bin TL. olan banka 1927 yılında İtibari Milli Bankası
ile birleştikten sonra sermayesi 4 milyon TL.ye çıkmıştır.
İş Bankası'nın İtibari Milli Bankası ile birleşmesinin
nasıl gerçekleştiğini bir Sovyet araştırmacı şöyle anlatıyor:
"Cumhuriyet rejiminin kurulması, başında önceki
hükümetlerle sıkı bağları olan kimselerin bulunduğu
İtibari Milli Bankası'nın işlevini çok olumsuz yönde
etkiledi. İş Bankası'nın kurulmasından sonra bu banka
ile İş Bankası arasında mücadele başladı ve İş Bankası
Hükümet'in yardımıyla İtibari Milli Bankası'nı etkisi
altına aldı. İş Bankası'nın saldırısı, İtibari Milli
Bankası'nın kurucularının yönetiminde olan Avundukzade
ve kardeşi Kemalizade şirketinin iflasından sonra, özellikle
başarılı oldu" Bu başarı, Takrir-i Sükun döneminde
İttihat Terakkicilerin tırpanlanmasıyla somutlaşmıştır.
İtibari Milli Bankası ve onun desteğindeki şirketler,
İttihat Terakki'nin oluşturduğu, geliştirdiği şirketlerdi.
1930 yılında sermayesi 5 milyon TL.ye yükselen İş Bankası'nın
iştirakleri arasında şunlar bulunuyordu: Anadolu Sigorta
T.A.Ş, Kozlu Kömürleri T.A.Ş, Kilimli Kömür Madenleri
T.A.Ş, Ergani Bakır İşletmeleri, Bulgurdağ Madenleri,
İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları, Bursa Dokumacılık,
İstanbul Telsiz-Telefon, Türk Kibrit İnhisarı T.A.Ş.
Bu yatırımların birçoğunda yabancı sermaye ortaklığı
söz konusuydu.
D- İşçi Sınıfının Durumu
Bu dönemde proletarya nitel ve nicel olarak gelişmemişti
ve son derece cılızdı. 1927 yılına doğru üretimde çalışan
işçi sayısı 60 bin kadar olmasına karşın, devletin sermaye
yatırımlarını sanayiye doğru çekmeye çalışmasıyla birlikte
proletaryanın da nicel ve nitel fonksiyonları artıyordu.
Bu durumda hükümet, fazlaca sorun yaratmayacak biçimde
işçi sınıfının sindirilmesi için bir dizi önlemi hemen
devreye sokmakta gecikmemiştir.
Aslında proletaryanın sindirilmesi yönelik önlemler
Anadolu Hareketi'nin savaş yıllarında başlamıştı. Açık
işgalin kırılacağının anlaşılmasıyla birlikte burjuva
önderliğinin proletaryaya bu bağlamda gereksinimi kalmamış
ve emperyalizme "ne denli komünist olmadıklarını"
kanıtlamak için işçi düşmanlığı paralelinde anti-komünist
tavırlarını gayretle sahnelemeye koyulmuşlardır.
Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı bir dönemde
sınıfa karşı sindirme operasyonuna girişerek tüm örgütleri
etkisizleştirmeye çalıştılar. İlan ettikleri "Halkçılık
ideolojisi" ile de proletaryanın ideolojik savunma
ve donanma araçlarını denetimleri altında tutmak istediler.
Bütün bunlara rağmen işçiler yer yer grev yapıyorlardı.
Grevler karşısında, işçi ve grev fobisi olan İkdam gazetesi,
İktisat Bakanı Mahmut Esat'ın "Grevcilere hoşgörülü
davrandığı" için Meclis'te istifasının istendiği
yazmaktadır. Dönemin Başbakanı Ali Fuat Okyar ise hükümetin
grevcilere karşı tavrına ilişkin olarak yabancı basına
verdiği bir demeçte, "Hükümetin başlangıçta
grevleri barışçıl yollarla durdurmaya çalıştığını, bunların
sonuç vermemesi halinde yasaların bütün şiddetiyle uygulanacağını
" söylemektedir. Bu açık ifadenin tanımladığı durum
dışında bir işlev beklemek, komprador burjuvazi-toprak
ağaları iktidarının niteliğinin doğası nedeniyle elbette
söz konusu olamazdı...
İşçi sınıfının, kendilerine giderek daha büyük zorluklar
çıkaracağını bilen Ankara Hükümeti, sınıfı bi tavrından
saptırmak için her türlü önleme ve yönteme başvurmak
tutumu çerçevesinde, sosyal reformizmden de medet umar
ve uluslar arası sosyal reformizmin önde gelen temsilcilerindene
F.Mc Donald'ı Türkiye'ye davet eder. İşçi sınıfının
mücadelesini nasıl ve hangi yollarla engelleyebileceğini,
bu sınıfı nasıl uyutabileceğini Mc Donald'dan da öğrenmeye
çalışır. Ayrıca onon konuşmasını Hakimiyeti Milliye
gazetesinde yayınlatır. Mc Donald, bu konuşmasında şöyle
demektedir. "Ben gericiliğe de, devrime karşıyım,
işçi güçlü olmalıdır, adalelet sınırları içinde yönetilmelidir.
Bu , sosyal bölünmelere yol açmadan gerçekleştirilmelidir."
Gerçekten de egemen sınıflar Mc Donald'ın bu görüşlerini
ve kavramlarını kılavuz edinerek uzun yıllar hatta günümüzde
de sosyal reformizmin yöntemlerinden ve yaftalarından
hakkıyla yararlanmışlardır.
Egemen güçler, sınıf mücadelesini bu yolla da engelleyerek
onu düzenin sınırları içinde tutmakta büyük ölçüde başarılı
olmuşlarsa da, uzun vadede sınıfın da, mücadelesinin
de nitelik kazanmasını ve çapının genişlemesini engellemeleri
kuşkusuz mümkün olmamıştır.
1925 yılı İstanbul proletaryasının grev yılı olmuştur
demek, yanlış olmaz. Değirmen işçileri, Tramvay işçileri,
Gaz Şirketi işçileri greve gitmişlerdir. Bu dönemdeki
grevlerin iktidar tarafından zorbalıkla bastırılmasına
çalışılmıştır. Öte yandan Takrir-i Sükun yasasıyla birlikte
ülke çapında grevler yasaklanır, sendika kurma özgürlüğü
gasp edilirse de işçi sınıfı bu azgın sömürü artı teröre
karşı boş durmaz.
Nitekim 1928 yılında yabancı bir şirkete ait Tramvay
işletmesinde yine grev başlattılar. Grevin patlak vermesi
üzerine bu yabancı şirketin temsilcileri, Türkiye Cumhuriyeti'nin
valisi, emniyet müdürü ve CHP müfettişi, elbirliği ile
uyguladıkları zor yöntemleriyle direnişi bastırır, grevcileri
cezalandırırlar.
1925 yılında bir yandan işçi grevlerinin bu şekilde
bastırılması sürerken bir yandan da Ankara Hükümeti
işçilerin mücadelesini engellemenin diğer bir yöntemini
devreye sokar ve bazı "hak" yasaları çıkarma
yoluna gider. Meclise sunulan iki tasarıdan biri, 21
Ocak 1925 tarihinde çıkarılan "Tatil-i Eşgal"
kanunudur. Son derece güdük olan bu yasa, sadece büyük
kentlerde çalışan işçileri kapsamakta ve 'açık havada'
çalışan işçiler herhangi bir şekilde ondan yararlanamamaktadırlar.
Bu yasanın önemli özelliği, sağlanan hafta tatillerinin
ücretsiz oluşudur. Ayrıca geçici ve mevsimlik işçiler
de kapsam dışıdır.
İkinci tasarı ise yine 1925'te Meclise verilen genel
iş yasa tasarısıdır. Bu yasa tasarısı aslında daha 1924
yılında hazırlanmış ancak görüşülmemiştir. Görüşülmesi
için bir yıl sonrasını beklemek gerekiyordu. Çünkü 1925
yılında çıkarılan Takrir-i Sükun yasasıyla ülkede terör
yükseltilirken bu paralelde grevler durdurulmuş ve tüm
işçi hakları gaspedilmiştir. İşçilerin mücadelesi bastırıldıktan
sonra ise 1926 yılında bu yasa yürürlüğe girmeden geri
çekilmiştir.
Ayrıca yine 1924 yılında hükümet tarafından hazırlanan
ve 120 madde olarak Meclise verilen "Mesai Kanunu
Tasarısı" vardır. Tasarı, ticaret komisyonunda
39 maddeye indirilerek 'İş Meselesi' adı altında Meclis'e
sunulmuştur. Çalışma süresini indiren ve grev yasasını
kabul eden bu tasarıyı, hükümet bizzat kendisi hazırlamış
olmasına karşın Meclis'te savunmamıştır. Çünkü Takrir-i
Sükunla ülkedeki sınıfsal, ulusal, politik muhalefet
artık iyice kontrol altına alınmış olduğu için buna
gerek kalmamıştır. O nedenle bu tasarı da 1926 yılında
Meclis'ten geri alınıyordu. Mücadelenin yükseldiği dönemlerde
sözkonusu yasaların Meclis'e sunularak propagandasının
yapılması, birkaç yıl bekletildikten sonra koşulların
dönüştürülmesiyle gereksinim kalmaması ve geri çekilmesi,
sınıfı bir süre oyalama işlevi de görmüştür.
Cumhuriyetin ilk yedi yılında sermaye birikimini hızlandırabilmek
için işçi ve emekçiler üzerinde azgın bir sömürü ağı
kuran hükümet, dolaylı ve dolaysız vergilerin büyük
bir bölümünü bu yoksul sınıfların sırtına yüklemekle
de yetinmeyerek 1928-29 yıllarında işçilerin ücretlerini
düşürme yoluna gider. Böylece 1930 yılında işçilerin
ve emekçilerin sömürülmeleri korkunç boyutlar kazanmıştır.
Memurların durumu da işçilerden pek farklı değildir.
Onlar için hükümet, ücretle müstahdem çalıştıran bir
işverendi. Bu dönemde memurlar daha iyi iş koşulları
ve daha iyi bir ücret için mücadeleye başlamışlardır.
Ancak hükümet, memurlarının hareketlerini devlete karşı
politik bir başkaldırı olarak değerlendirerek bastırmış,
hükümetin görüşlerini savunmayan memurlar işten atılmıştır.
1926 yılında kabul edilen ilk kazanç vergisine göre,
işçilerin vergiden bağışık tutulabilmeleri için, 18
yaşından küçük ya da 65 yaşından büyük olmaları ya da
iki gözü kör, felçli ve ayağının ikisinden ya da birinden
mahrum olmaları gerekiyordu. Oysa bu dönemde işçilerin
ne sosyal sigortası ne de herhangi bir sosyal hakları
vardı. Kısacası, genel olarak halkın durumu, gerek yaşam
düzeyi açısından gerekse de üzerlerinde uygulanan baskı
ve zorun ağırlığı açısından son derece olumsuz bir bütün
oluşturmaktaydı.
1914'den 1930'un hemen öncesine kadar ki bu dönemde
geçimini kabaca sağlayabilen bir kişinin zorunlu ihtiyaçları
için yaptığı ödeme 17 misli artmıştır. 1923 yılından
1924 yılına kadar olan artış ise %50'dir.
Sonuç olarak, bu dönemde işçiler sayıca az olmaları
ve sosyal bilinçlerinin yetersizliği nedeniyle, içinde
bulundukları azgın sömürüye karşı bilinçli bir tavır
alamıyorlardı. Tavra yöneldikleri zaman ise, bu tavırlar
iktidar tarafından acımasız bir zorla bastırılıyordu.
Kaldı ki, bu girişimlerin hemen hemen hepsi oldukça
geri düzeyde sosyal hak ve ekonomik istemlere yönelikti.
Ve yine kısmi, kalıcı olmaktan, bir sistem, örgütlülük,
program içermekten uzaktı. Bu yüzden, bu dönemde proletaryanın
siyasal etkinliğinden söz edemiyoruz.
E- Emperyalizmle İlişkiler
Daha önceki bölümde de incelediğimiz gibi, önderlerin
amacı emperyalizmle ilişkileri kökten değiştirmek değil,
ülkedeki gayri-müslim burjuvazinin ekonomik ilişkilerinin
Türk-Müslüman burjuvazisi aracılığıyla sürdürülmesini
sağlamaktı. Dolayısıyla, daha kurtuluş mücadelesi sırasında
emperyalistlere bol bol ayrıcalık dağıtılmıştı. Lozan'da
siyasal sınırların onaylatılmasından sonra da bu ayrıcalık
dağıtma furyası sürmüştür.
Lozan sonrası Türkiye'ye gelmeye başlayan Avrupalı emperyalistlerin
ve ABD'nin büyük spekülatörleri bu konuda zaten oldukça
cömert davranan Ankara'dan ayrıcalık koparabilme yarışında
her yola başvuruyorlardı. Ankara Hükümeti ise, daha
çok yabancı sermayeyi çekmek için, yatırım yapmak isteyen
yabancı şirketlerin durumunu dahi araştırmadan bol keseden
ayrıcalık dağıtıyordu.
İsmet İnönü bu konuda şöyle diyordu: "Bize müracaat
edenlere sorduğumuz ilk şey, ne kadar müddette işletmeye
başlayacaksınız sorusundan ibarettir." Evet, burjuva
önderler böyle düşündükleri içindir ki 400'den fazla
imtiyazlı şirkete ikramda kusur etmemişlerdir...
1923 yılında Amerikan Emperyalistlerine sunulan ve "ekonomik
zafer" olarak değerlendirilen Chester ayrıcalığının
gerçekleşmemesi, Türkiye egemen sınıflarında şok etkisi
yapmıştı. Chester ayrıcalığının gerçekleşmemesi üzerine
bunun yerini dolduracak yeni ayrıcalıkların dağıtımı
Cumhuriyet kurulduktan sonra da hızlanarak sürdü. İlk
önce Osmanlı İmparatorluğu döneminde de ayrıcalıklı
olan İstanbul'daki tramvay, telefon, su, elektrik ve
Aydın Demiryolları Şirketi ve daha bir çok şirketin
ayrıcalıkları onaylandı.
1924 yılında Türkiye'de 94 yabancı şirket faaliyet göstermekteydi.
Bunların, 7'si demiryolu, 6'sı madencilik, 23'ü bankacılık,
12'si endüstri, 35'i ticaret alanındaydı. Ayrıca 1924
yılında yabancıların Türkiye belediye sınırları içinde
taşınmaz mal edinmelerini engelleyen yasa yürürlükten
kaldırılarak kapılar emperyalizme iyice açılıyordu.
İktidar bunlarla da yetinmeyerek 1925 yılında tümüyle
yabancı sermayeden oluşan ve Osmanlılardan beri adeta
devlet içinde devlet gibi çalışan Osmanlı Bankası'nın
Ankara Hükümeti'ne kredi açması üzerine, bu bankanın
ayrıcalık süresini uzatıyordu. 1927 yılında çıkarılan
Teşvik-i Sanayi yasasıyla, yabancı sermayenin Osmanlılardan
kalan sanayi işletmelerinin özel sermayeye devredilmesinde,
%44 oranına kadar bu şirketlerin de pay sahibi olmaları
sağlanıyordu.
1924 yılında emperyalistlerin ülkemizdeki yatırımları
şöyleydi; Alman emperyalistleri yabancı yatırımların
hemen hemen yarısına sahipti. ABD'nin payı ise %2'den
biraz daha azdı. Alman emperyalistlerinin bu dönemde
yabancı yatırımlarının hemen hemen yarısına sahip olmaları,
Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalan Alman şirketlerinin
bu dönemde de varlıklarını korumalarından ileri gelmekteydi.
Çünkü iktidar, emperyalistlerin ekonomik çıkarlarını
elinden geldiğince koruyordu.
Bu yabancı şirketlerin millileştirilmesi doğrultusunda
en ufak bir adım bile atmıyorlardı. Ancak 1928 yılında
ve 1931 yılında iki yabancı şirketi satın almışlardı.
Bu girişimi "millileştirme" olarak lanse ettiler.
TC'nin ilk yedi yılında emperyalizmin ekonomik, toplumsal
ve kültürel yaşamımızdaki yeri Osmanlı İmparatorluğu'na
oranla değişmiş, daha sonraki süreçlerin sistemli sömürüsünün
temelleri atılmıştır.
24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşmasıyla birlikte Misak-ı
Milli sınırlarının çizilmesine karşın, Batılı emperyalist
devletlerle ve özellikle İngiliz emperyalizmiyle ilişkiler
gergin durumdaydı. İngiltere'yle Türkiye arasında Türkiye-Irak
sınırının düzenlenmesi için "Haliç Konferansı"
diye bilinen bir konferans düzenlenir. Bu konferansta
Türkiye'yi temsilen Fethi Okyar, Musul'un hem coğrafi
bakımdan, hem de il halkının 2\3'ünün Kürt ve Türklerden
oluşması nedeniyle Musul'un Türkiye'ye katılmasını ister.
Ama İngiltere Musul konusunda kararlıdır ve Musul'u
alabilmek için Hakkari'yi bile ister. Musul sorunu,
5 Haziran 1926'da Ankara'da Türkiye-İngiltere-Irak Hükümetleri
arasında yapılan sınır ve iyi komşuluk anlaşmalarıyla
Musul'un İngiliz emperyalizmine bırakılmasıyla sonuçlanır.
Musul sorunundan başka, diğer emperyalist ülkelerin
de, Osmanlı borçları, Yunanlılarla insan değişimi, Patrikliğin
durumu, yabancı şirketlerin durumu, yabancı okullardaki
Türkçe eğitimi gibi konularda endişeleri vardı. Bu durum
kaçınılmaz olarak politik ilişkileri gerginleştiriyordu.
Bir ülkenin emperyalizmle ilişkileri, emperyalist sömürüye
davetkar olması, sözkonusu ilişkilerin kısa sürede gelişip
sistematik kazanması anlamına gelmiyordu...
Emperyalist sermayenin, yarı-sömürgeci ilişkiler
için, savaştan yeni çıkan ülkenin belli bir dinginliğe
kavuşmasını ve kendi işlevleri için daha elverişli koşulların
oluşmasını, endişelerine neden olan konuların çözümlenmesini
beklemesi sözkonusudur.
Bunun yanısıra; birkaç yıl sonra patlak veren 1929 dünya
ekonomik bunalımı sermaye transferlerimize ilişkin olarak
alınmak zorunda kalınan yeni önlemler, bir süre, Türkiye
Hükümeti'nin istediği biçimde Türkiye ile ilgilenilmemesinin
nedenleri olmuştur. Yabancı sermayenin (emperyalist
sömürünün) bütün bu olgulara karşın, hen geçen gün ülkeye
bir adım daha atarak, önceleri yavaş, giderek hızlanan
bir tempoda yolunda ilerlediği görülmektedir.
TC Hükümeti, Osmanlı döneminden kalan yabancı sermayenin
şirketlerinin ayrıcalıklarını korumanın yanısıra; ticaret,
ormancılık, madencilik, yapım ve taşımacılık alanlarında
da yabancı şirketlere ayrıcalıklı statüler tanımıştır.
1924'te İstanbul-Seydiköy Gaz ve Elektirik Şirketi (Belçika
sermayesi), 1925'de İsveç sermayeli İzmir Telefon şirketi,
1926'da Belçika sermayeli İzmir Elektirik ve Tramvay
Şirketi, yine 1927'de Belçika sermayeli Rinful Ormancılık
Şirketi ve Alman sermayeli Güney Anadolu Manganez Madencilik
Şirketi, Fransız sermayeli Kireçli Krom Madencilik Şirketi,
1928 yılında Alman sermayeli Adana Elektirik Şirketi,
İngiliz sermayeli Fethiye Simli-Kurşun Madencilik Şirketi,
1929 yılında Amerikan sermayeli Ford şirketi ve ayrıca
Ford Motor Company, İstanbul'da montaj fabrikası için
bazı serbest bölge haklarını da almıştır.
Ford Motor Company şirketinin İstanbul'da bir montaj
fabrikası kurmasıyla birlikte, Türkiye'de Otomotiv Sanayi
ile montaja dayanan ilk adım atılıyordu. Ve bu şirketin
sözleşmesi de İstanbul'da ürettiği otomobillerin Türkiye
ile sınırlı kalmayacağı, bu nedenle yılda 10 bin otomobil
üretilerek Ford'un Balkanlara ve Ortadoğu'ya yapacağı
ihracatını karşılayacağı planlanmıştı.
Ne var ki, dünya ekonomik bunalımı nedeniyle Ford'un
bu amacı gerçekleşmemiş ve İstanbul'daki fabrikasının
montaj işleri 1936 yılında durmuştur. Tesisler ise ithal
edilen Ford otomobillerinin deposu olarak kullanılmaya
başlanmıştır.
1920'lerde iktidar birçok yabancı şirkete ayrıcalıklı
özel statüler tanırken bu ayrıcalıklardan yararlanmayan
yabancı şirketler de Türkiye'ye yatırım yaparak yapım
şubelerini açıyorlardı. Bunlar, biri Fransız'ların diğeri
ise Belçikalı şirketlerin kurduğu iki çimento fabrikası,
yine İngiliz Manchester şirketinin 1925 yılında Adana'da
kurduğu Çırçır Fabrikası, İstanbul'da kurulan Nestle
Çikolata Fabrikası, Colombia Plak ve bazı yabancı kimya
sektörlerinin kurdukları ilaç fabrikaları ile Japonların
kurdukları ipekli dokuma fabrikalarıdır.
1923-30 yılları arasında yabancı sermaye ile ortak kurulan
ve faaliyet gösteren 201 Türk Anonim Şirketi bulunmaktaydı.
Bu yabancı Türk ortaklı anonim şirketlerin 71 milyon
TL. tutarındaki ödenmiş sermayelerinin %75'i yabancıların
elindeydi. Bu rakam, ödenmiş sermayenin %43'ü demekti.
Toplam sermayenin sektörlere göre dağılımı ise, yapım
sanayinde %35 idi. Yabancı sermayenin yatırım yaptığı
alt sektörlerdeki tekstil, gıda ve çimento sanayi ise
aşağı yukarı eşit önemdeydi. Elektrik ve Havagazı işletmelerindeki
karma sermayeli şirketlerin sermaye toplamı içindeki
payı %17 idi.
Türk-yabancı sermayeli anonim şirketlerde Türk sermayeciler
nicel olarak çoğunlukta olmalarına karşın yabancı sermayenin
birer paravanı durumundaydılar. Ve bu şirketlerden komisyon
alıyorlardı. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bu
ortak şirketlerin sermaye tutarlarının büyük bir kısmı
yabancılara aitti. TBMM üyelerinin ve nüfuzlu Anadolu
Harekatı dönemi politikacıları ile M. Kemal'in yakın
arkadaşlarının bu şirketlerde, kurucu üye, pay sahibi
ve de yönetim kurulu olarak görev yapmaları, bu şirketlerin
hükümetle ilişkilerini daha da sıklaştırıyor ve alınan
kararları etkili kılıyordu. Aralarında C.Bayar'ın bulunduğu
30 kadar milletvekili, yabancı sermayeli 32 şirkette
52 yönetim kurulu üyeliği koltuğunu işgal etmekteydi.
Bunların çıkarlarını daha iyi koruyabilmek için bir
milletvekilinin 6 yabancı sermayeli şirketin birden
yönetim kuruluna girmesine ilişkin örnekler vardır.
Yabancı sermayenin etkin ve yoğun olduğu bir diğer alan
da kamu kesiminde sürdürülen inşaat işleriydi. 1927
yılında yapılan büyük bir ihale ile 1300 km.'lik bir
demiryolu yapımı, İsveçli Nidgvist Holm ve Alman Julias
Berger şirketlerine verilmiştir. 148 milyon liraya mal
olacak bu demiryollarının yapılabilmesi için , bu iki
şirket, hükümete orta vadeli krediler de vermiştir.
Demiryollarının bina ve yan işlerinin yapımını ise bir
Amerikan müteahhit firmasına devretmişlerdir. Burada
üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da 1920'lerde
bu yabancı müteahhit firmaların hükümete açtıkları orta
vadeli kredilerin dış borçlarda önemli bir yer tutmasıdır.
Emperyalistler bu yıllarda kendilerini Türkiye'nin şartlarına
uydurarak ekonomik varlıklarını empoze etmişlerdir.
Öteki sömürgelerde olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun
sonlarına doğru bu ülkede kendi mesleki örgütlerini
kurmuşlardır. İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan, Alman
vb. ticaret odaları faaliyetlerini sürdürüyorlardı.
Ancak Cumhuriyet Devleti'nin kurulması, yerli Türk-Müslüman
kesiminin önem kazanmasıyla birlikte Türk Ticaret Odaları
faaliyete başlayıp 1925 yılında yarı-resmilik kazanınca,
yabancı ticaret odalarının "oda" sıfatı yasaklanınca,
yabancı tüccarlarda belli bir güvensizlik oluşmuşsa
da, 1927 yılında topluca Türk Ticaret Odalarına kayıtlarını
yaptırarak yeni duruma kendilerini uydurmuşlardır. Böylece
de Türk Ticaret Odalarının "Milli" yapısı
içinde yerlerini almışlardır.
Tüm bunlara karşın yabancı sermayeye gözü doymayan Ankara
Hükümeti, 1923-38 sürecinde yabancı sermayeyi Türkiye'ye
çekme çalışmalarını sürdürür. Bu dönemde bir Amerikan
grubundan TC. Merkez Bankasının kurulması için 30 milyon
dolar alınır. Ancak bunun sonu gelmez. Çünkü Amerikalılar
vazgeçer. Böylece yabancı sermaye ile kurulacak Merkez
Bankası bu dönemde suya düşer. Ancak, bu sefer de Kayseri'de
bir lokomotif fabrikasının kurulması için başka bir
Amerikan grubuyla görüşülür. Aldıkları yanıt yine hayır'dır.
Ardından yine bir Amerikan grubuyla Mersin Limanı ve
Ankara'nın alt yapı işleri konusunda görülmüşse de gereken
sonuç alınamamıştır.
1929 yılında nihayet Türkiye, ABD ile bir ticaret anlaşması
imzalar. Ne var ki böylece Amerikan dolarının Türkiye'ye
akacağını sanan egemen sınıfların hevesleri kursaklarında
kalır. Çünkü istenilen ölçüde Amerikan doları Türkiye'ye
akmamaktadır. Yine de ABD'den ümit kesilmemiştir. 1930
yılında İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Aras; "Birleşik
Devletlerin Türkiye'nin mali yardım için endişesiz olarak
başvurabileceği tek ülke olduğu" görüşünden hareketle,
ABD elçisinden yardım isterler. Ve aynı yılın sonlarına
doğru İnönü, Ankara'ya gelen Amerikan Ticaret Bakanlığı
Müsteşarı Klein'dan hala gündemde olan Merkez Bankasının
kurulması için gerekli olan yabancı sermayenin sağlanmasına
yardımcı olmasını rica eder.
1931 yılında Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu'nu Amerika'ya
gönderir. Saraçoğlu, Türk egemen sınıflarının direktifleri
doğrultusunda bayındırlık işleri, pamuklu tekstil sanayi
ve bankacılık kesimi için 50-100 milyon dolar dolayında
özel Amerikan sermayesini Türkiye'ye çekmeye çalışır.
Ancak elleri boş bir durumda Türkiye'ye döner.
Bir yandan da aynı konular Fransızlar'la görüşülmektedir.
Ülkemizin bu dönemine ilişkin bazı savlarda yer aldığı
üzere; "küçük burjuva diktatörlüğü Kemalizm",
emperyalizmin Türkiye'ye girişini işte bu şekilde "engellenmiştir".
İsimlerini daha önce belirttiğimiz yabancı bankaların
en büyükleri, Fransız ve İngiliz emperyalistlerine aitti.
En güçlü yabancı banka, sanayi ve sermayenin %62'sini
denetim altında tutan ve devlet bankası gibi hareket
eden Osmanlı Bankasıydı. Bu bankayla Ankara Hükümeti
arasında imzalanan "1924-25 tarihli anlaşmalar
ile 1863-75 tarihli ayrıcalıkların 3. maddesinin komiserin
atamasına ait hükmü ile 7. maddesinin bütçe komisyonunda
temsilci bulundurma hükmü, devletin kağıt para ihtiyacını
yasaklayan 12. maddesi, hazinedarlık hakkına ait 13,
olağandışı ödeneği onaylayan 14. maddeleri kaldırılmış
ve banka tedavüldeki banknotları için hazineye %1,5
faiz ödemekle mükellef tutulduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti'nin
istediği zaman bir Merkez bankası kurma hakkı da alınmıştır."
Görüldüğü gibi siyasi bağımsızlığı kazanan burjuva önderlik,
adeta bir Merkez Bankası gibi çalışılan Osmanlı Bankası'ndan,
Merkez Bankası kurma hakkını, "Anlaşma" yoluyla
kurtarmaya çalışıyor. Ancak yine de bir merkez bankası
kurma "hakkını" 6 yıl geçtikten sonra kullanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde faaliyet gösteren bir
diğer büyük yabancı banka ise Alman Deutsche Bank'tır.
Bu banka, 11924'ten itibaren işlevlerini yoğunlaştırarak,
Birinci Paylaşım Savaşı'nda yenilenen Alman Emperyalizmi'nin
Osmanlı İmparatorluğu'nda yitirdiği konumu, İş Bankası
ve Milli Kredi Bankası aracılığıyla yeniden elde etmeye
çalışmıştır. Bunların dışında, ülkede faaliyet gösteren
60 yabancı sigorta şirketi vardır.
1920'ler Türkiye'sinde yabancı özel sermaye, bankacılıkta
olduğu gibi dış ticarette de büyük bir güce sahipti.
Ve bunlar Türkiye ekonomisi üzerinde önemli bir baskı
gücü oluşturmuşlardı. Bu dönemde para kredi piyasası
önemli ölçüde yabancı bankaların ve ithalat-ihracat
şirketlerinin elinde olduğu için, şirketlerin bir çoğu
doğrudan doğruya metropoldeki şirketlerinin acentaları,
yeni şubeleri durumundaydı. Birkaç örnek vermek gerekirse;
tütün ihracatında Trieste'ye yerleşmiş olan firmalar
büyük bir ağırlık taşıyordu. 1926 yılında yapılan bir
araştırma tütün ihracatının değere göre %53'ünün Triste'ye
yapıldığını, Triste'ye giden tütünlerin orada manipülasyona
tabi tutularak daha sonra yüzde doksanının Almanya,
Amerika, Çekoslavakya, Avusturya'ya satıldığını göstermekteydi.
Tütün ihracatında genel olarak yabancı firmaların denetimi,
ürün etkinliğine kadar uzanıyordu. Amerikalı tütün alıcıları
bile Ege ve Samsun yöresinde livre sözleşmeleriyle tütüne
tarlada sahip olmaktaydılar.
Diğer bir örnek ise, İtalyan Sıcmat şirketidir. Triste
kökenli olan bu pamuklu kumaş üretim ve ticaret firması,
1924 yılında Adana'da bir şube açar. Türkiye'de gelişmeye
hevesli bu faşist İtalyan şirketi, bir kaç yıl içinde
Adana ve Mersin yöresindeki pamuk ticaretinde tekelci
bir yer elde eder. Üretimi de doğrudan denetleyerek
Çukurova'yı kısa zamanda Triste fabrikalarını besleyen
bir pamuk bölgesi haline getirir.
1923'ü izleyen yıllarda biçimsel olarak devlet tekelinde
bulunan birçok ekonomik faaliyet, ayrıcalıklı özel yabancı
sermayeli şirketlere devredilmiştir. Kibrit ve Çakmak
tekeli önce Belçika, daha sonra ise bir Amerika şirketine
verilmiştir. 1925 yılında ise Belçika şirketi ile ortak
kurulan Türkiye Kibrit tekeli T.A.Ş.'nin hissedarları
arasında İsmet İnönü, Celal Bayar, Yunus Nadi ve Cemal
Hüsnü Giray bulunmaktadır. Bu şirkette, yabancı sermayenin
payı %51'dir. İspirto ve Alkollü içkiler Tekeli, 1926
yılında bir Polonya şirketi ile ortak kurulan İspirto
ve Meşrubat, Kürliye Tekel İşletme T.A.Ş'ne verilmiştir.
Bu şirketin %45'lik payı hazineye aittir.
Hazinenin çıkarlarını ise İş Bankası koruyordu. Keza
Barut ve Patlayıcı Maddeler Tekeli de 1927'de bir Fransız
grubuna verilmiştir. Bu anonim şirketlerin 1.500.000
TL sermayesinin 740.000 TL'sı 3 Fransız Şirketine, 10.000
TL'sı Fransız grubuyla anlaşmayı sağladığı ve aracılık
ettiği için İbrahim Beyzade Lütfü'ye, geri kalan 750.000
TL ise hazineye aitti. Yine 1927 yılında Revolver ve
Av fişekleri tekeli de aynı Fransız grubuna verilmiştir.
Petrol-Benzin ithali ile ilgili tekel ise Amerikan Standart-Oil
Şirketine bırakılmıştır.
Aşağıdaki tablo 1926-33 yılları arasında özel yabancı
sermayenin yatırım ve karlarını gösteren ilginç bir
belgedir.
Yabancı ve özel Sermayeli Yatırımlar ve Türkiye'deki
Yabancıların Kar faiz ve diğer gelir transferleri (milyon
T.L.)
Yıllar |
Yeni yatırımlar |
Transferler (kâr ve
faiz gel.) |
Diğer gelirler |
Toplam tranfer |
1926 |
6,5 |
8,3 |
4,0 |
12,3 |
1927 |
5,3 |
8,3 |
4,0 |
12,3 |
1928 |
8,0 |
7,0 |
4,7 |
11,7 |
1929 |
12,0 |
6,0 |
3,9 |
9,9 |
Görüldüğü gibi 1923 sonrasında Türkiye'de yabancı sermaye
ne "millileştirilmiştir" ne de engellenmiştir.
Tersine 1926-33 döneminde yabancı sermaye Türkiye'de
önemli bir yer tutmaktadır. Üstelik iki misli kar yaparak
bu karlarını metropollere aktarmıştır. Sonuç olarak
bu dönemde emperyalizm Türkiye'yi "kalkındırmamış",
Türkiye emperyalizmi kalkındırmıştır.
DİPNOT VE KAYNAKLAR
[1] Söz konusu çelişkiler fazla etkisi ve nüfuzu olmamasına
karşın Hollanda'nın da yer aldığı Türkisch Petroleum
Company (TPC) içinde de sürer. Bu şirketin sermaye bileşimi,
%50 National Bank of Turkey, %25 Deutsche Bank ve Anglo
Sakson Petroleum Co. şeklindedir. TPC içindeki Almanya-İngiltere
çekişmesini İngiltere kazanmış ve 1924'teki TPC'nin
sermaye artırımında, İngiliz tekeli Anglo Persium Oil
Co. National Bank of Turkey'in %50 payını alarak Alman
Deutsch Bank karşısında üstün duruma geçmiştir. TPC
içindeki bu savaş, Alman saldırganlığına zemin oluşturan
nedenlerden biri olarak, Birinci Paylaşım Savaşına yansımıştır.(geri
dön İ)
[2] Söz konusu yardımların dökümü şu şekildeydi: 1920
yılında 600 tüfek, 5,000,000 kadar tüfek mermisi ve
17,660 top mermisi. 1920 Eylül'ünde 200,6 kg külçe altın
(Erzurum'da teslim edilmiştir.) 1921 Ocak-Şubat aylarında
1.000 atımlık top barutu, 4.000 el bombası ve 4.000
şarapnel mermisi ve çeşitli türden bir kısım askeri
malzeme. 1921 yılında 33,275 tüfek, 57,986,000 tüfek
mermisi, 327 makineli tüfek, 54 top, 1,229,479 top mermisi,
1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi, 3 Ekim 1921'de Nisan-1922
Mayıs arası 5 taksitle verilmiştir ve TBMM Hükümetinin
Milli Savunma bütçesi 1920 yılında 27,576,039 TL, 1921
yılında ise 54,160,058 TL. idi.(geri
dön İ)
[3] Varoluşçuluk, Yeni olguculuk, İnancılık, Klerikolizm,
Yeni Gerçekçilik, Aletçilik, Uygulayıcılık, Olay-bilimcilik,
Kişilikçilik, vb.(geri
dön İ)
[4] Söz konusu burjuvazinin niteliği konusunda (tarihsel
kesitin özellikleri de gözetilerek) kompoze bir çıkarım
yapmak istendiğinde, Anadolu Hareketi önderliğinin bünyesinin
programlarla belirlendiğini fakat o süreçte her açıdan
burjuva nitelik arzedecek kapasite olmadığını söylemek
gerekir. Ama bu durum, son çözümlemede burjuva rotasının
onda billurlaşması gerçeğini değiştirmez.(geri
dön İ)
[5] Burada Marks ve Lenin'in bürokrasiye ilişkin düşüncelerinin
bazı noktalarını anmsarsak: "Toplum, ortak çıkarlarının
savunulması için iş bölümü yoluyla kendi özelliklerini
doğurmuştur. Ne var ki devlet kurumunda uçlaşan bu gerginlikler
zamanla kendi çıkarlarına hizmet eder hale gelmişlerdi,
toplumun hizmetkarları durumundan kendilerinin efendileri
durumuna gelmişlerdi" (K.M 18. Brumaire) "Bürokrasi,
karşıtı olan feodalizm illetinin adil ve ceberut biçimidir."
(Lenin)(geri
dön İ)
DİPNOT VE KAYNAKLAR:
ANADOLU HAREKETİNDEN SONRA ÜLKENİN DURUMU VE ÖNEMLİ
GELİŞMELER
(1)Aktaran Mahmut Goloğlu(geri
dön İ)
(2)K. Vasiyevsky(geri
dön İ)
ANA
SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ
|