NASIL BİR ÜLKEDE YAŞIYORUZ
II. BÖLÜM
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN YARI-SÖMÜRGE OSMANLI
TOPLUMUNA
|
OSMANLI TOPLUM YAPISI
A- OSMANLI İMPARATORLUĞU'NUN OLUŞUMU
VE OSMANLI TOPLUM SİSTEMİ
Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemi olguları, çeşitli
açılardan önem taşımaktadır. Öncelikle, bu sürecin dinamikleri,
15. ve 16. yy'lara kadar dünyanın önemli bir kesiminin
ilişki çelişkilerini derinden etkilemiştir. Bunun yanısıra,
Osmanlıların tarihsel seyrinin değişen yönlerini tanımlayabilmek
için, onun varoluş koşullarını ve varoluş olgularını
saptamak zorunludur. Ayrıca değişim ve gelişim çizgilerinin,
bu olguların tarihsel, sosyal, ekonomik özelliklerince
biçimlenmesi da konunun bir başka faktörüdür.
12. ve 13 yy.'lara göz attığımızda, Türklerin çok geniş
bir coğrafi yüzeye dağılmış olduklarını ve hemen hemen
her yönden heterojen bir tablo sergilediklerini görüyoruz
. Bu tablo, konuştukları dilden dinlerine, yaşama biçimlerinden
fiziksel yapılarına kadar değişik özellikler göstermektedir.
Türkler değişik karakterlere sahip oldukça çok sayıda
kavim, kabile ve boylar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Bunların ortak özellikleri ise, genel olarak aynı ırk
kökeninden gelmeleri ile Ural-Altay dil grubunun çeşitli
lehçelerini kullanmakta oluşlarıdır.
Söz konusu kavimlerin bazılarının adlarını anımsamak
gerekirse; Yakutlar, Dolganlar, Tobal ve Baraba Türkleri,
Kokçuklar, Kazaklar, Kırgızlar, Çıtaklar, Nogaylar,
Gagavuzlar, Çavuşlar, Balkarlar, Başkurtlar, Mişerler,
Kipterler, Kazan Türkleri, Kırım ve Karait Türkleri,
Özbekler, Tarancılar, Sartlar, Kaşgarlar, Solarlar,
Sarı Uygurlar, Tatarlar, Karapapaklar, Karaçaylar, Kumuklar,
Kara Nogaylar, Urusbi, Khulen Türkleri, Altay Türkleri
ve diğerleridir.
Oğuzlar ise, İran-Irak üzerinden Anadolu'ya yayılan
bir Türk boyudur. Bu yüzyıllarda Türklerin yayılmış
olduğu dünya yüzeyini Fahrettin Mübarekşah şöyle tanımlamaktadır.
"Dünya ülkeleri arasında Türkistan'dan daha büyük,
daha geniş, daha düz olanı yoktur. Doğu'da bu ülkelerin
sınırı Çin'dir. Batı'da onun sınırı Rum'la birleşir.
(Bizans İmparatorluğu) Kuzey'de bu sınır Yecüc-Mecüc
Seddi'dir. Güney'de de Hindistan Dağları bulunur ki,
orada biteviye kar yağar."
Oğuzlarda han, beyler ve halk olmak üzere üç temel kategori
görmekteyiz. Ne var ki, bu kategorileşmeyi klasik bir
sınıflaşma tarzında değerlendirebilmek olası değildir.
Aynı şekilde, temel ekonomik uğraşları hayvancılık olan
toplumlardaki toplumsal kategorilerin belirgin özelliklerini
de aramamak gerekir. Sözgelimi, halkın kahramanlık gösteren
'yiğitlerinin' her an 'ad' kazanma şansına sahip olması
dolayısıyla, beyler arasına katılması olasıdır. Örf,
adet ve geleneklerin korunmaya ve dinamik tutulmaya
çalışılmasının, toplumun ana motifini oluşturduğu Oğuzlarda
yasa, beylerin emirleridir. Ayrıca bir yürütme kuvveti
olmadığı gibi yargı organı da yoktur. Beylerin üçyüzer
kişilik çevrelerine bu bağlamda herhangi bir işlev yüklemek
yersiz olur. Çünkü, gerçekte bu çevre bir tarz güç unsuru
olarak var olmuş ve sosyal pratikte o şekilde gelişmiştir.
Son tahlilde gerçek bir monarşi...
Bu özellikler, monarşinin zor unsurunu kullanmaması
ve ekonomik yaşamlarının rahat olmasından ötürü halk
tarafından kolayca benimsenmiştir. Oğuzların sınıf şeması
Şerif Mardin tarafından şu şekilde çiziliyor: "...
babadan oğla geçen bir aristokrasi vardır. Eski Türklerde
basit bir sınıflama görülüyordu.En yukarda han, onun
altında aristokratik bir tabaka olan "beyler"
ve son olarak "halk". Aristokratik sınıfa
dahil olabilmenin iki yöntemi vardır: Kan bağı bulunması
ve başarılı olunması".
Oğuzlarda halk, sadece itaatle sınırlı bir kesim olarak
düşünülemez. Han'ı bağlayan kural ve davranış biçimi
geleneklerinin neredeyse bir kurum haline gelmiş gücünü
görüyoruz. Öte yandan beylerin sahip olduğu güç de,
diğer bir önemli etmen olarak karşımıza çıkıyor. Ve
bu beylerin oluşturduğu 'Kurultay'ların manevi otoritesi
bir hayli belirgindir.
Oğuzların göçebelik ve hayvancılık özelliklerinin yanı
sıra talancı ve haraççı özelliklerini de görüyoruz.
Dede Korkut Masalları bu durumu şöyle aktarıyor: "Dokuz
tümen Gürcistan'ın haracı geldi. Bir at kılıç, bir çomak
götürdüler. Bayındır Han Katı Saht oldu. Aydur Niçe
saht olmayan, her yıl altu akçe gelür idiyige bige virür
idük hatırları hoş olur idi". Bunların yanı sıra,
cılız da olsa ticari yaşamda varlık gösterdiklerini,
tüccarlara ve bezirganlara sahip olduklarını eklemek
gerekiyor. Türklerin hiyerarşisi, Moğollar gibi 10.yy'da
oluşmuştur. Bu hiyerarşinin en önemli yanı, aile kökenlerine
bağlı olarak gelişmesidir.
Daha önce "Tengri" diye adlandırdıkları ulu
bir varlığa inanan ve bu varlığın evrenin egemeni olduğunu
düşünen Oğuzlar'ın İslamiyetle tanışmaları, 10.yy'da
ülkelerine gelen Müslüman tacirler dolayısıyla olmuştur.
11.yy'ın başlarından itibaren hızlı bir şekilde İslamiyete
kanalize olan Oğuzlar'ın, İslamiyeti çok esnek anlayışlarla
ele aldıkları ve uyguladıkları da bilinen gerçektir.
Hiçbir zaman Ortodoks Müslüman özellikler göstermemelerine
karşın, İslamiyet onlar açısından iki önemli tarihsel
sonuç getirmiştir. Öncelikle güneye göç başlamış, bağlantılı
olarak da bu hareketlilik, İslamiyetin Batı'ya ve kısmen
Doğu'ya Türkler tarafından taşınmasını doğurmuştur.
Türklerin Anadolu'ya yönelmeleri binli yıllarla birlikte
başlar. Binli yılların hemen başında Ermenistan'ın doğusunu
ele geçirmeye çalışmışlarsa da sonuç alamamışlardır.
Bu yol, Türklere ancak güçlü bir Selçuklu Devleti'nin
varlığından sonra açılmıştır. "Orta Asya steplerine
göre daha iyi coğrafi koşulları ve doğal sınırlarıyla
insan yerleşmesine çok elverişli olan Anadolu çevresinde,
bugünkü Türk toplumu tarih yüzüne böyle doğdu."
(1)
Anadolu yarımadasında oldukça kısa zamanda son derece
önemli değişiklikler yaratan , yeryüzünün bu bölgesini
etnik bakımdan olduğu gibi farklılaştıran tarihsel nedenler,
Türklerin fetih arzusu, vb. ile açıklanamaz. Bu noktada
hem Türklerin o süreçteki dinamiklerini, hem de o dinamiklere
zemin oluşturan Anadolu koşullarını tanımlamak gerekmektedir.
Göçerliğin-egemen olsa da- tek olgu olmadığı Türkler,
gelişen , değişen , büyüyen ekonomik, toplumsal durumlarını
yeni ve elverişli bir çerçeveye oturtma gereksinimi
duyuyorlardı. Onların bu yaşam koşullarına bağlı gereksinimi,
kitlesel bir dinamik niteliğinde olduğu için büyük önem
taşımaktaydı.
Ekonomik, tarihsel ve sosyal gereksinimlerden oluşan
koşulları, ideolojide de tanımını bulmuş ve 'islami
cihat' olgusuyla çakışarak kendisine bu bağlamda meşru
bir platform yaratmıştır. Sözkonusu "meşruiyetin"
hayata geçirilme zemini olan Anadolu'nun o süreçteki
durumu ise, 'meşruiyet'e çanak tutan ek bir faktör sunmaktadır.
Çünkü, II. Basileus'un ölümünden sonra hem devletin
ve hem de bölge beylerinin katmerli vergilerinin yarattığı
baskı, halkın nabzını iyice yükseltmiştir.
Her zaman olduğu gibi vergiler ve baskı koşut olarak
tırmanıyor, Küçük Asya halkı, bir başka egemenliğe gönüllü
gözüküyordu. Yine aynı paralelde, devletin dış düşmanlara
karşı koyacak soluğu da kalmamıştı. Türkler işte bu
koşulları zamanında kullanarak Anadolu'ya aktılar. Üstelik,
bütün esirlere v e"paraiken" denilen ırgatlara
özgürlük vererek, onları eski vergilerle kıyaslandığında
oldukça hafif görünen bir vergi sistemine soktuklarını
ilan ettiler. Aynı zamanda Türkmenler de yeni duruma
hızla uyum sağladılar. "Yeni yeni köy, kasaba ve
şehirler kuran, yaylalara mazide görülmedik bir canlılık
veren Türk halk zümreleri, yeni vatanlarının doğal ekonomik
gereklerine pek çabuk uymakta idiler. Halı, sof, kuru
meyve, hayvan, kereste, şap gibi maddeler bol bol ihraç
ediliyordu. Ayrıca Şark mallarını kervanlarla Bizans
pazarlarına getirmeyi de Anadolu Türkleri üzerlerine
almışlardı"(2)
Özellikle feodalizm tartışmasında gündeme gelen islami
olguları, bu bağlaşıklık içinde ele almadan önce durumun
genel verilerine değinmek gerekiyor. Çünkü Osmanlı Devleti'nin
feodal üretim ilişkileri özelliklerini taşıyıp taşımadığı,
özgün yanları, bu özgün yanların genel literatürde nereye
oturtulması gerektiği, özel bir tanımlama zorunluluğunun
olup olmadığının anlaşılabilmesi, ancak bu şekilde olasıdır.
Feodalizmin genel ölçüleri nelerdir? Bazı özelleşen
yanlarıyla bir 'islam feodalizmi'nden söz edilebilir
mi? İslamiyet üretim ilişkilerine böylesine özel bir
etkide bulunabilmiş ve onun dokusunu salt kendi kurallarından
kaynaklanan nedenlerle değiştirmiş midir, yoksa genel
dokunun özellikleri korunmak kaydıyla, bu özellikler
üzerinde yükselen bir takım toplumsal, kültürel, psikolojik...
etkenlerden ve sonuçlardan mı sözetmek gerekiyor? Osmanlı
ekonomik sisteminin bel kemiğini oluşturan ikta ve tımar
kurumlarının niteliği feodal midir?
Bu soruların yanıtlarını ararken, elbette öncelikle
'toprağa bağımlı serf' olgusuna bakacağız. Bu arayışımız,
bir tarihsellik içinde gelişen üretim ilişkileri sistemleri
temelinde olacak. Üretim süreçlerinin eşitsiz gelişim
kuralının, sadece zaman değişkenine bağlı olmadığını;
bu kuralın, değişik tarihsel, sosyal, kültürel ve hatta
coğrafi özellikler taşıyan toplumların farklı ekonomik
potansiyellerinden ötürü de değişiklikler gösterdiğini
vurgulamak gerekiyor? Bu farklılıklar, klasik şemayı
alt üst eden karakterler taşımasa da , özellikle mekanik
yorumları zorlar.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nda feodalizmin varlığından
söz edebilmek olası değildi. Belli bir vergilendirme
düzeni ya da üretim biçimi egemen olmadığı halde, devlet
yapısını ve düzenini belirleyen bir takım kurallardan
yola çıkarak üretim tarzı belirlemesi yapmak yanlış
olur.
Konuyu toprak düzeni açısından ele alırsak; Anadolu
Selçukluları'nda toprağın üç ayrı kullanım biçimi olduğunu
görürüz.
Bunların ilki "mülk", diğeri "vakıf",
üçüncüsü ise "miri" olarak tanımlanıyor. Gerçek
bir kullanma özgürlüğünün söz konusu olduğu 'mülk'lerde
toprağın sahibi, o topraklar üzerinde dilediğini yapmak,
toprağı arzusuna göre kullanmak hakkına sahiptir. Toplumsal
amaçlarla kullanılan vakıf topraklarının, aynı zamanda
genel düzene bu bağlamda katkıları olduğu, yer yer,
söz ettiğimiz ikinci kategori toprakların bilim adına
da sosyal kullanıma sokulduğu görülüyor. Kısacası bu
topraklar "vakfediliyor" Bu uygulamanın göstermelik
olmadığını, toplumsal yaşamda herhangi bir olgu olarak
değil, etkin, uygulaması genel düzene ciddi veriler
sunan bir olgu olarak varolduğunu belirtmek gerekiyor.
Üçüncü tür topraklar ise, görev temelinde sahip olunan
ve aslında devlete ait olan topraklardı. Yani miri toprak,
bir görev dolayısıyla bir kimseye devlet tarafından
ayrılan bölümün gelirinden yararlanılması idi. Söz konusu
görevin sona ermesi halinde bu topraklar da yeniden
devlet tasarrufuna devrediliyordu.
Feodalizmde göçebelik tartışmasını var olan savlara
dayanarak yapmak olası değil. Her ne kadar 'toprağa
bağımlı serf'liği feodal düzen ilişkileri açısından
mekanize etmesek de, göçebe kabile yapısının topluma
nüfuz edici bir tablo çizmediğini, devletlerin bir hayli
yüzeysel konumlanışları olduğunu, Osmanlı Devleti'nin
belirginleşmeye başladığı süreçten sonra bu özelliğin
de değişmeye başladığını görüyoruz.
İslamiyet, devlete teokratik nitelikler sunar. Egemenliğin
sadece ve her alanda Allah'a ait olduğunu, yeryüzünde
ise onun temsilcisi eliyle kullanılıp uygulanacağını
tanımlayarak monarşinin kurallarını koyar. Kuran'da
bu temsilciliğini nasıl kullanılacağı konusunda kayıtlar
bulunmadığı, (ve ilerde değişik egemenlik biçimlerine
de empoze edilecek) bu anlayışın temel faktörü yine
bireysel bir temsil noktasında düğümlenmekte olduğu
için, 'şeriat' devletinin cumhuriyet veya benzeri bir
yönetim erkine uyarlanabilmesi, pratik gerçeklik bulamamıştır.
İslamiyet; ilk zamanlarda, moral değerleri bir hayli
zayıf düşmüş, fakat bu durumu, bir yozlaşma ve çürümeye
yol açmadan dönüştürme çabasında olan, gelenek, töre
ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya sarılan, sınırlı birkaç
el zanaatına ve ortak değerlerine olağan üstü önem veren
Türklerin bu durumuna gereken yanıtları sunmuş, ,boşlukları
hızla doldurmuştur.
Ne var ki, bir süre sonra, egemenliğin faktörü olarak
kullanılmaya başlanır başlanmaz, toplumsal geri kalmışlığın
da faktörlerinden biri haline gelmiş, Osmanlı statik
yapısında din öğesinin belirginliğine yol açmıştır.
1500'lerde esen yenilenme rüzgarlarının Avrupa'yı şiddetle
sarsmasına ve feodalizmin güçlü ögesi Hıristiyanlığı
önemli ölçüde dönüştürmesine karşın, aynı süreçlerde
(Osmanlı Devleti'nin merkezi otoritesinin görkemli durumunun
da etkisiyle) İslamiyet kendi yolunda yürümeyi sürdürmüştür.
İslamiyetin, üretimin gelişmesi üzerinde hiçbir olumlu
etkisi olmamıştır. Ticareti düzenleyen bir takım kuralların,
belli bir süre bazı toplumlarda-ve bu arada ilk zamanlarda
Türklerde de- prensip ve canlılık sağladığı görülmüşse
de, Kuran'ın kendi içinde üretken bir mantığı olmadığı
için, giderek ticarette dahi engel faktör haline gelmiştir.
Bu tür engellerden dolayıdır ki, "Müslüman tebaa"
ile "gayrı müslüm tebaa" arasına önemli farklar
konulsa da, son tahlilde ticarette gelişmenin cılız
dinamikleri de Müslüman olmayan kesime terkedilmiştir.
Müslüman olmayanların salt bu nedenle elde ettiği avantajlar,
toplumsal yaşantıda geri bir kategoriye itilmelerine
karşın, ekonomik planda ve hatta hukuksal planda daha
elverişli koşullar sunuyordu. Zekat verme zorunda olmamaları,
o dönem çeşitli açılardan oldukça ağır bir yük olan
askerlikten muaf olmaları, şeriat hukukunca yargılanmayıp
kendi iç sınırlılıkları içinde özel yargı haklarının
bulunması, gözardı edilmeyecek avantajlardı. Öte yandan
"haraç" adı altında bir vergiye tabi tutulmalarının
da önemli bir yük olarak görülmesi gerekmiyor. Ki, bu
tür özel vergilendirme durumlarında da din adamlarından,
yoksullardan talepte bulunulmuyordu.
Üretim-tüketim mantıkları açısından ve bu mantıkları
yerleşik sonuçlar haline getiren nedenler açısından
bir doğu-batı ayrımı yapmak, Osmanlı devletini de bu
çerçevede gündeme getirmek yüzeysel bir soyutlama olmaz.
W.Bjerkman'ın "Şark ekonomisi bir tüketim ekonomisi
olup katiyen üretim ekonomisi değildir" tanımının
"katiyen" abartmasının eşyanın tabiatına ters
yanının çıkartırsak gerçekten doğu toplumlarında üretim
ekonomisinin değil, tüketim ekonomisinin egemen olduğunu,
ticaretin bu temelde sürmesine karşın, ekonomik üretkenlik
ve dinamizm fukaralığının, çağlar boyu tarihi de kendince
biçimlendirdiği açıktır.
Yukarıda İslamiyetin toplumlarda kendinden önceki durumu
henüz çözmediği dönemlerden söz ettik. Bunun anlamı,
yer yer önemli boşluklar olsa da kurumlaşmada herhangi
bir değişiklik olmaması değildir. İslamiyet'ten önce
de salt gelenekler, vb. alanlarda değil, bir çok alanda
belli kurumlaşmalar vardır. Belirttiğimiz süreçlerde
ise hem islami kurumlar hem de eski kurumlar yan yana,
iç içe varolmuştur. Böylesi süreçlerde yer değiştiren
kurumlaşmalar arasında bir çatışmanın olup olmadığına
bakmak gerekir. Çünkü bu çatışmalar, toplumların evriminde
önemli dönemeçlerdir. Ve Türklerde, İslamiyet'e geçiş
döneminde bu anlamda ciddi bir çatışma yaşanmamıştır.
Sözgelimi Selçuklular İslamiyet'ten sonra da Göktürk,
Uygur, Oğuz kabile geleneklerinin belirgin etkileriyle
yaşamlarını sürdürmüşler ve bu etkilerin, İslamiyetin
yeni olguları karşısında silikleşmesi çok uzun zaman
almıştır. Aynı şekilde daha önce, Samaniler'de, Gazneliler'de
ve Karahanlılar'da Göktürk ve Uygur kurumlarını son
derece somut olarak -İslamiyet'e rağmen- görüyoruz.
Osmanlılar"da 'eski'nin çözülmesi, özellikle Fatih
zamanında gündeme gelmiştir. İslam ilke ve kurallarının
'eski'ye egemen olmasına en kısa zamanı biçen araştırmacılar
dahi, araya kuruluştan sonra bir-iki yüzyıllık zaman
dilimi koymaktadırlar. Öyleyse bu süreci; İslam motivasyonları
artı, Türk gelenekleri altında yaşanan, henüz İslamiyetin
toplumsal kurumlara egemen olmadığı, ama 'eski'nin yeni
karşısında bir direnme koymadığı süreç olarak tanımlayabiliriz.
"Osmanlı toplumu, klasik feodal bir bünyeye sahip
olmamasına rağmen feodal bir devletti. Tam deyimiyle-özellikle
15.yy'dan sonra, toplumsal yapı; askeri feodal bir yapıydı".
Mahir Çayan yoldaşın 'merkezi-feodal' nitelemesi önemlidir.
Bu 'merkezi-feodal' yapı, kuruluştan itibaren geçerli
olmuş ve olduğu gibi korunmuş bir statik bünyeye sahip
değildir. Klasik feodal özelliklere daha yakın olan
ilk süreçler, aşiret gelenekleri nedeniyle daha özgün
yaşansa da, ilerleyen süreçlerde feodalitenin gerçek
bir merkezi etkinlikle yürütülmeye başlandığını, doğu
toplumlarının yarı feodal özellikleriyle, (merkezin
güçlenmesi oranında) klasik feodal dokunun farklılaştığını
görüyoruz.
Feodalitenin bir boyutu, güçsüz ve ancak devlet topraklarının
belirli bir bölümünde sınırsız tasarruf durumu olan
merkezin yanı sıra, merkeze belli ölçülerde bağımlı
olsalar da esas olarak kendi topraklarında bir anlamda
kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, (senyörler,
derebeyler) bileşkesidir. İkinci ve ağır basan boyutu
ise, toprağa bağlı serfliktir ki, tımar, bu durumu (yumuşatılmış
ve güncelleştirilmiş hali olarak) karşılamaktadır.
Muzaffer Akdağ tımar'ı: "Devlet kendi hizmetindeki
insanlardan bazılarına hizmetleri karşılığında maaş
verecek yerde, belirli bir yerin vergilerinden bir kısmını
kendi hesaplarına toplamak hakkını tanır ki, bu aşağı
yukarı tımar demektir" biçiminde tanımlamaktadır.
Özellikle ilk dönemlerde yeni 'fethedilen' toprakların,
geniş yetkilerle birlikte sultan çevresinden insanlara
verildiği bilinmektedir. Bu bey'ler bazen fetihlerde
yararlılık gösterenler olduğu gibi bazen de sultan ailesinden
olabilmektedir.
Bu noktada, daha sonraki tutumlarıyla birlikte ele alarak
genel bir değerlendirme yaptığımızda ilginç bir sonuç
ortaya çıkıyor. Osmanlılar gerek ekonomide gerek yönetimde
ve gerekse dinde, uzun dönem zamandaş feodal yöntemleri
yumuşatarak kullanmışlardır. Eski toplumsal olgularla
İslami olguları yan yana yaşamışlar, toprak düzeninde,
Anadolu Selçukluları'nın beylikler halinde parçalanışını
merkezileştirmişlerdir. Bununla beraber, feodal yapının
reaya olgusunu özgünleştirerek yaşatmışlar, yeni fethettikleri
toprakların yerli kurumlarını tümüyle dağıtmaya gitmemişlerdir.
Bunların, kendi koydukları kurallarla birlikte yaşamasına
izin vermişlerdir. Sözgelimi Rumeli fetihlerinde, fetihleri
gerçekleştiren komutanlara, oldukça geniş yetkilerle,
sınır boyları mülk olarak verilmiştir. Ve bu komutanlar
orada, yukarıdaki saptamalar temelinde bir düzen yaratmışlardır.
Osmanlılar'ın özellikle gelişme aşamalarında, duydukları
gereksinim dolayısıyla, İslamiyetin 'gaza ve cihat'
mantığını fetihlerde ciddi olgular olarak kullandıkları
görülüyor.
Kuruluştan sonra çeşitli biçimlerde geçerliliğini sürdürmüş
bir çok kurum ve tavır Fatih zamanında önemli ölçüde
alt üst olmuş, değiştirilmiştir. Devlet gerçek bir imparatorluk
anlayışıyla yönetilmeye başlanmış, dönüştürülmüştür.
Cihad uhu vb. eski motiflerin yerini bu anlayıştan kaynaklanan
yeni kurumlaşmalar almıştır. O döneme kadar devlet düzeninde
somut bir etkinliği olmayan 'kapıkulu', artık devletin
belli başlı faktörlerinden biridir. Yine o döneme kadar
düzen üzerinde söz sahibi olan aristokrasi, neredeyse
saf dışı edilmiştir.
Yalnız sözünü ettiğimiz bu aristokrasiyi, klasik feodal
bünyeye sahip devlet yapılarındaki alışıla gelmiş aristokrat
zümre ile karıştırmamak gerekmektedir. Merkezinde, hükümdar
ve onun ailesi, bu merkezi çevreleyen bürokrat nitelikli
fakat kalıtımsal bünyeli bir aristokrasi ve henüz palazlanmamış
kapıkulları, erkin bütünüdür. Giderek bilginlerin, kadıların,
şeyhlerin, zengin tüccarların, kırsal kesimde mülk ve
nüfuz ile belirginleşen bir üst halkanın; merkez ile
halk arasında tali bir erk , ara bir kat oluşturdukları,
bir nevi aracı durumuna geldikleri görülüyor. Halkın
durumu sadece üretici ve vergi ödeyici olmaktan öte
bir veri göstermiyordu. "Toprağa bağlı reaya üretiyor;
artı-ürün ikinci dereceden feodaller aracılığıyla merkezi
otorite tarafından ele geçiriliyordu." (3)
Fatih zamanındaki değişikliklerin tanımı, merkezileşmenin
netleşmesidir. O döneme kadar hükümdarların yanı sıra,
-son çözümlemede yine tek ve mutlak erk olsalar da-
kendilerini çevreleyen kesimin belli bir etkisi söz
konusuydu. Bu etkinin temelinde; vezirlerin, beylerin,
vb. kişilerin, padişahların tahta çıkmasında oynadıkları
rol yatmaktaydı. Fatih bu duruma son vermiştir. Oğuzlardan
beri süregelen ilkel aristokratik kesimin etkinliğini
ortadan kaldırmış, kalıtımla, savaş yararlılıklarıyla,
ahilik olgusuyla hükümdarı çevreleyen 'bey'lerin rollerini,
bir anlamda hükümdar tekeline almıştır. Fatih, bütün
bu tasfiyelerin doğurduğu boşluğu, (hükümdarlık erki
açısından hiçbir tehlike yaratmayacağı gerçeğinden hareketle)
büyük bir ustalıkla kapıkulu ile doldurmuştur. Bu devşirmelerin
yönetici vasıflarla donatılmaları, herhangi bir manevi
otorite ve 'hükümdarlara rağmen'lik tehlikesi yaratmadan,
hükümdar memurluğu yapmalarından başka bir anlam taşımamaktadır.
Bu tasfiyelerin de son darbeyi vurduğu büyük toprak
mülkleri erkinin yaşayabilmesinin koşulları da böylece
ortadan tümüyle kalkmıştır. Gerçekte bu şekilde bir
erkin oluşabilmesinin ve yaşayabilmesinin önünde öteden
beri çeşitli engeller bulunmaktadır. Toplumsal yapı,
klasik feodalitede önemli bir olgu olan miras'a değişik
yaklaşmaktadır. İslam hukukunun oynadığı roller vardır
ve aile ve toprak soyluluğuna karşı bir tavır sözkonusudur.
Bu konuda ciddi araştırmalarda bulunmuş Türk tarihçilerinin
hemen hemen hepsi, Osmanlı devlet-toplum düzeninin klasik
bünye ile çakışmadığı sonucuna varmışlardır. Bunlar
arasında Çağatay, Akdağ, Barkan, İnalcık, Köprülü, vd...'leri
ni sayabiliriz.
Son tahlilde feodal beyin, merkezi devletin kendisi
olmasından hareketle, merkezi-feodal yapı tanımlaması
ortaya çıkmaktadır. Reayanın toprağa bağlılığı da, yine
bu temel ve yukarıda sözünü ettiğimiz ek faktörler kapsamında,
mutlak bir bağımlılık değildir. Ama bağımsızlık da değildir.
Çünkü, "çift bozan resmi" denilen bir vergiyle,
toprağı terk etmek isteyen reaya, devlete belli bir
tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır.
"Reaya, başlıca ikta reayası (tımar, zeamet, has),
vakıf reayası, malikane reayası ve ya bunlardan ikisinin
ortak reayası olarak dört sınıftır. Köylü, elindeki
toprağın geçici tapusunu kimin reayası ise ondan alır
ve öşür resmini ona verirdi. Köylü, kendi elindeki yerleri
sürüp ekmekle mükellefti; o toprağı bırakıp başkasının
toprağına gidemezdi ve başkasının reayası olamazdı.
Yalnız köylünün çalıştığı toprak, mülk iken vakıf vakıf
iken borcuna karşılık sipahiye verilmiş ise, köylü de
o suretle toprakla beraber vakıf, mülk veya sipahinin
reayası olmak üzere yeni şekle göre isim değiştirirdi."
(4)
Bilindiği gibi Marks; Çin, Hindistan ve Türkiye örnekleri
temelinde, klasik sınıflamaların dışında, coğrafi çerçeve
içinde, Asya tarzı üretim biçiminden söz etmiştir. Hala
çeşitli tezlere kaynaklık eden birtakım arayışların
düğümlendiği bu konuda genel bir fikir için, Grundrisse'nin
"Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler" bölümünün
'Giriş'indeki görüşlerini anımsayalım.
"Mülkiyet, toplumun kendi varlığını yeniden üretme
sürecinde, bu üretimin nesnel koşullarını, kendisine
(yani üretimin özel koşuluna) ait şeyler, ya da kendi
üretiminin koşulları olarak görmesi ve değerlendirmesidir;
dolayısıyla, mülkiyet, bireyin bir toplum üyesi olarak
varlığından ayrı düşünülemez. Birey ancak bir toplum
üyesi sıfatıyla mülk sahibi olabilir ve her toplum üyesi,
bu sıfatıyla toplumun mülkü üzerinde hak sahibidir.
(Bu hakkın üç farklı çeşidi-Asya tarzı, Alman tarzı,
Antik tarz-incelenecektir). Dolayısıyla bireyin toplum
içindeki varlığını yeniden üretmek, onu bir mülk sahibi
olarak yeniden üretmek demektir ve emek, mülkiyetten
ayrı düşünülemez.
Öncelikle Marks'ın sunduğu üç toplum ve mülkiyet tarzı,
ideal biçimlerde sınıf ayrımına yer vermeyen ilkel Komünal
toplumlardır. İkincisi, üçü arasındaki ayrım tarihi
değil coğrafidir. Asya tarzı diye adlandırılan biçim,
özellikle (metinde sözü edilmese de Marks'ın başka yazılarından
anladığımız kadarıyla) Çin, Hindistan ve Türkiye'de
fakat aynı zamanda Slav ve Romen klanlarında, Meksika
(Aztek) ve Peru (İnka) uygarlıklarında ve eski Keltlerde
geçerlidir. (5) Antik tarz başlığı altında sadece Roma
toprak düzeni tartışılmış ve bunun Yunan ve İbrani uygarlıklarında
da geçerli olduğunu söylemiştir. Alman tarzı ise, büyük
göçler öncesi Kuzey Avrupa Cermen aşiretlerinin tarzıdır.
Moğol ve Kızılderili kavimlerine değinildiği halde,
bunların Asya tarzı sayılıp sayılmayacağı açık değildir.
İlkel Afrika kavimlerine ve İslam öncesi Arap aşiretlerine
hiç değinilmemiştir."
Bütün arayışların ve tartışmaların ötesinde, buraya
kadar belirlediğimiz noktalar, 'merkezi feodal' yapı
saptamasına ilişkin veriler sunmaktadır. Bu genel bir
çıkarımdır. Çünkü Osmanlılar'ın geniş ve sürekli büyüyen
topraklarında, belli bir merkezi prosedürün uygulanmasının
yanı sıra, ele geçirilen her yeni bölge için, o bölgenin
koşullarına uyacak tarzda, değişik 'kanunnameler' düzenlenmiştir.
Bunların herhangi biri tek başına ele alındığında, değişik
bir tanımlama için kuvvetli veriler sunabilmektedir.
Fakat doğrusu, bütün bu özgünlüklerin sentezi olan merkezi
devlet yapı ve uygulamalarının esasta gözetilmesidir.
Ki, o zaman belirleyici olanın merkezi otorite olduğu
ve toprak düzeninin genel olarak bu merkezde cisimleşmiş
bir feodal karakter taşıdığı anlaşılmaktadır.
Bu noktada, reaya ile tımar sahiplerinin ilişkilerinin
düzenlenmesine, bu düzenin, klasik feodalite de feodal
beyle serf arasındaki ilişkiyle karıştırılmasına bakmak
gerekiyor.
Tımar sahiplerinin reaya üzerindeki tek hakları, yasalarla
saptanmış belirli vergileri toplamak idi. Sahip ile
reaya arasında bir anlaşmazlık çıktığında bunun incelenmesi
ve çözümlenmesi yöresel kadılıklar yoluyla ya da merkezden
verilecek emre göre yapılırdı. Reaya sahibi, köylüye
karşı hakkını savunabileceği gibi, köylü de hakkını
aramak yetkisine sahipti.
Çeşitli yasalarla belirtilmiş olduğuna göre, yani tımar
sahibi için, köylüden öşürünü en yakın pazara iletmek
ve köyde bir ambar yapmaktan başka özel bir hizmet önermek
ya da parasız herhangi bir şey istemek yasaktı..(6)
Toprak düzeninin dışında, ticaret hayatının koşullarına
ve durumuna genel olarak bir göz attığımızda; 16.yy'da
dünyadaki gelişmelere paralel olarak Osmanlı ticaret
hayatının da ölmeye başladığını görüyoruz. Çünkü kuruluştan
beri kervan ticareti ve transit eşya olgularına dayanan
belli bir canlılık vardır. Üstelik yerli ürünlerin devlet
sınırları dışında da pazarı vardır. Fakat 16.yy'daki
bilimsel, teknik, ekonomik gelişmeler bu yaşamı hızla
öldürüp dönüştürmüştür.
Değişimin dışında kalan İmparatorlukta, kaçınılmaz olarak
ticaret koşulları ölmeye başlamıştır. Daha önce stratejik
ticaret yollarının Osmanlı feodalizminin elinde olması,
İmparatorluk için çeşitli açılardan (hem ekonomik hem
toplumsal olarak) büyük avantajlar sağlıyordu. Şimdi
ise hızla zenginleşen Avrupa liman kentlerinde odaklaşmaya
başlayan ekonomik canlılık, hammaddelerin Avrupa'ya
akmasını doğuruyordu.
Dolayısıyla, avantajların tümü dezavantajlarla yer değiştiriyordu.
Artık ticaret yolları Kuzey Avrupa ve İngiltere üzerinden
Okyanus'a kaymış durumdadır. Bu değişimler birkaç yüzyıl
çizgilerini korumuşlar ve sonuçta İmparatorluğun göreli
ticaret yaşamını da azınlıklar, Rum, Ermeni ve Yahudiler
ellerine geçirmişlerdir.
Osmanlıların devlet düzeninde devlet-toplum yapısındaki
belli başlı olgular:
1) Erk'in Kullanımı:
Her koşul altında (onu çevreleyen, dönem dönem değişiklikler
gösteren yönetim düzeni görüntüsüne rağmen) erk; padişahtır.
Bu durumun zirvesi 15. ve 16. yy'lardır. Kuruluştan
itibaren giderek yükselen grafik, sözkonusu yüzyıllardan
sonra ise giderek alçalmıştır. Çünkü başlangıçta, yine
son söz ve güç sultanda olmak kaydıyla "Türkmen
aristokrasisinin", "ahilerin", "savaş
Alplerin" ciddi etkinliği vardır. Grafiğin, padişah
erki açısından inişe geçtiği dönemlerde ise, kapıkulunun,
din adamlarının, saray bürokrasisinin etkinlikleri görülür.
Öte yandan, her ne kadar 'fetva' olgusu nedeniyle Şeyhülislamların
önemli konumlanışı varsa da, son çözümlemede yasa, yine
hükümdar buyruğudur. Hükümdarların bir yandan kendilerini
şeriatla özdeşleştirmeleri ve dini kurumları onların
temsil etmesi (ki halifelikle somutlaşmıştı), öte yandan
şeriatın özel uygulamalarını Şeyhülislamlığa bırakmaları,
gereksinim duyduklarında müdahale etmeleri, durumu en
uygun şekilde yürütmeleri yolunda 'politik' bir tutum
olmuştur. Hükümdarların şeriatla daha fazla çakışması,
özellikle II. Beyazıt'dan başlamak üzere gündeme gelmiştir.
Bilindiği gibi Osmanlı erkinde padişaha en yakın halka
olarak 'Divan' vardır. Ne var ki, Divan'ın bütün görkemine
karşı gerçek işlevi, bir kurum olarak son derece yüzeysel
ve göstermeliktir. Ancak, kişisel inisiyatif temelinde
yer yer Divan üyelerinin önemli etkinlikler koyduğu
ve o şekilde devlet yönetiminde söz sahibi oldukları
da bilinmektedir. Diğer hallerde Divan, esas olarak
padişahın danışma kurulu niteliğindedir. Vezirler, kazaskerler,
defterdarlar ve nişancı Divan üyeleridir. Önemle belirtmeliyiz
ki, kazaskerlerin dışında bütün Divan üyeleri, kapıkulu
arasından çıkar. Sadece kazasker kapıkulundan gelmez
ve özgün durumu, görece bağımsızlığı vardır.
Kazaskerlerin, şeyhülislam, medrese üçgenini tamamlayarak
'ulema' kategorisi bütününde özel bir güç oluşturdukları
biliniyor.
2) Vergi Düzeni
Osmanlı vergi düzeninin iki önemli esprisi vardır. Her
ikisi de merkez açısından pratik avantajlar sağlayan
bu esprilerin ilki, memurlarına kendileri için vergi
toplatılmasıdır. Bu durumun merkeze sağladığı yararları;
devletin alan ve tekrar veren olma külfetinden kurtarılması,
memurların maaşlarının tutarını reayadan bizzat alması
şeklinde özetleyebiliriz.
Bu konuda ikinci önemli espriye gelince; Osmanlıların
bütün imparatorluk topraklarını kapsayan bir vergi sisteminin
olmadığına daha önce değinmiştik. Son derece geniş bir
coğrafi yüzeye hükmeden imparatorluk, bu her bakımdan
değişik özellikler gösteren bölgeler için aynı vergi
programlarını uygulamamış, yörelerdeki eski düzenleri
de gözetmiştir.
Öncelikle imparatorluğa yeni katılan bölgelerin yürürlükte
olan sistemini incelettirmiş, bunu kendi isteklerine
göre yeniden düzenlettirmiş ve üstelik hazırlanan özel
kanunnameleri bir deneme sürecinden geçirtmiş, nihayet
pratik sonuçlarını derleyerek son şeklini vermiştir.
Öte yandan savaş giderleri için alınan "avarız"dan
söz etmek gerekir. Çünkü özel bir vergidir. "Erk'in
kullanımı" başlıklı bölümde belirttiğimiz gibi
merkezi yönetim, din kurallarının ağırlık taşıdığı durumlara
fazla karışmamak yolunda tercih kullanırdı. Aynı durum
vergilendirme alanında da geçerlidir. Dolayısıyla genel
olarak vergilerin "şer"i ve "örfi"
olmak üzere iki ana kola ayrılmış olduğu söylenebilir.
Önce Şer'i vergi alanına giren vergi türlerine bir göz
atarsak, esas olarak öşür, cizye (haraç), zekat, ihtisap
resmi, maden resmi'ni saymak gerekir. Öşür, tarımsal
ürünlerin onda biridir. Cizye (haraç), Müslüman olmayanlardan
sağlanır. Zekat, Müslümanların İslamiyetin gerekleri
çerçevesinde ödedikleri paradır. Bu para, daha önce
dini inançları dolayısıyla Müslümanlar tarafından yoksullar
için gönüllü olarak ödendiği halde daha sonra vergiye
dönüştürülmüştür. İhtisap resmine gelince, zanaatkar
ve tüccarlardan toplanan bir vergidir. Pazar denetimcisi
tarafından saptanır.
Özel mülk olan madenlerden de üretimin beşte biri alınırdı.
Osmanlılarda tam seksen tür "şer"i vergi görüyoruz.
Ama bunların en önemlileri öşür, haraç ve cizyedir.
Osmanlıların öşür ve haraç aldıkları toprakları miri
toprak şekline sokmaları, bu temelde bir bölüşüm doğurmuştur.
Örfi vergilerin düzenleyicisi Divan-ı Hümayun olmakla
birlikte tek merkezden kararlarla sağlanan bu vergiler,
her yöre için değişen özellikler gösterirdi.
3- Kapıkulu:
Kapıkulu kurumu, Osmanlılarda hem toplum, hem devlet,
hem sınıf yapısı açısından önemli olmuş, özgün görünümler
doğurmuştur. Öyle ki bazı araştırmacı ve tarihçiler,
abartılı yorumlara giderek, Osmanlı sınıf yapısına bu
kurumun damgasını vurduğunu söyleyebilmişlerdir.
Bu önemli kurumun, Osmanlılar döneminde ortaya çıktığını
düşünmek ve onu Osmanlı Devleti ile özdeşleştirmek yanlış
olur. Çünkü Selçuklular da dahil olmak üzere daha önceki
Türk devletlerinde yaklaşık olarak aynı özellik ve işlevlere
sahip olan "hassa kuvvetlerini" görüyoruz.
Hassa kuvvetleri, kapıkulu gibi yabancı devşirmelerden
oluşturulan ve direkt hükümdara bağlı, onun çevresini
oluşturan bir nitelik göstermekteydi. Yine Türklerin
alınmadığı bu kuvvetler Rum, Ermeni, Rus, Kıpçak vb.
kökenli insanlardan oluşuyordu.
Kapıkulu, önce bir süre sadece kölelerden ve Müslüman
olan ve olmayan insanlardan oluşturuluyor, fakat hemen
ardından devşirme düzenine geçildiği görülüyor. Kapıkulunun
en önemli bölümü yeniçeri birlikleridir. Ayrıca yeniçerilerin
Bektaşilikle yakın ilgileri; Bektaşi tarikatının, yeniçeriler
için bir tür danışmanlık ocağı oluşu dikkate değerdir.
İlerleyen dönemlerde yeniçerilerin oynadıkları rollerde
bu ilişkinin de yeri olacaktır. Bunun yanı sıra, kendi
yaşam ve kurallarını düzenleyen özel yasalara bağlı
olmaları nedeniyle sivil ve yerel yasalar karşısında
bağımsız olmaları da önemli bir ayrıcalık olarak yeniçerilerin
yine aynı bağlamdaki çeşitli davranışlarına zemin yaratmıştır.
Öte yandan merkezi çevreleyen güç olan kapıkulunun yanı
sıra, illerde özel il muhafızları ve tımarlı sipahilerden
oluşan eyalet kuvvetleri vardır ve bunların büyük bir
yoğunlukları söz konusudur.
Müslüman Türklerin bu kesimden soyutlanmaları, kalıcı
bir aristokrasinin Osmanlı yönetim halkasında yer almayışında
rol oynamış ve öteden beri var olan bir tür aristokrasinin
de zaman içinde niteliğini yitirmesine yol açmıştır.
Ayrıca Osmanlı devlet-toplum yaşamı dinamikleri incelendiğinde,
Müslüman Türk halkının ülke sorun gelişmelerinden soyutlanmalarında,
edilgenleşmelerinde bu kurumun çok önemli rolü olduğu
görülüyor.
Sonuç olarak, en genel tanımıyla kapıkulu; "saraya
ya da padişaha bağlı yönetici ve savaşçı kesim"dir.
Küçük yaşta ve belli kurallarla (ki bu kuralların her
birinin siyasal, toplumsal psikolojik nedenlere dayandığı
anlaşılıyor) toplanan devşirmeler ve Hıristiyan esirlerden
oluşur, asker ya da yönetici olarak görev yapar ve "ulufe"
denilen bir ücret alırlardı.
4- Tarikatlar ve Ahilik:
Ahi örgütlenmesi bir tarikat değildir. Esas olarak sanat
ustalığı temelinde ve biçimsel yanlarını güçlü tutarak
varlıklarını koruyan bu çevrenin yiğitliği ve cömertliği,
dini ve bilimi gözetme yanlarıyla toplumsal yaşamda
bir hayli etkili olmaları sözkonusudur.
Bu etkinlik dönemlerinin en önemlisi ve belirgini, kuruluş
sürecidir. Ahilerin kuruluşta birinci dereceden rol
oynadıklarını söylemek yanlış olmaz. Daha sonra da,
kuruluşu sağlayan değil, fakat kuruluşta önemli faktör
olan bu kesim, bir süre devlet içindeki etki ve gücünü
korumayı bilmiştir.
İlk dönemlerde Anadolu'da yaygın olan Sünni tarikatların
belli başlıları ise, mevleviye, rifa'iye, halvetiye,
vb.dir.
Köken olarak ta, etkinlik anlamında da Abdal Kadir al
Gilani tarafından kurulan Kadiriye tarikatının özel
bir yeri vardır. Bütün bu tarikatların var olan düzenin
sürdürülmesi, onun sosyal ve psikolojik açılardan gözetilip
kollanması doğrultusundaki işlevleri gözardı edilmeyecek
bir öneme sahiptir. Ve yine aynı ölçüler içinde etkin,
fakat bu kez tam tersine giyim kuşamlarından adetlere,
düşünceden davranış biçimlerine kadar varolan koşullara
aykırılıklar sunan tarikatlar vardır.
Şeriata yönelik muhalif tutumlarıyla belirginleşen fakat
geçmişlerini Ebu Bekir'e dayandırmaları nedeniyle Sünnilerin
keskin tepkilerini çekmeyen, ulema için kabul edilir
sayılan bu tarikatların başında Baba, Abdal lakapları
taşıyan ve nüfuzları bir hayli önemli kişiler bulunur.
Bir yanıyla Türk Şamanlarını çağrıştırır, onlardan da
motivler taşırlar. Bu kategorideki tarikatların askeri
güçler (yeniçeriler) üzerinde etkinlik kurması ve bir
dönem onlarla bağdaşık bir tablo yaratması, Osmanlı
tarihsel süreci açısından önemli olgular yaratmıştır.
Sözgelimi, 15. ve 16 yy'larda Bektaşilik'le yeniçeriliğin
neredeyse özdeşleştiği görülür. Bu önemli özdeşlikte
Bektaşilik bir anlamda yeniçerilerin resmi ideolojisi
olmuştur. Gerçekte, Baba İshak'ın ardılı olan Hacı Bektaş
Veli'nin somutlaştırdığı bu çizginin başından beri etkin
olduğu görülüyor. Yunus Emre'nin, Pir Sultan Abdal'ın
da kapsamında olduğu bu düşünce sisteminin tümüyle Anadolu'ya
özgün olmadığı, Türkmenlerin buraya birlikte getirdikleri
bir çok moral faktörle birlikte kimlik bulduğu gerçektir.
Ve 'Baba' denilen Türkmen Şeyhleri'nin çevresinde toparlandığı
görülür.
Yukarıda söz ettiğimiz tarikatlarla bunların bir ayrımı
da, yukarıdakilerin kent çıkışlı, bunların da kırsal
yörelerin tarihi-moral ikliminde karakter kazanmış oluşudur.
Öte yandan ikinciler, bozulmalarına yönelen ve düzenin
olanaklarını da içeren her türlü saldırıya karşı dirençli
bir tavır içinde olmuşlardır. En önemli güçler dahi
uzun zaman Baba'ların köylüler ve göçebeler üzerindeki
etkileriyle boy ölçüşememişlerdir. Ve bu yörelerin insanlarının
kapalı yaşamlarının belirleyicisi şeyhler olmuşlardır.
Dağınık ve kapalı yapılar, daha önce Yeseviye, Kalenderiye,
Haydariye gibi isimler altında varlık gösterirken, giderek
Babailik adı altında toparlanmışlardır.
Anadolu Selçukluları zamanındaki ayaklanmaları nedeniyle
katledilen Babailerin (Baba İshak Ayaklanması), daha
çok bu durumdan sonra Bektaşilik adı altında biraz değişime
uğrayarak varlıklarını sürdürdükleri bilinmektedir.
5- Bilim ve Din Adamları:
Ulema, İslam uzmanı Osmanlı demektir. Bunların görevleri;
şeriat hükümlerini uygulamak ve bunun yanı sıra medreselerde
verdikleri eğitimle yeni din adamları yetiştirmek olduğu
için, bu eğitmen işlevlerinden dolayı 'İlmiye' kategorisini
oluşturmuşlardır.
Eğitim, ilkokul düzeyinde camilerde başlatılır ve çeşitli
aşamalardan geçerdi. Fatih zamanında sekiz dereceli
bir eğitim düzeni haline getirilen bu sistem, küçük
yerleşim birimlerindeki 'haşiye-i tecrid' medreselerinde
başlar, kırklı, hariç, dahil ve sahn-ı seman aşamalarından
geçerdi. Sahn-ı seman medreselerinde eğitilenler 'danişmend'
(bilgin insan) payesi ile onurlandırılırdı. Öğretim
konuları arasında; hat sanatı, arap dili ve gramer,
güzel söz ve yazı, şiir, mantık, felsefe, astronomi,
betimleme, inanç doktrinleri, peygamber sözleri, şeriat
bilgisi, din bilgisi ve ahlak bulunurdu. Kanuni ile
başlayan bir uygulama ile bunlar arasına tıp, matematik,
fizik de katıldı.
Ulema sınıfından Şeyh-ül İslamlık şansı olabilenler,
yalnızca Sünni olanlardı. Ve elbette bilimin lideri
Şeyhülislamdı. Bu sınıfta müderrislerin yanı sıra, yasaları
yorumlayan müftüler ve nihayet onları "mahkeme"
yoluyla uygulayan kadılar yer almaktaydı.
Osmanlı hukuku; bir bütün olarak salt islami hukuk kuralları
değil; Türk, İran ve İslamiyet hukuk anlayışı ile öteden
beri var olan alışkanlıkların bir sentezi idi. Toplumun
maddi yaşam kurallarının en önemli olgularından olan
vergi düzeninde olduğu gibi hukuk ta, örf-i sultani
ve din hukuku olmak üzere iki ana kola ayrılıyordu.
Bölge düzeninde ise mevleviyet denilen mollalar adaletin
yönlendiricisi idi. Ulema boyutunda gerçek merkezileştirmenin
yine Fatih zamanında başlatıldığını görüyoruz. "Habsburg"lularla
yapılan barış, Kanuni'nin, 1548'de İran'a yeni bir sefere
çıkana kadar yaklaşık 5 yıl İstanbul'da iç gelişmelerle
uğraşmasına olanak sağlamıştır.
Üretici sınıfın, zamanın en büyük bilgini olan Şeyhül
İslam Ebusuud Efendi önderliğinde, dini, kültürel hiyerarşisine
ve örgütlenmesine önem verildi. Fatih Sultan Mehmet
zamanında kağıda geçirilmiş olan Osmanlı ulemasının
örgütsel yönetmelikleri, tam olarak uygulanmaya başlandı.
Ancak en yetenekli ve bilgili kimselerin ulema sınıfına
geçmeleri ve bunların hükümet müdahalesi olmadan, padişahın
bütün uyruklarının haklarını koruma isteği göz önünde
tutularak, namuslu ve etkin bir biçimde hizmet görmeleri
sağlandı. Kadıların, yetkilerini din hukukundan değil
de padişah tarafından atanmalarından aldıkları düşüncesini
geliştirmiş olan Ebu Suud Efendi; daha sonra gelen padişahların,
vezirlerin, mahkemelerin, yasaları uygularken padişahlarının
iradelerine boyun eğmelerinin, adaletten önce geldiğini
iddia etmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı
hukuk düzeninin temeli olarak düşünülen pek çok standartın
yıkılmasına olanak sağlamıştır.
Ebu Suud Efendi, padişahın topraklarındaki İslam hukuku
uygulamalarını derlemiştir. Onun önderliği altında,
Fatih Sultan Mehmet'in imparatorluğunun, idari, mali,
askeri ve ekonomik temel düzenine ilişkin yayınlanmış
olan bütün yasa ve yönetmelikleri kanunnameler haline
getirmek işi de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bunlar,
bir dizi fetva ile dinsel hukukun ilke ve kurallarıyla
bağdaştırılmıştır. Ve böylece iki başlılığın tehlikeleri
önlenmiş, zamanın gereklerine göre yasama yapılmasına
olanak sağlanmıştır. Ebu Suud Efendi, Kanunname-i Ali
Osmani'yi kendisi hazırlayarak, hukuku çiğneyenlere
yeni cezalar getirmiş, vergi sistemini düzeltmiş reaya
ve asker arasında bir hiyerarşi kurmuştur. Tımar sahiplerinin
hukuksal ve mali durumları belirlenmiş, tımarlar gelirlerine
göre üç sınıfa bölünmüştü: Has, tımar, zeamet... (7)
B- OSMANLI İMPARATORLUĞU'NDA TOPLUMSAL DİNAMİZM;
Mahir yoldaşın sözleriyle; "stratejik ticaret yollarının
Osmanlı feodalizminin elinde olması ve dış talan, iç
talanın-iç sömürünün-keskin olmamasını sağlıyordu.
Bu durum ve mevcut feodal yapının klasik tipte olmaması,
iç çelişkileri belli ölçülerde yumuşatıyordu. (Yani
üretici güçlerle feodal üretim ilişkileri arasındaki
çelişki kısa dönemde had safhaya gelecek kadar keskin
olmadı)". (8)
Gerçekten belirtildiği gibi, yüzyıllar boyu devletin
genişlemeyi sürdürmesinin ve üstelik yeni fetihlerin,
devlet gereksinimlerini sürekli besleyecek stratejik
bir coğrafi rota izlenmesi, merkezileşmenin yönetme
gücü, bu gücün egemenliğini dengeleyecek özel ve yerel
esneklikler, İslamiyetin tevekkül politikasının egemenliğe
sağladığı olanaklar, toplumsal bir dinamizmin belirginleşmemesinin
önündeki ciddi engellerdir.
Yüzyıllar boyu fetihlerin sağladığı doyumla iç sömürüyü
yoğunlaştırma gereği duymayan devletin 'hakim ve kadir'
imajı zaafa uğramadan sürdü. Koşullar değişmeye başladığında
ise, bu yüzyılların yerleşik psikolojisinin dönüşmesi
için yeni yüzyıllar gerekecekti.
Merkezi fonksiyonlarla yayılmacılık, paralel ve birbirini
gerektiren bir nitelik gösterir. Yayılan ve olanakları
artan devlet, güçlendikçe merkezi yapısını pekiştirir,
sistematize eder. Merkezi yapı pekiştikçe, var olan
mekanizmayı o haliyle koruyabilmenin ve egemenliğini
sürdürebilmenin koşulu, yeni fetihler, yayılmacılığın
sürmesi olur.
Her büyüme süreci bir rahatlama ve çelişki ikilemini
gündeme getiren ve sürekli kendini tekrarlayan olgular
dizgesi demektir. Fethedilen yeni bölgenin maddi olanakları
merkezi bünyeyi semizletirken, yönetim ve bürokratik
sorunlar, askeri sorunlar, güvenlik, asker-sivil kadro
sorunlarıyla yeni yükler ortaya çıkıyor, bu yüklerin
hafifletilmesi için yeni fetihler gerekiyordu.
Bir toplumda iç dinamikler zayıf olsa ve çelişkiler
genel olarak nitelikçe keskinleşmese de mutlak bir statiklik,
doğaya aykırıdır. Nitekim 'yükseliş' dönemlerinde bile
Osmanlı Devleti'nde homojen olmayan alt yapı ve değişik
faktörlerin çatışması nedeniyle birtakım isyanların
ve iç karışıklıkların baş gösterdiğini görüyoruz.
İlk çelişki ve çatışmalar, daha ilk dönemlerde, kuruluşta
rol oynayan beylerle hükümdarın çevresinde hızlı bir
şekilde palazlanan ve egemenlikte ciddi bir faktör haline
gelmeye başlayan kapıkulu arasında olmuştur. Bu çatışma,
iktidar amacına yönelik bir boyut taşımaz ve iktidarda
söz hakkı, etkileme gücü olanaklarının amacı ile sınırlıdır.
Bir süre söz konusu beyler, kapıkulunun güçlenmesine
karşı direnme yolunu, eski Oğuz geleneklerini canlandırmak
vb. yöntemlerde aramışlardır. Daha önce de söz ettiğimiz
gibi, Türk-Müslümanların kapıkulu olamaması, halkın
devlete olağanüstü uzaklığını doğurduğu için, apolitikliği
konusunda çok önemli bir rol oynamıştır. Bu durum giderek
bir ilgisizlik haline gelmiş, edilgenlik had safhaya
ulaşmıştır. Aynı şekilde egemenlik de halka yabancılaşmıştır.
Yığınlar; askere alınan, vergi toplanan, başka bir fonksiyonu
olmayan/verilmeyen, başka bir rol içerisinde düşünülmeyen/düşünmeyen
ve ne yazık ki yüzyıllara yayılan tarihsel pasifikasyonla
zincirlenmişlerdi.
Tarihsel seyir içinde belirginleşen bazı isyanlara değinerek,
bunların oluşma koşulları temelinde, toplum-devlet yapısının
özelliklerine bir kez daha yer verelim. Bunlar arasında
Celali İsyanları, halklar arasındaki, ilişki, din faktörünün
rolü ve geniş bir zamana yayılma özelliklerinden dolayı
ilginç görünümler sunar. Sünni inançların Osmanlı hanedanının
temeli haline gelmesi, sultanların Doğu seferlerinde
'huzursuzlukları' aradan çıkarmak amacıyla Türkmenler
üzerinde katliamla geçmesi, önemli bir isyan potansiyeli
yaratmıştır.
Söz konusu potansiyel, Doğu'dan da şii hükümdarlarca
besleniyordu. Bu isyanların ilki, 1519 yılında, Celal
adında bir Safevi'nin liderliğindeki 'göçebeler' ile
patlak verdi. Vergilere karşı hoşnutsuzluğu olan köylülerle
bazı kentliler, Mesih olduğunu söyleyen Celal'in çevresinde
toplandılar. Daha sonra Şah İsmail adını alan Celal'in
ordusunu yeniçerilerin imha etmesine ve isyanı tümüyle
bastırmalarına karşın, bundan sonra Anadolu'daki çeşitli
kalkışmalara Celali hareketleri denmeye devam edildi.
Şah İsmail'e sığınan Şah Kulu'nun, isyan nedenlerini
soran Şah İsmail'e verdiği yanıt ilginçtir:
"Beyazıt Han son derece yaşlı ve zayıf, yenik huylu
ve naif olup yaşlılığın rahatsızlıklarını almış, gelişmelere
karşı önlem almaz hale gelmiş ve İslam devleti uyruğunu
vezirlerine teslim etmiştir. Böylece ülkeye ihtilal
gelmiş, reaya ve bütün halk ayaklar altında sürünmüştü.
Zulümlerine dayanamayıp düşmanlığı seçtik." (9)
Durum, ekonomik ve toplumsal olumsuzlukların, İstanbul'daki
devşirmelere karşı Anadolu'daki Türkmenlerin düşmanlığı
biçimine bürünmesi temelinde gelişiyordu. İstanbul'da
ise yeniçerilerle daha çok Anadolu kökenli sipahiler
çatışıyorlardı. Sipahileri, Sunullah Efendi adındaki
eski bir şeyhülislam destekliyordu. 1603'te softaların
da katılmasıyla İstanbul'da ayaklandılar. Sipahi kışlalarının
ateşe verilmesi ve elebaşlarının öldürülmesiyle sorun
İstanbul'da çözüldü. Fakat binlerce sipahi Anadolu'ya
kaçarak Celali hareketlerine katıldılar. Gerek orduya
yönelik, gerekse devletin işlevlerine yönelik bir görünüm
yaratmasa da bütün Onyedinci yy. boyunca bu hareketlilik
sürdü. Şeyh Bedrettin olayına gelince; toplumsal dilekleri
somutlanması açısından oldukça önemlidir. Alaaddin Keykubat
soyundan gelen Şeyh Bedrettin Mahmut; Bursa, Konya,
Suriye ve Kahire medreselerinde köklü bir öğrenim görmüş,
Tebriz'de Timur'un yakın çevresinin tartışmalarında
bulunmuş, daha sonra da Batınilere yakın olmuştur. Bedrettin'in
Anadolu'ya gelmesi, Fetret Devri'ne, yani Yıldırım'ın
oğullarının taht için çatıştıkları, İmparatorluğun her
açıdan bir kargaşa ve bunalım içinde olduğu yıllara
denk düşüyor. Bu durum bir yandan Bedrettin için, görüşlerini
yaymaya uygun bir ortam oluştururken, öte yandan onun,
'servetin halk arasında eşit dağılması', 'çeşitli dinlere
bağlı insanlar arasındaki farklılıkların giderilmesi'
biçimindeki görüşlerinin halk üzerindeki etki ve prestijinden
yararlanmak isteyen Musa Çelebi'ye, Bedrettin'i kullanma
fırsatını verdi. Bedrettin Şeyhülislamlığa atandı. Ne
var ki Çelebi Sultan Mehmed'in Musa Çelebi'yi öldürerek
iktidarı ele geçirmesi üzerine İzmit'e sürüldü. Bedrettin
oradan Deliorman'a geçerek halkı ayaklanmaya çağırdı.
Yandaşları Börklüce Mustafa Karaburun'daki, Torlak Kemal
de Anadolu'daki çalışmalarını sürdürerek Manisa çevresini
ayaklandırdılar. Bu ayaklanmalar güçlükle bastırıldı.
Ve Bedrettin yakalanarak Serez çarşısında asıldı...
Osmanlı tarihi boyunca halk hareketleri ve isyanlar
incelendiğinde hemen dikkati çeken olgu, on dokuzuncu
yy.'da yoğunlaşan Kürt isyanlarıdır. Çaldıran savaşı
sonrasında 1514'te yapılan anlaşmaya kadar, kendi içerisinde
bir devlet örgütleyememekle birlikte, aşiret ilişkileri
temelinde ve bağımsız yaşayan Kürtler, bu anlaşmayla
Osmanlı geleneğini kabullenmişlerdir. Anlaşmaya göre;
- Kürtler eski ekonomik ve siyasal konumlarını koruyarak
özerk bir yapıya sahip olacaklardır.
- Kürtler prensliklerini eskiden olduğu gibi babadan
oğla geçerek varlıklarını sürdüreceklerdir.
- Osmanlıların girecekleri savaşlarda, gerektiğinde
Kürtler Osmanlılara, Kürt Prenslerinin bizzat kendilerinin
veya yerlerine gönderecekleri birilerinin komutanlığı
altında asker vereceklerdir.
- Savaşlar, Osmanlı bayrağı altında, Osmanlılar adına
olacaktır. Ama Kürt Prensleri bu savaşlardaki yağmalardan
elde edilecek ganimetlerden pay alacaklardır.
- Kürtler İranlılar'ın Kürdistan'ı geçmelerine izin
vermeyecek, Osmanlılar açısından İran'a karşı burada
bir tampon bölge işlevi görecekler, buna karşı, gerektiğinde
Osmanlılar Kürtler'e askeri yardımda bulunacaklardır.
- İlişkiler bu şekilde sürdürülürken, Osmanlılar kesinlikle
Kürtler'in iç işlerine karışmayacaklar ama Kürtler de
Osmanlılara belli bir miktar haraç vereceklerdir.
Bu anlaşmanın nedenini, en temelde Kürdistan'ın önemli
ticaret yollarını içermesi ve Kürt Beyleri'nin Osmanlı
gücü karşısında olanakları onlarla paylaşmak zorunda
olmaları oluşturuyordu. Anlaşma ile Osmanlılar uzun
ve kanlı bir savaşa tutuşmak zorunda kalmadan Kürdistan'ı
ele geçirmiş oluyorlar, buna karşılık olarak da; Kürdistan'a
işgal ettikleri diğer ülkelerden değişik bir statü tanıyorlardı.
Buna göre Mir-i arazi sistemi Kürdistan'a uygulanmıyor,
Kürt beylikleri iç ilişkilerinde serbest kalıyor, ancak
vergilendiriliyor ve savaşlara asker göndermekle yükümlü
tutuluyorlardı. Ayrıca savaşlarda, yağmalardan Kürt
beylerinin pay almaları öngörülmekteydi. Olayı, Osmanlıların
Kürdistan'ı organik olarak kendilerine bağlamalarının
olanaksızlığını gördükleri andan itibaren, Kürtlerin
feodal düzenlerini tanıyıp, onları İran'a karşı kullanmaları
biçiminde özetleyebiliriz.
1639'da İran ile Osmanlılar arasında imzalanan Kasr-ı
Şirin anlaşması ile soruna yeni bir boyut geldi. Bu
anlaşma ile Osmanlılar ile İran arasında sürekli savaşlara
neden olan Kürdistan'ın paylaşılması tamamlanıyor ve
bu topraklar İranlılar ve Osmanlılar arasında pay ediliyordu.
Anlaşma bir yönüyle, coğrafi ve siyasi açıdan uygun
özellikler taşıyan Kürdistan'ın iki ülke arasında tampon
bölge olarak kullanılması anlamına geliyordu. Bu durum
özellikle 19.yy'ın başlarında önemli ayaklanmaların
patlak vermesiyle, siyasi özellikler yüklenerek sürecekti.
Söz konusu ayaklanmaların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
- 1804 yılında Van'da gelişen Derviş Paşa Ayaklanması
sonucunda Kürtler bağımsızlık ilan etmiş ve hatta para
bile basmışlardı. Genişleyen ayaklanma 1807 yılında
İranlılar tarafından bastırılmış, ancak, çalkantıları
uzun yıllar boyu sürmüştü.
- 1839'da yine Van'da, Mahmut Han önderliğinde patlak
veren ayaklanma fazla yayılmadan bastırılmıştı.
- 1840'da öteden beri Kürdistan açısından önem taşıyan
merkez durumundaki Cizre'de patlak veren, ulusal bilincin
etken olduğu bir ayaklanma olan Bedir Han önderliğindeki
isyan, Osmanlılar tarafından büyük kuvvetler kullanılarak
ve çok güç bir biçimde bastırılmıştır. Ancak isyanın
çok yönlü etkileri sürmüştür.
- Nitekim, 1877'de yine Bedirhanlar önderliğinde geniş
ölçekli bir isyan patlak vermiş ve yine asker sayısı
neredeyse isyancı Kürtleri aşan ordularla bastırılabilmişti.
Aynı yıl patlak veren ve Kürtlerin ilk büyük ulusal
isyanı kabul edilen Şeyh Ebadullah önderliğindeki isyan
ise çok genişlemiş, uluslaşma kavramlarını tüm Kürdistan'a
yaymıştır. Ebadullah'ın önderi olduğu Barzan Aşireti'nin
bugün sahip olduğu başkaldırı özellikleri düşünüldüğünde
durum daha iyi anlaşılır. 1871-81 arasını kapsayan isyan,
yüzyılın en önemli Kürt isyanı olarak kabul edilebilir.
Ebadullah Hareketi, on dokuzuncu yy'da başlayan Kürt
ulusal bilinçlenmesinin önemli ateşidir. Ancak ekonomik
ve siyasal nedenler, aşiret yapılarının sahip olduğu
karakter, uluslaşmayı çok ağır ve sancılı kılmış, zafere
ulaşmasını engellemiştir.
C- İMPARATORLUĞUN ÇÖZÜLME SÜRECİNDE YAPISAL DURUM
Merkezi feodal devletin statik ve geleneksel dokusu
her ne kadar diyalektiğe uygun olarak bir mutlaklık
göstermese de, yüzyıllarca sözkonusu dokuyu parçalayacak
güçte bir etmen, bir iç dinamik gündeme girmemiştir.
Ne var ki, Onbeşinci ya'a girildiğinde, dünyanın hızla
değişen çehresi, imparatorluğu çevreleyen koşullar,
ona dışardan bazı dinamikler akmasını doğurmuştur. Durum
bu yönüyle, değişimin niteliğinin gelişme, ilerleme
değil, yalnızca statik yapının değişime direnmesi, kendi
çevrimi ile ilerlemeye elverişli olmaması, kaçınılmaz
olarak 'farklılaşmanın', çözülme, gerileme ve sonuçta
(her ne kadar ilerleyen yüzyıllar içinde merkezden taşraya
kadar çeşitli boyutlarda yenileşme çabalarına girildiyse
de, bu çabaların koşullara yanıt verememesi sonucu)
çöküş sürecinin başlamasını getirmiştir.
Onbeşinci yy'da uç vererek Onaltıncı ve Onyedinci yy'larda
karakterini belirginleştiren dönem, dünyanın gerçek
bir tarihsel dönüşüm çağıdır. Kökleri Avrupa'da olan
bu çağlar, bugünkü koşullara dek uzanan, onlara temel
sunan özellikler taşır. Burjuvazi, feodalizmin alabildiğine
karartılmış dünyasında, daha Ondördüncü yy'ın sonlarında
'ben varım' demeye, üstelik bilimden felsefeye, felsefeden
sanata kadar uzanan hemen her planda varlığını ulusallaştırmanın
koşullarıyla buluşmaya başlıyordu. Feodalizmin belkemiği
kilise sarsılıyor, ulusalcılık Avrupa halklarını en
fazla etkileyen kavram haline geliyordu. Değişen ekonomik
ilişkiler, yeni bir alt yapının zeminini hazırlıyordu.
Dolayısıyla, alt yapıya uzanan her değişim döneminde
olduğu gibi (ve özel koşullardan ötürü o zamana kadar
görülmemiş bir şiddetle) din, devlet, eğitim, ideoloji,
vb. bilinen bütün kurumlar başdöndürücü bir depreme
tutuluyorlardı. İnsanlık, inanmanın yerine düşünmeyi
koymanın heyecanı içindeydi.
Bu heyecan; bilimde buluşlara, keşiflere, sanatta olağan
üstü bir estetik ve üretkenlikle, dinde radikal reformlarla
ve elbette ekonomide, önce ticaret kapitalizminin gelişmesiyle
somutlaştı.
Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu bütün gelişmelere karşı
ciddi biçimde direnmekteydi. Değişme dinamiklerinin
bu boyutları içinde gelişen Avrupa, kuşkusuz kısa bir
zamanda kendi mekanının ötesini zorlamaya başlayacaktı.
15.yy'da başlayan ticaret kapitalizminin egemeni ticaret
burjuvazisi, doygunluğu sağlamayı; (coğrafi keşiflerle
gelişen bu koşullarda) yeni ticaret yolları bulma, olanakların
elverdiği ölçüde geniş bir coğrafi alana yayılma, özellikle
henüz el değmemiş hammadde ve maden yataklarına ulaşmakta
aramaktaydı. Bu arada ilk sermaye birikimine dayanan
manifaktür sayesinde (gerekçeli hükmün kapitalizm-emperyalizm
bölümünde ayrıntılı olarak üzerinde durduğumuz gibi)
şehirlerde de kapitalizmin temelleri atılmaktaydı.
Üretimde bu koşulların tekniği beslemesi, tekniğin bu
koşulları beslemesi devinimi içinde, Avrupa'nın askeri
plandaki üstünlüğü de giderek belirginleşmeye başlıyordu.
- Ekonomik planda,
- Toplumsal planda,
- Askeri planda dünya gündemine giren bu değişmelerle
çevrelenen ve ona kendi merkezi-feodal yapısının dengesini
koruyarak direnmeye çalışan Osmanlı İmparatorluğu'nun
direnişinin olanaksızlığı ortadadır. Dolayısıyla merkezi
de içermek üzere, zorlama yapısal değişiklikler birbirini
izler. Bu değişiklikler, amaçlanan sonucu almaya hizmet
etmediği gibi, yeni açmazlar, yeni yozlaşmalar doğurur.
Yine daha önce vurguladığımız gibi, Doğu-Batı ticaret
yolunun Akdeniz ve Anadolu üzerinden geçmesi sayesinde,
bu durum üzerinde biçimlenen ekonomik doku, ticaret
yolunun yukarıdaki koşullar doğrultusunda okyanuslara
kaymasıyla felce uğrar. Batı'nın hızla zenginleşmesi
sonucu oluşan altın gümüş stoku sayesinde İmparatorluktan
yoğun biçimde hammadde isteminde bulunması, piyasa dengesini
bütünüyle sarsan bir fiyat artışı ve enflasyon doğurmuştur.
İkincisi; tımar, kapıkulluğu, ulema ve medrese yapısı
bozularak toplumsal plandaki denge alt üst olmuştur.
Üçüncüsü; Avrupa'nın gelişen tekniği doğal olarak askeri
gücünün de yeni olanaklara kavuşmasını doğurmuş ve bu
ordular karşısında Osmanlılar, denizde olsun karada
olsun, askeri planda da tutunamaz hale gelmiştir. Fetihlerin
sona ermesi, yalnızca askeri plandaki çözülmeye değil,
(devletin en önemli gelir kaynağı olan bu durumun son
bulmasıyla) ekonomik plandaki çözülmeye de yol açtığı
için, temel sorunlardan biri olmuştur.
Özetle belirttiğimiz bu belli başlı olgularla mücadele
edebilmek için başvurulan çözüm yöntemlerinin, olumsuz
gidişi hızlandırdığını belirtmiştik. Konuya bir kez
de bu çerçeveden baktığımızda, sözgelimi enflasyon sorununa
karşılık olarak gündeme getirilen önlem (ki buna 'tağşiş'
deniliyordu); halka yarattığı sıkıntılar nedeniyle her
kesimden tepkiler almış, toplumsal bunalımların ve sık
sık görülmeye başlanan ufak çaplı başkaldırıların en
önemli etkenlerinden biri haline gelmiştir.
Fetih olanaklarının son bulmasıyla, devleti besleyecek
yeni kaynak arayışı, kaçınılmaz olarak merkezin gözünü
içeriye çevirmiş ve yeni vergiler birbirini izlemiştir.
Bu döneme kadar egemenliğin temel olarak dışardan beslenmesi,
dolayısıyla iç talanın esnek tutulması, halkın görece
rahat olması şeklinde biçimlenen toplumsal doku da böylece
alt üst olmuştur.
Halkın özelliklerini biçimlendiren ve toplumsal yapının
karakterine yön veren bu durumun uğradığı değişiklik,
geç kalmış hareketlenmelerin, cılız, parlayan sönen,
yerel kalan sınırlı biçimlerde görülmeye başlamasını
getirmiştir. Yozlaşma, merkezde kapıkullarını da kapsayarak,
merkezi otoritenin 'bekaası'nın, bu en önemli olgunun
çözülmesini getirmiş, kapıkulluğu 'devlet içinde devlet'
haline gelmiştir.
Sistemi temelden sarsan en önemli durum ise, üretim
sürecinin özelliğinden ötürü, toprak düzenine ilişkin
gelişmeler olmuştur. Bu konuda uygulamaya sokulan çözüm/çözülme
yöntemi, 'iltizam(*) sistemidir. Yerel otoritenin güçlenmesi
ve merkezin zayıflamasında oldukça önemli bir rol oynayan
iltizam, kısaca devlet topraklarının 'mültezim'lere(**)
kiralanması anlamına gelmektedir. Devletin, kendi topraklarının
gelirini kiralaması anlamına gelmektedir. Devletin kendi
topraklarının gelirini kiralaması, sözkonusu topraklar
üzerindeki köylüleri, hem mültezimi hem de mültezimin
'ev sahibini' doyurmak zorunda bıraktığı için, katmerlenen
bir sömürü ile karşı karşıya bırakmıştır.
(*) İltizam: Devlet gelirlerinin
toplanmasını üste alma
(**) Mültezim: Devlete ait geliri götürü olalarak
üstüne alıp toplama
|
Hem bu yoğun sömürü hem de sömürünün uygulanabilmesi
amacıyla mültezimin artan baskısı ve zoru, köylülüğün
bir bölümünü topraktan kopmaya itmiş, "Büyük Kaçgun"
denilen önemli bir olay gündeme gelmiştir. "Büyük
Kaçgun" diye adlandırılan durum, çeşitli baskılar
altındaki köylünün otoriteden kaçarak yaşam koşulları
bulduğu herhangi bir yerde, kendi başına yurtlanmasıdır.
Böylelikle, üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamında
ciddi bir farklılaşma doğmuştur. Merkezi otoriteye yerel
otorite arasında sıkışan halk, sömürü ve baskısından
bunaldığı yerel otoriteye karşılık, merkezi gücü kurtarıcı
seçenek olarak düşleyip ona başvurduğunda; merkezi gücün
yerel temsilcileri olan kadısından ulemasına, kolluk
güçlerine kadar bütün hücreleriyle yozlaşan devletin
bu uzantılarının da haracı, baskısı ile karşılaşmıştır.
"İltizam sistemiyle, devlet toprakları spekülasyon
ve özel mülkiyet konusu olurken, Osmanlı gelenek yapısına
aykırı olarak bir toprak aristokrasisi belirmeye başlamıştı.
Böylelikle devlet topraklarını ele geçirerek kendi mülkleri
gibi kullanmaya başlayan, ayan denilen yerel bir güçlüler
sınıfı doğmuştur. Başlangıçta yönetim ve vergi toplama
işlerinde devlete yardımcı olmak üzere seçimle konumlarını
kazanan ve bir aracı olarak varlıkları tanınan ayanlarla,
mütesellim(*) ve voyvoda gibi kişiler giderek güçlenmiş
ve yerel otorite ve etkinliği ellerine geçirmişlerdir.
(*) Mütesellim: Vergi ve resimlerin
alınmasında görevli kimse
|
Bu yerel güçler zamanla öylesine geniş bir etkinlik
kazanmışlardır ki, merkezi yönetim, eyalet ve sancak
beyleri, vergi toplama, askerlik işleri ve kamu düzenine
ilişkin konularda açıkça onların yardımını istemek zorunda
kalmıştır. İş bununla da kalmamış, birkaç yerde eyalet
ve sancak beylerinin görev ve yetkileri bu kişilere
geçmiştir. Böylece Onsekizinci yüzyılda Osmanlı geleneğine
aykırı bir durum oluşmuş ve Osmanlı ülkesinin hemen
her kesiminde aristokrasi , yerel topluluklara ve yönetime
egemen olmuştur.
Bu süreç Ondokuzuncu Yüzyılın başlarında belirginlik
kazanarak 1808 yılında Sened-i İttifak'la belgelenmiştir.
Alemdar Mustafa Paşa'nın girişimiyle İstanbul'da toplanan
ayan ve beyler, Padişah 2. Mahmut'la karşılıklı hak
ve görevlerini belirten bir sözleşmeye varmışlardır.
Her iki tarafın uyacakları bu sözleşmeyle ayan, merkezi
otoriteye, yasa ve düzene uygun bir yönetim koşuluyla
destek sözü verirken, kendi haklarını ve varlığını kabul
ettirmiştir." (10)
Yazarın bu anlatımı, öz olarak doğru olmasına ve son
cümlelere kadar açıklayıcı çıkarımlar içermesine karşın,
gelişmeler merkezi devlet yapısının çözülmesinin önemli
adımlarından olduğu halde bunun sağlanamaması saptaması
doğru değildir. Bu ve aşağıda koyacağımız diğer belli
başlı 'sözleşme'ler, temelde devletin monarşik karakterini
başka bir şeye dönüştürmese dahi, çözmeye başlamıştır.
Yazar diğer sözleriyle bunu kendiside belirtmekle birlikte,
burada çoğu kez yapıldığı gibi 'bazı koşullara uyulması'
tanımını kullanmaktadır.
Devletin baş aşağı gidişinin her alanda yaşanması ile,
bunlara aranan çözümler III.Selim'e kadar genellikle
çözülen eski kurallar ve uygulamalar canlandırılarak,
yani tekrar tekrar geriye dönülerek gerçekleştirilmiştir.
İlk kez III.Selim'le ve ondan önce de bir ölçüde 'Lale
Devri' diye adlandırılan dönemde geriye değil, ileriye
doğru giderek, bazı çözümler aranmıştır.
Devlet örgütlenmesinde, orduda düzenlemelere gidilmiş
fakat bu kez de ulemanın tepkisiyle karşılaşılmıştır.
İmparatorluk sınırları içerisinde ulusal bağımsızlık
hareketlerinin uç verdiği ve merkezi otoriteyi neredeyse
paylaşmaya başlayan odakların palazlandığı bu dönemde,
bir sonraki padişah olan 2. Mahmut, özellikle bu sorunlara
'Batı yöntemleriyle' çözümler aramış, yeniçeri ocağını
kapatmış, devletin merkezi yanını güçlendirmeye çalışmıştır.
Ne var ki, salt askeri planda bile ne III.Selim'in Nizam-ı
Cedid'i ve ne de Asakir-i Mansure-i Muhammediye, etkin
çözümler olamamıştır.Ancak, taşranın sindirilmesini
ve birbiri ardına patlak veren isyanların bastırılmasını,
bunların karşısına yeniden merkezi otoriteyi çıkarabilmeyi
sağlayan bu girişimlerin yanı sıra, özellikle Balkanlar'daki
ulusal akımların çağdaş karakter kazanmasında, Rus gericiliğinin
de rol oynadığını belirtmek gerekir.
Rusya'da , bir yandan sürekli savaşlar nedeniyle merkezi
devlet zaafa uğruyordu. Öte yandan Rusya, özellikle
Balkanlar'a kadar ulaşan ulusal hareketlenmenin önüne
çıkan bir engel olarak belirginleşiyordu.
Osmanlı Devleti'nde yenileşmenin özellikle ve öncelikle
ordu üzerinde uygulanması, doğal olarak orduyu diğer
kurumlardan daha ileri ve etkin bir konuma sokuyor,
batılı olma çırpınışlarının belli ölçüde de olsa bu
kurumda gerçekleşmesini getiriyor, ona ilericilik misyonu
yüklüyordu. Dolayısıyla, toplumun giderek hemen hemen
bütün kesimlerinin gözünde ordu bu yönüyle simgeleşirken,
siyasal gücü de gelişiyordu. Nitekim çeşitli fikir akımlarının
ilk kez ordu içinde filizlenmesi, subayların Batı ile
somut ilişkilerinden de kaynağını alarak belirginleşiyor
ve izleyen süreçlerin belli başlı politik yönelim ve
tutumları genellikle bu kesimden geliyor ya da mutlaka
bu kesimi de kapsıyordu.
Bu bağlamda şekillenen Jön-Türk hareketi, İttihat ve
Terakki ve Meşrutiyet ilanlarına gelmeden önce, sözkonusu
yüzyıllardaki gelişmeleri kısaca yeniden özetleyerek,
durumu çeşitli sektörler ve sınıflar açısından da inceleyelim.
a) Çözülüşün Nedenleri:
Serbest rekabetçi kapitalizmin egemen biçim haline geldiği
ülkelerin en ileri olanlarının emperyalistleşmesiyle
birlikte, eşitsiz gelişmeye dayanan bir sistem olan
kapitalizmin düzeyinin, henüz bu tür bir dönüşümü olası
kılmadığı ülkeler kapitalizm öncesi ekonomi biçimlerinin
egemen olduğu ülkeler, emperyalizmin boyunduruğu altına
girdiler. Emperyalizm dünya toprakların paylaşırken,
çeşitli ülkeleri sömürge ve yarı-sömürgeleri durumuna
getirdi. Bu ülkelerden biri de Osmanlı İmparatorluğu
idi.
Osmanlı ülkesinin etkin bir iç dinamikten yoksun olması,
durağan bir nitelik taşıması, toplumun özgücü ile daha
ileri bir toplumsal yapılanmaya dönüşümünün yolunu tıkayınca,
Avrupa'nın gerisinde kalan Osmanlı ülkesi, süreç içinde
gücünü yitirdi. Avrupa'nın güdümüne girdi. Avrupa kapitalizminin
rekabetine dayanamayan toplum içindeki prekapitalist
unsurlar ezildi ve emperyalist dönüşüm süreciyle birlikte
ülke de yarı sömürgeleşme sürecine girdi.
Merkezi feodal Osmanlı devletinin çözülmesinin ve yerini
yeni-sömürge bir ülkenin komprador, feodal karakterli
ilişkilerine terk etmesinin önde gelen nedenlerini şöyle
özetleyelim;
Birincisi; klasik Osmanlı düzeninde başlıca üretim alanı
olan toprak üzerindeki özel mülkiyetin sınırlı ve üretim
sürecinin özelliklerini belirlemekten yoksun bir düzeyde
olmasıdır. Bu durum, topluma dinamizm kazandıracak güçlü
bir rekabetin oluşmasını engelliyor, statikliği getiriyordu.
Ticaretin ağırlıklı olarak merkezi feodalitenin denetiminde
sürmesi de ticaret burjuvazisinin gelişmesine gem vuruyordu.
Toplumsal oluşumların belirsizliği, sınıfların klasik
karakterler göstermemesi ve iç içe geçmişliği, toplumsal
faktörlerin özgünlüğü, sınıfsal gelişmeleri gözlerden
uzak tutmuştu.
Bu koşullarda Osmanlı toplum yapısı kaçınılmaz olarak
'birey' insanı yaratamadı. Unutmamak gerekiyor ki, burjuvazinin
varlığı, öncelikle 'birey' insanının varlığını gerektirmektedir.
Sistemin güçlü teokratik özellikleri, Osmanlı toplumsal
ve düşünsel oluşumlarının yapılanmasında bireysel bilinçlenmeyi
dondurmuş, birey yüzyıllardır boyu kendi varlığına kayıtsız
yaşamış, kendisi için düşünme ve kendisi için hareket
etme eğilimi kazanmamıştı. Toprak, sultanın yaşama alanı
idi. Yalnızca sultanın varlığı olarak kabul edilen toprağın
en temelde tek elden yönetimi (ki sultanın bunları işletmek
üzere geçici olarak tımarlı sipahi ve zaimlere verme
koşullarını açıklamıştık) ve köylüden kapıkuluna kadar
uzanan merkezi otoriteye çeşitli düzeylerde bağımlılıklar,
toplumsal yapılanmaya bu özelliklere uygun pasif bir
karakter kazandırmıştı. İmparatorluğun ekonomik ve politik
sarsıntısına ve 19. yy'da iyice çözülerek bir yarı sömürgeye
dönüşmesine kadar, bireyin bilinçlenerek varoluşu ve
geleceğini arama tavrı yok gibiydi.
Diğer önemli nedenler ise şunlardı:
- Bulunan yeni ticaret yollarının etkisiyle Osmanlıların
elindeki ticaret yollarının önemi kaybolmuş, bu sayede
elde edilen gelirler azalmıştır.
- Amerika kıtasının yağmalanmasıyla zenginleşen Avrupa,
İmparatorluğa besin ve hammadde sağlanan Pazar olarak
bakmaya başlamış ve ekonomi batı için hammadde üreten
bir niteliğe bürünmüştür.
- Onbeşinci yy. sonlarına doğru Batı, 'merkantilist'
bir politika izlemeye başlamıştır. Böylece, imalat etkinliklerinin
gereksindiği sermaye birikimi sağlanıyordu. Bu olgu,
durgun ve bağımlı Osmanlı ekonomisinin benzeri önlemleri
almamasına koşut olarak, (kapitülasyonlar merkantilist
bir yaklaşımı engelliyordu) Osmanlı ekonomisinin Avrupa'nın
gerisinde kalmasını getiriyor ve tarıma bağımlı durgun
özelliğin aşılamamasına neden oluyordu.
- Ordunun giderleri çok artmıştı. Fetih kaynaklarının
kuruması, savaş sonlarında alınan ganimetlerin yok olması,
orduyu karlı bir sektör olmaktan çıkararak, ekonomi
üzerinde ağır bir yük durumuna sokmuştu.
b) Yarı-sömürgeleşme süreci:
Devletin bunalımdan çıkabilmek için gelir kaynağı olarak
toprağa el atması, tarım politikasında köklü değişiklikler
yarattı. İltizam uygulamasının devreye girmesi ile artı
ürünün reayadan alınış biçimi değişti. Aynı zamanda
paranın değeri de düşüyor ve kapitülasyonlar süreklilik
kazanıyordu. Tımarlı sipahinin dolaylı biçimde aldığını,
mültezimin dolaysız olarak alması; mültezimin, piyasa
mekanizmasının ilerleyişine uygun önlemler alabileceği
ve kendisini birikime dayanan bir düzenin gereklerine
göre düzenleyebileceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla
daha çok kazanma isteği köylü üzerinde baskıyı yoğunlaştırırken,
kent tüccarları, ayan ve bağlaşıkları, yeniçeriler,
yüksek bürokratlar, mültezim durumuna geldiler.
Onsekizinci yy'ın ortalarında Balkanlar'da üretilen
tahıl, mısır, pamuk, tütün ve sığıra Avrupa'da artan
istem, kapitalizmin , zayıflamış Osmanlı Devletine,
kendilerine daha çok ticari ayrıcalık vermesi için baskıda
bulunmalarının nedenlerinden biri oldu. Kapitülasyonlar
artık Osmanlılarca tek taraflı feshedilmeye çalışılan
ikili anlaşmalar durumundaydı.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması'yla, Karadeniz ticaretinde
Osmanlı tekeline son veriliyor, Boğazlar Ruslara açılıyordu.
Yabancı elçilik ve konsoloslukların giderek güçlenmesi,
Müslüman olmayan Osmanlı uyrukluların vergiden bağışıklık
gibi ayrıcalıklar elde etmelerini olası kıldı. Bu gayrı-müslüm
kesim, Müslüman tüccarların hem kara hem de denizlerde
zaten zayıf olan durumlarını daha da zayıflatmak üzere,
Avrupalı ticaret burjuvazisinin şubeleri durumuna geldiler.
Özellikle Balkanlarda, kapitalist ilişkinin yayılması
ve ilerlemesinde kompradorlaşmaya yüz tutan bu unsurların
önemli etkisi oldu.
Aynı dönem ilk kez, devletin ithalatı, ihracatı aştı.
Bu gelişme, toplumdaki tüketim alışkanlıklarını dönüştürerek
el zanaatlarının çökmesine neden oluyor, diğer yandan
devleti hızlı biçimde borçlanmaya itiyordu. Devletin
Avrupalı kapitalistlere giderek daha çok borçlanmasında,
komprador tüccar anahtar rol oynuyordu. Çoğu kez, bir
borçlandırma sistemi ile komprador tüccarlara, artı
ürün üzerinden ve piyasa altında haklar tanımaya zorlandılar.
Ülkenin giderek artan biçimde Avrupa kapitalizmine bağlanmasına
koşut olarak çeşitli toplumsal, siyasal düzenlemeler
gündeme geldi. Bu düzenlemelerden sivil-asker bürokrasisinin
kazancı, artı üründen alınan paylarla biriktirilen servetlerini
güvence altına alabilmek; mültezimin kazancı, fiili
olarak el koyduğu toprağın hukuki olarak da mülkiyetini
kazanmak; kompradorun ve levantenin kazancı, kapitalizme
bağımlılığın artması sonucunda başlıca egemen güç durumuna
gelmekti. Sonuçta, gerçekleştirilen düzenlemeler, gümrük
duvarlarının kaldırılmasını, ticaret ve mülkiyet hakkının
yabancı uyruklara da tanınmasını, yabancıların can ve
mal güvenliklerinin sağlanmasını getirdi.
Osmanlı Devleti'nin komprador-feodal bir karakter kazanma
sürecinde önemli halka da , İngiltere ile yapılan Balta
Limanı Antlaşmasıydı. Genellikle komprador-feodal devletin
oluşumu yolunda bir dönemeç olarak kabul edilen antlaşmanın
imzalanmasında, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile girişilen
savaşta İngiliz desteğini elde etmek çabası önemli rol
oynadı. Bu girişim, sarsılan ve giderek yozlaşan durumun
düzeltilmesinin yolunu açmak amacıyla gündeme getirilse
de, devletin çöküşünde önemli bir rol oynayan bir olgu
oldu. Bu antlaşmayla ülke sınırları içinde yabancıların
ticaretlerine geçmişte koyulmuş olan kayıtlar kaldırılıyor,
İngiltere ülkenin iç ticaretinde dolaysız bir biçimde
yer almaya başlıyordu. Ülkeyi kapitalist devletlerin
denetimine götüren bu süreçte, söz konusu anlaşmayı,
Gülhane-Hatt-ı Hümayun'u (1839), Islahat Fermanı (1856),
Arazi Kanunnamesi (1858) gibi düzenlemeler izledi ve
kapitalizmin gereksindiği hukuk oluşturuldu.
Kapitalizmin yükselmesine koşut olarak sermaye ihracının
giderek daha yoğun kullanılan bir sömürü yöntemi haline
gelmesi, Osmanlıların 1856'dan başlayarak Avrupa ülkelerine
borçlanmaya başlamasını doğurdu. Bağımlılığı hızlandıran
bu süreç, 1868 yılında sermayesi tümüyle yabancı olan
Osmanlı Bankası'nın kurulmasını ve kağıt para çıkarma
yetkisini tekeline almasıyla yoğunlaştı.
Yarı-sömürgeleşme süreci, devleti mali açıdan tam bir
iflasa sürüklemiş ve 1875 yılında borçların faizlerinin
bile ödenemeyeceği açıklanmıştı. Bu durum giderek tekelci
bir karakter kazanmakta olan kapitalist ülkelerin, Osmanlı
ülkesini tümüyle denetlemek için borçların ödenmesini
güvence altına almak gerekçesiyle Düyun-u Umumiye (Genel
Borçlar)'yi kurmasını getirdi (1882). Artık ülke üzerinde
sarayın yüzeysel bir görüntü haline gelmiş, denetim
esasta Düyun-u Umumiye ve yabancı elçiliklerin eline
geçmiştir.
Düyun-u Umumiye'nin kuruluşu ile ulusal gelir kaynaklarının
bir çoğu rehine verilmiş, çok geçmeden de bir yabancı
sermaye akını, bir ayrıcalık dağıtımı furyası başlamıştı.
Borçlar rejimi, yalnızca borçların ödenmesinin güvenceye
alınması için kaynaklar üzerine haciz konularak işlenmesi
ve gelirlerin denetlenmesi işi değildi. Bu rejim aynı
zamanda, borç durumundan işletme sermayesi durumuna
çevrilen büyük bir yabancı sermaye korporasyonuna, bu
kaynakların işletilmesi önerisinin verilmesi demekti.
Devlet ya da özel girişim artık bunları işletme ve geliştirme
işinden kendiliğinden uzaklaşacaktı. O koşullar altında
reform yapmak gerekecekse, bu ancak kaynaklara egemen
olan sermayenin kendi hesaplarının el verdiği, gerektirdiği
ölçüde yapılabilirdi. (11)
Düyun-u Umumiye yalnızca borçlarla ilgili alacakları
kollayan bir kuruluş değildi. Gerçekte Düyun-u Umumiye,
emperyalist sermayenin ülkeye girişini, hangi alanlarda
ne tür ayrıcalıklarla gerçekleşeceğini araştıran, organize
eden ve emperyalist sermayenin en uygun koşullarda kazanç
edinmesini amaçlayan bir kuruluş durumundaydı. Halk
ve devlet durmadan yoksullaştığı halde Düyun-u Umumiye'nin
geliri artmaktaydı. 1882-83 gelirlerine oranla örneğin
1911-12'de, yani 28 yıl içinde bu gelir %28 oranında
artmıştı. 1911-12'de devletin gelir kaynaklarının üçte
biri, 1910'da gümrük vergilerinin %95,4'ü ve kazanç
vergisinin önemli bir kısmı Düyun-u Umumiye'ye gidiyordu.
Böylece devlet bir kalkınma aracı değil, emperyalistlerin
kazançlarını koruma şubesi oluyordu. (12)
Bu dönemde artık tüm sanayi, nafia (demiryolları, limanlar,
sulama işleri) ve kamu hizmetlerinin çoğu, tüm madenler,
ticaretin geneli, bankacılığın tümü, sigortacılık, deniz,
göl, nehir, nakliyat işletmeleri bir kısım tarım yatırımları,
emperyalist sermayenin denetimi altındaydı. Borçlandırma
ve sermaye yatırımı bağlamında önde gelen ülke Fransa'ydı.
Türkiye'de 3 Milyar frank Fransız sermayesi yatarken,
bu ülkeyi sırasıyla Almanya ve İngiltere izliyordu.
Meşrutiyet'e gelindiğinde, Osmanlı Devleti faiz ve borç
amortismanı karşılığı olarak yılda ortalama 7.5 milyon
lira ödemeye zorunluydu. Abdülhamit döneminde yoğunlaşan
ödemelere karşın, borç alımı durmamış, tersine sık sık
alınan avanslar karşılığında, 23 milyon altın liraya
yakın borç birikmişti. Bunlar Deutsche Bank, Türkish
National Bank, İmperial Ottaman Bank, Banque Françoise,
Banque de Selaque, Düyun-u Umumiye, Tütün Rejisi, Fenerler
İdaresi gibi sermayesi tümüyle yabancı olan kurumlara
verilmekteydi. Borç ve avans karşılığı olarak gösterilen
gelir toplamı olan 16.5 milyon altın lira, devletin
bütün gelirlerinin yarısıydı. Borç ve avansların hiç
biri ekonomik yatırım için değildi. Devletin idari ve
askeri harcamalarına, zabıta masraflarına (vb. kendisini
ayakta tutacak alanlara) yönelikti.
Emperyalizmin ülke tarımı üzerindeki olumsuz etkileri
de iki grupta toplanabilir:
Birincisi; ülke içinde ulaşım olanaklarının sınırlı
olması nedeniyle, uzak yörelerden kıyılardaki büyük
kentlere tarım ürünlerini aktarmak hemen hemen olanaksızdı.
Aktarım olanağı olduğunda da uzun süren yol, ya ürünün
bozulmasına, ya da maliyetin artmasına neden oluyordu.
Oysa aynı kıyı kentlerine (örneğin İstanbul, İzmir)
dış ülkelerden deniz yoluyla daha ucuza tarımsal ürünler
getirilmekteydi. Böylece, yerli ürünlerin rekabet şansı
ortadan kalkıyordu. 1860'lardan sonra demiryollarının
yabancı sermaye tarafından yapılması, demiryolu çevresindeki
çiftliklerin emperyalistler tarafından sömürülmesi olgusunu
ortaya çıkarmıştı.
Ucuz tarım hammaddesinin Batı'ya açılması;pamuk, tütün,
kuru üzüm, fındık gibi ürünler üzerindeki sömürüyü arttırmıştı.
Demiryolları, geçtiği yerlerde kapitalist ilişkileri
güç ve çarpık da olsa yerleştirirken, emperyalizmin
tarıma yönelik sömürüsünü olanaklı kılıyor ve bu yöredeki
etkinliğe katkıda bulunuyordu. Örneğin, İzmir-Aydın
demiryolunun Dinar'a kadar uzatılmasından ötürü, bu
bölgeden toplanan vergi gelirleri 1885-1906 arasında
%42,5 dolayında yükselmişti. (13)
Orta Anadolu'da (Bağdat demiryolunun geçtiği alanlarda)
ve Ege Bölgesinde Ondokuzuncu yy'ın sonlarına doğru,
kapitalist ilişkilerin belirgin bir biçimde geliştiği
görülüyordu. Bu arada Batı Anadolu'da, Menderes vadileri
ve bu vadilerin kıyı alanlarında, büyük bir çoğunluğu
İngiliz'lere ait olan yabancı çiftlikler de görülmekteydi.
İngiliz, Rum, Ermeni ve Yahudilerin elinde bulunan çiftlikler
5-6 milyon dönüme erişmişti. (14)
İkincisi; dönemin özelliği, emperyalist sermayenin ve
bu sermayenin ülke üzerindeki etkinliğinin ülke iç pazarının
gelişimini aşan boyutlar kazanmasıydı. Giderek çeşitli
sektörlerde oluşturulan emperyalist sermayeli kuruluşlar,
ürünün pazarlanmasının ve satışının tek yetkilisi olmaktaydılar.
Örneğin bir önceki bölümde de değindiğimiz gibi bu tip
bir kuruluş olan Tütün Rejisi, 40 yılı aşkın bir süre
tütün üreticisini sömürdü. Rejinin ortalama yıllık karı
2 milyon altın liraydı. 130.000'i aşkın tütün üreticisini
sömüren reji, beslemeleri aracılığıyla, reji sömürüsünden
kurtuluşu küçük çapta tütün ekmekte bulan 20.000'den
fazla yoksul aileyi öldürmüştü.(15)
Osmanlı toplumuna egemen olan süreç feodalizm, baş çelişme
ise feodalizmle köylülük arasındaki çelişmeydi. Kuşkusuz
bu çelişme, Batıdaki örneklerinden değişik özellikler
taşıyordu. Ülkenin yarı sömürgeleşmesine bağlı olarak
saray, asker-sivil bürokrasinin üst düzeyi, ulema, fiili
olarak üretimi gerçekleştiren ana sınıf durumundaki
köylülüğün sömürüsünden önemli pay almaktaydı. Ayrıca
bu kesim, feodal karakterini yitirmeden, emperyalizmin
ülkedeki sömürüsünün önde gelen aracı durumundaydı.
Feodal karaktere eklenen komprador nitelik, oldukça
karmaşık ve geri ilişkilerin üzerinde yükselen toplumsal
yapılanmanın tepesinde yer alan kesimi bir anlamda yaşatan
neden oluyordu. Ancak süreç, saray bürokrasisini, giderek
yarı sömürge yapının gereksinme duymadığı bir fazlalık
durumuna getiriyordu.
Komprador feodaliteyi oluşturan diğer kesim ise toprak
ağalığı idi. Osmanlı toplumunda toprak ağalığı her dönem
vardı. Örneğin Kürdistan'da toplumsal düzen bu temelde
biçimlenmişti. Ancak, toprak ağalığının toplumsal yapının
etkin bir unsuru durumuna gelmesi, yukarıda nedenleri
anlatılan klasik toprak düzeninin bozulmasıyla gerçekleşti.
Ondokuzuncu yy ise bu duruma daha belirgin bir karakter
kazandırdı.
Burjuvazi ve işçi sınıfı, etkili sınıflar değildiler.
(16) Ulusal burjuvazi oluşamamıştı. Yarı sömürgeleşme
süreci, kapitalist ilişkileri İstanbul, İzmir, Selanik
gibi kentlerde, Çukurova ve Ege gibi önemli tarım bölgelerinde
etkili kılmış, ama toplumsal yapılanmaya yön veren ilişkiler
durumuna sokamamıştı. Komprodor ticaret burjuvazisi
böyle bir temelde, liman kentlerinde oluştu. Bu kesimin
oluşumu, levantenlere ve emperyalizmle levanten arasında
aracılık yapan bazı azınlıklara dayanıyordu. Sanayi
burjuvazisi yoktu, işçi sınıfı ise kapitalist ilişkilerin
yetersizliğine koşut bir güçsüzlük içindeydi.
Genel olarak özetlemeye çalıştığımız bu sınıfsal tabloyu
şimdi biraz daha geniş olarak, Jön Türk Devrimine etkileri
bağlamında ele alalım.
Saray:
Bu kesim,Ondokuzuncu yüzyıl boyunca gücünü önemli oranda
yitirmişti. Klasik düzenin sınırsız yetkilerle donanmış
sultanı, bu yüzyılda gücünü ve otoritesini, önce ayanların
temsil ettiği yerel otoritelerle, sonra bürokrasi ve
ulema ile, sonrasında ise emperyalizmle paylaşmak durumunda
kaldı. Jön Türk İhtilali öncesinde sultan, bir nolu
komprador duruma gelmişti. Abdülhamit yönetimi emperyalizmin,
komprador burjuvazinin, yabancı elçiliklerin, Düyun-u
Umumiye ve diğer rejilerin ülkeyi sömürüsünün bir aracı
durumundaydı. Bu güçler arasında bir denge oluşturan
ve bu durumu kullanarak emperyalist sömürüden belli
bir pay da alan Abdülhamit'in yine de gelir kaynağı
yoksul köylülerden toplanan vergilerdi. Ancak saray
giderek idari masrafları bile emperyalizmin finansmanı
ile karşılayabilecek bir pozisyona sürüklenmekteydi.
Vergi gelirleri saray, bürokrasi ve ulemanın üst düzeyi
tarafından yağmalanmaktaydı.
Birinci Meşrutiyetin ardından tahta geçen ve 33 yıl
tahtta kalan Abdülhamit dönemi, kapitalist tekelleşme
ve dünyayı paylaşma dönemiydi. Sultanın kendisi de bu
sürecin ülkeyi sömürgeleşme ve parçalanmaya ittiğinin
farkında idi. Böyle koşullarda, meşruti bir yönetimin
ve göreceli de olsa özgürlük koşullarının, çeşitli ulus
ve milliyetlerde bağımsızlaşma eğilimini açığa çıkaracağı
ve hareketlendireceği olasılığı onu koyu bir zorbalığa
itecekti.
Bunu yaparken, Birinci Meşrutiyet'i gerçekleştiren asker-sivil
bürokrasi ve ulema ittifakına karşı, bu ittifakı parçalamaya
yönelmiş ve ordu, bürokrasi ve ulemanın üst düzeyini
kendisine bağlı unsurlardan yeniden oluşturmuştu. Varlık
temelini Osmanlıcılığa ve İslamcılığa dayandıran Abdülhamit,
bu durumuyla uluslaşma sürecinin önünde ciddi bir engel
olmuş, "Türklük" kavramının her zaman karşısında
yer almıştır. Muhaliflerini güçlü ve etkin bir zabıta
ve istihbarat örgütüyle denetim altında tutan Abdülhamit'i
böyle kritik bir dönemde 33 yıl tahtta tutan neden ise,
denge politikasını büyük bir ustalıkla uygulaması ve
din unsurunu etkili kullanımıyla halkı istismar etmeyi
başarması olmuştu.
Bürokrasi:
Osmanlı merkezi bürokrasisi, yüzyıllar boyunca güçlenmiş
ve sonuçta iktidar ortağı güçlü bir katman durumuna
gelmişti. Abdülhamit, bürokrasisinin gücünü görerek,
önce ulema lie bürokrasiyi dengelemiş, sonra da bu kesimlerin
üst düzeyini kendisine bağlı kılmıştı.
Bu durum, bürokrasiye iç tutarlılıktan yoksun ideolojik
bir karakter kazandırdı. Balkan ülkelerinin imparatorluktan
ayrılmaları, geriye %90'ı yüzyıllardır aynı biçimde
yaşamakta olan yoksul bir nüfus bırakmıştı. Kentli aydınlar,
dış dünya ile ilişkilerinden dolayı, yapısal düzeylerinin
elverişlilik sınırlarının ötesinde özlemler edindiler.
Gelişmeme ve dolayısıyla gerileyiş, toplumsal ve siyasal
çerçevenin engellemeleriyle açıklanıyor ve söz konusu
engellerin kaldırılmasıyla hızlı bir gelişmenin yolunu
açabileceklerini umuyorlardı. Ancak kendileri de böyle
bir sıçramanın gerektirdiği bilgi ve beceriden geniş
ölçüde yoksundular. Bu bürokratik kesim, gelişme örneği
olarak Batı'ya bakıyor, emperyalist ülkelere kapitalizmi
geliştirme yolundaki ülkelerden biri için yararlı olacak
ilke ve tutumların, ötekinin zararına olacağını göremiyorlardı.
Bu durum süreç içinde bilinçli bir tutuma dönüştü ve
Türkiye bürokrasisinin geleneksel çizgisi durumuna geldi.
Sonraları İttihat ve Terakki dönemi ve Kemalist Diktatörlük
dönemi bu olguyu oturtan örnekler olacaktı.
Bürokrasinin bu karakteri, kendi içinde hangi emperyalistin
ülke yararına olacağına ilişkin görüş ayrılıklarından
kaynaklanan bir çatışmaya neden oldu. Bürokrasinin yönetim
üzerindeki ağırlığını azaltması, dolayısıyla 1. Meşrutiyet'in
daha yerleşme olanağı bile bulamadan boğulmasında Abdülhamit'in
başarılı olmasının nedenlerinden biri de buydu. (17)
Egemen üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak toplumsal
artı ürünün kullanımında önemli payı olan Osmanlı bürokratı,
yarı-sömürgeleşmeye bağlı olarak bu konumunu emperyalizmle
paylaşmaya başladı. Bunun sonucu, artı-üründen giderek
azalan bir pay alması ve tüketime yönelik devlet harcamalarının
bu pay içindeki oranının artması oldu. Bu durum giderek
Osmanlı bürokrasisinin en önemli sorunu haline geldi.
Nihayet ekonomik durumun her yönden iyice sarsılması,
Osmanlı bürokrasisini yenilenme çalışmalarına itecek,
bu çabanın sonucu olarak 1. Meşrutiyet doğacaktı.
Toprak Ağalığı:
Klasik feodal düzende geleneksel Osmanlı toprak düzeni
arasındaki temel ayrım, artı-ürünün alınış biçiminden
kaynaklanıyordu. Ne var ki, Osmanlıların geleneksel
düzeni Onaltıncı yy'dan sonra bozulmaya başlamıştı.
Bu bozulma sürecinde kırsal kesimde reaya-saray-sipahi
ilişkileri; yerini, mültezim, ayan ve toprak ağalarıyla
topraksız köylü arasındaki ilişkilere bırakmıştı. Miri
toprak düzeninin bozulmasıyla, kırsal alanda üretimi
denetleyen güçler öne çıkmıştı. Bu, klasik feodal öğelerin
Osmanlı toprağında uç bir belirişiydi. Klasik feodalizmin
varlığı bazı koşulların da varlığını gerektirir. Derebeylik,
öncelikle bireyin geniş ölçekli toprak sahibi olmasıyla
bağlantılıdır. Bu durum Kürdistan bir yana bırakılacak
olursa, Anadolu'da çok geç oluşmuştu. Kürdistan'da ise
sistemli bir feodaliteden çok aşiret ilişkileri temelinde
yükselen ham bir feodalizm egemendi.
Başlangıçta büyük toprak sahipliğinin ve ağalığın hukuki
bir dayanağı yoktu. Ama Tanzimat'la birlikte oluşmaya
başlayan yasal çerçeve, bu bağlamda geri adımların atılmasına
neden oldu. 1847, 1858, 1870, 1880 ve 1913 yıllarında
çıkartılan çeşitli yasa, yönetmelik vb. düzenlemelerle
topraktaki özel mülkiyet güvence altına alınacaktı.
(18)
Meşrutiyet'e gelindiğinde toprak ağalığı özellikle Kürdistan,
Çukurova ve Ege'de yoğunlaşmıştı. Kürdistan'da durum
zaten merkezi feodal düzenin egemen olduğu yüzyıllarda
da aynıydı. Saray ve Kürt aşiret reisleri arasındaki
özel anlaşmalar, feodal aşiret ilişkilerini bu bölgede
öteden beri egemen kılmıştı. Ege ve Çukurova'da ise
kapitalist ilişkilerin yavaş yavaş tarımcılıkta uç verdiği
gözlemlenmekteydi. (19)
Köylülük:
Enflasyon dönemlerinin vurgunları, faizcilik ya da mültezim
soygunculuğu ile kazanılan servetlerin büyük bir bölümü
emin ve verimli bir yatırım alanı olarak tarımcılığa
aktı. Ağır vergiler altında ezilerek ekonomik varlığı
çok zayıflamış olan ve ucuz kredi kaynaklarından da
yoksun bulunan köylünün elinden tarlaları alınarak büyük
çiftlikler kuruldu. Böylece, Türkiye'nin geleneksel
tarım düzeni bozuldu ve topraklarını yitirip tasfiye
edilmeye başlanan eski müstakil çiftçilerin yerini zengin
çiftlik sahibi zorbalar ya ağalık aldı. Öte yandan,
bu sınıfın elinde ırgatlaşan topraksız köylüler oluşmaya
başladı.
Ondokuzuncu yy. boyunca yaygınlaşan toprak ağalığı,
aynı zamanda köylünün topraksızlaşması sürecinin yoğunlaşması
anlamına gelmekteydi. Giderek topraksız ve yoksul köylülük,
küçük üreticiliğin önüne geçerek, köylü kitlesinin en
geniş kitlesi durumunu aldı. Bu süreç küçük üreticiyi
de etkileyecek, tüccara, tefeciye borçlananlar, bürokrasi
yerine toprak ağasına sığınacaktı.
Bunlara karşın, köylülük hareketlenme eğilimi taşımıyordu.
Gerçekte Osmanlı tarihi, Batı'da örnekleri görülen tipte
güçlü ve açık sınıfsal temele sahip bir başkaldırı geleneğine
sahip olmamıştı. Ağır aksak ve çarpık başlamış bulunan
uluslaşma süreci, köylülüğe uzanabilmiş değildi. Dolayısıyla
Jön Türk İhtilali arifesinde köylülük, düzene karşı
gelişecek bir hareketliliğin temel gücünü oluşturacak
niteliğe ve özelliklere sahip değildi.(20)
Osmanlı ülkesinde köylülüğün mülksüzleştirilmesi olgusuyla
çeşitli dönemlerde karşılaşmaktayız. Örneğin nüfus artışı
tefeci sömürüsüyle birleşince köylülüğün mülksüzleşmesine
neden olmaktaydı. Ama nüfus artışı, tefeci sömürüsü,
ağır vergi yükleri, Celali isyanları, toprak düzeninin
bozulmasından kaynaklanan etkenler, ağa baskısı, vb.
nedenlerden doğan mülksüzleşme olgusu, mülksüzleşen
unsurların genel anlamıyla ücretli işçi durumuna dönüşmesi
gibi bir sonuç getirmemiştir. Batı'daki gibi, kapitalizmin
gereksindiği ilk birikime kaynaklık eden, mülksüzleşen
köylünün emek gücünü satın alacak sermayenin olmaması
nedeniyle, benzer bir süreç yaşanamadı. Üretici güçlerin
gelişmesinin önünde engel duruma gelmiş bulunan feodal
mülkiyet ve küçük üreticilik parçalanamadığı için mülksüzleşen
yığınlar eski üretim biçiminin temeli üzerinde yeniden
üretimi zayıflatan etkenler oldular.
Ülkede, sanayi sermayesine bağlı Batılı tüccarların,
mamül madde yerine hammadde satın alması ve yerine mamül
madde satması, bir iç pazar yaratılmasına olanak sağlayacak,
ama bu iç pazar köylüyü tüccar aracılığıyla yabancı
sermaye ile karşı karşıya getiren bir pazar olacaktı.
Dolayısıyla bu iç pazarlar, içerde yıkıma uğrayan feodal
üretim biçiminin bağrında serbest duruma gelen üreticilerin
ücretli işçiler olarak üretime katılacağı, (bir başka
deyişle, üretici güçlerin gelişmesini sağlayan) bir
iç pazar olmayacak, üretici güçleri tahrip eden ve yıkan
bir iç pazar olacaktı. Dolayısıyla zanaatçılık ve giderek
ona bağlı yarı hammadde üretimine eklemlenmiş bulunan
zanaatçılığı yıkacaktı. (21)
Köylü ailesinin kendi kendisine yeterli birliğinin parçalanması,
iplikçiliğin ve dokumacılığın sermaye tarafından ele
geçirilmesi ve iç pazar yaratılması, İmparatorlukta
yabancı sanayi sermayesi tarafından gerçekleştirilmeye
başlanmıştı. (22) Böylece yabancı sermayenin mülksüzleşen
köylü kitleleri, kendisini mülksüzleştiren sermayenin
karşısına ücretli işçiler olarak çıkmamakta, işsizleşmekte
ve serfleşmekteydi. (23) Jön-Türk devrimi öncesinde
köylülüğün durumu kısaca böyleydi.
Tefeci Bezirgan:
Geçmişte rekabet koşullarının olmadığı ya da bu yönde
güçlü bir dinamizm taşımayan kır toplumsal ilişkisi,
bağrında asalak bir katman olarak tefeciliği yaratmanın
koşullarına sahipti. Bu bağlamda doğu toplumları, tarihleri
boyunca rekabet ve otodinamizmin güçlü olmadığı üretim
ilişkilerinin bir sonucu olarak tefecilik olgusu ile
birlikte yaşadılar. Osmanlı toplumu da bunlardan biri
oldu. Merkezi feodal düzenin çözülüşü ve yarı-sömürgeleşme
süreci, tefeciliği daha da etkili kılan nedenler olacaktı.
Tefecilik, özellikleri temel çizgiler bağlamında bugün
de sürmekte olan iki ana biçimde görülmekteydi. Kentlerde
para alım satımıyla uğraşan bir kesim, Jön-Türk ihtilali
öncesi de iyece önem kazanmış durumdaydılar. Tarihe
Galata Bankerleri olarak geçen tefecilik, bu yönüyle
toplumun nabzını elinde tutan önemli bir güç ve dolayısıyla
da devlet bürokrasisinin başlıca rakiplerinden biri
durumundaydı.
Kırlarda ise tefecilik daha değişik özellikler taşımaktaydı.
Mültezimin devlete borç vererek vergi toplama hakkına
sahip olması, kır tefeciliğini güçlendiren önemli bir
etken oldu. Tefecilik esas olarak dönemin koşullarında
yaygın ama sarsılan bir güç olan küçük üreticiye yönelmişti.
Bu özelliğiyle de sömürüyü yaygınlaştıran (örneğin,
ortakçı olarak) ve toprağın belli ellerde merkezileşmesi
sürecine eklemlenen etkin bir araç oldu. Dolayısıyla
da hem burjuva sınıfını doğuracak ilk birikim engellendi,
hem de küçük mülkiyetin yıkımını hızlandırdı.
Burjuvazi:
Osmanlı toplumu, kapitalist gelişimin bir ön koşulu
olarak feodal ilişkilerin bağrında doğan ve giderek
feodalizm ile çatışma durumuna düşen, onun aşılması
sürecinin başını çeken bir burjuva sınıfa sahip değildi.
Toplumda kapitalist ilişkiler daha çok Balkan bölgelerinde
uç vermiş ve giderek gelişme yolunu tutmuştur. Bu bölgelerde
burjuvazi, kendi ulusal sorununa sahip çıkıyor ve Osmanlılardan
ayrılmayı amaçlayan ulusal mücadelelerin etkin gücü
oluyordu.
Anadolu'da ise durum daha değişikti. Yüzyıllar süren
merkezi feodal ilişkiler, özgür bir ticaret ortamını
engellemiş, dolayısıyla bir ticaret ortamını engellemiş,
dolayısıyla bir ticaret burjuvazisi oluşmamıştı. Merkezi
feodal ilişkilerin yozlaşması süreci ise özel mülkiyeti
yaygınlaştırmak gibi bir sonuç doğurmuş olsa da, geç
kalmış bir süreç olarak bir burjuva sınıfının oluşmasına
gerekli ortamını yaratmaktan çok, Anadolu'da öteden
beri etkin bir güç olan tefeciliği beslemek ve geliştirmek
gibi bir ortamın oluşmasına hizmet etmiştir. Böyle bir
ortamda uç verme şansını bulabilen prekapitalist unsurlar
ise, yarı-sömürgeleşmede emperyalizmin rekabetine dayanamayarak
kavrulacaktı. Sonuçta, Osmanlı ülkesi kendi dinamiğiyle,
toplumsal gelişmenin gereği olan ulusal bir burjuva
sınıfı yaratamayacaktı.
Bu koşullarda Osmanlı burjuvazisi, yarı-sömürgeleşme
sürecinin ürünü olan komprador karakterler taşıyarak
doğdu. Emperyalizm, kendisine işbirlikçi olarak saraylı
levantenleri ve müslüman olmayan tefecileri seçmişti.
Dolayısıyla, sarayın kompradorlaşması ve bir komprador
burjuvazinin doğuşu gündeme geldi.
Bununla birlikte, komprador burjuvazinin gücünü ve yaygınlığını
fazla abartmamak gerekir. Sonraları bu yönde yaygın
bir inanç oluşmuş ve neredeyse olmayan bir güçlü burjuva
sınıf kurgulanmıştır. Kapitülasyonların özellikleri,
emperyalizmin ülke içine sızmak için ille de komprador
bulmasını gerektirmeyecek kadar avantajlı koşullar yaratıyordu.
Osmanlı pazarı emperyalizm açısından son derece açık
ve korunmasızdı. Bu nedenle de emperyalizmin kompradoru
esas olarak saray oldu.
Yaygın eğilimin yanlışlığı, tefecilikle burjuvazinin
karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Bu temelde, İstanbul,
Selanik gibi kentlerde yuvalanan tefecileri burjuva
olarak görmek;bu sürecin yoz niteliğinin bir sonucu
olan tefeciliği salt parayla uğraşmalarından ve emperyalizmle
ilişkilerinden yola çıkarak burjuva olarak nitelemek
yanlıştır.
Yukarı da konular içinde gördüğümüz gibi emperyalizm
ülkenin belli başlı sektörlerinde doğrudan kendisi yer
almaktaydı. Bir komprador ticaret burjuvazisi, evet
vardı. Ancak bu katman (yarı-sömürgecilik olgusunun
niteliği göz önünde bulundurulursa), para alım-satımının
üzerine yükselen tefecilerden değil, ülke hammaddesinin
işlenmek üzere emperyalizme aktarılmasına hizmet eden
ve bazı yan sektörlerde emperyalist ürünleri ülkeye
pazarlayan bir kesitten oluşuyordu. Ortak özellikleri
de, önemli bir kısmının ve bu arada palazlanmış olanların
tamamının, gayri müslüm olmasıydı.
Komprador burjuvazinin gelişimi daha sonraları İttihat
ve Terakki döneminde ve savaş yıllarında gerçekleşecek,
Jön Türklerin "Türk" burjuva yaratma çabasıyla
hız kazanacaktır. Jön Türk İhtilali arifesinde komprador
burjuvazi önemli bir güç durumunda değildi.
İşçi Sınıfı:
İşçi sınıfının ortaya çıkması, sanayi birimlerinin ortaya
çıkmasıyla bağlantılıdır. Ondokuzuncu yy'ın ortalarına
kadar, (Balkan topraklarını saymazsak) üretim araçlarının
mülkiyetinden yoksun, yaşamak için emek gücünü satan
(birey olarak değil) sınıf olarak işçiden söz edemeyiz.
Ancak Ondokuzuncu yy'ın ikinci yarısında işçi sınıfının
oluşmaya başladığını görmekteyiz.
Daha 1845 yılında, toplumda ciddi bir işçi sınıfı olgusu
olmadan çıkarılan bir yönetmelikle grev yasaklanmıştı.
Ama bu yönetmelik, yaşamın zorladığı bir düzenden çok,
önlem niteliği taşıyan bir 'nizamname' idi. Nitekim
bugün belgelenebilmiş olan ilk grevler, bu 'nizamname'den
çok sonra gerçekleşmişti.
17 Şubat 1872'den önce de işçi direnişleri olmuştu.
Ama bunlar daha çok makineleşmeye karşı koyma, madenlere
inmeme türünden direnişlerdi. İlk grev girişimi ise,
17 Şubat 1872 tarihli Beyoğlu telgraf işçilerinin eylemi
idi. Bunu, 8 Nisan 1872 tarihinde İzmir Demiryolu işçileri
izleyecektir. 1872-76 arasında dönemin koşulları içinde
önemli sayıda grev olmuştu. Ancak özellikle 1. Meşrutiyet
sonrasında yoğunlaşan grevler, Abdülhamit'in zorbalık
yıllarında duracaktı. Yine de bu dönem oluşmakta olan
işçi sınıfının artık sınıf olma bağlamında zayıf bir
hareketliliğe sahip olduğu gerçekti.
Küçük Burjuvazi:
Burada küçük burjuvaziyi kategorik olarak belirlemek
gibi bir eğilimden çok, düzenin çözülmesi ve sonraki
yüzyıllarda toplumsal ilişkilerin tarihsel düzeyde gerilemesi
ile, bu sürecin ülkeyi bir küçük mülkiyet ülkesi durumuna
getirmesi üzerinde duracağız. Bu anlamda, küçük burjuvaziyi,
köşeleri net bir oluşum olarak tanımlamaya çalışmak
yerine, yukarıda sıraladığımız sınıf ve katmanların
herhangi biri içinde değerlendirilemeyecek çeşitli katmanlar,
küçük kategoriler bağlamında ele alıyoruz. Dolayısıyla,
kır ve kent küçük mülkiyetine ek olarak, devlet bürokrasisinin
orta ve alt kesimleriyle, üretimde fiili olarak yer
almayan sektörlerdeki yığınları da küçük burjuvaziyi
kabartan etkenler arasında değerlendirmek gerekmektedir.
Bu durum, Yirminci Yüzyıl'da da katlanarak sürmüştür.
Küçük üreticiler, Osmanlı toplumunun her döneminde en
yaygın kesimlerden birini oluşturuyordu. Kent küçük
üreticisi, esnaf ve zanaatkar olarak nitelediğimiz gruplardan
oluşmaktaydı. Bunlar, küçük birimlerde üretim yapmakta
ve gene aynı yerlerde bu ürünlerin satışını gerçekleştirmeye
çalışmaktaydılar. Pazarın sınırlı oluşu, piyasa ilişkilerinin
bu alanda bir rol oynaması, küçük üreticiliği sürekli
bir yoksulluk içine itmişti. Örneğin İngiliz kumaşının
girmesiyle, Osmanlı piyasasına egemen olan küçük dokuma
tezgahlarının çıkrıkları duruyordu. öte yandan emperyalist
ticaret şirketleri, bazı değerli el ürünlerini piyasadan
toplayarak, o alandaki emeğin üzerinden önemli bir sömürü
gerçekleştiriyorlardı. İngilizlerin Batı Anadolu'daki
küçük halı dokuma tezgahlarını örgütlemeleri, bu nitelikteki
sömürünün bir başka örneğiydi. (24)
Kır küçük üreticiliğini ise, geçimlik toprağı içerisinde
kapalı bir ekonomi biriminin kendine yeterliliği oluşturuyordu.
Çevredeki toprak ağaları, bu nitelikteki küçük üreticinin
emeğini; yarıcı, ortakçı, maraba, vb. çeşitli biçimlerde
sömürmeyi başarmaktaydı. (25)
Kır küçük burjuvazisinin bir diğer kesimini de yerel
eşraf oluşturmaktaydı. Taşra kent ve kasabalarında etkin
bir unsur olarak yer alan eşrafın önemli bir bölümü
tefeci ve toprak ağası kategorilerine girmekteydi. Palazlanma
olanağı bulamayanlar, küçük burjuva özelliklere sahiptiler.
Eşrafın bu kesiminin emperyalizmin varlığından zarar
görmesi, uluslaşma sürecine yatkın bir karakter kazanmalarına
neden oluyordu.
Küçük burjuvazinin bir diğer kesitini de üretimde fiili
olarak yer almamakla birlikte, tefeci olarak bu kat
içinde yer alan unsurlar oluşturmaktaydı. Geniş bir
insan potansiyelini kapsayan ve hantal bir yapısı olan
devlet bürokrasisinin aynı zamanda en yaygın kesimini
oluşturan alt kademeleri; öğretmenler, doktorlar, hukukçular,
vb. küçük burjuvazinin sayısını daha da kabartmaktaydılar.
Küçük burjuvazinin bu bölümünün özelliği, aydın ve yarı-aydın
karakterine uygun olarak, toplumun duyarlı bir kesitini
oluşturması ve toplumun kendi kendini aşması yolunda
rol oynamaya elverişli niteliklere sahip olmasıydı.
Bu özellikleri söz konusu kesite, Jön Türk Hareketine
temel olma sıfatını kazandırdı. Ulusal bir burjuvazinin
olmadığı koşullar, burjuva sloganları bu kesitin sırtına
yüklüyordu. Bu bağlamda söz konusu kesit aynı zamanda
uluslaşma sürecinin de dinamiği olma işlevini kazandı.
c) Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet:
Osmanlı asker-sivil aydınları, Tanzimat sonrasında yaşanan
sürecin etkisiyle, burjuva toplumuna özgü liberal düşünceleri,
burjuva değerleri ve yaşam biçimini yakından tanımaya
başlamışlardı. Bu durum, kendine uygun bir kültür yaratmakta
gecikmedi ve toplumun asker-sivil, aydın ve yarı aydınları
arasında ses buldu.
Türkiye'de kurulan, sonra 1867'den itibaren etkinliklerini
Avrupa'da sürdüren Yeni Osmanlılar Hareketi, düşünsel
düzeyde net bir birlikteliğe sahip değildi. Yalnızca
Sadrazam Ali Paşa'nın devrilmesi amacı, o koşullarda
birlikte hareket etmeye yetmedi.
1860'lı yıllarda filizlenip giderek yaygınlaşan Yeni
Osmanlılar Hareketi, (26) o günün koşullarında ülkenin
ekonomik, toplumsal ve kültürel düzeyde ilerlemesi gibi
bir amaca sahipti. Ancak bu amaç, hareketin disiplinli
bir alternatif örgüte dönüşmesi ve etkin sivil ve asker
kadrolarla donanmasına yetmemişti. Bununla birlikte
bu çevre, 'parlamento', 'halka karşı sorumlu yönetim',
'siyasal özgürlük', 'yurt' ve 'ulus' gibi burjuva sınıfla
birlikte anlam kazanan kavramların tartışılması ve yaygınlaşmasını
sağlamış ve böylece Jön-Türk Hareketinin düşünsel temelini
atmıştı. (27)
Ülkede bu kavramlara gerçeklik kazandıracak bir burjuva
sınıfının olmayışı, bu kavramların oldukça sınırlı bir
aydın çevreden gelmesi gibi bir durum yaratıyordu ki,
bu durumda kitleselleşebilme olayı yaşanamıyor ve dolayısıyla
da anayasa ve meşrutiyet kavramları düşünsel düzeyde
kavramlar olmayı aşarak, bir mücadelenin anahtarı olma
özelliğini kazanamıyorlardı. Tartışmanın sürdüğü aydın
çevresi de ülkedeki düşünsel düzeye orantılı olarak,
tartışmayı, oldukça geri ve kavramların sulandırıldığı
bir çizgide sürdürüyordu. 1875 yılına gelindiğinde,
bu türden tartışmalar giderek yaygınlaşmış ve daha geniş
çevrede, asker ve sivil bürokrasi içinde ses bulur olmuştu.
Bu tartışmaların ve dolayısıyla Yeni Osmanlılar Hareketi'nin
en önemli sonucu, değişim isteğini uyandırmaları ve
sınırlı da olsa çevreye mal edilmeleriydi.
1875 yılında Osmanlı ekonomisi o güne kadar yaşadıklarının
tümünden daha sert ve daha büyük bir krize tutulmuştu.
Dış borç kaynakları azaldığı gibi, borçların ödemeleri
de olanaksızlaşmaktaydı. Nitekim 1875 yılının ortalarına
doğru Bab-ı Ali bir iflasın eşiğinde olduğunu resmen
kabul ediyordu. Bunu, Bosna-Hersek'te büyük bir köylü
başkaldırısı izledi. Eylül 1875'de ise Eski Zagor dolaylarındaki
Bulgarlar başkaldırdı. Bütün bu hareketlilik ve ekonomik
sarsıntı, Avrupa'da Doğu sorununu yeniden tartışma gündemine
sokuyordu. Bu arada Sultan Abdülaziz'in, muhaliflerine
karşı Rus elçisi Ignatiev ile birlikte siyasal bir cephe
oluşturması, bürokrasi içinde kendisine karşı güçlü
bir grubun doğmasına neden olmuştu. Sonuçta ordu bürokrasisinin
iki önemli adı, Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa ile
sivil bürokrasinin önde gelen iki adı, Mithat Paşa ve
Mütercim Rüştü Paşa, Şeyhülislamın ve bu arada yabancı
elçiliklerin destekleriyle Abdülaziz'i alaşağı etmeyi
başarıyorlardı. (28)
Bu gelişme anayasa sorununu da gündeme getirmişti. Ancak
bu konuda, darbeci cunta kendi içinde görüş birliğine
sahip değildi. Anayasanın varlığını, ülkeyi batılı ülkeler
düzeyine çıkarmanın bir ön koşulu olarak gören kesimler
başlangıçta güçsüz olmalarına karşın sonra etkinlik
sağlayınca, bir anayasa ilanı sonuçta başarıldı. Ama
güçlü bir dayanaktan yoksun olması, anayasanın ve dolayısıyla
ilan edilmiş bulunan Meşrutiyetin zayıf ve sağlıksız
bir temelde yükselmesi sonucunu doğuracaktı.
İlk meclis, 19 Mart 1877'de açıldı. Ünlü Ahmet Vefik
Paşa'nın başkanlığındaki meclis, akıl almaz düzeyde
despotik bir yönetim altında çalıştı. Daha ikinci dönemin
başında, Ruslarla Ayastefenos Antlaşması'nın imzalanmasının
hemen ardından, 13 Şubat 1878'de padişahın emriyle tam
otuz yıl sürecek bir tatile girdi.
1876 Anayasası'nın maddelerinin incelenmesi, egemenliğin
temelde yine padişahta olduğunu göstermektedir. Birinci
anayasa, içerdiği hükümler ve kurumların da açıkça gösterdiği
gibi, egemen sınıf ve katmanların bu konumlarına bir
çerçeve oluşturmaktan çok, o egemenliği pekiştirici
bir belge niteliğinde idi. Gerek Yeni Osmanlıların düşünsel
doğrultusu, gerekse Mithat Paşa ve arkadaşlarının çabaları
bu yönde olmadığı halde, koşullar Abdülhamit zorbalığına
zemin olacak bir anayasayı doğurmuştu.
Anayasa, ne Osmanlı komprador burjuvazisini ne de köylülüğü,
küçük burjuva ve işçi kesitlerini memnun edecek düzeydeydi.
Zaten bu sınıflar, bütün bu mücadelenin dışında ve bir
yerde seyircisi durumundaydılar. Anayasayı isteyen,
onu kuran ve sonuçta savunulmasını da üstlenenler, asker-sivil
bürokratlardı. Geçmişteki gelişmeler de dikkate alınacak
olursa, Sened-i İttifak'tan 1876 Anayasası'na kadar,
Osmanlı sultanının egemenliğini paylaşmaya çalışan ve
bu yolda önemli adımlar atan, bürokratik kesimdi. Bürokrasi
tek başına bir sınıf olmadığı için, bu yolda çabaları
iniş ve çıkışlarla doluydu. Zaman zaman ordu ya da dış
güçleri yanına alabildikçe bir adım daha ilerleme sağlıyordu.
1876 Anayasası bu dalgalanmanın bir kesitiydi. Ne var
ki, elde edilen ürün, yani anayasa, ne bürokrasi ne
de burjuvaziye ileri bir mevzi kazandıracak nitelikte
olmamıştı.
İlk meclis, giderek emperyalizmin isteklerine karşılık
veren bir karakter kazandı. Bütün bunlar, burjuva demokratik
hakların ülkede ulusal burjuvazinin istek ve gereksinmelerinin
bir dayatması olarak değil, emperyalizmin ve komprador
burjuvazinin gereksinmelerinin karşılığı olarak gündeme
gelmesinden kaynaklanıyordu. Bu olgu, adı ve özellikleri
ne olursa olsun, geçmiş feodal ilişkilerin üzerinde
yükselen kurumlaşmanın ilerisinde sayılması gereken
bir yasal çerçeve idi. Sözkonusu çerçeve, düşünsel ve
kuramsal aşamanın, emperyalizmin gereksinmelerine karşılık
verecek bir araç durumuna gelmesi sonucunu doğuruyordu.
Bu türden girişimlerin belli çevrelerle sınırlı kalması,
olayın temelde halkın dışında, uzağında yaşanması, onları
halktan soyutlayacak ve halkın dışına itecek, giderekte
onların kitle karşısında konumlanmalarını getirecekti.
Bu çelişki çok sonraları da sürüp gidecek ve sınıflar
mücadelesinde izlerini gösterecekti. Ancak ülke sınıfsal
yapısının daha sonraki dönemde görece belirginleşmesiyle;
meclis, anayasa mücadelesi, demokrasi mücadelesinin
başlıca özelliği olma niteliğini yitirecekti.
Teolojik hukuk ve sultan iradesiyle, burjuva demokratik
hak ve özgürlüklerin birbiriyle uzlaşması olanaksız
görünüyordu. Teolojik hukuk (İslam hukuku ya da şeriat)
ile sultan iradesi, kendi aralarında, geçmişi yüzyıllarla
ölçülen bir ittifak oluşturmuşlardı ve bu yönde bir
birikimin üzerinde yükseliyorlardı. Asker-sivil aydınların
eliyle ses bulan burjuva demokratik hak ve istemler
ise toplumsal gelişmelerin bir sonucu olarak, halkın
bir istemi olarak değil, Batı etkilerinin ve burjuva
demokrasisinin bir yansıması olarak doğmuştu. Sonuçta,
sultan-islam hukuku bağlaşıklığı bu hareketi ezdi.
d) İttihad Terakki ve Jöntürk İhtilali:
Abdülhamit'in otuz yıllık sultanlık dönemi aydınlar
için tam bir karabasan dönemiydi. En sıradan hak ve
özgürlüklerin kaldırıldığı, nefes aldırmamacasına katı
bir düzenin hüküm sürdüğü bu dönemin bir başka özelliği
de ülkenin yarı-sömürgeleşme sürecinin tamamlanmasıydı.
Emperyalist boyunduruk, kırlarda, madenlerde, limanlarda,
kısacası her yerde değişik düzeylerde de olsa etkisini
gösteriyordu.
Meclis-i Mebusan'ın kapatılmasından sonra, ilk on yıl
içinde Abdülhamit istibdadına yönelik olarak, Ali Süavi
ve Kleontin Skalyeri'nin darbe girişimlerinin dışında
herhangi bir direnme görülmemiştir. Anayasacı davranışların
eyleme dönüşmüş son çırpınışlarıydı bunlar. Ne var ki,
eylem alanındaki bu yenilgi, düşünsel düzeyde bir çöküntüyü
birlikte getiriyordu. Her şeye karşın, Tanzimat'tan
başlayarak ağır da olsa gelişen ve 1870'lerden sonra
etkinliğini artıran burjuva içerikli hareket, Abdülhamit
zorbalığı koşullarında serpilmeyi sürdürüyordu. (29)
Önce düşünsel düzeyde kalan çırpınmalar, 1889'dan sonra
eyleme dönüşmeye başladı. Bu dönüşümde ilk adım, gizli
örgütlerin kurulmasıydı. Bilinen gizli örgütlerin ilki,
'Askeri Tıbbiye' öğrencileri arasında kurulmuştu. Başlangıçta
etkinliği muhalif yayınları okumak olan örgüt, yabancı
yayınları da izlemekteydi. Örgüt kendisine Carbonarilerin
ve Formasonların örgütlenmelerini model almıştı. Hücreler
durumunda örgütlenme, hızla büyüdü ve kısa sürede diğer
okullara da sıçradı. Örgüt genişledikçe bürokrasi içinden
de yandaş buluyordu. Bu süreç giderek eylemlerin yeni
boyutlara ulaşması gibi bir sonuç doğuracaktı.
Nitekim 1894'teki Ermeni kalkışması, bu eğilimi açığa
çıkardı. Bu tarihte İstanbul'da ciddi bir Ermeni katliamı
başlatılmıştı.. Olaylar sırasında gizli örgüt ilk propaganda
bildirisini yayınladı. Bildirinin altında o güne kadar
görülmemiş olan bir imza yer alıyordu. Osmanlı İttihat
ve Terakki Cemiyeti...*
(*) Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti:
Osmanlı Birleşme ve İlerleme Derneği |
Bildiri önemli bir ilkeyi de sergilemekteydi. Şöyle
ki; Ermenilerin tek başlarına hareket etmeleri kınanıyor,
buna karşılık Osmanlı İmparatorluk sınırları içinde
yer alan tüm halkların ortak eylemi öne çıkarılıyordu.
Halklar ayrımının üstünde, etnik, dil ve din etmenlerini
ortadan kaldıran tek bir 'Osmanlı Ulusu' kavramı, Jön
Türk Hareketi'nin sahip olduğu ideolojik perspektif
olarak beliriyordu. (30)
1895-96 yılları arasında örgüt tüzüğü yayınlandı. Bu
tüzüğün, örgütün ilk merkez komitesinin kurulduğu dönem
oluşturulduğu sanılmaktadır. Tüzüğün içerdiği ana ilkeleri
şöyle sıralayabiliriz:
1) Osmanlı İ.T Cemiyeti; adalet, eşitlik, özgürlük,
vb. insan haklarını çiğneyen tüm Osmanlıların ilerleme
ve gelişmelerine engel olan ve vatanı yabancıların ellerine
bırakan şimdiki hükümetin hareket şeklini değiştirmek
üzere, kadın-erkek tüm Osmanlı yurttaşlarına açıktır.
2) Örgütün görevleri, şimdiki hükümetin yerine insan
haklarının koruyucusu ve uygarlık yolunda ilerlemenin
kaynağı olan meşrutiyet yönetimini geri getirmek ve
korumak, genel eğilimin ilerlemesine, tüm insanlığa
ve uygarlığa hizmet etmektir. Bu hayırlı amaçlara ulaşılmasına
engel olanlara ve örgütü ne türden olursa olsun zarar
ve tehlikelere uğratanlara vatan haini gözüyle bakılacaktır.
3) Örgüt, Osmanlı sülalesinin saltanat ve hilafet haklarını
kabul etmektedir. Ne var ki, hanedanın şeriata ve yasalara
aykırı hareketlerde bulunması, meşrutiyeti kabul etmemesi
ve insan haklarını korumaması durumunda, şeriata ve
yasalara uygun olarak gereken önlemler alınacaktır.
4) Osmanlı hükümeti, bağımsızlıktan ve ilericilikten
yana eşitlikçi bir hükümet durumunu aldıktan sonra,
örgüt, devletin politik bütünlüğü ve bağımsızlığı, eğitimin
yayılması, ahlakın yükseltilmesi, zenginliğin artırılması,
ticaretin çoğaltılması ve bayındırlık gibi, vatan ve
ulusa ruhça ve maddeten yararlı her türlü girişimde
hükümete yardım etmeyi ve onu arkalamayı kutsal bir
görev sayar.
Bu tüzük, Genç Osmanlı düşünüşü açısından bazı yenilikler
getiriyordu. Her şeyden önce devrim bir olgu olarak
kabul edilmekteydi. Burjuva liberal çizgi burjuva devrimci
bir doğrultuda gelişmeye başlamıştı. Diğer yandan üyelik
için kadınlara da erkeklere benzer eşit haklar tanınıyordu.
Kadın-erkek bütün Osmanlı vatandaşlarına eşit yaklaşım,
o günün koşullarında yeni ve cesur bir yaklaşımdı. Cemiyet,
amaçları arasında ekonomik kalkınmayı destekleme konusunu
da sayıyordu. Zenginliğin artırılmasının vurgulanması,
(bunu GSMH'ın büyümesi şeklinde de tanımlayabiliriz)
Jöntürkler'in ekonomik sorunlara ve çözümlerine öncelik
ya da başka bir deyimle ağırlık tanımasının somut bir
kanıtıydı.
1899 Yılı Jöntürk tarihinde bir dönüm noktası oluyordu.
Çünkü bu yıl, Almanlar'ın Bağdat Demiryolu tasarısı
somutlaşmıştı. Almanya ile Abdülhamit yönetimi arasında
yoğunlaşan dostluk, İngiltere'ye bağlanmış bulunan bazı
Osmanlı çevrelerini tedirgin ettiğinden, bunların desteği
hatta katılmasıyla, Jöntürk akımı önemli bir canlılığa
kavuştu. Görülüyordu ki özgürlükçü mücadele, Osmanlı
Devleti'ndeki İngiliz-Alman rekabetinin değişik düzeyde
bir boyutu durumuna gelmişti. Almanlar'ın yönetim üzerindeki
ağırlıklarının artması ölçüsünde, İngiltere muhalefete
destek oluyordu.
Sonraki süreç, toplumsal ilişkiler açısından önemli
bir dönüm olacaktı. Bu sürecin öne çıkan niteliklerinden
biri de Anadolu eşrafının burjuvalaşma eğilimleri ve
bu eğilimin emperyalizm tarafından önemli oranda bastırılması
oldu. 1890'lara kadar Anadolu ticareti ağırlıklı olarak
Rus ve Ermeni tüccarların elinde idi. 1894-95 olaylarından
sonra, Anadolu'nun birçok yerinde ticari etkinlik Türklerin
eline geçti. Ama Türk tüccarları bu kez daha büyük bir
engelle karşılaştı: Kendilerine her türden ayrıcalığı
kolaylıkla tanıyan ve Türk burjuvazisini girdiği her
yerde yıkan emperyalizm..
Bu noktada komprador-feodal yönetimin de emperyalizmin
yanında yer alması, Anadolu eşrafını Jöntürkler'in yanına
itti. Anadolu eşrafının böyle bir eyleme girişmesinde,ülkenin
çeşitli yerlerine sürgün edilmiş bulunan Jöntürk'lerin
önemli rolü olmuştu.
1905 yılında patlak veren Rus Devrimi, tüm az gelişmiş
ülkeleri olduğu gibi Osmanlı ülkesini de etkilemiş ve
bu etki Jöntürkler'de somutlaşmıştı. Lenin bu durumu
şöyle açıklamaktaydı:"Dünya kapitalizmi ve 1905
devrimi Asya'yı kesinlikle uykusundan uyandırdı. Ortaçağ
durgunluğu içindeki ezilen milyonlar, horlanan insanlar
demokrasi için, en insanca hakları için savaşa, yani
yeni bir hayata doğru uyandılar." (31)
Ağır sansüre karşın İstanbul dışındaki basında 1905
Devrimi'ne ilişkin haberler çıkmaktaydı. Örneğin Sofya'da
yayınlanan Feryad Gazetesinin 2 Kasım tarihli sayısında
"kendi halkının da bu örneği izleyeceğinden ve
askerlerin silahları kendisine çevireceğinden korkan
Abdülhamit'in sansürü sertleştirdiği" yazılmaktaydı.
(32)
Bu önlemler, Karadeniz'deki Rus Donanması denizcilerinin
eylemlerinin, Potemkin olaylarının genç Türk subayları
arasında geniş yankılar uyandırmasını engelleyemedi.
Bu ilgi daha sonraki hareketlilik döneminde etkisini
gösterecekti. Avrupa'nın en otokratik ülkesinde ayaklanma
olabileceği yolunda güçlü bir sonuç olan 1905 Rus devrimi,
doğallıkla baskı ve zorbalık altında ezilen ve geçmişten
gelen bir karşı mücadele geleneğinden yoksun Türkiye
gibi ülkelerin aydın ve yarı-aydını için ışık olmuştu.
Nitekim 1905 sonrasında Türkiye ordusu içinde kalkışma
eylemlerinin giderek yaygınlaştığını görürüz. 1906-7
yılları arasında bu durum önemli oranda yaygınlaşmıştı.
Bu hareketlerin büyük bir bölümü yerel nitelikte idi
ve ordu yönetimindeki belirli aksaklıklara yönelikti.
Özellikle Yemen'e gönderilen birliklerde görülen bu
eylemlerin en yaygın türü, görevden kaçma niteliğindeydi.
Bütün bu silahlı ya da silahsız kalkışma eylemlerinin
ortak yanları, 'Osmanlılık' anlayışından yoksun ve örgütsüz
hareketler olmalarıydı. Ama önemli olan örgütsüz olmaları
değil, 'kalkışma' düşüncesini yaygınlaştırmaları ve
gelecekte gerçekleşecek bir kalkışmanın etkisiz kalmamasına
temel olmalarıydı.
1906 Yılının Eylül ayında, Selanik'te on kişinin katılımıyla
gerçekleştirilen bir toplantı sonucunda, Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti kuruldu. Bu, Jöntürk Hareketi açısından çok
önemli bir olaydı. O zamana kadar geçen zaman, Osmanlı
Terakki ve İttihatı adlı örgütün güçlenmesine ya da
var olan potansiyeli değerlendirmesine yetmemiş, örgüt
Abdülhamit'e karşı yükselen Jöntürk potansiyelini toparlayamamış,
kendi içinde dönüşümü sağlayamamış ve bu yönde ciddi
eylemler koymadan önemli darbeler yemişti. Sonuç olarak
yurt dışına çıkan Terakki ve İttihat önderleri, orada
da iç bütünlüklerini koruyamamış ve bölünmüşlerdi.
Oysa Osmanlı Hürriyet Cemiyeti daha başlangıçta önemli
adımlar atan bir örgüt olacaktı. Balkan uluslarının
ulusal mücadelelerinin giderek yükseldiği Rumeli'de
bir sıcak savaş ortamında doğan örgüt, büyük bir gizlilik
içinde ve hücreler biçiminde örgütlenip diğer çeşitli
grupları da toparlayıp hızla gelişti. Örgütün gelişimini
kendi yararına bulduklarından, Mason Locaları da örgüte
önemli bir destek vermekteydi. Ayrıca örgüt çeşitli
eylemlere kalkışmak amacıyla askeri bir kol olarak 'fedai
bölümleri' oluşturmuştu. Böylece çok yönlü bir etkinlik
ve gelişme amaçlıyordu. Ancak bir süre sonra örgütün
gelişmesinin İstanbul Hükümeti'nin örgütün üzerine yürümesi
gibi bir sonuca yol açması, örgüt önderlerinin bir kısmının
1907 Mart'ında yurt dışına çıkmalarına neden oldu.
Paris'te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ve Osmanlı Terakki
ve İttihat Cemiyeti önderlerinin birbirleriyle çeşitli
düzeylerde süren tartışmaları birleşme sonucunu gündeme
getirince bunun çözümü ve genel anlamda Jöntürk Hareketi'nin
toparlanması amacıyla bir kongre düzenleme yolu tutuldu.
Bu kongre, Jöntürk Hareketi açısından bir dönüm noktası
olarak kabul edilecekti.
27 Aralık 1907'de Paris'te toplanan kongre 20 oturum
sürecekti. Kongrede şu üç noktada anlaşma sağlandı:
1- Tüm örgüt üyelerinin oybirliğiyle sultanı tahttan
feragata zorlamaya ve ancak ondan sonra silahlarını
bırakmaya karar vermeleri,
2- Örgüt üyelerinin tüm Osmanlılar için eşitlik ve özgürlük
temeline dayanan bir temsili parlamentonun toplanmasına
karar vermeleri,
3- Bu amaçlara ulaşmak için, barışçı ve devrimci yolların
araştırılmasına yönelik sürekli bir komitenin kurulmasının
onaylanması.
Bu son noktaya ilişkin çeşitli eylemlerin tartışılması
sonucunda, dört eylem biçimi üzerinde uzlaşma sağlanmıştı.
Bu dört eylem biçimi şunlardır:
Genel ayaklanma,
Hükümete karşı silahlı direnme ve genel grevlerle oluşturulacak
silahsız karşı koyma eylemleri,
Vergi ödememe gibi pasif direnme yöntemlerinin uygulanması,
Ordu içinde örgütlenerek devrim sırasında ordu gücünün
kazanılması. (33)
Kongre, Jöntürk Hareketi'nin burjuva liberal niteliğinin
giderek burjuva, devrimci içerik kazanması yolunda ve
Jöntürk politikasının Avrupa'daki sürgünlerin denetiminden
çıkarak Osmanlı ülkesinde, özellikle Rumeli'de yoğunlaşması
yolunda bir dönemeç oldu.
Meşrutiyet'in ilanıyla sonuçlanacak olaylar zinciri,
İngiltere'nin 3 Mart 1908 genelgesiyle ve Makedonya
konusundaki girişimiyle sürdü.
İngiliz tasarısının uygulanması durumunda Makedonya
bağımsız olacak, Arnavutluk elden çıkacaktı.
İT'nin varlığını resmen duyurması Mayıs ayı içinde oldu.
Manastır'da Rusya dışındaki emperyalist devlet konsolosluklarına
bir tasarı sunuldu. Bunu izleyen olay, Temmuz 1908 günü,
Resne'de kolağası Niyazi'nin ikiyüz kadar asker ve ikiyüz
kadar sivilden oluşan oldukça kalabalık bir güçle dağa
çıkması oldu. İttihat-Terakki'li başka subaylar da dağa
çıkmaya başladılar. Ve hareket örgütün malı oldu. 5
Temmuz'da Manastır örgütü kentin sokaklarına Meşrutiyetçi
bir bildirge yapıştırdı. 23 Temmuz günü yine Manastır'da
21 pare topla İT tarafından Meşrutiyet ilan edildi.
(34)
İmparatorluğun son dönemindeki bütün ekonomik, siyasal
ve sosyal olgular doğrudan doğruya Anadolu Harekatı'nın
zemini ve onun önderliğinden sınıfsal niteliğine kadar
çeşitli özelliklerinin de biçimleniş süreciydi..
DİPNOT VE KAYNAKLAR
(1) Muzaffer Akdağ, Osmanlı İmparatorluğu'nda
Kuruluş ve İnkişaf devresinde Türkiye'nin İktisadi Vaziyeti.
(geri
dön İ)
(2) Muzaffer Akdağ, age.(geri
dön İ)
(3) Mahir Çayan, Toplu Yazılar (geri
dön İ)
(4) İ.H. Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri. (geri
dön İ)
(5) Grundrisse "Ekonomi Politiğin Eleştirisi için
ön çalışma" (Karl Marks)
Grundrisse yayıncısının burada bir dipnotu var. Bize
de daha doğru gelen bu notu da buraya almakta yarar
görüyoruz.
"Marks'ın buradaki Asya tarzı toplum anlayışı,
çeşitli tartışmalara konu olmuştur. Bireyin toplum karşısında
özel mülkiyete ve ona dayalı bir iradeye sahip olmadığı
tüm toplum biçimlerini Asya'ya mal etmek Hegel'den kaynaklanan
bir tavırdır. (Hukuk Felsefesi) Hegel ve Marks'ın Çin,
Hindistan ve Türkiye'de bulunduğunu varsaydıkları bu
düzenin anlatılan biçimleriyle, bu ülkelerde herhangi
bir tarihte var olup olmadığı tartışılabilir. İkincisi,
bu üç ülkede adı geçen düzen tüm toplumların üst birliğini
temsil eden devlet ve hükümdar ile toplumlar arasındaki
ilişkiye dayanır. Bu derece karmaşık bir toplumsal örgütlenişi
ve sınıf yapısını içeren bir düzen ile Slav, Romen,
Moğol, vb. kabileleri gibi henüz devlet ve sınıf olgularını
tanımayan ilkel toplumları aynı başlıkta toplamanın
doğruluğu tartışılabilir. Üçüncüsü, örneğin Türkiye
gibi bir yerde bu düzen bin yılı aşkın sürede özel/kamusal
toprak mülkiyeti ikiliğine dayalı düzende bir bin yıldaha
bunun çözülmesine ve yarı feodalleşmesine dayalı Bizans
döneminden sonra kurulmuş olduğuna göre "Asya"
tarzının örneğin antik tarzdan "daha ilkel"
oluşu da tartışılabilir." (geri
dön İ)
(6) Ö.L. Barkan, Toprak Meseleleri. (geri
dön İ)
(7) Stanford Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,
C.1. (geri
dön İ)
(8) Mahir Çayan, Toplu Yazılar. (geri
dön İ)
(9) Cemal Bardakçı, Anadolu İsyanları. (geri
dön İ)
(10) Muzaffer Sencer, Türkiye'nin Yönetim Yapısı. (geri
dön İ)
(11) Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu. (geri
dön İ)
(12) Son ve Kesin Tasfiyesi 25 Mayıs 1954'de ancak tamamlanabilen
Düyun-u Umumiye'nin gücünü ve halk üzerindeki sömürüsünü
bir örnekle anlatalım. 1910 yılında %5,58 gibi yüksek
bir faizle 550.000 altın lira değerinde İtalyan hisse
senedi alınmıştı. Düyun-u Umumiye'nin istekleri ile
sağlanan bu alışverişten elde ettiği 550.000 altın lirayı
İtalya, Osmanlı Devleti ile tutuştuğu Trablusgarp Savaşının
masraflarında kullanacaktı. Dolayısıyla komprodor feodal
Osmanlı Devleti, niyeti ve amacı çok açık olan İtalya'nın
kendisine karşı hazırladığı savaşın finansmanına katılmış
oldu. Savaş sonrasında Türkiye'ye tazminat olarak 50.000.000
Frank ödedi. Ancak bu paraya Düyun-u Umumiye el koydu.
Gerekçesi ise, Osmanlı Devletini gerçekte kimin yönettiğini
ortaya koyuyordu. (Bakınız: Niyazi Berkes, age) (geri
dön İ)
(13) O.Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi. (geri
dön İ)
(14) O.Kurmuş, age. (geri
dön İ)
(15) H.Avni Sonda, Yarı Sömürgeleşme Tarihi. (geri
dön İ)
(16) Burada kapitalizmin giderek egemen süreç olduğu
Balkanları saymıyoruz. Bu bölgede kapitalizm daha 17.
yy.'dan itibaren etkili olmaya başlamıştı. 19.yy'a gelindiğinde
ise egemen süreç durumundaydı. Bu sürece uygun olarak
Balkanlar'da zaten oldukça azalmış topraklar, Osmanlıların
denetiminden çıkacaktı. (geri
dön İ)
(17) Nitekim 19. yy'ın son çeyreğinde Osmanlı bürokratları,
Osmanlı Devletinin yanısıra İngiltere, Fransa, Almanya
ve Rusya'ya da kapılanmaya başlamışlardı. Keçizade Fuat
Paşa, Ali Paşa, vb. Fransızcı, Mahmut Emin Paşa Rusçu,
İngiliz Kamil Paşa adı üstünde İngilizci, nihayet son
dönem ittihatçıları da Almancıydı... (geri
dön İ)
(18) Ö.L. Barkan, age. (geri
dön İ)
(19) Bu bölgelere buharlı nadas makineleri 1881, harman
makineleri (patoss) 1840 tarihlerinde girmiştir. Bu
türden araçlar dönemin koşulları içinde modern makinelerdi
ve bu erken giriş önemli etken oldu. (geri
dön İ)
(20) Osmanlı tarihinin geniş bir kesitini kapsayan Celali
İsyanlarını, köylülüğün bir sınıf olarak, temel üretici
güç olarak hakları için hareketlendiği başkaldırılar
olarak nitelemek, abartılı olur. Celali İsyanları, köylülüğün
düzene karşı tepkisinin dolaylı bir biçimde dile getirilişiydi
ama genellikle tımarın, sipahilere değil devşirme kapıkullarına
verilmesinden dolayı, tımardan yoksun kalan sipahilerin
başını çektiği Celali İsyanları, temel kadrolarını yoksul
ve topraksız köylülüğün oluşturmasına karşın önderliği,
amaçları ve yönelimleri bağlamında Batı'nın gelenek
yaratan ve feodalizmi sarsarak yıkıma sürükleyen köylü
hareketinden oldukça uzağa düşmekteydi. (geri
dön İ)
(21) Geçmişte ipekli dokuma alan tacir, daha sonra ipek
işçiliği alarak, önce ipekli dokuma sanayini yıkacak
daha sonra ipek ipliği yerine yalnızca ham ipek alarak
küçük üreticinin yan uğraşı olan ipek ipliği eğiriciliğini
yıkacak ve daha sonra da ham ipeği de kendi üreterek
bu uğraşı esas iş edinen küçük üreticileri de yıkacak,
ama yıkıma uğrayan üreticiler kendilerini yıkıma uğratan
sermayeye ücretli işçiler olarak emeklarini satmayacaklardı.
(geri
dön İ)
(22) İsmail Hüsrev, Türkiye Köy İktisadı. (geri
dön İ)
(23) Muzaffer Erdost, age. (geri
dön İ)
(24) T.Çavdar, Osmanlıların Yarı Sömürgeleşmesi. (geri
dön İ)
(25) T.Çavdar, age. (geri
dön İ)
(26) 1867'de kişisel nedenlerle Fuat Paşa ile çekişen
ve sonuçta Paris'te zengin bir sürgün hayatı yaşayan
Mısır Prensi Mustafa Fazıl Paşa, Osmanlı ülkesindeki
meşrutiyetçi akımın içinde olduğunu göstermek amacıyla
Fransızca'dan bazı mektuplar yayınladı. Bunlardan birinde
kendisini "Genç Türkiye Partisi'nin temsilcisi
olarak gösteriyordu. Bu yakıştırma Avrupa'da tuttu.
Osmanlı Devletini liberal yoldan geliştirmek gibi bir
amaç güdenlere ya da bu içeriğe sahip görüntü verenlere
Jöntürk dendi. Bilindiği gibi 19.yy'da Avrupa'da feodalizme
karşı mücadele eden liberal hareketler "Genç"
nitelemesiyle anılmaktaydı. Avrupa'da gerek 1. Meşrutiyet
için mücadele eden Mahmut Kemal'ler kuşağına, yani Genç
Osmanlılar Hareketi'ne, gerekse 2. Meşrutiyet için mücadele
edenlere yani İttihat ve Terakkili'lere Jöntürk denildiği
halde, Türkiye'de Jöntürk terimi daha çok 1889'dan sonraki
dönemde, 2. Meşrutiyet için mücadele edenleri tanımlamak
için kullanılmaktaydı. (geri
dön İ)
(27)T.Çavdar, age. (geri
dön İ)
(28) T.Çavdar, age. (geri
dön İ)
(29) T.Çavdar, age. (geri
dön İ)
(30) T.Çavdar, age. (geri
dön İ)
(31) V.Lenin. (geri
dön İ)
(32) Niyazi Berkes, age. (geri
dön İ)
(33) T.Çavdar, Türkiye'de Burjuva Demokratik Düzene
Yönelik İlk Hareketler. (geri
dön İ)
(34) Sina Akşin, Jöntürkler ve İttihat Terakki. (geri
dön İ)
ANA
SAYFAYA DÖNMEK İÇİN TIKLAYINIZ
|