Barikat Gazete ve Yayıncılık |

Ölüler adına
Bizim ölülerimiz adına
Bir ceza istiyorum
Vatana kan sıçratanlara
Bir ceza istiyorum
Bu ateşemri veren cellatlar
için
Bir ceza istiyorum
Bu suçla
İktidara gelen hain için
Bir ceza istiyorum
Can çekişmeyi başlatanlar
için
Bir ceza istiyorum
Bu suçu savunanlar için
Bir ceza istiyorum
Kanımızı emmiş ellerini
Bana uzatsınlar istemiyorum
Bir ceza istiyorum
Onları evlerinde rahat
ve elçi olsunlar diye
değil
Onları burada, bu yerde
suçlu ve hüküm giymiş olarak
Görmek istiyorum
Bir ceza istiyorum...
PABLO NERUDA
ÇAĞDAŞ PROMETHEUS'LARA...
"Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi
benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama
ben onu dinlerken korkmuyorum."
Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü
odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu,
işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı.
Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı.
Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına
götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki
yontusu tutuldu. O,küçümseyen bakışla kafasını çevirdi.
Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar
tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun
ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat
kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman
olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı,
Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı...
İnsanlık tarihi , özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe
özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca
mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında
hep zorbalığı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla
dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde
varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi
başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır.
İnsanlık tarihi başkaldırıyla başlamıştır. Cennet bahçesindeki
Adem ve Havva tıpkı ana rahmindeki cenin gibi doğanın
bir parçasıyken bir buyruğa boyun eğmemek yürekliliğini
gösterdiklerinde ancak gözleri açılmıştır. Onlar, başkaldırı
yüzünden cezalandırılmış ama bu ilk özgürlük eylemiyle
insanlık tarihini başlatmışlardır.
Bir diğer başkaldırıcı Prometheus da ilk devrimcidir.
Tanrısal düzene kafa tutan, onlardan ateşi çalan (yaratıcılığı,
bilimi, uygarlığı) çalan ve insanlara vererek dünyayı
değiştirmek yolunda bir adım atan Prometheus, "Tanrıların
her şeye boyun eğen hizmetkarı olacağıma, bu kayaya
zincire vurulmayı yeğlerim", "Zeus tahtından
düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yok" diyerek
özgürlüğün yolunu göstermiştir. Uygarlığın asıl temeli
böylece atılmıştır.
İnsanlığın evrimi, sadece egemen güçlere karşı "hayır"
deme yiğitliğini gösteren kimselerin ortaya çıkmasıyla
değil, aynı zamanda yeni düşünceleri susturmaya çalışan
ve değişikliğin anlamsız olduğunu öne süren yerleşmiş
kanıların otoritesine karşı da başkaldırma niteliğine
dayanmaktadır.
Tarih, bu niteliği ve yeteneği gösteren sınıfların ve
öncü bireylerin omuzlarında evrilmiştir. Spartaküs,
Münzer, Bruno gibi onlarca, yüzlerce inanç kahramanı
tarihi yapan toplumsal insan olarak dünyayı yorumlamaktan
değiştirmeye yönelen praksisleriyle bu evrime damgalarını
vurmuşlardır. Onlar, kahraman ve öncüdürler. Ama, eşyanın
doğal akışını durdurabildikleri ya da değiştirebildikleri
anlamında değil, eylemlerinin bu kaçınılmaz ve irade
dışı akışın bilinçli ve özgür ifadeleri olması anlamında
onlar birer kahramandır. Çünkü herkesten daha ilerisini
görür ve istediklerini herkesten daha güçlü isterler.
Engizisyona başeğen Galileo, Brecht'in ağzından: "Yazık
kahramanlara gerek duymayan ülkeye" derken, bu
dünyanın neden kahramanlar yarattığı sorusunu yanıtsız
bırakır.
"Yaşamı bende seviyorum. Ama inançlarım bunun üzerindedir.
Bir kahraman olmaktan her zaman nefret ettim. Ama geleceğin
genç gönüllerindeki ateşi tutuşturacak bir alev gerekli
ise beni kahraman yapmalarına da dayanabilirim"
der Bruno. Yaşamak her zaman iyi bir mevkiden, güzel
ve sadık bir eşten, şirin çocuklarla tüketilen sıkıntısız
ya da küçük çelişkilerle süslenen bir ömürden çok daha
anlamlıdır. Toplumsal öncüler, bireysel mutluluklarını,
özgürlük arayışına yönelik eylemlerinde gerçekleştirirler.
Onca acıya, işkenceye, baskıya rağmen.... Mutluluk,
direnişin, başkaldırının, sürüden bir olmamanın mutluluğudur.
Eğer, başkaldırı niteliği insanlık tarihinin başlangıcını
oluşturmuşsa, boyun eğme de insanlık tarihinin sona
ermesine neden olabilirdi. En önemli öge, "hayır"
diyebilme, güçlü olanın ve kamuoyunun buyruklarına başeğmeme
; uykudan uyanma ve insan olma; başkaldırmadır. Havva,
Prometheus, Spartaküs, Bruno ve niceleri büyük "suç"ları
insanları özgürleştirme adına işlemişlerdir. İnsanlık
tarihi sona ermeyecektir. Çünkü; onlar anlamlı bir şekilde
"evet" demektir. Dünya halkları insanlık tarihinin
devam edeceğini haykırır : "Başkaldırıyoruz o halde
varız!"
Anadolu topraklarında başkaldırı türküsü, Hallac-ı Mansur'dan
Baba İshak'a Pir Sultan'dan Şeyh Bedrettin'e söylenegelmiştir.
Toplumsal isyan bilincinin yer etmesiyle bu gelenek
proleter devrimcilerce sürdürülmüştür. Daha güzel bir
dünya için emperyalizme ve faşizme "hayır"
diyen devrimciler, evrensel ve ulusal düzeydeki başkaldırı
geleneğinin, insanlık tarihinin çağdaş halkasıdırlar.
İşte her birinin iç dünyası Quasimado'nunki kadar güzel,
ölümü Spartaküs kadar trajik olan öykümüzün kahramanları
da binlercesi gibi, en koyu baskı ve sömürünün kolgezdiği,
insanların ön ilikleyen, şapka çıkartan uysal bir canlı
konumuna sokulmak istendiği koşullarda "hayır"
diyebilme gücünü göstermişlerdir.
Onlar tarihsel ve toplumsal başkaldırı geleneğinde "hayır"
demenin onurunu taşıyarak, mücadelenin sayısız direnişlerinden
biri olarak insanlık evrimindeki yerlerini almışlardır.
Bu başkaldırı gününün her yıldönümünde onları, anılmalarının
yolunun yeni başkaldırılar yaratmaktan geçtiği bilinciyle
saygıyla anıyor, Haziran öykülerini çağdaş Prometheus'lara
adıyoruz...
"Onlar, yaşamlarıyla ve ölümleriyle
bir dönemi, devrimci hareketimizin henüz emeklediği
bir dönemi kişiliklerinde simgeliyorlardı. Onları anlatmak,
onları yaratan koşulları, ortamı kavramak, onları genel
devrimci hareketle birleştiren ve ayıran özellikleri
yakalayabilmek bu dönemin çözümlenmesinden başka bir
şey olmayacaktır. Onlar, genç yaşta olgunlaşan cılız
omuzlarında güçlü bir mücadeleyi taşıyan, olağanüstü
fedakarlıklarla, devrimci inanç ve coşkuyla acılara,
işkencelere direnerek, tüm acemilikleriyle, hata ve
eksiklikleriyle ellerindeki bayrakları yurdun dört bir
yanında dalgalandıran bir kuşağın temsilcisiydiler."
"O, bir rüzgardı. Onun nasıl
bir rüzgar olduğunu belirlemek zor, belki de olanaksız,
Bir hareket, bir ışık olarak görülebilir belki.
O, bir kasırgaydı, kuşkusuz kavgasında kolları bükülmez,
ayakları yorulmaz bir tanrı olan tayfun'du. O, zorlu
bir rüzgardı.
Dostlarına, arkadaşlarına karşı ise batı rüzgarı, Zephyros
gibi koruyucu ve tatlı bir esintiydi. Başı çiçeklerle
süslü, kelebek kanatlı, güzel ve sarışın bir delikanlı
olarak betimlenen ve havalarda süzülen, yanında uzun
örtüleri, başları üzerinde savrulan kuğulara binmiş
fidan boylu genç kızlar bulunan Zephyros imgesi ona
uygun düşer."
"Bir devrimcinin yaşamı ve ölümü
bir parantez içindeki tarihten ibaret değildir. O iki
tarih arasındaki tire ne anlatabilir ki? Her toplum
savaşçısının yaşamı, anlatmaya, incelemeye, bir tarihçi
gözüyle irdelenmeye değer. Onlar unutulmamalıdır. En
azından genç kuşakların, onların adını duyacak olanların
gözünde onların imgesi canlanabilmeli, devrimci hareketimizin
bir dönemi görülebilmelidir. Bu geçmiş dönemde dostun
ve düşmanın tanıdığı bildiği onlar, zamanın unutturucu
etkisine terk edilmemelidir."
"Devrimcilik onlar için bir yaşam
tarzıydı.İşçi mahalleleri, atölyeler, işçi kahvehaneleri
onların eviydi. İşçilerle konuşmak, onların arasında
kaybolmak, sabırla ve dikkatle onlara bilgi kırıntıları
verebilmek bir zevkti. Ne geçmiş yaşamın alışkanlıkları,
ne de devrimci yaşantının yer yer rahat, olanaklı alanları
onlar için çekici değildi. Diz boyu çamur, yapışkan
sıcak ve toz toprak içindeki gecekondu mahalleleri yaşamlarının
te kendisiydi. Onlar, ulaştıkları mücadele bilinçleriyle
tercihlerini ve yoğunluklarını seçmiş, alışkın oldukları
yaşam tarzlarını ve kültürlerini öne çıkarmamayı bilmişlerdir."
"Türkiye'de devrimci olmayı bir
ruh hali olarak algıladım. Değişken biçimlerde kendini
dışa vuran bir içsellik... Ve bu içselliğin merkezine
hep muhalif olmayı oturttum. Düşündüğü gibi yaşamaya
çalışan, inandığınca dönüştürmeye çabalayan bir insan
olmak... Devrimciliğin bu uzlaşmaz ruhunu bazen slogana
dönüşen bir çığlıkta, bazen bir idam sehpasında, bazen
yere atılan bir karanfilde, bazen de koyu bir suskunlukta
buldum ve ille de ölümlerde... Bir devrimci için çok
şey söylenebilir. Yaşama bakışı, dünyayı çözümleyişi,
mücadelesi, özgürlük arayışı, insan kavrayışı, kişiliğinin
parçaları olarak sergilenebilir. Ama, bir devrimcinin
ölümü çok daha anlamlı renkler içerir, her zaman çok
daha renkli ve dolu olur. Bu ölümü anlamlandıran, o
yaşamın bir araya gelen parçaları da olsa, bunu ötesinde
kavramlara götüren ölümün 'son' olma özelliğidir. Söylenen
son sözün çok katmanlı anlamlar içermesidir...
Devrimciler, ölümleriyle birlikte
söylemleşirler. Kimi zaman bir söylence gibi, ruhları
boşaltılmış, zararlaştırılmış biçimde söylemleşir ;
kimi zaman hep 'yasak' kalacak, zulalarda saklanacak
bir söylem...
Türkiye'de devrimciler adlandırılmıştır. '68 kuşağı'
gibi, '74 kuşağı' gibi... Adlandırmanın ne kadar doğru
olduğu bir yana, bize öncülük eden '68 kuşağı'nın hemen
her yönüyle söylemleşmesinin içerdiği tehlikelere karşı
durmanın önemine inanıyoruz. Ve dahası, '74 kuşağı...
belki daha genç, daha acemi ama daha bir biz olan dönem...
kendimiz, yakın geçmişimiz... ve ölümlerin anonimleştiği
bir dönem... trajikliğin ötesinde sonları sessizce pay
eden ölümleri kabullenenler.. Ve hep 'yasak' kalmasını
dileyeceğim bir gelenek... Değiştirme, bilmekle başlıyor.
Bilmekse kendini tanımak... onları... Yasak bir tanıma
olmalı bu, resimleşmeyecek, söylemleşmeyecek bir bilgi,
onların bilgisi, değiştirmeye hizmet edebilir...
Onları, bireysel yaşamlarıyla ancak duydum. Onun ötesinde
belki bir mitingde, belki bir seminerde, bir köşe başında
herkes gibi birlikte oldum; ama mutlak bir sevinci birlikte
taşıdık, bu kesin. Ve eğer bir şeyler değiştiyse, daha
güzel olsun istendiyse, bu, onların var olduklarının
kanıtı olmamış mıdır? Ölümün rastlantısal niteliği onlara
denk düştüyse, biraz daha kıyıda olduklarından değil
midir?.. Tarihi kahramanların yapmadığını biliyoruz
ve insanın bir taşıyıcı olduğunu da... Onlar kimbilir
hangi ırmaklardan aşıp gelen kendi renklerini taşıdılar
ölüme, kendi üsluplarını... Ve bir çizginin süreğen
çığlığı oldular,bazen karanfile, bazen yumruğa, zaman
zaman suskuya, namluya ve taş çocuklarına dönüşebilecek
evrensel bir çığlık... hep 'yasak' kalacak, evcilleşmeyecek..."
"Onun ölümü büyük bir kayıptır.
Onun öldürüldüğü operasyon "Büyük Darbe" olarak
adlandırıldı. Ve ondan: " Son on yılın en büyük
şehir gerillası" diye söz etti polis raporları."
" 1974 sonrası yükselen kitle
mücadelesinde onlar ön saflardaydı. Berec, Sungurlar
(Avcılar ve Küçükköy), Beko, Kültür sarayı, Vita, Timle
ve birçok işçi direnişlerinde, grev çadırlarında onlar
da vardı. OLEYİS'in grevlerinde, grev kırıcıları ve
faşistlerle mücadelede onlar da vardı. Ses Geçirmez
Akustik Plete Sanayi, Mensucat Santral fabrikalarında...
bizzat örgütlenme çalışması yapanlar onlardı. Gençliğin
demokratik mücadelesinde, boykotlarda, işgallerde, yürüyüş
ve mitinglerde en ön saflarda onlar da vardı. İ.T.Ü
Merkez Bina, D.M.M.A.G.M, vb., işgallerinde de yer almışlardı.
Onlar ikinci kuşak devrimci hareketin bu alanlarında
yetişmişti. İstanbul Orta Öğrenim Derneği (İDOD), İstanbul
Yüksek Öğrenim Derneği (İYÖD), İlerici Yapı İş Sendikası
gibi kitle örgütlerinde başından itibaren aktif faaliyette
bulunmuş, ileri militan düzeyinde görev almışlardır."
"< Bu sabah polisin düzenlediği
operasyonlarda dört..... militanı ölü olarak ele geçirilmiştir.
Polisin yaptığı açıklamaya göre.....>"
Spikerin tekdüze sesi öğle yemeğine oturmuş koğuşun
içinde yankılandı. Sanki bir film aniden durmuş hep
aynı sahne ekranda kalakalmıştı. Kimse ne yapacağını
bilemiyordu. Eldeki kaşığı tabağa daldırmak, hiçbir
şey olmamışçasına yemeğe devam etmek olanaksızdı. Az
önceki neşe, iştah ani bir sessizliğe dönüşmüş, her
şey susmuştu. Sadece ufak, cızırtılı radyonun sesi koğuşu
dolduruyordu. Spikerin ağzından çıkan isimler birbirine
eklendikçe henüz bilincine varılmamış bir gerçek gözler
önüne seriliyordu. Sessizlik sinir bozucu bir ağırlık
oluşturuyordu. Sanki yaşanan o an gerçek değildi. sanki
her şey kötü bir şakaydı. Devrimcilerin ölümünün doğallığı
o an için unutulmuş, ölüm soğukluğu ve acımasızlığıyla
spikerin ağzından dökülen kelimelere dönüşmüştü. Hiçbir
haber bülteninde görülmemiş bir şey bekleniyordu: haber
okunacak ve spiker yalanlayacaktı! Olabilir miydi? Olamazdı
elbette. Olmadı da. Hiç olmazsa ölümlerinin kesin olmadığı
söylenseydi" O da olmadı. Hiç biri olmadı. Spiker
aynı tekdüze ses tonuyla yeni bir habere geçmişti bile.
Dört devrimcinin, dört toplum savaşçısının ölüm haberini
vermek spiker için hava durumunu vermekten farklı değildi.
Hep aynı ses tonu... Dört insanın ölümünün yaşam için
anlamı neydi ki? Biz yaşıyorduk ve birazdan karavanalar
için havalandırmaya çıkarılacaktık. Onların ölümüne
ve bizim ağır ağır hissedeciğimiz derin acıya rağmen
yaşam devam edecekti. Daha da garibi onlar birer birer
kanlarını toprağa bırakırken biz hiç bir şey hissetmedik.
Ne birinin yürek çırpıntısını, ne diğerlerinin attığı
sloganları duyamıyorduk. Onlar artık yoktu. Ve biz yaşamaya
devam edecektik. Sarhoş gibiydim. Gerçeği biliyor ama
duyumsayamıyordum. Sanki bilincim boşaltılmış ve ben
bir tül perdesinin ardından dünyayı izliyordum. Bu karmaşık
düşüncelerle masadan ayrıldım. Yalnız kalmak, alabildiğine
yalnız kalmak, düşünmek istiyordum. Ranzama çıktım.
Kimse sessizliği bozmaya cesaret edemiyordu. Herkes
salyangoz gibi kendi yüreğinin kabuğuna çekilmişti.
Ağır bir tortu gibi çöken sessizlik, bunaltıcı bir duygu
atmosferi oluşturuyordu.
Aradan günler geçip ölümleri onlarca kez doğrulandığı
halde hala içimde bir umut vardı. İnanamıyordum. Birilerinin
çıkıp ölümlerini yalanlayacağına ya da kendilerinin
haber göndereceğine öylesine inanmıştım ki gazetedeki
resimleri bile bana sahte geliyordu. Fakat ortada acı
bir gerçek vardı ve bu gerçeğin bilincine vardıkça acı
çekmeye, onları kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşamaya
başladım. Kendimi büyük bir ameliyattan çıkmış gibi
halsiz ve bitkin hissediyordum.
Sanki damarlarıma enjekte edilen narkoz
etkisini yitirmiş, vucuduma atılan her neşterin acısını
yeni yeni duymaya başlamıştım. Sık sık onları düşümde
görüyordum. Düşlerim çoğu kez gerçek mi, düş mü diye
ayırmakta güçlük çekiyordum. Yaralıydım. Gerçeğin açtığı
bu yaradan sızan kan onları sonsuzlaştırmanın coşkusunu
oluşturuyordu. Onlar, unutulmamalıdır, unutulmayacaktır.
"Yaşam kendini akışı içinde yitirip giden bir zamandır.
Zamanı bu akıştan kurtarmamız gerekir." Bu da onları
sonsuzlaştırmakla olur. Yalnızca eşitsizliğe karşı başkaldırı
insana bu sonsuzluğu sağlar."
BU EV, ADA OLACAK
"Bir ev. Bir ada.
Her ada kuşatılmıştır. Her adada kuşatmayı yaracak birileri
vardır. Kuşatmalar yarılacaktır. Kuşatmalar adalıların
silahlarıyla, silahların sustuğu yerde sloganlarıyla
yarılacaktır. Bir ev. Bir ada. Ada, ada olmadan önce
ada olmanın ne demek olduğunu biliyordu, hissediyordu.
Adalar yer değiştirir. On yıl önce iki adalının düştüğü
yerde, biraz uzakta, biraz yakında yarım kalmış bir
ezgi tamamlanacaktı. Adalılar türkü söyler. Bu bir gelenekti.
Silah sesleriyle slogan seslerin birbirine karıştığı
adalardan öyle bir türkü yükselir ki, ve bu öyle yanık
bir türküdür ki, dağ taş susar, kurtlar kuşlar susar,
herkes, her şey bu türküyü dinler, bu türküye döner.
Şimdi her şey artık bir türküdür. Adalıların türküsü...
Elif hücredeydi, sıcak yapış yapış bir hava, aylarca
aynı besini yiyen insanların süt ve peynir kokan terleriyle
karışmış, pislik ve kirle bulanmıştı. Elif yaralı, yorgun
ve sancılar içindeydi. En büyük sancı yüreğindeydi.
Tortusu ciğerlerine yapışan havayı güçlükle soludu...
Son gece gözünün önünde tekrar canlandı, sanki bir daha
görüşemeyeceklermişçesine uzun uzun sohbetlerini düşündü.
O gece eve on dakika geç geldiğinde, onları balkonda
gördüğünü hatırladı. Yolda takip edildiğini anlamış,
bu nedenle gecikmişti. Eve yaklaştığında da tam karşıda
gördüğü yabancı bir otomobil Elif'i rahatsız etmişti.
Kapıları açık arabada iki kişi oturmuş müzik dinleyerek
birini bekliyor gibi duruyorlardı. Kendisinden önce
eve gelmiş olan Can ve Ahmet balkondaydılar. Elif onlara
kuşkusunu anlattığında araba çoktan gitmişti. "Sen
bu günlerde iyice kuşkulusun" dediler. Yine de
silahlarını kuşanıp çevreyi kontrol ettiler. Elif iyice
endişelenmişti. Evdeki tüm belgeleri çıkarıp büyük el
çantasına doldurdu. "Gelsinler evi terk edelim"
diye düşünüyordu.
Zaman geçmek bilmiyordu. Elif endişeleniyordu. Elif'in
endişesi boş değildi. Ahmet ve Can geri geldiklerinde
Elif'e aradan yarım saat geçmiş gibi geldi. Belki o
kadar olmamıştı. Ama Elif endişeliydi. Elif tedirgindi.
Geri döndüklerinde Elif'e "Taa nerelere kadar baktık
hiç anormal bir şey yok. Böyle bir şey olsa çekip giderler
mi? Sen gene kafayı taktın" dediler. Elif kızdı.
Duygularını, tedirginliğini anlattı, tartıştı, kavga
etti. Ama nafile, onları ikna edemedi. Evde kalınacaktı.
Bu ev ada olacaktı.
"Ahmet sabah randevusuna gitsin. Nasıl olsa randevu
çok erkendi, ötmüş olsaydı, şimdiye kadar basarlardı.
Biz hazır duralım. Gelmezse hemen boşaltırız" dediler.
Elif kabullenemiyordu. Elif'in içine ihanetin kıvılcımları
doğmuştu. İç sıkıntısıyla gitti, çay demledi. Sohbet
başladı. Uzun süredir hiç konuşmadıkları kadar çok konuştular.
Henüz yatmışlardı ki dobermanların kuşatması odalarda
yankılandı . Günlerdir bir takibin tedirginliğini yaşayan
Elif, ilk uyanan oldu. Hisleri onu yanıltmamıştı. Tuzağın
ortasındaydılar. Onu uyandıran bir baykuş sesi gibi
uğursuz, gecenin karanlığını yırtan, uykusunu bölen
bir sesti. Kuşatmanın, ihanetin sesiydi. Beklediğinin
gerçekleştiğini hissederek kalktı. Günlerdir süren beklentinin
yarattığı gerilim artık sona ermiş, rahatlanmıştı. Eşini,
yanında yatan Ahmet'i uyandırdı. Ahmet hemen kalktı.
"Yine dediğin çıktı. Bıktım şu haklı çıkarmalarından,
bir defa daha haklı çık ayrılacağım senden" diye
espri yapması Elif'i şaşırttı. Nasıl bu kadar sakin
olabiliyordu? Yastığının altında silahını alışını izledi.
Öylesine rahat, öylesine doğaldı ki, acaba gerçekten
uyandı mı, diye merak etti. Sanki bütün ayrıntıları
bilinen, onlarca kez tekrarlanan bir oyunu prova ediyordu.
Ve biraz da sürekli tekrarlanmanın verdiği bıkkınlık
ve rahatlık vardı.
Eşini uyandıran Elif, Can'ın odasına gitti. Can'ın uykusu
ağırdı. Zor uyandırdı Elif. Can'ın her uyandırılışında
söylendiğini hatırladı. Kuvvetlice dürttü. Can düşünün
bozulmasını istemiyordu. "Git başımdan daha yeni
yattık" diye bir şeyler mırıldandı. Elif sarsarak
bağırıyordu: " Anlamıyormusun, sarıldık, polisler..."
O zaman kendine geldi. Hiç sesini çıkarmadan yavaşça
kalkıp, aynı rahatlıkla silaha sarıldı. Can'daki sakinlik
ve olağanlık Elif'i şaşırttı. Eylemlerde her ikiside
soğukkanlıydı. Şimdi ise sanki kahvaltıya uyandırılmanın
rahatlığı içindeydiler. Aynı rahatlıkla ölüme uyanmışlardı.
Ahmet Can'ı salonun sağ camının dibine, Elif'i sol
camın dibine mevzilendirdi. Kendiside ortadaydı. Bir
müddet öyle kaldılar. Evin etrafındaki çember giderek
daralıyordu. Dobermanlar ağır ve telaşlı hareketlerle
tüm çevreyi sarıyorlardı. Salonun kapalı perdelerinin
ardından adalılar ellerinde silahları, kuşatmayı izliyorlardı.
Ahmet, Can'a ve Elif'e yerlerinden ayrılmamalarını söylemişti.
Ama düşündü: Elif aydınlık boşluğundan üst kata çıkabilir,
oradakileri rehin alabilir, böylelikle çatışma uzayabilir
ya da Elif için kurtuluş ümidi doğabilirdi. "Rehin
al ama sakın öldürme, Ne olursa olsun yakalansak da,
o insanları öldürmeye kalkma. İyi silahı sana vereceğim"
dedi. Elif denedi, ama aydınlıktan yukarı çıkamadı.
Elif aydınlıktan yukarı çıkamamıştı, geriye döndü şimdi
salonda üçü karşı karşıyaydı. Dışarıda dobermanlar son
hazırlıklarını tamamlıyordu. Apartmanın ön ve yan cepheleri
sarılmıştı. Biraz geride elinde megafonuyla Dobermanların
şefi seçiliyordu. İçerde üç yoldaş karşı karşıyaydılar.
Herkes birbirine gülümsüyordu. Elif de neden gülümsediğini
bilemiyordu. İhanetin ortasında sevgiyi ve güveni yaşamanın
mutluluğuydu belki. "Hay Allah bak şu işe"
duygusunun garipliğiydi beklide... Birbirini son kez
görme hissi mi? Hayır, Elif sonradan çok düşündü, böyle
bir hissi o an yaşamamıştı.
Dobermanlar apartmanın çevresine yaklaşmıştı. Ama ne
yapacaklarını bilememenin telaşıyla bir o yana bir bu
yana koşuşturuyorlardı. Adalılar belgeleri yaktılar.
Ahmet etrafa baktı. Soldan ve ön taraftan çatışılıcaktı.
Apartmanın sağ tarafı boştu. Buradan atlayan bir kişinin
çatışma sürerken yandaki eve girebileceğini düşündü
Ahmet. Elif'e dönüp baktı, Elif, kavgaya hazır gözlerini
kuşatmaya dikmiş bekliyordu. Ahmet'in bakışlarını üzerinde
hissedip hafifçe titredi. Ahmet'in eline uzandı, sonra
vazgeçti. Sevdaları, sevgileri geçti gözünün önünden.
Bu da geçecek yine birlikte olacağız, diye düşündü.
Ahmet, o anı daha fazla uzatmak istemiyordu. "Sen
atlayacaksın" dedi. Elif itiraz etmedi, edemedi.
O an içi burkuldu. Bir daha göremeyeceği hissine kapıldı.
Ahmet'in kararlılığı karşısında daha fazla düşünmedi.
Ahmet, Elif'in tereddütünü fark etti, "Atla diyorum
sana" diye bağırmıştı.
Elif atlamıştı. "Nolur başka bir şey daha söylesin"
diye bekledi. Öylece kalakalmıştı. İçerden silah ve
slogan seslerinden başka bir şey duyulmuyordu.
Dobermanlar "teslim ol" çağrısında bulunurken
Ahmet cama hızlı bir tekme savurdu. Cam gürültüyle patlarken
Ahmet avazı çıktığı kadar bağırdı: "Devrimciler
teslim olmaz!" Elindeki silahıyla birkaç el Dobermanların
şefinin bulunduğu yere doğru ateş etti.
Birkaç dakika önce "Teslim olun. Kurtuluşunuz
yok" diye elindeki megafonla anons yapan Dobermanların
şefi kurşun vızıldamalarıyla şaşkınlığa uğrayarak kendisini
geriye attı. Dobermanlar kudurmuştu. Saatler süren kuşatma
yarılacak mıydı?
Korkuyorlardı. Dobermanlar ilerlemeye korkuyor, zincire
bağlıymış gibi oldukları yeri eşeliyorlardı.
O sabah şafak sökerken güneşin bir köşesine kan lekesinin
bulaştığını gören oldu mu ? Sabah şafak sökerken bir
adadan türkü seslerinin yükseleceğini bilen var mıydı?
Ada da, o adada yaşayan yoldaşlar da bir gün kendi türkülerini
söyleyeceklerini biliyorlardı. İhanetin gölgesini hissede
hissede yaşamın en anlamlısının peşinde koşuyorlardı.
O sabah şafak sökerken ihanetin sesi bir kuşatmaydı
artık. İhanet nesnelleşmişti. İhanet somuttu.
"Tek mermi boşa harcamak yok! Dobermanlara ateş
et! Mermimiz çok az!"
Emirleri yağdıran Ahmet bir o cama, bir öbürüne koşuyor,
tek tük ateşlerle mermisini isabetli kullanmaya çalışıyordu.
"Ya özgür vatan, ya ölüm!"
Adadan yükselen ilk slogan sesiyle Dobermanlar sustu.
Tarih de böyle yazıyordu. Türkülerde böyle söylüyordu.
Demek ki gerçekti, diye düşündü Ahmet. Adalılar türkü
söyleyince bütün namlular susardı, susuyordu demek ki...
Jandarmalar ateş ediyor sürekli. Ama jandarmanın bir
tek mermisi bile adaya değmiyor, jandarma bir garip,
jandarma emirlerin altında eziliyor ama jandarmanın
mermisi adaya isabet etmiyor... Emirler yağıyor, jandarmalar
ilerlemiyor. Tılsımlı bir hava jandarmaların elini kolunu
bağlamış. Jandarma durgun... Jandarma suskun... Adalıların
yiğitliği önünde jandarma çaresiz.. Jandarma yok oluyor...
Dobermanlar apartmanın bütün zillerini çalıyorlar,
kapı açılmıyor. Dobermanlar yine ateş ediyor, kapı açılmıyor.
Kapı direniyor Dobermanlara "Adalıları-diyor- Dobermanlara
teslim etmem, soylu bir neslin temsilcileridir onlar,
size teslim etmem onları..." Kapı açılmıyor. Apartmanda
oturanlar adalıları severler. Onlar için adalılar güvenilir
insanlardır. Hastalıklarında yanlarına koşanlar adalılardır.
Onlar adalıların adalı olduklarını bilmezler. Ama adalıları
tanıdıktan sonra, onların kanı adayı suladıktan sonra,
onların sadece resimlerini isterler ve susarlar. Onlar
adalıları severler. Kapı açılmaz. Bir kadın çıkar, hamile
ayakları çıplak, "durdurun ateşi n'olur" der,
"onları öldüreceksiniz!" Onlar adalıları severler.
Camlardan bağırırlar, "Ateş etmeyin çocukları öldüreceksiniz!"
Onlar adalıları severler. Yalvarırlar, kapı açılmaz...
Jandarma ilerlemez, kapı açılmaz, Dobermanlar kudurur.
"Sonunuz geldi, tekinizi sağ bırakmıyacağız"
Dobermanların şefinin megafonundan tek tek üçünün isimleri
okunur.
Ahmet, bir o cama koşar bir ötekine, ateş eder. Kendisinden
daha genç olan Can balkon penceresine mevzilenmiş ateş
eder. Bir yandan da bağırır: "Ya özgürlük ya ölüm!.."
Can biliyordu ve inanıyordu ki o bir adalıydı ve sıktığı
kurşunlar boşa gitmeyecek, yüreklerde, bilinçlerde yankılanacaktı.
"O'nu görürsen önce onu vur!" Ahmet bunu söyleyerek
yoldaşını uyardı. Dışarıdan, megafondan sinir bozucu
metalik bir ses geliyordu. "Teslim olun!.."
.... Ve sarışın genç, Ahmet, camı bir tekmede patlattı.
... Ve sarışın genç, Ahmet, camı bir tekmede patlattı.
Cam parçaları ihanetin bağrına saplandı. Cam parçaları
karanlıkta şarapnel gibi etki yarattı.

Devrim yolunun sarp yamaçlarında ilerliyor gerillalar"
Dobermanların şefi gizlendiği yerden talimatlar yağdırıyordu.
Dobermanlar duvarın arkasına gizlenmişler, kafalarını
bile çıkaramıyorlardı. Tüm ikazlara rağmen jandarma
ilerlememektedir. Dobermanlar zorunlu kalmış, giriş
kapısı korunağından balkona tırmanmaya çalışmaktadırlar.
Adalılar türküyü keser, slogan başlar: ""Her
şey cephe için, her şey zafer için!.."
Gaz maskeleriyle içeri dalan Dobermanların otomatik
silahları ölüm getirmişti. Dobermanlar, balkondan içeri
girip mutfak ve antreyi hızla geçtiler. Salona girmeye
korkuyorlardı. Bir bekleyiş oldu. Salonda iki adalı,
tükenen cephanelerini isabetli kullanmak için sabırsızlanıyorlardı.
İçerdekiler sağ ve mermi bitmek üzereydi...
Önce gaz bombaları atıldı. Ardından bir cayırtı.. Adalıların
ağızlarından çıkan slogan sesleri güçlükle duyuluyordu.
Ağızları salyalı Dobermanlar hala salona girmekte tereddüt
ediyorlardı. Telsiz sesleri gecenin karanlığını delik
deşik ediyordu.
Bir cayırtı daha...
... Ve sarışın genç, Ahmet camı bir tekmede patlattı.
Dışarıda...
Dışarıda kırlangıç fırtınası henüz dinmişti. Jandarma
ilerlemiyor, kapı açılmıyor, halk yalvarıyordu. Ada
büyümüş, büyümüştü.
Adalıları seven insanlar, onların kurtulması için ağıt
yakmaktaydı. Şafak vaktinde suskun bir kalabalık kuşatmayı
çevrelemişti. Dobermanlar ürkmüş, kalabalık büyümüştü.
Kalabalık suskundu. Yalnız gözleri konuşuyordu. O gözlerin
içine Dobermanlar bakamadılar, bakamıyorlardı. Derinden
ince bir ağıt sesi yükselirken kalabalık Dobermanları
yuttu.
Salona giren Dobermanlar yerlere, koltuklara sinmiş
kan izlerini, kan lekelerini gördüler. Ama adalılar
yoktu. Korku şimdi, Dobermanların yüreğine sinmişti.
Korkuyla bir daha ateş ettiler. Adalılar yoktu.
Dobermanlar camdan dışarı baktıklarında Haziran sabahının
pırıl pırıl şafağında kan lekeleriyle doğan güneşi gördüler.
Uzaklarda, ufuk çizgisinde, kalabalık bir grubun, sırtlarında
adalılarla güneşe yükseldiğini gördüler. Bir ağıt sesinin
kulakları yırtarcasına büyüdüğünü, büyüyüp adayı doldurduğunu
duyup korkudan dizlerinin üstüne çöktüler.
Şimdi artık, her yer bir adaydı. Ve her adadan yükselen
ağıt sesleriydi.
... Ve sarışın genç, Ahmet, camı bir tekmede patlattı.
Elif'i ilk gören Doberman adını bağırarak silahı kafasına
doğrulttu. Doberman şefinin sesi duyuldu: "Onu
vurma!"
Elif Ahmet'i düşündü. "Nolur başka bir şey daha
söylesin"
... Ve sarışın genç, Ahmet, camı bir tekmede patlattı.
Elif bir mersedesin içindeydi. Soruyorlardı....
Kaç kişi, kaç silah var?" Elif, "Hiç bir şey
söylemeyeceğim" diyor bağırıyordu.
Götürdüler...
"Öttürürüz diye sağ bıraktığımız adamın haline
bakın" diye azarladı, dobermanların şefi...
Elif, birbirine yakın duvarlar arasındaydı. Kuru tahta
üzerine serilmiş eski bir şiltede yatıyordu. Vücudu
kan içinde sızım sızım sızlıyordu. Ama onun asıl yarası
yüreğindeydi. Yüreği kanıyordu. Yüreği ağlıyordu. Yüreğine
dört iri hançer saplanmıştı.
İlk günler öldüklerini kabullenemedi. "Mümkün değil"
diyordu. "Ölmemişlerdir" diyordu. "Öldürseler
beni de öldürürlerdi, mutlaka başka yerdeler ya da yaralılar,
hastanedeler" diyordu. Gördüğü herkese onları soruyordu.
Kimisi "aşağıdalar" diyordu, kimisi "bilmiyoruz"
diyordu. Elif, altı gün öğrenemedi. Elif, altı gün bir
umutla yaşadı.
Derken birisi, bir Doberman bir gaf yaptı. Elif'i aldı
bir odaya götürdü. Onların hepsinin resimlerinin üstünü
kırmızı kalemle çizdi.
Elif'in resmi ise karakalemle çizmişti. Elif'in beyninde
bir şimşek çaktı. Yaraları yeniden kanamaya başladı.
Anlar gibi oldu. Ölmüşler miydi? Ama yine inanmadı.
İnanmamak için kendini ikna etti, zorladı.
Derken Elif, omuzlarda taşınıp hücresine götürülürken
içerdekilerden birini gördü. Birden içine bir şeylerin
aktığını hissetti. Sıcaklık gözlerinden yüreğine, yüreğinden
gözlerine aktı. Günlerdir bir yanıyla sert, saldırgan
olan, diğer yanıyla kan ağlayan ama bunu düşmana hissettirmekten
kaçınan Elif bu duygu sağanağı altında eridi. Koşup
boynuna sarılmak istedi. Çöl güneşinde su içer gibi...
Olmadı, yapamadı. Sadece onun sıcaklığını, güven dolu
sözlerini yudumladı. "Buraya sana moral vermeye
geldim, ama görüyorum ki senin buna ihtiyacın yok."
Hücresine döndükten sonra günlerden sonra yüzüne ilk
kez gelen tatlı tebessümle şilteye uzanırken kulağında
bu sözler çınlıyordu. Onun imgesini kafasında onlarınkine
dönüştürmüştü. Rahattı....
.............
İstanbul'a kar yağıyor yarim
Mezarına
Ve yoldaşlarımızın mezarlarına
Kar yağıyor
Penceremden bir taneciği girdi
Büyüdü
Çoğaldı
Yanaklarımdan aşağıya kaydı.
Şu anda
Şu canım İstanbul'da
Mahkumluğun üstüne de
Özgürlüğe de
İlle de
Binbir acıyla yoğrulmuş
Devinen
Tan yerine
Kar yağıyor apak
Görüyor musun yarim.
Sadece demirlere
Sadece soğuk betonlara
Yağdığını görmek değil yıldız yıldız
Varmak her birinde
İstanbul'un bir yerine
Birini Kalamış'ta bir dalga köpüğünün üstünde
Diğerini Çamlıca'da bir ağacın yeşilinde sürdürmek
Gökyüzünde yakalayıp birini
Götürüp balkıtmak
Uçsuz bucaksız vatanın
Kıraç bozkırlarından birindeki
Tek kavak ağacının doruğuna
Sayısız köyünde Anadolu'nun yarim
Apansız uçuveren bu ilk karla
Her insanla ayrı ayrı üşümek ama
Bir ocak başında
Bir dağ köyünün
Hayvan nefesiyle ısınıp
Tarhana çorbasında çam kokusunu içmek
Parmaklarının uçları donmaya başlasa da
Mora kesse de her yanın
Bir yanın dağ gibi kaynamak
Varmak isteyip varamamak
Uçmak isteyip uçamamak
Biliyor musun yarim
Üşüyor musun yarim
İstanbul'a kar yağıyor
Mezarlarınıza kar yağıyor.
Şubat 1982
"Rüzgarı anlatabilmek kolay değildir. Rüzgarı
anlatabilmek için rüzgar gibi sözcükler olmalı. Bunları
bulmak o kadar zor ki. Hele aradan bunca yıldan sonra.
Ve hele o rüzgar bir karabasan fırtınasında kırıldıktan
sonra. Ve hele yeni rüzgarlar henüz esmeye başlamamışken...."
O SABAH CAZ MÜZİĞİ
YENİ BİR RİTME KAVUŞTU
Ulaş ve Özgür'e...
Lacivert bir wolkswagen kent dışına çıkan geniş caddede
hızla ilerliyordu. Arabayı kullanan genç adam rampanın
ortasında benzinci önünde bir kalabalık görünce ayağını
gazdan hafifçe çekti...
İlkyaz ayının sabah serinliği otomobilin camından giriyor,
yüzünü yalıyordu. Esmer, topsakallı genç adam sabahın
arı havasını ciğerlerine çekiyor, arasıra gözlerini
dikiz aynasına çeviriyor, takip edilip edilmediğini
anlamaya çalışıyordu. Arkasından kimsenin gelmediğini
görünce kendini rahat hissediyordu. "Önemli bir
randevu bu, çok dikkatli olmalıyım" diye içinden
geçirdi. Randevu yerine az kalmıştı. "Geç kalmayayım",
diye düşündü. saatine tekrar baktı. Henüz erkendi acele
etmesine gerek yoktu. Uzanıp radyoyu açtı. Öğrencilik
yıllarından tanıdığı sıcak bir caz parçasının hüzünlü
saksafon solosu arabanın içini doldurdu. Önce öğrencilik
yıllarını hatırladı. İçini özlem kapladı. Ne kadar uzun
zaman geçmişti. Bekar odasının boş yalnız gecelerinde
sabaha kadar arkadaşıyla ders çalışırken tek dalgalı
radyosundan caz parçaları dinler, zencilerin prangalarının
çıkardığı sesleri anımsardı. Saksofonun sesini zincirin
şakırtılarına, zencilerin inlemelerine benzetirdi. Gözleri
yanındaki boş koltukta eski bir gazete manşetine takıldı.
"İsrail uçakları Filistin...." Saksafonun
tiz çığlıkları en üst perdeye çıkmış, genç adam duygusallığının
doruğunda, imgeleminde zencilerle Filistinlileri özdeşleştirmişti.
Şimdi her zenci bir Filistinliydi. Genizden gelen yakıcı,
iç paralayıcı sesler de Filistinli çocukların çığlıklarına
dönüşmüş, İsrail bombaları davulun tok vuruşlarına karışmıştı.
Gözünün önünde Filistin trajedisi vardı. Oraları, gidip
gördüğü, halkını yakından tanıdığı, mücadelesinin tadına
vardığı topraklardı. O topraklara düşen bombaları kendi
canında hissediyordu. Aç, ayakları çıplak, babasız esmer
çocuklarını sevmişti. Filistin için ne yapılır sorusuna:
Filistin için kurşun sıkılır, cevabını vermişti. Şu
anda yolda olmasının sebebi, Filistin için kurşun sıkmaktı.
Bunu düşündükçe seviniyor, gurur duyuyordu.
"Rampa ortasında benzincinin önündeki bu kalabalığın
anlamı nedir? diye düşündü. Gözlerini açtı, dikkatle
bakmaya çalıştı. Merak dikkatini arttırıyordu. Dikkati
arttıkça da kalabalığın gizemi çözülmeye başlıyordu.
Kafasında şekillenen düşünceyle irkildi. Bu bir polis
çevirmesi miydi? Aklına ilk gelen düşünce onu korkuttu.
Aranıyordu. Arabanın polislerce biliniyor olması nedeniyle
kendisi için bir takip düzenlendiğini sandı. Gaza basıp
hızla uzaklaşmayı düşündü. O sırada arabanın bozukluğu,
hızla kaçamayacağı aklına geldi. Kalabalıkta trafik
polislerini görünce, bunun bir trafik kontrolü olabileceğini
düşündü. Yavaşlayarak, arabasını durdurmaya çalışan
polisin işaret ettiği yere sürdü. Evraklarını sağlamlığına
emin olduğundan durdu. Yanına yaklaşan polisin silahını
doğrultuğunu görünce elini kaldırıp "bir dakika
ahbap ne yapıyorsun?" diye seslendi. Aynı anda
da hızla gaza bastı. Benzinciden uzaklaşıyordu. Arkasından
kurşun yağmuru başladı. Rampayı çıkmadan yanına yaklaşan
bir mersedesten namlular uzandı.
Kurtulamayacağını anlamıştı. Gazı köklemeye çalıştı.
Arayı açamıyordu. Wolkswogen'in motoru boğuluyordu.
İradesi kaderine zincirli bir köle gibi boyun eğiyordu.
Yenilmişti.
Başına sıkılan bir mermiyle cansız bir cisim haline
dönüştü. Araba kontrolsüzce ilerledi ve yol kenarındaki
parka yuvarlandı.
Arabanın açık camından hüznün müziği Haziran sabahını
dolduruyordu. Saksafonun ağlamaklı sesi ölümün bir kader
olmadığını vurgularcasına gitarın aksak ritmiyle destekleniyor,
özlü bir yaşam direnci ölümün zafere dönüşebileceğini
piyanonun akorlarıyla muştuluyordu. O Haziran sabahı
caz müziği yeni bir ritme kavuştu.
öldü ilk ateş hırsızı upuzun yatıyor
mavi bir
mermer üzerinde
bir çağ masalı bu eşkalimi unuttum zaman zaman
içinde
haziran'damı ölür ateş hırsızları... salacasına omuz
veremediğimiz
ölüler gömülüyor uzak serviliklerde
"O bir maraton yarışçısıydı,
son eyleminde göğüsledi. Bu eylemin adı 6 Haziran'dı,
onun adı TAMER'di...".
ŞİMDİ NAMLU TAM KARŞISINDAYDI
Cangül'e,
Namlu tam karşısındaydı. Kaç dakikadır koştuğunu hatırlamıyordu.
Ama nefes nefese kalmıştı ve şimdi de namlu tam karşısındaydı.
Kahverengi gözleri yüreğinin çırpıntısıyla büyüdü, büyüdü.
Başka bir şey görmüyordu. Namlunun arkasındaki yüzü
seçemiyordu. Ne önemi vardı ki zaten? Gözleri bir namluya
bir tetiğe kayıyordu. Tekrar bir hamle yaptı. Koşmaya
başladı. Tuzaktaydı. Tıpkı Spartaküs gibi, kendi ülkesindeki
Kızılderi'li devrimciler gibi ölümün trajikliğini o
an bilemiyordu. Namlu hafif titredi. Gergin parmağın
geriye doğru kımıldadığını fark etti. Mekanizma oynamıştı.
Şimdi kurşunla karşı karşıyaydı.
Hergünkü gibi bir yaz sabahıydı. Güneşin pırıl pırıl
ışıkları canlı bir yaşamın hafif serinliğiyle karışıp
kentin sokaklarını yalıyordu. Kent uyanmıştı ama mahmurluğunu
henüz üzerinden atamamıştı. Varoşların düzensiz parke
taşlarıyla döşeli ve bir dere yatağı gibi eğri büğrü
dar sokakları boştu. Çocuklar yaklaşmakta olan yaz tatilinin
sevincini yaşıyorlar, yataklarından kalkmakta fazla
acele etmiyorlardı. Ev kadınları pencerelerini açmış,
sabah temizliğine başlamak için kocalarının bir an önce
işe gitmelerini bekliyorlardı. Fabrikalar sabah vardiyasına
hazırlanıyor, işyerleri temizleniyor, fırınlar sıcak
ekmekleri kamyonlara yüklüyorlardı. İşte böyle bir sabah
başlıyordu. Binlerce sabah gibi....
Ama o yazın belli belirsiz farklılığı hissediliyordu.Daha
geçen kıştan, hatta sonbahardan kalan fırtına bu yazın
havasını değiştirmişti. İnsanları garip bir sessizlik,
bir tedirginlik kaplamıştı. Bağırıp çağıran, şakalaşan
o insanlar, sanki bu kenti terk etmişti, ölmek, her
türlü acıyı çekmek, aç kalmak ikinci bir emre kadar
serbest, yaşamak yasaktı. Kente lanetli bir karabasan
gibi çöken ölüm, duvarlara kazınmış bir çığlıktı. Köşebaşında,
meydanda, duvarın arkasında, her yerde ölüm pusudaydı.
Birileri vardı. Güzel düşleri, hayalleri olan, insan
yaşamının uzunluğunun zamanla değil, hızla orantılı
olduğunun bilincinde olan birileri vardı. Dünyayı yorumlamaktan
değiştirmeye yönelmiş birileri bu kentin, bu toprakların
üstüne çöreklenmiş karabasanı kovmak azmindeydi. Atlas
gibiydiler. Genç ve cılız omuzlarında dünyayı taşıyorlardı.
Atlas'tan farkları belki de güçlerindeydi. Ama sevdayla,
beceriksizce de olsa dolu bir sevdayla bu toprakların
her köşesine düşlerini taşıyorlardı. Ölüm onların peşindeydi,
onlar ölümü kovalıyorlardı. Bu, kimin kimi kovaladığının
meçhul olduğu bir sürek avıydı.
O sabahın sonun başlangıcı olacağını bilmiyordu. Bilseydi
de yine bej pantolonunu ve mavi çizgili tişörtünü giyip
arkasına bakmadan evden çıkacaktı. Yasadışı yaşamların
en anlamlısının tadına varmıştı bir kere. "Aranıyor"
yazılı kendi resminin asılı olduğu ve hakkında "vur
emri"nin çıkarıldığı bu kentin sokaklarında dolaşmaya
alışmıştı. Yeni bir eylem karabasanı yırtacak, bu toprakların
üstündeki akbabaları ürküttüğü gibi daha güzel yarınlar
için de yol olacaktı, olmalıydı.
Sabahın alacasının yeni terk ettiği ıssız sokaklarda
ilerlerken eylem planını tekrar aklından geçiriyor,
en doğru kararın verilip verilmediğini kafasında ölçüp
biçiyordu. Önce silahların dağıtımı yapılacak ve eylem
bölgesine gidilecekti. Ayrıntılar çok önemliydi. Beklenmedik
bir durumda yapılabilecekleri hesaplamaya çalışıyordu.
Bunları düşünmek onu zevkli bir heyecana boğuyordu.
Tamamlanmış görevlerin rahatlığı nasıl insanların içine
hafiflik verirse, eylem öncesinin enine boyuna hesaplamaları
da insana gücünü ve inisiyatifini bir kez daha gösteren
akıl yürütmelerdi.
Yürüyordu. Yanında arkadaşıyla ilerlerken işçi kızlar
vardiyaya yetişmenin telaşıyla tek tük sokağa dökülmeye
başlamışlardı. Ama sokaklar hala boştu ve gecenin sisi
henüz kalkmamıştı. Uzaklardan çocuk ağlamaları ve köpek
sesleri geliyordu. Randevu yerinin yakınındaki bir arsaya
geldiklerinde durdular. Sabahın ıssızlığını bozan bir
şey vardı. Uyumsuz bir görüntü, beyaz bir çarşaf üzerinde
kırmızı leke gibi kendini fark ettiren birileri vardı.
Bir hareket, bir giysi ya da bir sezgi... Tam olarak
belirlemek mümkün değildi, ama arsada duran iki adamda
tedirgin edici bir yan vardı. Polis olabilirler miydi?
Sıkıntılı bir hava sabahın sessizliğine karışıyordu
sanki. Boş arsada bu meçhul adamlar onu da rahatsız
etmişti. Belli belirsiz şüphe kıvılcımları beyninde
çakarken boş sokaklarda ilerleyerek caminin avlusuna
vardılar. Avlu tenhaydı, ortalığa çöken sessizlik, temizlenen
güvercinlerin kanat çırpışlarıyla bozuluyordu. Avluda
çınlayan kendi ayak seslerini dinlediler. Biraz ilerleyip
tuvalete yönelince yalnız olmadıklarını fark ettiler.
Haziran sıcağında pardesüleriyle dolaşan iki adam bu
kez cami avlusundaydılar.
Hava gerili bir yay gibiydi. Defalarca yarılan polis
çemberlerinden biri daha yarılmak için onları bekliyordu.
Bunu düşündü. Kaç kez polis çemberini yarmıştı? Son
olarak bindiği otomobilin önü kesilince fırlayıp kurtulmuş,
yanındaki arkadaşı yakalanmıştı... Neredeyse emindi.
Yeni bir kuşatma, yeni bir kaçış yaşayacaklardı. Bu
iki kişiyi atlatmak kolaydı. Ama ya çevrede kuşatılmışsa?
Düşünceleri asıl beklentisinin üzerinde yoğunlaştı.
Eylem saatine kadar her şeyin tamamlanması gerekiyordu.
Caminin tuvaletine girmeye çalışırken arkadaşıyla durumu
değerlendirdiler. Büyük olasılıkla biri randevuyu verdi.
Ama nasıl olur? Randevudan kimin haberi olabilir ki?
Belki, dedi O, Şaban'ın ilişkilerinden biri yakalanmış
ve çözülmüştür. Nedeni şu an önem taşımıyordu, peşlerindeki
o iki pardesülü sanki başkalarının varlığından da güven
alırcasına rahat hareket etmeye çalışıyorlar, ama bu
rahat tavırlar tedirgin bir ruh halini gizleyemiyordu.

Haziran güneşi o günkü yolculuğuna daha yeni çıkmıştı.
Yaman bir sıcak olacağa benziyor, koyu yapışkan bir
havanın varoşlardan yayıldığı hissediliyordu. İki arkadaş
silahsızdı ama en büyük silah yürekti. Ve o yüreklerden
biri o gün patlayacak, patlayacaktı...
Konuştular... O iki pardesülü adamın yanından takip
edildiklerinin farkında değilmişçesine geçip caminin
avlusunun kapısına vardıklarında hızla koşmaya başlayacaklardı.
Kararlaştırıldığı gibi ilerliyorlardı. Issız avluda
ayak sesleri ve bir de işiten olsaydı yürek sesleri
duyulacaktı. İki pardesülü tuzaklarının bozulduğunun
farkında değillerdi. Onlar tuzağa düşürecekleri diğerlerini
de bekliyorlardı. Önlerinden geçen iki arkadaşın ardından
baktılar. Avlu kapısına ulaştıklarında hızla fırlayarak,
dar ince sokağa doğru koşmaya başlamaları tuzağın bozulduğuna
işaretti.
Pardesülü adamlar silahlarını çekip ateşlediklerinde
arkadaşı menzilin içindeydi. Karnından vurulmuştu. Yine
de birlikte koşmaya devam ettiler. Birden sokakların
görünümü alt üst oldu. Caminin çevresindeki sokaklardan
ve evlerden onlarca adam fırladı. Kimi bir tezgahtar,
kimi bir seyyar satıcı gibi... Sabahın sessizliği yırtılmıştı.
O işçi mahallesi şimdi polis kaynıyordu. Boy boy silahlar
ortaya çıkmıştı. Ve o sıcak, kavurucu olacağı belli
olan Haziran gününün sabahında uzun bir takibin başladığı,
polis telsizlerinden kentin atmosferine yayılıyordu.
Kent yeni bir takiple uyanmıştı.
Ok gibi ileri atıldıklarında peşlerindekileri görme
fırsatı buldu. Sahne gözünün önünde açık seçik canlanıyordu.
Yapılacak tek şey çemberi parçalamaktı. Var gücüyle
koşuyordu, 'ince telli' sarı saçları rüzgardan geriye
yapışmış koşuyordu. Tişörtü terden vücuduna yapışmış
koşuyordu. Silahlarının olmadığını düşündü, üzüldü.
Pıtrak gibi ortaya çıkan bu polisler korktukları için
kovalıyorlardı sanki. Bir silah sesi çok şeyi değiştirebilirdi.
Kurşun yağıyordu. Ara sokakların sabah sessizliği otomatik
silahların gürültüsüyle yırtılıyordu. Korkunun sindiği
sokaklardaki isyan kıvılcımını ve karabasanın takibini
perde arkasından izleme cesaretini gösterenler var mıydı?
Bunu o an kestiremiyordu. Ama tarihin acımasızlığını
hissetmekteydi. Pleblerin de vakti zamanı geldiğinde
tribünlerden indiklerini okumuştu, biliyordu. Bu sürek
avında o kaç kez karanlığı ürkütmüştü. Yaralı bir hayvan
gibi peşine düşen karanlık cüceleri ondan öç almak istiyordu.
Çünkü o cüceleri kaç kez tuzağa düşürmüştü. İşte şimdi
fırsat karanlık cücelerindi.
Ana caddeye çıkmışlardı. Bu takip daha ne kadar sürebilirdi?
Arkadaşı artık kaçamaz durumdaydı. Karşılarında yol
çatallaşıyordu. Arkadaşı kendisini bırakıp koşmaya devam
etmesini söyledi. Bu mümkün müydü? Arkadaşını düşmana
nasıl terk ederdi? İtiraz etti. Birlikte kurtulacak
ya da birlikte öleceklerdi... Daha fazla tartışmaya
olanak yoktu. Yol ayrımına geliyorlardı. Yüreğinin sesini
bastırmaya çalıştı ve ayrıldılar. Ayrılırken kaçamak
bir bakış fırlatabilmiş miydi? Emin değildi.
Caddenin sol koldaki ayrımına sapmış koşmaya devam ediyordu.
Nefes nefeseydi. Etrafın kalabalıklaştığını, çemberin
daraldığını hissetti. Son bir umutla kurtulabileceğini
sandığı bir sokağa daldı.
Kurşuna hipnotize olmuş gibi bakıyordu. Kendini yana
atmaya çalıştı. Kurşun da yana attı. Sanki o da hipnotize
olmuştu. Yaşam mı daha hızlı, kurşun mu, diye düşündü.
Eylemi düşündü. Çocukluk günlerine uzandı. Sevgilisini
ilk tanıdığı günü aradı. Henüz doğmamış çocuğunu düşündü.
Kurşun kördü, beyinsizdi. Tetiği çeken el kiralıktı.
Kurşun onun dev gibi hayallerine aldırmıyordu. Kurşun
yaratacağı etkiyi bilmiyordu. Korkunun elinde oyuncak
olduğunu anlamıyordu. Kurşun kördü, sağırdı.
"Ama ne çare kader bir kere namludan fırlamıştı."
İlk kurşun vücuduna değdiğinde önce hafif sendeledi.
Sinirleri gevşedi. Sanki sakinleşmişti. Yeniden koşmaya
çalıştı. Vücuduna yayılan sıcaklıktan enerji alır gibiydi.
Son birkaç çırpınışla zig zag çizerek kaçmaya çabaladı.
Ama kurşun hedefine kilitlenmişti sanki. Derken ikinci,
üçüncü, onuncu kurşunlar... Her kurşunun vücuduna girişini
hissediyordu. Şimdi artık yerdeydi. Kanı damarlarından
boşanıp ağır ağır toprağı sularken beynini uyuştuğunu,
kalbinin artık çarpmadığını anladı. Dolu ve anlamlı
yaşamı noktalanmıştı. Göğsü kanıyla sıvanmış, ağzı yarım
kalmış bir konuşmayı sürdürmek istercesine yarı açıktı.
İşte boylu boyunca uzanmış yakışıklı bir ölüyüm, dedi.
Acaba nerde hata yaptım? Bu tesadüfi bir takip miydi?
Yoksa randevumuzu bilen bir hain mi bizi ele verdi?
Nasıl olur? Ama, evet, işte o. O sarışın mavi gözlü,
gözlüklü... Demek sendin ha? Bunu daha önce anlamalıydım,
anlamalıydım. Uzun zamandır tavırlarına yansıyan, sakıngan
ifadenin buraya kadar varacağını görebilmeliydim, görebilmeliydik.
Bu hatamızın bedelini çekeceğiz...
Arkadaşlarını düşündü. İçini hüzün kapladı. Ne acı,
bir daha onlarla yasak amaçlarının peşinde koşamayacaktı.
Yokluğumuzu aratmazlar, diye düşündü. Çocuğum kime benzer
acaba? İsmini ne koyarlar? Ah benim doğmamış yavrum...
seni babasız bırakmak zorunda kaldığım için özür dilerim.
Sizlerlerden de.... Çocuğumun annesi, sevgili eşim,
annem ve kardeşim. Sizlerden de özür dilerim. Değerli
arkadaşlarım, sizler her zaman benden daha fazlasını
yerine getirdiniz. Yokluğum sizi üzmesin. Severek ölümü
kucakladığım bu kavgada beni aratmayacağınıza inanıyorum.
Şu başımda toplanan cehennem bekçileri nasıl da korkuyorlar.
Hele şu gözlüklü yaşlıca olan, gözkapaklarımı bile kıpırdatamayacağımı
bildiği halde korkusundan nasıl da şarjör boşaltıyor
üstüme, ölümüm bile onu korkutuyor demek ki....
Birazdan nasıl da sevinecekler. Vücuduma sıktıkları
her kurşun için maaşlarına zam yapılacak, ödüllendirilecekler.
Neden öldüm de onları bu denli sevince boğdum diye kendime
kızıyorum.
Kurşun gibi ağırlaşmış gözkapaklarının ardından yukarılara,
gökyüzüne baktı. Engin gözalıcı mavilik ona ilk kez
bu kadar güzel görünüyordu. Neden bu güzelliği daha
önce fark etmemiştim. Yıllar boyu süren kavganın sıcağında
şu kırlangıcın süzülüşündeki ahengi nasıl fark edemedim.
Boş mu yaşadım? Yo hayır. Bu güzelliklerin peşinden
koşmadım ama ülkemin insanlarına bir özgürlük türküsü
öğretmeye çalıştım. Bu türkü, benden önce de söyleniyordu,
benden sonra da söylenecek. Ve insanlık korosu bu türküyü
bir senfoniye dönüştürdüğünde tüm güzelliklerin imgesi
bilinçlerde yer edecek.
Çok çok yükseklere baktı. Bulutlar doluydular. Sıcak,
sımsıcak Hairan sabahında bulutlar hıçkırıklarını kendi
içlerine atıyorlardı. Bulutları üzmek istemezdim, dedi
kendi kendine. İhanet çemberini gördü, kentin bütün
kapılarının tutulduğunu gördü. Artık eylem gerçekleşemeyecekti.
Ama kentin değişik yerlerinde, kendisi gibi son eylemini
gerçekleştiren birilerinin toprağa düştüğünü gördü.
Demek ki daha güzel bir eylem gerçekleştirdik, dedi.
İhtilalin bayrağını suladık. Sevindi.
Üzüldü daha sonra. Aradan yıllar, yıllar geçtiğini düşündü.
İhtilalin bayrağını aradı, bulamadı. Boynu bükük, suskun
yürümeye çalışan, ayakta durmak için uğraşan arkadaşlarını
gördü, üzüldü. Aceleyle fabrikaya koşan işçi kızları,
genç öğrencileri gördü, Pleblerin durgunluğundaki patlamayı
sezdi. Buruk bir sevinç vücudunu titretti.
ŞİMDİ SİZSİZ
Öyle fukarayım ki öyle ıssız
şimdi sizsiz sevgili
sevinçlerim öyle dumanlı cansız...
ve hasretiniz durgun bir göl değil ki
bin nehrin su taşıdığı bir deniz
deniz öksüz, çaresiz...
Yumuşak kılmıştım yüreğimi
esrarengiz hiçbir kuşun konamadığı
çınarlar büyütmüştüm yemyeşil
ölümcül darbelerin kıramadığı
sert dallar tez kırılır
toprak gibi yumuşak
toprak gibi ana
toprak gibi berrak kılmıştım
bilmezdim böyle ıssız kalınır
böyle sevdalanılır
böyle gurbetlenilir
böyle ağlanır bilmezdim.
Taş toprağa çalınır
çalınmaz toprak taşa
ve taş ufalanır küçülür
ve toprak
ve bunu bilmek nasıl da güzel
ve sizi sevmek nasıl da güzel...
Hasretinizi
on yıl sonra Akdeniz'i
tekrar görmek gibi
sessiz volkanlarda yaşamak
sizsizliğin ıssızlığını şimdi
ancak ve ancak
kervan yüklü umutlarla sevgili
umutlarla susturmak
Yemen'den Managua'ya uzanan
başsız sonsuz deve kervanına
yüklenmiyecek kadar
Ağır hasret ağır yüküm
Ağır güzel
Kutlu
ve muhteşem
"Ölenlere değil, insan yaşayanlara
sarılmalıdır...."
KADİR TANDOĞAN
TAN SÖKÜMÜNDE YAŞAM SENFONİSİ
Mediha ve Meliha'ya
Yattığın yerden duvarların kalınlığını düşündün. Öğle
yemeğinden sonra ranzana her uzanışında karşına düşen
ensiz, kılıç ağzı gibi parlayan pencereye bakar ve duvarların
kalınlığını hesaplamak isterdin. Yaz gelmişti. Ama hücren
her zaman ki gibi ne soğuğu, ne sıcağı geçiriyordu.
dışarıda fırtınalar kopsa, içerde tek bir yaprak bile
kıpırdamazdı.
Kaldığın yer zamandan ve mekandan yalıtılmıştı. Yirmi
dört saat durmadan yanan floresan gece gündüz ayrımını
siliyordu. Senin için bu ayrım o denli önemli değildi.
Kapın açılıp dışarı çıkarıldığında vaktin şafağa yakın
olacağına emindin. Genellikle o saatlerde..
Duvarlar ısıyı olduğu kadar sesi de geçirmiyordu. Yaz
başlangıcının bu öğleden sonrasında derin bir sessizlik
çökmüştü. Sadece bir çift postalın yaklaşıp uzaklaşan,
tek düze sesini duyuyordun. Uzaklarda, derinlerde yanık
sesli biri türkü söylüyordu.
Dikdörtgen bir kutu seni çevreleyen yüksek beyaz duvarlar
sıkıntı vericiydi. Aylardır gözlerinin uzanabildiği
her yerde beyaz duvarları görüyordun. Sağ tarafına düşen
duvardaki kabarmış sıva, rutubet lekeleri dostların
kadar yakındı sana. Bu lekeleri çeşitli şekillere benzetir,
zaman zaman hareket ettiğini sanarak gözlerinle onları
izlerdin. Pencerenin yanında küçük bir çengel vardı.
Beyazın iticiliği orada bozuluyordu. Hemen altında gazeteden
kestiğin küçük çocuğun resmini yapıştırmıştın. "Babam
nerede" diye ağlayan küçük Filistinli kızın gözleri
seni rahatsız ediyor, gözlerinin içine bakmaya cesaret
edemiyordun.
Bakışların tam karşısına dikildi. İnce, uzun pencereden
sadece bir renk görüyordun. Bazen açık mavi bazen gri,
bazen lacivert bir renk. Birde rüzgarların çalıp getirdiği
denizin kokusunu duyuyordun. Bir çok defa parmak uçlarında
yükselip dışarıya bakmaya çalışmıştın. Her defasında
duvarların kalınlığına şaşırıyordun, uzakta hareket
eden arabalar ve insanlar seni daha da şaşırtıyordu.
Hücrendeki yaşamın hareketsizliğini öylesine benimsemiştin
ki, canlılık kavramı bile sana yabancı geliyordu. Duvardaki
yarıkta tek tük yeşeren otları gördüğün gün hayretten
açılmış gözlerinle saatlerce izlemiştin. Gün ışığının
ancak sızdığı ve floresan altında eridiği bu yüzyıllık
hücrelerde canlılık ve yaşam kavramları şaşkınlık vericiydi.
Uzaktan zorlukla seçebildiğin arabaların ve insanların
devinimini garipsiyor, kendini başka dünyaları teleskopla
izleyen astronomlara benzetiyordun. O kadar yakın ve
o kadar uzaktın ki, bıraksalar o kalabalığın içine karışacak
ve kimse tarafından yadırganmayacaktın, ama o seni ayıran
kalın duvarların anlamı neredeyse binlerce ışık yılı
bir ayrılıktı.
Baş ucunda, iki metre ötende demir parmaklıklı bir kapı
seni loş koridordan ayırıyordu. Kapının önündeki haki
perde koridoru görmeni engelliyordu.Bu perdeyi onlar
istediği zaman açıp kapatıyorlardı. Perdenin varlığı,
bu garip rengi ve ardındaki köhnemiş koridoru hissetmek
seni daha da bunaltıyordu. Her şey köhnemişlik ve terk
edilmişlilk duygusu uyandırıyordu. Girişteki kemer de
bu izlenimi güçlendiriyordu. Sanki seyis birden bire
içeri girecek ve sana hiç aldırmadan atını duvarda hala
izi duran çengele bağlayıp gidecekti. İşte senin hücren
böyleydi. Kimbilir senden önce ne umutlar bu duvarlara
asılıp kalmıştı. Şimdi sıra sendeydi.
Kırık, yer yer sırları dökülmüş ayna karşısındaydı.
Bakışların oraya kaydı ve kendin görmek istedin. Kimdi
bu aynadaki? Tek başınaydın. Yapayalnız. Belki yarın
akşam, belki de bu akşam ne burada, ne de başka bir
yerde olacaksın. Neydin sen şimdiye kadar? Kimdin? Kimdi
o seven, kızan, ilgilenen, başkalarının sorunlarını
kendi sorunları sayan ve onun için beyniyle, yüreğiyle
çalışan? Aynanın verdiği görüntüye şaşırdın. Daha yakından
baktın. Gözlerindeki pırıltının yerinde acı ve öfke
kıvılcımları gördün. Gençtin. Buna rağmen aylarca süren
bu yaşamın seni ne denli yıprattığını ilk kez fark ettin.
Yaşamın güzel bir yüz ve sağlıklı bir vücuttan çok daha
anlamlı olduğunu biliyordun. Gençliğinin yoğrulduğu
fırtınalı yaşam senin için her saniyesi dolu geçirilen
ve yitirilme korkusu hissedilmeyen bir süreçti. O an
durup aynaya baktığında seni şaşırtan görüntü aslında
yaşamının çizgilerini yansıtıyordu. Bunların anlamını
yavaş çözdün. Aynada gördüğün artık sen değildin. Kavga
günlerini, arkadaşlarını görüyor, anılarını tekrar yaşıyordun.
Ayna bir zaman tüneline dönüşmüştü ve sen hızla yol
alıyordun.
Öğrencilik yılların, okuduğun ilk devrimci kitaplar...Arkadaşlıkların...Dernek
odaları...Tartışmalarla geçen günler... Okul çıkışındaki
kavgalar...Bildiri dağıtmalar...Yürüyüşler....Attığın
sloganlar ve örgüt çalışmaları... Her birini hatırladıkça
için ısınıyordu. Gözünün önünde sabahtan akşama kadar
dolaştığın sokaklar, arkadaşlarınla oturduğun kahveler,
sohbetleriniz canlanıyordu. O günleri yeniden yaşayabilecek
miydin? Bunu müthiş arzuluyordun. Ama olanaksızlığının
bilinci de içini kemiriyordu. Yaşamı tekrarlamak...
Bu mümkün değildi, biliyordun. Arkadaşlarınla gezip
dolaştığın o yerlere yeniden gitsen bile aynı zevki
alamayacaktın. Bunun için belki bilinçsizce, ama yaşamının
her anını anlamlı yaşamıştın. Hele o son günlerin...
O sabahın erken saatlerinde iki arkadaşınla birlikte
evden çıkmıştın. Silahlarınızı son kez yokladınız. Motosiklete
binip eylem yerine doğru hızla yol aldınız. Sevinçliydiniz.
Önemli bir eylemi gerçekleştireceğinizi biliyordunuz.
Eylemin yankısı dünyanın dört bir tarafına uzanacak,
yeryüzünün tüm lanetlileri için umut parolası olacaktı..
Aynada artık senin yüzün vardı. Parıltılarını yitirmiş
mavi gözlerinin derinliklerinde tüm yaşamını okuyordun.
Mutluydun. Sabahtan beri sıkıntılar içinde yattığını
düşündün. Kızdın kendi kendine. Yemek sonrasının rehavetiyle
karışmış bahar yorgunluğuydu belki. Ama sen sabahki
ziyaretin garipliğine verdin. Suskunluk ve üzüntü sana
ölümün yakınlaştığını hatırlatmıştı. Canını sıkan buydu.
Kalktın. İleriki hücreye seslendin:
- Sana da ziyaretçi geldi mi sabah?
- Evet, bir gariplik vardı, ama anlayamadım.
- Tren kalkıyor mu dersin?
Olabilir. Bizimkiler çok üzgündüler. Gizledikleri, söylemek
istemedikleri bir şeyler vardı.
- Ben de öyle bir şeyler sezdim.
- Öyle bir şey olsa avukat gelmez mi?
Sustunuz. Konuşacak çok şeyiniz vardı. Ama her seferinde
böyle olurdu. Bir iki lafla sınırlanır, kalırdınız.
Oysa birbirinize çok bağlı iki arkadaş, iki yoldaştınız.
Ortak paylaştığınız ve sonuna kadar paylaşacağınız o
kadar çok şey vardı ki... Yine de böyle uzaktan seslendiğinizde
bir tutukluk ikinizi de alıp götürüyordu. Aylardır bir
insanla yan yana konuşamamanın, birlikte yemek yiyememenin
yabanıllığı sohbetlerinizi etkiliyordu. Duvarlar ağır,
ağır bilinçlerinizi şekillendiriyor, uzaklık özleme
ağır basıyordu. Böyle birkaç cümleden sonra ikiniz de
kendi içinize dönüyordunuz.
Savaşı yine sessizlik kazanmıştı. Yaz sıcağı ve sessizlik
iç içe girmiş, yoğunlaşmıştı. Sıcağın buharına dönüşen
sessizlik sanki az sonra fırtınaya dönüşecekti. O düşünce
yine bir çelik mengene gibi yüreğini sıkmaya başladı.
Her aklına geldiğinde için bir garip oluyordu. Boşver
demiştin. Boş verebilir miydin? Onlarca, yüzlerce kez
provasını yaptığın oyunu birkez sahneye koyacaktın,
her şey bitecekti. Heyecanlanıyordun. Oyunun hakkını
verebilecek miydin? Buydu seni korkutan... Neşeli ve
canlı görünümünün, düşman karşısındaki uzlaşmazlığın
altındaki bu tedirginlik zaman zaman depreşiyor ve seni
rahatsız ediyordu. Yıllar önce bu duygularla romanlarda
gazetelerde tanışmıştın. Aylar önce, daha bu hücreye
kapatılmamışken şaka yapıyordun arkadaşlarınla ve bir
gün karar okunmuş, alelacele kendini burada bulmuştun.
Eşyaların bile cezaevinden sonradan getirilmişti. İlk
günler tam anlayamıyordum. Ama arkadaşlarının şakasını
yaptığı olay gerçekleşmeye yönelmişti. Düşünmüştün.
Mücadeleye ilk başladığın günlerden beri ölüm senin
yabancın değildi. Cellatların kol gezdiği bir ülkede,
onların arasında dolaşıyordun. Yine de ölüm senin için
bir olasılıktı. Şimdi? O korkmadığın ölüm yanı başındaydı.
Yüzyüzeydin. Bu kez ölüm serseri bir kurşun değildi.
Ne bir sokak çatışmasının heyecanlı atmosferinde göğsünü
delecek bir kurşun ne de bir eylem sırasında düşürüleceğin
bir pusu vardı. İşkence tezgahlarında da ölmeyecektin.
Ayakların falakada patladıktan sonra kimse gelip kafana
kurşun sıkmayacaktı. Bu kez ölüm damıtılarak geliyordu.
Sen bunu her hissedişinde sarsılıyor, ölüm üzerine düşünüyor,
kendi kendine tartışıyordun. Sana en çok garip gelen
ne zaman öleceğinin meçhul olmasıydı.Ölümün soğukluğunu
hissederek yaşamak, ölüme bir dakika daha yaklaşırken
bir olaya kahkaha atıp gülebilmek ya da karnının acıktığını
hissetmek ve sonra tüm bunları oturup düşünmek ne kadar
garipti değil mi? Bir yandan her geçen dakika kendi
ölümüne koşuyor, diğer yandan da insana özgü yaşama
ait her şeyin özlemini çekiyor, çayın geç gelmesiyle
bile rahatsız olabiliyordun. Yaşamın boş geçmemesi için
vaktini değerlendiriyor, uykudan çalıyordun. Tüm güzellikler
içini titretiyor, imgeleminde tekrar tekrar yaşıyor,
yaşama ait en ince ayrıntıları bile gözden kaçırmamaya
çalışıyordun. Bu telaşın niyeydi? Yarın okurum diye
başucuna bıraktığın gazete sayfasını bir daha göremeyebileceğini
bilmiyor muydun? Yarın karavanada tatlı gelecek diye
düşündüğünde senin çoktan bu dünyayı terk etmiş olabileceğin
aklına gelmiyor muydu? Sanki gideceğin yere daha bilgili,
daha güçlü gidecektin. Bunun olamayacağını sen de biliyordun.
Sen yaşamın yoğunluğunu arttırmak istiyordun. Her gece
kapın açılabilir ve "haydi vakit geldi" denebilirdi.
Tersine bu bekleyiş aylarca, hatta yıllarca sürebilirdi.
Bu tür bir ölümde sana aylarca beklemek düşmüştü. Bekleyecektin.
Bekleyecek ve gerektiği gibi ölecektin. Ölümün ciddiyetini
anladığın ilk anda buna karar vermiştin. Korkuyordun.
Kararını başarıyla uygulayabilecek miydin? Bunun korkusunu
duyuyordun.
Saatler süresince, bütün gece boyunca hazırlanıyordun.
Ama bu sadece bir hazırlık. Farkındasın. Söyleyeceğin
her sözün, atacağın her adımın en ince ayrıntısına kadar
provasını yapmıştın. Yine de bir yerde hata yaparım
diye korkuyordun. Tek başına oynanan bir satranç maçı
gibi rakibinin hamlelerini de hem düşünüyor, hem yapıyor,
böylece kendi pozisyonunu sürekli gözden geçiriyordun.
Seni olası bir yanlışa sürükleyecek bütün kanalları
tıkıyordun. Yine de korkuyordun.
Ağır ağır voltalıyor, o sıcak yaz gününde düşüncelerine
yoldaşlık ediyordun. Sabahki ziyaretin anlamı kafanı
kurcalıyordu. O günün ziyaret günü olmadığını biliyordun.
Böylesi bir görüşmenin ne anlama geleceği senin için
de açık değil miydi? Yine de bu açıklığı yüksek sesle
düşünmek istemiyordun. Avukat, diyordun. Öyle bir şey
olsaydı, avukat da gelmez miydi? Sabırsızlanıyordun.
Sen hazırdın. "Haydi, sandalyemi kendim tekmeleyeceğim"
diyordun. Onlar gelmiyordu. Sinirleniyordun. Oysa bilmiyordun
ki oyunun kuralı buydu. Sen hazır olurdun, onlar gelmezdi.
Onlar gelirdi, seni tatlı düşlerinden koparırlardı.
Bu oyun bekleme sanatı üzerine kurulu. Sahne arkası
çalışmalarında da sen böyle değil miydin? O halde neden
sabırsızlanıyordun?
Düşüncelerin dönüp dolaşıp o son sabaha takılıyordu.
Tetiğe basmıştın. Sanki tetiğe basan ellerin bu günlerin
acısını çıkartıyordu. Bir daha bastın. Kurşunların tek
tek Yankee ajanının vücuduna girdiğini gördün. Geri
çekiliyoruz, diyen yoldaşının sesiyle motosiklete bindin.
Ara, dik sokaklardan yokuş aşağı hızla uzaklaştınız...
ekip otosu kurşun yağdırmaya başlamıştı. Karşınıza bir
kamyon çıktı ve düştünüz. Motorsikleti siper ederek
polislerin ateşine karşılık verdiniz. Yaralanmıştın..

Avukatının geldiğini bildiren askerin sesi bir ok gibi
yüreğine saplandı. Voltanı keserek öylece kalakaldın,
şaşkındın. Heyecan yüzünü buz gibi yaptı. Donuklaştın.
Yüreğin göğüs kafesini hızla dövmeye başladı. Vücudun
omuzlarından aşağı çekilir gibi oldu.
Kapının sürgülerinin çıkardığı gürültü toparlanmanı
sağladı. Sakin,kararlı bir ses tonuyla "geliyorum"
dedin.... İşte avukatın da gelmişti. Demek ki bunaltıcı
ve sessiz yaz gününün anlamı buydu. Beyninin köşesinde
özenle koruduğun o umudun parçalanmasıyla sarsıldın.
Boşlukta yuvarlanıyordun. Tutunacak bir dal arıyordun...
Bu dalı bulmalıyım. Bir umut olmalı. Bacaklarıma güç
verecek, başımı yukarda tutacak bir direnç bulmalıyım.
Avukat da gelmişti. Gelebilirdi. Bu gün avukat görüş
günü değil miydi? Görüşleri şimdiye dek hiç aksatmamıştı.
Bugünün ne özelliği vardı ki? Hücreden çıktığında koridorun
olağan üstü kalabalık olduğunu gördün. Son bir gayretle
yakalamaya çalıştığın umudun kalabalığa çarpıp parçalanmıştı...
Karar veremiyordun. Nereden geldiğini bilmediğin bir
güç sana umut vaat ediyordu.Heyecanını bastırmaya çalışarak
hafifçe gülümsedin.... Bütün bu kalabalık koşuşturmalar
benim için mi?... Onların telaşı korkunu hafifletmişti.
Oyun başlamış, rakip hamlesini yapmıştı. Sıra sendeydi.
Başını kaldırdın, göğsünü öne çıkarırken derin bir nefes
aldın, emin adımlarla avukatınla görüşeceğin yere doğru
ilerledin. Kuvvetli bir hamle yapmıştın.
Odaya girdiğinde avukatının üzgün ve heyecanlı olduğunu
fark ettin. Gülümseyerek elini uzattın.
- Selam ağabey
- Merhaba
- Tren bu akşam mı kalkıyor?
O, başını önüne eğince sen anladın.
Senin rahatlığın karşısında avukatın da yavaş yavaş
kendini toparladı. Bir film anlatmaya başladı. Film
bir boksörün hayatına ilişkindi. Bu ağır-siklet boksörü
ringte bir adam öldürmüş, lanetlenmişti. Bir başka maçta
ringe çıkınca insanlara şunu söylemişti: "Bebekler
dünyaya elleri, gözleri yumuk ve ağlayarak gelirler.
Bunun nedeni dünyada kavga edeceklerini bilmeleridir.
Ama insanlar ölürken elleri açık giderler. Bu, insanların
yapamadıkları şeylere duydukları üzüntünün ifadesidir..."
Sonra sana döndü avukatın ve bir kavga verdiğinizi,
bu dünyadan gideceğinizi, başınızın dik olmasını, hep
gökyüzüne bakmanızı söyledi. Sesinin titrediğini hissettin.
"Neden üzülüyorsun ağabey? Hayrola, dağıtmayın
yahu kendinizi" dedin.
Görüşme bitmişti..
"Arkadaşlara geç kalmamalarını söyleyin" diyerek
zafer işareti yaptın ve hücrene doğru uzaklaştın.
İşte yine hücredeydin. Çevrene dikkatle baktın. Eşyaları,
duvarları, kırık aynayı, ranzanı, çalışma masanı tek
tek inceledin. Bir yabancı gibi soran gözlerle bakıyordun.
Nesnelerin kımıltısız varlığı ayrılığı ve ölümü somutluyordu.
Sanki bu mekanı ilk kez görüyordun. Dingin vücudunu
çürümeye başlamış bir nesne olarak görme duygusuna kapıldın.
Belki şu anda bile bir hayaldin... Bakışların aynaya
yöneldi. Yarın bu ayna gene burada olacaktı. Ama senin
yansın düşmeyecekti. Aynadaki yüz birkaç gün sonra çürüyecek
kurtlanacak, yok olup gidecekti. Ranzan, duvardaki lekeler,
zevkle çizdiğin resimler... Her şey sen gittikten sonra
da kalacaktı. sen toprak olacaktın. Bir taş, toz zerreciği,
kurumuş bir ağaç gibi hissiz ve cansız... Etin, damarların
büzüşecek, gözlerin iki karak delik olacak, derin kemiklerine
yapışacak, toprak olacaktın. Bu doğaldı. Sende biliyordun
ki, doğada bir insanın ölümüyle bir karıncanın ölümü
aynı yalınlığı yansıtır, ama tüm bu çelişkilerin odağında
olman korkunç bir ezinçti. Yaşam sensiz de devam edecekti.
Koridordaki nöbetçi aynı sesi çıkartarak volta atacak,
aynı saatte yemek gelecek, aynı saatte hoparlörler açılacak,
radyo spikerinin sesi koridoru dolduracak. Bol bol yerim,
diye yaptığın pastanı bitirmeye bile ömrün yetmeyecek.
Yarının milyonlarca insan için hiçbir farkı yoktu. İşçi
Mehmet yine rotatifinin başında ter dökecek, Gülizar
ana belinde taşıdığı sancısıyla iki büklüm tarlasında
pamuk toplayacak, yeni doğan bebekler annelerine ilk
gülücüklerini verecek, sevgililer buldukları kuytu yerlerde
sevişecek, mahkumlar mazgal önlerinde mektup bekleyecek,
meydanlar, sokaklar yine dolacak... Yakalarım, diye
geceleri saatlerce beklediğin şu lanet olası fareler
bile tuvalet deliğinden başlarını uzatıp seni arayacaklar.
Senin artık bu dünyada olmaman bir şey değiştirmeyecek.
Uzaktaki vapurun çığlığına kulak verdin. Sessizce ve
kımıldamadan uzun uzun dinledin. Pencere kenarındaki
saçak oluğuna gizlenmiş kumrular, dışarıdaki güzellikleri
son kez görmen için davet ediyorlardı. Onları ürkütmeden
parmaklarının ucunda cama uzandın. Akşamın serinliği
yüzünü yaladı. Derin bir nefes aldın. Durağan bakışlarla
önce uzun uzun gökyüzüne baktın. Lacivert gökyüzü yıldızlarla
doluydu: "Delikanlım iyi bak yıldızlara, belki
onları bir daha göremezsin" diyen şairi anımsadın.
Gökyüzünü delmek istercesine baktın. Uzaklarda, çok
uzaklarda bir yıldızın göz kırparcasına yanıp sönen
ışığı bir çapak gibi gözüne girdi. Sonsuzluk ve boşluk
duygusu içini kuşattı. Bu sürekli devinim içindeki sonsuz
evrenin karanlık bir köşesine fırlamış bu dünyadaki
insanların uğraşısı ve kavgası evrenin tarihi ve yasaları
karşısında ne denli önemsiz ve anlamsızdı. Seni asmak
için didinen bu insanların çabaları gülünçtü...
Kenti dinledin sonra. Devinen arabaların, insanların
sesi, ta derinden gelen köpek havlamaları, egzos sesi,
tiz düdük sesleri.. Tüm bu sesler kulaklarında uğuldadı,
bir çığ gibi basınç yapıp, birbirine karıştı. Duyduğun
tek şey yaşamın sesiydi. Hücreni algılamıyordun. Kulaklarında
iç içe girmiş sesler yığını halindeki vapur sireni,
araba klaksonu, kuş sesleri, köpek havlaması hep birden
dans ediyordu. Yaşam senfonisi. Birden aklına bu geldi.
İşte yaşam senfonisi buydu. Düzensiz, uyumsuz ve karışık,
hiçbir kurala uymak için yaratılmamış; kendiliğinden,
doğal seslerin beraberliği, yaşam senfonisi. Sokaktaki
insanın kuru gürültü olarak algılayabileceği bir senfoni...
Ne kadar güzeldi. Daha önce bu güzelliğin farkına varamamıştın....
Vapurun çığlığı, kül altında kalmış korlar gibi yanan
ve gerektiğinde bütün vücudunu ısıtan anılarını çağrıştırdı...
İçin ürperdi. Anıların da olmayacaktı artık. Evet bu
üzücüydü. Ama yaşam devam edecek. Bu sesler yine birilerinin
kulaklarında senfonik anlamına kavuşacaktı. Senin yaşamın,
yerine getirilmiş görevlerin anlamını içeriyordu. O
halde gökyüzüne bakacak ve yumruğunu sıkacaktın.
Kaç saatin kalmıştı? Gece yarısından sonra olacağı muhakkak.
Bu düşünce seni rahatsız etti. O an yaşadığını düşündün.
Birkaç saat sonra yine yaşayacaktın. Ya sonra? Tren
bu gece kalkacak. Gökyüzüne nasıl bakacaktın? Ölüm ve
hiçlik. Sonrası öneli değil. Ama vakit geçiyordu. Bu
dakikaları tekrar yaşamanın olanaksızlığı seni çıldırtabilirdi.
Ölüm.... Ne soğuk bir kelime değil mi? Bir ölü, kendi
ölümüne üzülemez. Ya yaşayan biri?... Son sözün ne olacaktı?...
Vakit geçiyor. Zaman durmaz mı? Zamanı durdurabilir
misin? Kendine gelmelisin. Toparlamalısın kendini. Onlara
korktuğunu belli etmemelisin. Onlar senin kararlılığından
korkmalı. Ama ölüm... Bilerek ölüm... İpte sallanmak..
. Acı duyar mıydın?.. Uzun süren can çekişme... Vakit
geçiyor. Ne yapmalısın? Birileri bağırsa, bir ses olsa
diyorsun. Vakit boşa geçmemeli. Bir daha yapmayacağın
şeyler vardı. O ne, uyku bastırıyor!... Vücudun külçe
gibi, titriyorsun. Korkuyor musun yoksa? Pişman mısın?
"Pişman olduğunu söyle seni öldürmeyelim"
deseler ne yaparsın? Hem o zaman yüreğini sıkan tüm
sıkıntılardan da kurtulur, bir anda serçe gibi hafifler
huzurlu olursun. Olur musun? Sen böyle bir şey yapabilir
misin? Gözünü bile kırpmadan, arkana bakmadan tüm yaşamını
çevreleyen inançlarını yadsıyabilir misin? Sen lanetlenmiş
bir lütufla boyun eğik yaşamaktansa ölmeyi yeğlersin.
Dünyadan koparılmış olan yaşamın senin ölümsüzlüğün
olacaktır. Sen artık tek başına değilsin. Bu bir kavga,
sen bir simgeydin. Kavganın bir yanında sen vardın.
O gece o saatte tüm dünyadaki ezilenlerin çığlığı senin
boğazında, yumruğu senin ellerinde, gücü senin ayaklarında
olacaktı. Sen onları temsil edecektin. Vücudun artık
senin değildi. Onlar omuzlarındaki apoletleri, miğferleri
ve şapkalarıyla seni izleyecekler. Bu o büyük kavganın
raundlarından biri olacak ve sayı onlar için sayılacak.
Tanrıya inansaydın ölüm bu denli soğuk ve ürkütücü gelmeyecekti.
Nasıl olsa öbür dünyada yaşayacaktın. Bunun fanatikçe
bir şey olduğunu biliyordun. Ölüm sevgisi tanrı kavramıyla
bağdaşabilir mi? İnsanlar tanrıya inandıkları için ölümü
nasıl sevebilirler? Tanrıya inananlar çok şey kaybetmeyecekleri
için ölümlerini önceden bilseler de acı çekmezler. Gerçekten
öyle mi? Ya tanrıya inanmadığı için ateşte yakılanlar,
idam edilenler, engizisyon işkencelerine uğrayanlar?
Bir çoğunun ölürken yüzünde bir gülümseme olduğu söylenir.
O halde? Ölümü bu denli önemsiz kılan, yaşam karşısında
küçülten nedir? Ölüm karşısında acı çekmeyi engelleyenin
ölümseverlik olmadığını biliyorsun. Tanrıya inanmıyordun.
Ölüm karşısında senin de güçlü olmanı sağlayacak olan
bilincindi. Sen yaşamı çok seviyordun. Öylesine ki,
onu en anlamlı ve en dolu biçimde yaşadın.
Koridor kapısının sürgüleri büyük bir gürültüyle açılınca
koridor onlarca ayak sesleriyle doldu. Gecenin sessizliğini
bozmamaya özen göstererek, ama garip bir telaş ve heyecanla
itişip kakışarak ilerleyen postallar. Yine sessizliği
bozmamaya çalışan fısıltılar ve köhnemiş koridorun sıvaları
dökük duvarlarında yankılanan telsiz sinyalleri. Tüm
bu sesler hızla senin hücrenin önüne birikti. Kısa bir
anlık duraklamadan sonra hücrenin perdesinin açıldığını,
kilidin çevrildiğini gördün.
Hazırdın. Kapının açılmasıyla birlikte heyecanının geçtiğini
sakinleştiğini hissettin. O an her davranışını, her
adımını kontrol edebiliyordun. Hücrene dolan yüksek
rütbelilerin yüzlerine tek tek baktın. Onlar şaşkın
ve tedirgin bakışlarla seni süzüyorlar, sinirli sinirli
sigaralarını çekiştiriyorlardı. Kimisi sıcak yataklarından
kaldırılmış olduklarına kızıyor gibiydi. Hafif bir tebessümle
"haydi gidelim" diyen sesin onları irkiltti.
Onlar, böyle bir hareket beklemiyor, durumu açıklayacak
kelime arıyorlardı.
Ağır ağır hücrene ve bıraktığın eşyalara baktın. Sen
ilerledikçe askerler kendiliğinden çekiliyorlar, yol
açıyorlardı. Hücre kapısına geldiğinde marşını söylemeye
başladın. Sesin koridorda yankılanıyor, büyüyor, büyüyordu.
Önce yakın hücrelerden sonra ilerdeki koğuşlardan sloganlar
ve marşlar yükseldi. O an yüzyıllık utanç duvarı, sıcak
yaz gecesinde marşlarla, sloganlarla inliyordu. Herkes
seni uğurluyordu. Son eylemine giderken herkes susmuş,
yalnız sizinkiler konuşuyordu. Seni uğurluyorlardı.
Hüzünlü ama dimdiktiler. Senin kıvılcım olacağına emindiler.
Gece karanlık. Kadıköy-Üsküdar arası yaz akşamlarının
hafif rüzgarıyla çalkalanan denizin dalgalarıyla tatlı
tatlı okşanıyordu. Eğlence yerlerinden çıkan insanlar
çakır keyf evlerine gidiyorlardı. Son vapur iskeleden
kalkmak üzereydi. Bekleme salonunda tek tük insanlar
vardı. Yerler bütün bir günün telaşını yansıtırcasına
pislik içindeydi. dışarıda taksiler son yolcularını
bekliyorlardı. O gece sokakların neden kuşatıldığını
polis otolarının neye refakat ettiğini kimse bilmiyordu.
Evlerinde rahat yataklarında uyananlar, tatil beldelerinde
eğlenenler de hiçbir şey bilmiyorlardı. Birkaç dakika
içinde Kadıköy-Üsküdar arası yollar kesilmiş, telsizlerden
şifreli mesajlar yükselmeye başlamıştı. "Misafirler
geliyor!"
Yerin dibinde rutubetli pis bir koridorda ufacık bir
hücredeydin. Artık her şey olması gerektiği gibiydi.
Sarıklı bir hoca gecenin hayli ilerlemiş saatlerinde
bu garip koridorun görünümünü daha da garipleştiriyordu.
Hücre kapısındaki küçük delikten başını uzatıp sana
sordu:
- Yaptıklarından pişman mısın?
- Değilim. İnsanın pişman oldukları vardır.
Olmadıkları vardır.
- Günah işlediğine inanıyor musun?
- Neyin günah olup olmadığını tartışmayalım.
Seni ne sanıyorlardı ki? Onlar son saniyede bile kendilerini
güçlü hissettirmek istiyordu. Sense bu sorunun cevabını
yıllar önce vermiştin.
- Kelime-i Şahadet getirebilir misin?
- Getirebilirim.
O sırada koridorda ayak sesleri yükselmişti. Avukatın
gelmiş, elindeki Kuran'ı hocaya vererek bir yeri okumasını
istiyordu.
"... Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler
ki ebediyete kadar yaşayacaklar..."
Sen kahkahalarla gülünce hoca irkilmişti.
İnfaz sırasında da söylenecek sözünün olduğunu, bu sözünün
insanlara tahrif edilmeden ulaştırılmasını söylemiş,
bunu da ancak siz yapabilirsiniz demiştin avukatına.
Saatler 3.30'u gösteriyordu. Bütün İstanbul uykusunun
en tatlı yerindeydi. Bu virane cezaevinde telaşlı, sinirli,
uykusuz kalabalığın arasında sakin ve kendinden emindin.
Bunca telaş senin için miydi? Elleri titreyen, oradan
oraya koşturan bu insanlar senin için mi toplanmışlardı?
Gülünçtü... Bir insanın ölüme gitmesi onları bu kadar
çok korkutuyordu. Anlayamıyordun... Sen ölecektin onlar
korkuyorlardı..
Saatler tam 3.30'u gösteriyordu. Avlu kapısına doğru
ağır ağır yürüyordun. Üstünde idamlıklara özgü o ak
elbise vardı. Arkadan bağlı ellerinle ağır ağır yürüyordun.
Artık zaman durmuştu.
Şimdi işleyen senin adımlarındı. Her adım ölümle arandaki
mesafeyi biraz daha kapatıyordu. Sen tadını çıkara çıkara
adımını atıyor, ölümle dalga geçiyordun. Zamanın hızı
adımlarına bağlanmıştı.
Saatler tam 4.55'i gösteriyordu. Avlu kapısına geldiğinde
durdun. Gökyüzü ve idam sehpası, ikisi de karşındaydı.
Avukatının "gökyüzüne bak" dediğini hatırladın.
Bakışlarını bulutsuz göğe çevirdin.
Saatler tam 4.55'i gösteriyordu. Avluya ilk adımını
atarken, darağacı tüm görkemi, ürkütücülüğü ile karşında
duruyordu.... Marşını söylüyordun...
Saatler tam 3.30'u gösterirken avluda yankılanan sesin
son eyleminin başlangıcını belirten gong gibi yankılandı.
Kalabalık şaşırdı. Bir işaretle, üstüne çullandı. Bu
bir korkuydu. Onurlu bir ölüm töreninin yarattığı saygıdan
duyulan korkuydu...
Saatler tam 4.55'i gösteriyordu. Kurşuna dizilen İspanyol
devrimcileri ile yan yanaydın. Biraz ötende Komünarları
bir duvar dibine çekmişlerdi. Uzakta bir Narodnik kendi
sehpasını tekmeliyordu. Hemen yanında Vietnamlı devrimciler
sehpaya çıkmak için sıra bekliyorlardı. Julius Fuçik
çoktan bir bayrak gibi sallanıyordu ipin ucunda. Deniz'in
ayaklarından masayı çekerlerken avludan beyaz bir güvercin
havalanıyordu.
Saatler tam 4.55'i gösteriyordu hala marşını söyleyerek
ağır ağır ilerliyordun. Karşında son eyleminizde şehit
düşen, yanında kanlı elbiseleri henüz kurumamış dört
yoldaşın duruyor, sana bakıyorlardı. Hafif mırıldandıklarını,
marşına eşlik ettiklerini duydun. Arkalarında başkaları
da vardı. Onların yüzlerini seçemiyordun. Ama yabancı
gelmiyorlardı. Ağır ağır yumruklarını havaya kaldırdıklarını,
gür bir sesle hep birlikte marşa başladıklarını ve güneşin
batmadığı o ülkede bir tören hazırladıklarını gördün.
Saatler tam 3.30'u gösteriyordu. İdam sehpasına çıktın.
Avlu gene çınlıyordu. İzleyiciler oyunun en heyecanlı
yerine hipnotize olmuşçasına bakıyordu. Sen haykırıyordun:
"Kahrolsun Faşizm! Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın
Mücadelemiz!"
Saatler tam 3.30'u gösteriyordu. Celladının elleri titriyordu.
Sen slogan atıyordun, şaka yapıyordun.
"Dikkatli olun beni sakatlayacaksınız" dedin
celladına ve sehpaya bir tekme attın.
Saatler tam 4.55'i gösteriyordu. "Heyecanlama be
kardeşim" dedin, titreyen celladına ve gökyüzüne
son bir keç baktın. Sana göz kırpan yıldız tam tependeydi.
Sehpana bir tekme savurdun. İp boğazını sıkarken sen
hala "Katil Oligarşi" diye bağırıyordun...
"YANİ ....
TREN KALKIYOR MU?...
BİLET KESİLDİ Mİ?.....
(Röportaj BARİKAT Gazetesi'nin 5. sayısndan aynen
alınmıştır)
Avukat ALİ RIZA DİZDAR
1946 yılında İstanbul'da doğdu. Talatpaşa İlkokulu'nda
başladığı öğrenimine Beyoğlu Ortaokulu, Atatürk ve Bakırköy
Liselerinde devam etti. 1968 yılında işgal konseyi üyeliği
yaptığı İstanbul Hukuk Fakültesini 1969 yılında bitirip,
bir dönem stajyer avukatlık yaptı. Bir süre sonra İstanbul
Barosuna kayıtlı olarak 12 Mart döneminin siyasi davalarına
girdi. 12 Eylül'den önce sol içerikli bir çok davaya
gönüllü olarak giren Dizdar 12 Eylül faşist cuntasından
sonra tutuklanan yurtseverlerin, devrimcilerin davalarında
avukatlık yaptı. Avukatlığını sürdüren Dizdar, halen
S.H.P İstanbul İnsan Hakları Komisyonu Başkanlığı, İstanbul
Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanlığı, Bilsak Yönetim
Kurulu Üyeliği yapmakta olan Dizdar aynı zamanda İnsan
Hakları Derneği üyesidir ve aynı zamanda Türkiye Barolar
Birliği Delegesi...
Bir devrin insanlarını anlatmak biraz zor oluyor.
Aslında o insanlar güzel insanlardı...Kadir, Ahmet,
Hakkı Kolgu, Talip, bir bütündüler. Tabii bütün bunların
arasında şimdi sonsuzluğa giden diğer arkadaşlar da
gözümün önüne geliyor. Örneğin bir Tamer'in sevecenliği.
Bütün arkadaşlar halkları için çaba gösterdiler, kendileri
için değil. Türk ve Kürt halkları için, insanlık için,
demokrasi için mücadele verdiler. Ve bu arkadaşlar mücadelelerinde
hiçbir zaman yenik düşmediler. Bu arkadaşlar sonsuzluğa
intikal ederken bile onurluydular. Hakkı Kolgu'yu yaralandıktan
sonra Haydarpaşa Askeri Hastanesi'nin bodrumunda gördüm.
Pislik içinde bir oda, sağda solda serum şişeleri, gazlı
bezler, orası zaten bir hastane odasından çok bir kömürlüğü
andırıyordu. Zaten orayı bozmuşlar tabirlerince teröristlere
uygun bir hale getirmişler. Hakkı, ışığı zayıflamış
gözüyle, daha doğrusu zayıflamış vücuduyla bir şeyi
haykırıyordu, gözleriyle konuşuyordu. Kendisine nasıl
olduğunu sordum, iyiyim dedi. Ağır yaralanmıştı. Elini
kaldırıp zafer işareti yaptı. Arkadaşlarım nasıl dedi.
"Arkadaşlarıma lütfen selam söyler misiniz? dedi.
Ben kendisine vekalet name almaya geldiğimi söylüyorum
o ise arkadaşlarına selam söylüyordu.
Sonra, sıcak bir gün Selimiye'nin kapısından girip Ahmet'le
Kadir'i çağırdım. Kadir yaralıydı, omzundan vurulmuştu.
Hemen gelir gelmez Hakkı'nın durumunu sordular. Hakkı
için açlık grevine başlayacaklarını söylediler. Hakkı'nın
o hastane koşullarında tutulmaması gerektiğini söylediler.
Kadir ile Ahmet son derece kararlı son derece sevecen
iki insandı. Bu arkadaşlarla meslektaşım Nebi Barlas'la
birlikte duruşmaları boyunca görüştük. Bazen şakalaştık,
bazen düşündük, öyle bir şey olmuştu ki, koruma altında
oldukları Selimiye'de kaldıkları hücrelere bakan subay
ve astsubaylar bu arkadaşlara sempati duyuyorlardı.
Bu iki arkadaşı seviyorlardı. Çünkü bu iki insan her
şeyden önce son derece merttiler.
Tabii, bu iki arkadaşı sorgulama görevinde olan bir
savcı vardı. Bu savcı Faik Tarımcıoğlu idi. Sayın Tarımcıoğlu
sanki MLSPB örgütünü çözeceğim havasına girmişti. Daha
sonra milletvekili seçildiği sırada Milliyet gazetesinde
çıkan yayınlarında Güzin Arda'nın nasıl suçsuz olduğunu
anlatan bu sayın savcı aslında Güzin Arda'nın, Tamer
Arda'nın kardeşi olmaktan öteye gitmediğini bildiği
halde sırf Merter'de fotoğrafçı dükkanında olan bir
olayın faili diye hapiste tutuyordu. Ve bu savcı daha
sonra günah çıkarma gereği görüyordu. Ama sayın savcı
Şemsi Özkan denilen insanları satmaktan başka meziyeti
olduğuna inanmadığım, insanların üstüne binalar kurarak
iş yaptığını sanan bu adamın o zamanlar hamisi kesilmişti.
Bunu (Şemsi Özkan'la karısını) kendi odasında bir paravan
arkasında görüştürürken bizatihi an meselesiyle yakalamış
biri olarak söylüyorum.
İşte bu savcının bu güzel iki çocuğun ipini çekmek için
çok sabırsızlanıyordu...
Çok acele bir iddianame hazırlandı. Bu iddianamenin
içine bu arkadaşlarımız sokuldu. Çok acilen bir dava
yapıldı. bu dava sonucu bu iki arkadaşımız idam edildiler.
Şimdi baktığımızda, bu dava dosyasında deliller tam
anlamıyla tartışılmadı. Gene bu dava dosyasına baktığımızda
bir çok karanlık nokta vardı. Örneğin kimdi bu Amerikalılar?...
Amerikalılar hala benim kafamı meşgul eden Salıpazarı'nda
müfrezede görevli olan insanlardı. Nedir Tophane'nin
Salıpazarı'nda Müfrezesi olan insanlar bilinmiyor. Orada
Kadir'in pozisyonu neydi? Gözcüydü. Peki öte yanda hain
dediğimiz insanların, itirafçı dediğimiz insanların
pozisyonu neydi? Onlarca insanın katledilmesi iddiasıyla
yargılanan insanların yüz hatları değiştirilerek sokaklara
çıkarılıp takdir edilirken, neden bu iki insan idam
edildi? Bunlar hukukun derinliklerinde, ileride belge
ve tarihsel öğreti olarak ortaya çıkacaklardır. Yanlışlıklar
yapısıdır bunlar. Ne demişti bu arkadaşlar duruşmanın
birinde, İsrail'in Filistin halkı üzerinde yapmış olduğu
baskıları kınamışlardı. Kardeş Filistin halkı üzerindeki
baskıları kınıyoruz diye haykırmışlardı. Bundan dolayı
haklarında verilen müebbet cezası bu noktadan bozulmaya
götürülmüştü. Yani bir tarafta A.B.D askerinin öldürüldüğünden
dolayı verilen ceza var; bu ceza müebbete çevrilince
onun üzerine A.B.D'nin Ortadoğu karakolu ve jandarmalığını
yapan İsrail'e laf uzatılması yüzünden ve ezilen Filistin
halkını koruması yüzünden müebbet cezası kaldırılıp,
onun yerine idam cezası veriliyor. Manzara bu idi.
Şimdi bu iki güzel insandan bahsettim, Hakkı Kolgu'nun
son görüntüsünden bahsettim. Bu iki arkadaşımızın davaya
gidiş gelişindeki durumdan da bahsetmek isterim. Bu
iki arkadaşımızın davaya gidiş gelişlerinde hep başları
dikti. Hiç gözlerinde pişmanlık pırıltısının yandığını
görmedim. Bu arkadaşlarımız haklarında verilen idam
cezaları açıklanırken, kesinlikle ve kesinlikle tanık
oldum bir yaprak kadar bile titremediler. Ufak bir rüzgarın
yaprakları titrettiğini düşünürsek, bu iki kararlı ve
onurlu insan bir kasırga kadar şiddetli olan idam cezası
karşısında bir yaprak, bir tüy kadar titremediler. Bu
karar karşısında hiç mi hiç tınlamadılar. Başları dimdik
verilen kararı dinlediler. Ve.... döndüler... Heyetin
beklentisi, bağrılıp çağrılıp kararın protesto edilmesiydi.
Ama sessizlik kadar büyük bir protesto yoktu. Aradan
yıllar geçiyor, şimdi yakında ölüm yıldönümleri geliyor.
Bu yıllar içinde düşünüyorum o günkü sessizlik kadar
büyük bir harekete rastlayamadım. Sustular...Baktılar...
Tebessüm ettiler... Ve dönüp gittiler...
Tabii infaz sırasında astsubayların ve subayların neden
ağladığını şimdi daha iyi anlıyorum. Bir Süleyman Başçavuş
ağladı. Bir yüzbaşı hüzünlendi, koca gövdeli görevli
Binbaşının titrediğini gördüm. Sultanahmet'in "sarhoş
Fikret"i yakamıza yapıştı, "bunları kurtarın"
diye bize bağırdı. İdam sehpasına çıkacaklar ve tavırlı
tavırlı yürüyecekler. Ve bir gurüh asker, bir gurüh
subay, arkalarını dönüp sesli sesli ağlayacak ve kararı
veren yargıç "portakal mandalina satsaydım da bu
kararı vermeseydim" diyecek (Nafiz) yüzbaşı, Özdemir
yüzbaşı aşağı gelecekler, seyrederken, kararı imzalarken
sapsarı kesilecekler, Albayın suratında patlayan sandalyede
şaşkınlık olacak, bütün bunları yaşamak, anlatmak çok
kolay değildir...
Ama böyle düşünülürse bile, arkadaşlarının "Arkadaşlarımıza
anlatacaksınız bunları. Anlatın bilsinler. Bilsinler,
mücadelemizde ödün vermediğimizi bilsinler" tabirleri
var ki...
Şimdi, şu anda duygularıma pek hakim olamıyorum. Anlatırken
kopukluk olduğunu hissediyorum, bu satırları okuyanların
beni anlayışla karşılayacağını umuyorum.
O geceye dönmek istiyorum. Selimiye'deydim. Aniden
Selimiye'nin kapısından içeri girdiğimde bir hareketlilik
başladı. Beni arıyorlarmış. Ankara'dan karar gelmiş
ve onaylanmış. Halbuki ben iade-i muhakeme talebi
yapmıştım. Meslektaşım Nebi Barlas'da tashih-i karar
talebi yapmıştı. Tashih-i karar talebi reddedilmiş.
İade-i muhakeme talebi de henüz karara bağlanmamıştı.
Avukat Halit Çelenk ve Atilla Coşkun ile karşılaştık.
Hali tabi ile Atilla gerekli şeyleri söylediler. Sıkıyönetim
savcısı Süleyman Albayın odasına girdim. Kendisini
daha evvelden tanıdığım şimdi vefat eden Fahrettin
Albay müşavir olarak ordaydı. Süleyman albay bizimle
görüşemeyeceğini bildirdiği sırada Nebi Barlas odaya
girdi. Ben o sırada aklıma gelen bir şeyi söyledim
"Valla ben dıni vecibelere inanan biriyim, arkadaşlarla
dini noktada görüşmek istiyorum" dedim. İsteğimi
Süleyman albaya iletirken Fahrettin albay da "Süleyman,
izin vereceksin, buda bir haktır." diye ısrar
edince görüşmemize izin verdiler. Selimiye'nin kapısına
akşamüstü, içeride aileleri ile görüşüyorlarmış, teker
teker ailelere haber verilmiş, gelmişler.
Uzun bir müddet bekledik. Nedense bir türlü görüşmemiz
gerçekleşmiyordu. Arkadaşlar aşağıdan yukarıya getirilmiyordu.
Hava karardıktan sonra görüş yolu açılmış oldu. Önce
Kadir'le görüştük. Zaten Ahmet'le Kadir yanı anda
gelmediler. Teker, teker getirdiler. Ahmet geldiğinde
hiç unutmuyorum şunu söyledi: "yani tren kalkıyor
mu? Bilet kesildi mi?" Nebi Barlas çok üzgündü,
Ahmet kendini bırakmış Nebi Abi'yi teselli ediyordu.
"Nebi abi niye bu kadar üzülüyorsun.? Lütfen
Nebi abi bırak üzülmeyi, arkadaşlara söyleyin biz
trene biniyoruz, onlar treni kaçırmasınlar".
Ben, insanın dünyaya gözleri kapalı geldiğini,
ellerinin yumulu olduğunu ve ağlayarak geldiğini,
ölürken de elleri açık, bazen gözleri açık bazen kapalı
olur. Önemli olan insanın verdiği mücadelenin, kavganın
güzelliğidir, onların da bir kavgaya geldiğini ve
bu kavgada onurlu bir mücadele verdiklerini söyledim
ve ilave ettim: "Onlar bir şeyi bekleyecekler,
nasıldılar? Başınız dik ve sadece gökyüzüne bakın"
dedim. Ahmet, tüm konuşmalardan sonra yine Nebi abi'ye"
üzülme be Nebi abi" dedikten sonra "biz
gidiyoruz tüm arkadaşlarımıza çokça selam söyleyin
bizden, bizi ziyaret edin ve hoşçakalın"
deyip odadan ayrıldı. Gene subaylarda bir hüzünlülük
var. Bir tanesi gelip bana "avukat bey daha şimdi
benim resmimi çizdi. Az önce tavla oynadık" dedi.
"Kahroluyorum avukat bey, ne olur bu iki insanı
kurtaramazmısınız?" dedi. Daha sonra Kadir'i
getirdiler. Kadir de aynı şekilde "arkadaşlara
selam söylememizi, üzgün olmadıklarını, başlarının
devamlı dik olduğunu" söyledi . Gene ordaki
subaylar, "yahu ikisi pırlanta gibi insan, bu
kadar nazik insanlar, hiç mi bunları kurtarma imkanı
yok?" diye söylendiler. Oradan biraz ayrıldık,
Nebi ile biraz dolaştık. Yani işin tuhaflığına bakınız,
bir gün evvellinden, yani gece öğrendiğim kadarıyla
Tercüman gazetesi bir manşet hazırlığı içindeymiş:
"Allahı inkar edenler, Allahı inkar ederek asıldılar".
Ben de kendileri görebilmek amacıyla elime bir Türkçe
açıklamalı Kuran-ı Kerim aldım. Son infaz mahaline
girip kendileriyle görüşmek istiyordum. Tesadüfen
açtığım sayfada bir ayet çıktı, El Embiya suresi,
anlamı şu: " Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler
ki ebedi kalacaklar. Elbette bir gün onlar da gelecekler."
Tesadüfen açtığımda çıkan sayfa bu idi...
Sabaha karşı Nebi ile birlikte Haydarpaşa rıhtımındayız,
biz müvekkilleri tarafından moral verilmeye çalışılmış,
iki avukat...
Onları uzun yolculuğa çıkarken yanı başlarına gidip
izleyecek iki yorgun adam...
Haydarpaşa'dan ayrılarak Paşakapısı Cezaevine geldiğimizde
bizi apar topar bir arabaya koydular. Arabanın içinde
Kadir'in kızkardeşi vardı. Ahmet'in dayısı gelmişti.
Üsküdar'da ses yok! "Hava kurşun gibi ağır,
bağır, bağır bağırıyorum koşun kurşun eritmeye çağırıyorum,"
şiirindeki sözler gibi dayanılmaz ağırlıkta bir hava
vardı.
Ağır bir hava, sessiz, etrafta bütün yollar üzerinde,
mezarlıklarda, ana caddelerde barikatlar kurulmuş
en ara sokaklarda bile asker yığılması vardı. Trampetler
çalıyordu sanki sessizce, sanki gökyüzüne mahşerin
atlarını sürüp gitmişler... Kızıl bir işaret verilmişti
sanki...
Birden bir anons!! Misafirler geliyor!... Koşuşmalar...
Sesler... ölüm marşları çalmaya başlamış, şeytan zebanileri
çıkmış dans ediyorlardı sanki. Koşuşuyorlardı, koşuşma
ve arkasından "misafirler geliyor" diye
seslenme...
Misafirler geldi! İçeriye sokuldu... Biz çağrıldık...
Nuriye, Kadir'in kızkardeşi gelmek istedi. Dışarıda
kalmasını söyledik, önemli değil dedi, dışarıda kalırız
dedi. Aranarak hapishaneye teker teker alındık. Her
tarafımızı didik didik aradılar, çok kutsal dedikleri
Kuran-ı Kerim'i bile parçalayacak kadar aradılar.
Nerdeyse pantolonlarımızı indirip kıçlarımıza bakacaklardı.
Bir şeyler getirdik diye ödleri kopuyordu. İçeri girdik,
imam efendi de orada hazırdı. Işıklar verilmiş, Paşakapısı'nın
ortasına üç tane direk ve bir ip sallanıyordu... Masanın
üstünde kötü bir sandalye, hani şu kır kahvelerinde
olur ya, onlardan bir sandalyeydi. Kendileriyle son
bir defa görüşmek istediğimizi söyledik. Savcı "hayır"
dedi. Ondan sonra ben Albaya gidip dini vecibeler
için onların yanına gitmek istediğimi söyledim. Albayın
aklına yatmasına rağmen Savcı gene hayır cevabını
gönderdi, avukatlar imam değil diye. Bu arada Kadir'den
haber geldi "Ben avukatımı da görmek istiyorum.
Onunda dini olarak yanımda bulunmasını istiyorum.
Çünkü Kadir'le anlaşmıştık, yanımıza gelin demişlerdi,
biz de ancak dini vecibeler gerekçesiyle bu izni alabileceğimizi
söylemiştik. Hatta Ahmet, Nebi Abi'ye dönüp, Nebi
Abi sen ne dersin? Vallahi dedi Nebi olur çünkü böyle
bir propaganda yapacaklar. Propagandayı engellemek
için bu yöntemi bulmuştuk.
Paşakapısı Cezaevinin avlusunda bir sürü sivil polis,
Albaylardan Subaylara kadar ve dönemin Üsküdar Emniyet
Amirliği yapan lacivert elbisesiyle tipik bir Karadenizli
olduğu anlaşılan Komisere kadar bir yığın insan vardı.
Savcı bize infazın gerekçesini okudu. Kendisine infazı
yapamayacaklarını, çünkü iade-i muhakeme talebimizle
ilgili her hangi bir karar verilmediğini, bu kararın
verilmesinden sonra ancak bunu yapabileceklerini söyledim.
Savcı ise kararın çıktığını kendisinin yapabileceği
bir şey olmadığını söyledi. Halbuki daha sonra hatırlarım
Hıdır Kaya'nın infazı iade-i muhakeme kararı yüzünden
infaz durdurulmuştu. Ama burada A.B.D. kan istiyordu.
A.B.D. can istiyordu, burada artık kaideler uymuyordu.
Önce Kadir'in yanına gittim. Ahmet'in yanına gitmem
engellendi. Pis kokulu merdivenlerden aşağı indim.
Her tarafı rutubet olan hücrenin demir kapısının üstünde
küçücük bir pencere vardı. Pencerenin arkasında Kadir'in
yüzü.... Dışarıda bir tane ampul ve imam bir şeyler
okuyor... Kadir de dolaşıyor, beni gördü gülerek "merhaba
abi" dedi. Hemen bana doğru koştular, beni konuşturmamak
için, sanki bir şeyler konuşacaktık. Konuşmamız bile
korkunçtu, ben imama elimdeki kitabı verdim, şurayı
oku dedim. Sonrada Türkçesini okumasını istedim. Türkçesini
okudu, " Sizi ebediyete gönderenler zannetmesinler
ki ebedi kalacaklar, cümlesini okuyunca Kadir güldü.
"Başın daima gökyüzünde ve dik olsun, allahaısmarladık"
dedim. "Hoşçakalın ve tüm dost ve arkadaşlara
selamlar", dediği anda gene konuşturmayın,
konuşturmayın dediler. Orada ayrıldık, Ahmet'in yanına
gitmek istediğimi söyledim. Ahmet haber saldı "gelsin,
dini telkin için ben kara cübbeli imamı değil avukatımı
görmek istiyorum" diye. Bunun üzerine savcı "hayır"
dediği için görüşemedik.
Ve gecenin büyük sessizliği başladı... Ve demir kapı
açıldı. Ahmet Saner, gür sesiyle gerilla marşını okuyarak
kürsüye doğru yürüdü. Ağzını asker tuttuğu sırada
bir kafa vurdu. Hiç kimse marşını söylemesine mani
olamadı. Ağır, vakur adımlarla kürsüye yürüdü... Geldi
marşını bitirdi... Savcı kendisine iddianameyi okudu.
Bir diyeceğin var mı? dedi. Ahmet gür sesiyle "Bizi
asanlar şunu bilsinler, kendileri de bir gün asılacaklar,
pardon asılmayacaklar, hepsi teker teker gebertileceklerdir."
dedikten sonra kürsüye yürüdü... Sandalyeye çıktı...
Nebi sehpaya yakın vaziyetteydi. Bir telaş başladı
ipi boynuna geçirdiler. Ahmet etrafa bakıyordu, fakat
o sırada aksilikler başladı. Cellat kendi kendine
söyleniyordu. Cellat diyorki, "burada ipin bağlanacağı
yer yok". Ahmet bunları duyunca gülerek "Dikkat
edin bir yerlerinizi sakatlayacaksınız" dedi.
Nebi bunun üzerine büyük bir kahkaha kopardı! Herkes
bembeyaz... Şaşkın vaziyette...El ayak her şey çekildi....
Ahmet etrafa bakıyor, bütün herkesi izliyor, en son
Nebi'ye baktı, sonra da döndü gözlerimin içine baktı!...
Yani demişti ki o anda "Anlatacaksınız bizi!
Arkadaşlarımıza bizi anlatacaksınız !..... Gözlerimin
içine baktı... Bir taraftan sandalyeyi tutuyorlar...
Ahmet gözlerimin içine bakmaya devam ediyor... O an
her şey bir saniye hatta salise meselesiydi. Gözlerimi
kapattım bütün yüreğimin samimiyetiyle "duyuyorum
anlıyorum, anlatacağım" der gibi başımı salladım...
Ve... Bir tekme!... Sandalye Albayın suratında patladı.
Ahmet sandalyeye kendisi tekmeyi vurdu ve cellat sandalyeyi
çekecek fırsatı bile bulamadı!... O kadar şiddetli
vurmuştu ki sandalye Albayın suratında patlamıştı.
Ahmet bir salıncakta eğlenen güzel bir çocuk gibi
sallanıyordu.
Sallandı...
Sallandı..
Üç kere omzunu salladı. Ve "oh !" diye bir
ses.... "oh !" dedi...
17 dakika beklediler, sonra indirdiler. Nebi gitti
saçını okşadı...
Etrafa baktım ağlıyorlardı... Şaşkınlardı...Şaşırmışlardı...
İmam dona kalmıştı... O misafirler geliyor diyenler
süngüleri düşmüş birer asker gibiydiler... Albay sırtını
oğuşturuyordu, Savcı sapsarıydı... Kararı veren yargıç
Nafiz veya Nazif şimdi tam olarak hatırlamıyorum,
"keşke portakal, limon satsaydım da bu kararı
vermeseydim" diyordu. "Vermeseydin !"
dedim.
Pişmanlık... Şaşkınlık... Üzüntü...
Ve yerde gülümseyen bir insan....
İpte başı dik vakurdu. Ve söylediği gibi, bilet bu
akşam kesilmişti. Ve trene biniyordu tüm dostlarına
selam söylüyordu. Ben biniyorum, gidin anlatın dostlarımıza,
anlatın arkadaşlarımıza...
Ahmet gitti...
Biraz sonra yukardan bir kapı açıldı. Ve bir gerilla
marşı daha!...
Kadir gerilla marşını haykırarak aşağı iniyordu...
Ağır, ağır geldi... Başı dimdikti... Baş yukarda Savcı
ona da hükmü okudu. Sordu, "bir diyeceğin var
mı?" diye. Kadir her zamanki efendiliğiyle cevap
verdi "Var..." "Anayasalar toplum için,
emekçiler için, halklar için, işçiler için yazılır.
Ama maalesef bizde belli bir zümre için kullanılıyor.
Ve inanıyorum ki; halkın, emekçilerin, işçilerin sahip
olacağı anayasalar gelecektir." Sonra ağır, ağır
sandalyeye çıktı. O da Ahmet gibi gülümsüyordu...
Hiç korkmak, telaşlanmak ve hüzün... HAYIR! Suskunluk...
HAYIR!
İpi cellat boynuna geçirecek, boyu yetmiyor... Ve
cellat titriyor... Kafasını çevirdi... Kadir cellata
dönerek "sakin ol kardeşim telaşlanacak, acele
edecek bir şey yok. Biraz sakin ol" deyince,
Nebi Abi gene kahkahayı patlattı... Gene etraf şaşkın...
Kadir bayram yerine gider gibi şendi...
İp boynuna geçti.. Ve kadir, yeri göğü inleten bir
şekilde "KATİL OLİGARŞİ!" diye, bağırmaya
başladı. Yer, gök inliyor... Ve sandalyeyi çekemiyorlar..
Bağırıyorlar, "Çekin sandalyeyi, çekin sandalyeyi!"
diye. Kadir hiç oralı değil, sandalyeyi çekemiyorlar...
Kadir sandalyeye basmış ve bas bas bağırıyor "KATİL
OLİGARŞİ!" Ve Kadir sandalyeye pat diye bir
tekme vurdu. Bir tekme de Kadir'den gelmişti!... Sandalyeyi
çekemediler, Kadir'i susturamadılar. Kadir de Ahmet
gibi yaptı: "Katil Oligarşi" diye bağırmadan
önce etrafına baktı, sonra Nebi Abi'ye baktı. Gözgöze
geldiğimizde başımı salladım. Ve Kadir defalarca "Katil
Oligarşi" sloganını attıktan sonra sandalyeyi
tekmeledi.
Kadir'de Ahmet gibi 17 dakika ipte kaldı. Her şey
bitti... Herkes şaşkın... Nebi Abi ile ben kahkahalarla
gülüyorduk. Onlar bize moral vermişti!
Son mektuplarını getirdiler bu güzel iki insanın.
Ahmet'in dayısı, Ahmet'e ait mektubu götürdü. Ahmet'in
dayısı mektubu daha sonra bize vereceğini söyledi,
ama nedense vermedi. Ben şunu okumuştum onun mektubunda:
"Yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymadım.
Şunu bilin ki dünyaya bir daha gelirsem aynı mücadeleleri,
aynı şeyleri bir daha yaparım. Onun için kimsenin
üzülmesini istemiyorum. Kimse üzülmesin, ben pişman
değilim. AMERİKAN EMPERYALİZMİNE VE ONUN UŞAKLARINA
KARŞI MÜCADELE VERDİM. Verdiğim mücadele doğru bir
mücadeleydi. Bundan dolayı üzüntü duymuyorum.."
..................................
Sevgili arkadaşlar, o günü bir kere daha hatırladım.
Bu gün bir kere daha anlattım. Ama asıl o günden kalan
şuydu, bütün dava boyunca o arkadaşlarla beraber olduğum
zaman asıl olan şuydu, sözüme başlamadan evvel "Güzel
insanlardı" dedim. Üç kibar genç... Bir tanesi,
Hakkı Kolgu, yaralanmasına rağmen hiç korkusuzca ,
o pis hastane odasında yaralı eliyle zafer işareti
verirken gözlerinde kararlılığın parıltısı vardı.
Ve bir tarafta verilecek cezalardan ürkmeyen, sehpada
bile hiçbir şekilde ürkmeyen iki insan.. Bu insanların
güzellikleriydi asıl olan. Düşünebiliyor musunuz?
Şunu düşünebiliyor musunuz? Sabahleyin imamla karşılaşıyorum.
İmam bana, " beni tanıdın mı" diye soruyor.
"Akşam, sabaha karşı beraberdik." Ve imamın
tabiriyle söylüyorum, " O ne güzel insanlar,
o ne korkusuz insanlar, ne coşkuyla ölüme koşuş, ölümü
böyle coşkuyla kucaklamak ... Herkese nasip olmaz.
Ölümden hiç korkmadan ölüme koştu bu insanlar... Çok
büyük insanlardı bu insanlar.." Bunlar bir imamın
sözleriydi... Düşünebiliyor musunuz?
Korkusuz ölüme koşmak!.. Kararlılık!... Galiba en
iyi miras bu.. Bu gün yarına bir şeyler bırakacaksak,
kararlılığımızı, cesaretimizi, korkusuzluğumuzu, yeri
geldiğinde bedenimizi bırakmalıyız.
İşte o günden bu güne aklımda kalan şeyler bunlar.
Korkusuzluk, cesaret, şenliğe gider gibi ölüme gitmek
ve ölüm tamtamları çalan bir ortamda, etrafında dans
eden yamyamların süngülerinin düşmesi.. Onlardaki
şaşkınlık, onlardaki perişanlık, onlardaki kararsızlık,
onlardaki korku... Bütün bunları görebildim!... İşte
ben bir gün çocuğuma miras bırakırsam bu manevi değerlerdeki
insanların anılarını miras bırakma şerefine erişmiş
olarak addediyorum kendimi. Her avukat böyle şerefli
bir anı zor yaşar. Ve ben inanıyorum ki; tüm ulusların
kardeş olduğu, insanın insan olduğu, Türk'ün, Kürt'ün,
Laz'ın, Çerkez'in elele oynadığı, özgürlük şarkılarının
söylendiği, bayram havasında yaşandığı zamana erişeceğiz.
Bu sevgili arkadaşların ideali buydu. Bu arkadaşlarımız
güneşi zaptetmek için çıkmışlardı. Güneşi zaptedeceklerdi.
Hiç yoktu zamanları. Güneşi zaptetmeye giden süvarilerdi
onlar!... Ve düştüler... Ama hiç kimseye, kalın bizimle
meşgul olun, demediler. Düştükleri yerlerde vakurdular.
Başları dimdikti...
Uzun bir müddet birlikte olduk. Selimiye'den darağacına
giden dar yolda birlikte olduk. Her şeyi konuştuk.
Kitap konuştuk, spordan bahsettik, gelecekten bahsettik...
Ama arkadaşlar hep şu mesajı verdiler: " Biz
ideallerimiz için mücadele ettik. Biz ideallerimiz
için ödün vermedik. İdeallerimiz için ölüm bize HOŞ
GELDİ SEFA GELDİ!"
VE, SON SÖZLER...
Sevgili aileme, anneme, Mediha ablama,
Nuriye ablama, kardeşim Meliha, yeğenim servet ve
enişteme:
"inanın bu yaşamımda ölmeme
değil, sizleri arkada, gözü yaşlı bıraktığıma üzülüyorum.
Kolay değil; benimki bir anlık şey. Ya sizler? Ömür
boyunca içinizde bir burukluk, bir acı duyacaksınız.
İsteğim beni aklınıza getirdikçe ailenin bir ferdini,
Kadir'inizi üzülmeden, acı duymadan anabilmeniz. Kolay
değil, biliyorum. Beni düşünürken dünyada tek oğlunuz
Kadir'inizi yitirmiş bir kişi olarak değil, sadece
binlerce kişiden biri olarak düşünmenizi isterim.
Böylesi belirli bir teselli, ama daha iyisini düşünemiyorum.
Ölmek de doğmak gibi doğal bir olaydır. Ölenlere değil,
insan yaşayanlara sarılmalıdır. İşin en doğrusu budur.
insan acıyla yaşayamaz. Yaşarsa da mutlu olamaz. İnsan
yok olanla değil, ancak varolanla yaşarsa mutlu olabilir.
Temennim, bir arada mutlu yaşamaktı, mümkün olmadı.
Üzgünüm. Yaşam benle son bulmuyor, bensiz de devam
ediyor. Yaşam yaşayanların üstüne kuruluyor. Üzgün
değilim; çünkü sizin de bir süre sonra kendinizi toparlayacağınızı,
eksik aksak da olsa aile yaşamınızı eski rayının üstüne
oturtacağınızı tahmin ediyor, teselli ediyorum kendimi.
Bu mektup elinize geçtiğinde ben ölmüş olacağım, üzgün
değilim... Mektubum baştan sona hüzün dolu. Ama bu
şartlar altında yazmak için aklıma hiçbir şey gelmiyor.
Sizleri hüzne boğmak istemezdim. Mektubu uzun tutmayacağım.
Hem yazacak fazla bir şey bulamıyorum, hem de fazla
hüzün ve ayrılık kelimeleri iyi olmasa gerek. Bütün
arkadaşlara, komşulara, akrabalara selam ederim. Her
zaman sizi canı kadar seven,
KADİR'iniz...
25 Haziran 1981

YAŞAM ÖYKÜLERİ
TAMER
ARDA
1959 yılında İstanbul Bakırköy'de bir işçi ailenin
çocuğu olarak doğdu. Yine Bakırköy'de ilk ve ortaöğrenimine
devam etti.
Çok genç yaşlarda devrimci mücadele ile tanıştı ve
1974'ten itibaren devrimci safların aktif bir insanı
oldu. Aynı yıllarda oluşum evresinde bulunan Marksist
Leninist Silahlı Propaganda Birliği (MLSPB)'nin genç
kuşağında yer aldı. İlk gençliğinden beri fabrikalarda
işçi olarak çalışan Tamer'e devrimci mücadelenin zorlukları
çok ağır gelmemişti.
Zaten devrimci düşüncelere THKP-C'nin etkisiyle yönelen
Tamer, aynı doğallıkla ve bir evrim sonucu MLSPB'nin
ilk kadrolarından biri olmuştu. Artık bir dizi silahlı
eylemde yer alıyordu.
İlk kez 1975'te silahıyla birlikte ele geçti. Sağmalcılar'daki
kısa bir tutukluğun ardından serbest bırakılan Tamer
aynı yıl bildiri dağıtırken yeniden yakalandı ve sorgulamalarda
her şeyi reddettiği için yeniden serbest kaldı.
1977'de örgütün Lübnan'daki kampında askeri eğitim
gördükten sonra ülkeye döndü.
Aynı yıl içersinde yoldaşlarıyla birlikte bir evde
ele geçti. Çok ağır işkencelerden geçirildiği halde
aynı evde kalanları bile tanımamakta direndi. Yine
tutuklandı ve Sağmalcılar, Sinop, Sakarya ve Akhisar
cezaevlerinde bir yıldan fazla kaldı.
Bütün yaşamı boyunca her zaman sorumluluk alan insandı
Tamer... Her türden sayısız eylemin içinde bizzat
bulundu ve bir çok bölgede yöneticilik yaptı.
Özellikle 12 Eylül sonrasında sorumlulukları ağırlaştığı
halde bütün olumsuzlukların üstesinden özveriyle çalışarak
gelmesini bildi.
1981 Yazında MLSPB, İsrail Başkonsolosu'nu cezalandırma
kararı almıştı ve Tamer de bu eylemde görevliydi.
Son hazırlık çalışmaları yapılıyordu ve onun bir buluşma
yerine gitmesi gerekiyordu. Oysa, buluşma yeri daha
önceden ele geçen ve hemen pazarlığa oturup polise
arkadaşlarını satan hain Şemsi Özkan tarafından verilmişti.
Böylece Tamer 6 Haziran 1981 sabahı saat 08.00'de
pusuya düşürüldü. Ağır yaralı olarak yakalandı, yattığı
yerde cadde ortasında dönemin Emniyet Müdürü Şükrü
Balcı tarafından yeniden kurşuna dizildi. Öyle ki,
Tamer'in gövdesinde 40'a yakın mermi tesbit ediliyordu.
Aynı günde dört arkadaşını birden ölüme gönderen bir
insan posası ve dört devrimci militan.... Günün bilançosu
buydu...
İşte bu dört devrimciden biriydi Tamer... Türkiye
devrimci hareketi onunla birlikte çok şey yitirdi...
DOĞAN
ÖZZÜMRÜT
1957 yılında İzmir'de doğdu. Tamer gibi
o da emekçi bir ailenin çocuğuydu.
Daha lise döneminde mücadeleye atıldı. İstanbul Vefa
lisesi öğrencisiyken İDOD yapısı içinde yer alan MLSPB
sempatizanıydı. Bir dizi yürüyüş, miting işgal eylemine
katılıyor, bütün enerjisini ortaya koyuyordu.
1977 yılında Diyarbakır Diş Hekimliği Fakültesi'ne
girdi ve devrimci mücadelesini o bölgede sürdürdü.
Aynı yıl gözaltına alındı, tutuklandı.
Serbest bırakıldıktan sonra yeniden bir eylem sırasında
yakalandı. Ağır işkencelerden geçirildi ve ısrarla
direniş tavrını korudu.
Daha sonra yeniden İstanbul'a geçti. Ve profesyonel
biçimde çalışmaya başladı. Tamer'le aynı yapılanmalar
içinde uzun süre birlikte oldu. Bir dizi şehir gerilla
eyleminde yeraldı.
İsrail Başkonsolosunun cezalandırılması eylemi öncesinde
polisle işbirliği yapan Şemsi Özkan onların kaldığı
örgüt evini de satmıştı. Böylece 5 Haziranı 6 Hazirana
bağlayan gece ev kuşatıldı. Doğan, yoldaşı Ercan Yurtbilir
ile saatlerce direndi. "Teslim Ol" çağrılarına
"Ya Özgür Vatan Ya Ölüm!" sloganıyla ve
marşlarla karşılık verdiler.
6 Haziran şafağında artık çatışma bitmişti... MLSPB'nin
bu kararlı gerillaları katledilmişti...
M.ATİLLA
ERMUTLU
1952 yılında Kars'ta varlıklı bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi. Dönemin diğer devrimcilerinin
bir çoğu gibi o da oldukça genç yaşlarda, ortaöğrenim
sıralarında bir THKP-C sempatizanı olarak mücadeleyle
tanıştı. 1971'de Üniversite eğitimi için İstanbul'a
geldi ve gençlik hareketi içinde yer aldı. Okuduğu
okulda mücadeleyi yükselten unsurlardan biri oldu.
1975 yılından itibaren ise daha ciddi olarak devrimci
bir yaşantıya geçmiş, ciddi bir arayış içine girmişti.
Bu aşamada MLSPB'nin ortaya çıkışıyla birlikte Atilla
bütün enerjisini büyük bir hızla bu kanala akıttı,
MLSPB'nin aktif bir üyesi haline geldi.
Özellikle 1977'den itibaren örgüt sorumlulukları yüklendi
ve hemen hepsinin de üstesinden geldi. Aynı dönemde
gerçekleşen birçok gerilla eyleminde Atilla vardı.
Atilla 12 Eylül sonrasında da yoğun kayıplara karşın
yaşanan yılgınlık ortamında inancını, soğukkanlılığını
korudu. Aynı dönemde aranıyor olması onun bir dizi
eylemde yer almasını engellemedi.
1981 yazında planlanan operasyonlardan biri olan İsrail
Başkonsolosunun cezalandırılması eyleminde Atilla'da
görevliydi. En son hazırlıklar yapılıyor, her şey
planlanıyordu. Atilla'nın Sefaköy'de bir buluşmaya
gitmesi gerekiyordu ve bir gün önce polisle pazarlığa
oturan Şemsi Özkan bu buluşmayı da kendi pis çıkarları
için satmıştı.
6 Haziran 1981 günü kendi kullandığı araba ile Sefaköy'e
giden Atilla'nın önü ehliyet kontrolü bahanesiyle
kesildi. Tuzağı anlayan Atilla uzaklaşmak için son
bir gayret gösterdi. Ama her şey önceden planlanmıştı,
6 Haziran günü polis kimseyi sağ yakalamak niyetinde
değildi. Sol şakağına çok yakın mesafeden sıkılan
kurşunla saat 08.00'de Atilla katledildi. Aynı saatlerde
Doğan ve Ercan çoktan öldürülmüştü ve bir başka tuzakta
Tamer katlediliyordu. Türkiye devrimci hareketi böylece
yetkin bir şehir gerillasını ve bir politik kapasiteyi
kaybetmiş oluyordu.
ERCAN
YURTBİLİR
Ercan 1961 yılında Kocamustafapaşa'da
doğdu. Küçük esnaf bir ailenin oğluydu.
Şehremini Lisesi'nde okuduğu yıllarda MLSPB'nin sempatizanıydı.
O zamanlar bir çok birim çalışmasında yer aldı, birçok
çatışmada yer aldı, birçok çatışmada bulundu.
Ercan 1977'de bir kamulaştırma eylemi sırasında arkadaşlarıyla
birlikte çatışmaya girdi ve yakalandı. Yattığı Sağmalcılar
Cezaevinde isyan eylemlerine katılması üzerine Samsun
cezaevine sürgüne gönderildi. Ama Ercan tutsaklık
süresini fazla uzatmaya hiç niyetli değildi, ilk bulduğu
fırsatta Niğde cezaevinden firar etti.
Yeniden İstanbul'a gelen Ercan, birim faaliyetlerine
girdi. MLSPB'nin organize ettiği birçok eylemde görev
aldı.
Maltepe'de kaldığı ve Şemsi Özkan tarafından polise
satıldığında Ercan da diğer yoldaşları gibi planlanan
eylemin heyecanı içindeydi. Kuşatıldı.... Ve Doğan
ile çarpışa çarpışa şehit düştü...
Genç yaşına karşın savaşkan bir gerillaydı Ercan,
ölümü de bir gerillaya yakışır biçimde oldu.
KADİR
TANDOĞAN
1958 yılında İstanbu'da emekçi bir ailenin
çocuğu olarak doğdu ve ortaöğrenim çağlarından başlayarak
devrimci mücadeleyle tanıştı. MLSPB sempatizanı olarak
Kadir, öğrenci gençlik eylemlerinde ve MLSPB'nin örgütlediği
birçok kitlesel eylemde aktif olarak yer aldı.
MLSPB'ye bağlı olarak giderek kendini geliştiren,
deneyimler kazanan Kadir, örgütleyici özellikleriyle,
bir çok bölgede örgütlenme çalışmalarında çok önemli
roller oynadı. Gerilla pratiği olgunlaşan Kadir, 1979
yılı sonlarında MLSPB üyesi olarak daha önemli sorumluluklar
üstlendi.
Ahmet Saner ve Hakkı Kolgu ile birlikte son eyleminde
görev alan Kadir eylemden sonra, polisin eline geçti.
Tutsak edilen Kadir, devrimci mücadelesini bu kez
ödünsüz cezaevi direnişleri ile devam ettirdi. Kadir,
yoldaşı Ahmet ile birlikte, MLSPB toplu davasından
ayrılarak, İstanbul 3. nolu askeri mahkemesinde idam
cezasına çarptırıldı. Cunta, Ahmet ve Kadir'i, Vietnam
halkının cellatlarından K.Commer başkanlığındaki bir
ABD heyetinin Türkiye'ye yapmakta olduğu resmi ziyaret
günlerinde, 25 Haziran 1981'de idam etti.
Kadir Tandoğan, yoldaşı Ahmet Saner gibi, idam sehpasına
devrimin marşlarını ve sloganlarını haykırarak çıktı.
O cellatların şaşkın bakışları arasında orada, idam
sehpasında da devrimi savundu.
AHMET SANER
1959 yılında Trabzon (Akçaabat) da
orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Devrimci
mücadele saflarına, bir çok devrimci yoldaşı gibi
çok genç denecek yaşlarda katıldı. Ahmet'in devrimci
mücadeleden yana tercihini yapışı, devrimci mücadeleye
ve MLSPB saflarına katılımı İstanbul'da okuduğu lise
yıllarına dayanır. Devrimci mücadeleye THKP-C'nin
ideolojik-politik-örgütsel hattı temelinde mücadeleye
atılmış olan MLSPB saflarında bir tercih yaparak başladı.
Ahmet Saner, İstanbul Devrimci Ortaöğrenim Derneği
(İDOD), İstanbul Ortaöğrenim Derneği (İÖD) İstanbul
Yurtsever Devrimci Öğrenim Derneği (İYDÖD), ve İstanbul
Demokratik Gençlik Derneği (İDGD) derneklerinin içerisinde
bazılarını bizzat kuruluşuna da katılarak, devrimci
gençliğin İstanbul'da gerçekleştirdiği eylemliliklerde
yerini aldı ve çeşitli düzeylerde faaliyetlerde bulundu.
1979 sonları ve 1980'li yılların başlarına kadar MLSPB'ye
bağlı olarak faaliyet yürüten ve bir çok silahlı devrimci
eylemde yer alan Ahmet, kendisini politik olarak geliştirdi.
Ahmet 1979 sonları ve 1980 başlarında MLSPB'nin bir
üyesi olarak yeni bir sürece girdi. 1979-1980 yıllarında
bir çok gerilla eyleminde yer aldı.
16 Nisan 1980'de Etiler'de gerçekleştirilecek olan
cezalandırma eyleminde, aynı hücrede görevli olan
ve bir çok askeri operasyonu başarı ile sonuçlandırmış
olan Hakkı Kolgu Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner görevlendirilmişti.
Cezalandırma eylemini başarıyla tamamlayan bu üç gerilla
eylemden sonra polis tarafından çembere alındılar.
Yaralı ele geçirilenlerden Hakkı Kolgu hastanede gerekli
bakım olmadığından şehit oldu. Ahmet ise, yoldaşı
Kadir ile birlikte tutuklandı. Tutuklu bulundukları
cezaevlerinde devrimci direnişi ödünsüz olarak sürdüren
Ahmet ve Kadir, alelacele idam cezasına çarptırıldılar.
Cunta, Kadir ve Ahmet'i, bir ABD üst düzey heyetinin
Türkiye'ye yaptıkları bir ziyaret sırasında 25 Haziran
1981'de idam etti.
Ahmet, darağacına, sloganlarımızı haykırarak, marşlarımızı
söyleyerek çıktı. O, devrimin bayrağını hep yükseklerde
tuttu.
HAKKI
KOLGU
Devrimci düşüncelerle 1977-78-79 yıllarında
öğrenciyken tanıştı. Gençliğin devrimci-demokratik
mücadelesinde özveriyle yer aldı.Bir süre İYDÖD yönetiminde
bulundu ve daha sonra MLSPB saflarına katıldı.
MLSPB militanı olarak bir dizi eylem ve çalışmada
yer alan KOLGU, 16 Nisan 1980'de son olarak ABD ajanı
subay Sam Novello ve ona bağlı çalışan Ali Sabri Baytar'ın
cezalandırılması eylemine katıldı. Yoldaşları AHMET
SANER ve KADİR TANDOĞAN ile birlikte eylemi gerçekleştiren
HAKKI KOLGU daha sonra polis çemberine alındı. Uzun
süren çatışma sonucunda ağır yaralı olarak tutsak
edildi. Pis bir hastane odasında tedavi edilmeksizin
tutulan KOLGU böylece şehit düştü. Ama son anına kadar
zafer işaretleri yaparak işkencecilere direnmekten
hiç vazgeçmedi, onurlu bir ölümü tercih etti.
Her zaman örnek bir yoldaş olarak yaşadı KOLGU ve
ölümüyle de örnek olmasını bildi.
|