Türkiye iki büyük oyalama
taktiğinin içinden geçerek büyük bir karmaşaya
doğru gidiyor.
Birincisi,
AKP hükümeti, Kürt meselesinde oyalıyor, kandırmaya
ve zaman kazanmaya çalışıyor, demagoji ve yalan
söyleme sanatının bugüne dek görülmemiş bütün
inceliklerini kullanarak Kürtleri ve aslında genel
olarak Türkiye'yi bir yıkıma doğru sürüklüyor.
İkincisi,
AKP hükümeti, yine akıl durduracak yöntemlerle,
kenara köşeye sıkıştırdığı yasalarla, 1980'de
temelleri atılarak başlatılan vahşi restorasyonun
son tuğlalarını sendikaların ve toplumsal muhalefetin
yavaşlığına güvenerek yerleştiriyor.
Birinci
oyalamanın istenilen sonucu vereceği çok şüpheli.
İkincisinde ise mevcut aymazlık hali ve sendikal
ihanet hükümetin elini daha çok rahatlatıyor.
Hükümet,
Kürtleri ve Kürt sorununu oyalıyor. Daha doğrusu
aslında bu, belirsiz ve amaçsız bir oyalama değil.
Bugünkü durumda bütün tutuklamalara ve saldırılara
rağmen karşı tarafı marjinalize etme, gücünü ve
etkisini kırma konusunda başarılı değil. Ortada
hatırı sayılır bir silahlı güç ve şimdi seçime
gidilse eski potansiyelini en azından koruyabilecek
düzeyde bir kitlesel yapı var.
Bu
kitlesel yapı ve örgütlülük düzeyinde bir kırılma
ve dağılma yaratmak, toplam olarak hareketin kitleler
üzerindeki yönlendirici etkisini zayıflatmak istiyor.
Asıl saldırı için bunun şart olduğunu, bunu sağlamadan
yapacağı her türlü hareketin çok yıkıcı olamayacağını
biliyor. Denediler, hem de büyük güçlerle, havadan
karadan denediler, olmadı.
Oyalama,
bunun içindir. Her şeyden önce hükümet, oyalama
ve zaman geçirmenin kendi lehine olduğunu düşünüyor
ve umuyor. Karşısındaki gücün sürekli aksiyonla
ayakta durduğunu ve uzun süre atıl tutarsa zaaf
yaşayacağını düşünüyor.
Ama
bu boş durarak yapılan bir oyalama değil; bir
yandan da sinsi cemaat çalışmaları sürdürülüyor,
90'ların domuz bağı katillerini sokağa salıp yeni
bir vahşetin kapılarını aralıyor, seçimlere doğru
artacak bir rüşvet ve yozlaştırma kampanyasıyla
iyice dozu artırdıktan sonra "açılım"ı
bir yok etme kampanyasıyla taçlandırmak istiyor.
Öte
yanda ise borsaya giren sıcak para yığınlarını
ve emperyalistlerin, yerli patronların açık desteğini
arkasına alan hükümet artık pervasız bir biçimde
her alanı ticarete açıyor, satılmadık bir şey
bırakmıyor, patronlarla oturup yeni iş yasaları
hazırlayarak Türkiye'yi bir ucuz emek cenneti
haline getiriyor. Geçenlerde yoksulların ayaklanıp
23 yıllık diktatörü sepetlediği Tunus için IMF
başkanı daha aralık ayında "Tunus ekonomisi
örnek bir yolda ilerliyor" diyordu. İşte
tam da böyle bir "örnek yol" Türkiye
ekonomisi için de geçerlidir. Artık öğrendik;
2000'li yıllarda "ekonominin büyümesi"
denilen şey, halkın kesin yoksullaşması anlamına
geliyor.
Tabandaki
emekçiler ve onların bir parça uyanmış olan kesimleri
her geçen gün bunun daha çok farkına varıyorlar
ve bir şeyler yapmak, yaptırmak için çırpınıyorlar.
Sokaklara çıkıyorlar, çadırlar kuruyorlar, yukarıyı
zorlayan eylemler yapıyorlar ama konfederasyonlar
artık kaskatı bir durumda. Bir bölümü tümüyle
"yandaş" sendika haline dönüşmüşler,
bir bölümü zaten 50 yıldır aynı görevi üstlenmiş
haldeler. Kamu sözleşmeleri bunun göstergesiydi,
şimdilerde "torba yasa" konusundaki
ağır kanlılık ise tam bir rezalete dönüşmüş durumda.
Beri
yanda toplumsal tepkiyi "hukuk mücadelesi"ne
hapseden bir yaklaşım da Türkiye'nin yeni moda
sendikacılığı haline gelmeye başladı. Nerede bir
özelleştirme, bir zam, bir işten atma olsa soluğu
Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kapılarında alan,
emekçi kitlelerin tehlikeli gücünü sokağa sürmek
yerine hukukçuların "engin bilgilerini"
dilekçelere döken bir anlayış, emekçilerin enerjisini
kurutuyor.
Bütün
bunlar olurken de 30 yıldır zaten adım adım inşa
edilmiş olan bir vahşi kölelik düzeni daha da
yerine oturuyor; sökülüp atılamazmış gibi görünen
bir sağlamlık kazanıyor.
Geç
kalmanın bir bedeli var mı? Evet, var. Hem emekçiler
açısından, hem de devrimci güçler açısından bu
gidişe müdahale etmekte gecikmenin bir bedeli
var. Daha çok sömürüleceğiz, daha çok acı çekeceğiz,
bu onursuz ve karanlık düzen içinde daha fazla
bir süre yaşayacağız. Bin Ali, uçağına atlayıp
Tunus'u terk etti. Daha önce de Küba'da Batista,
Vietnam'da Diem, İran'da Şah Rıza Pehlevi aynı
biçimde defolup gitmişti.
Bugün
ensemizde boza pişirmeye devam edenlerin onlardan
tek bir farkı yok. Fark orada değil, burada, bizim
cephemizdedir. Onların gücü değil, bizim zayıflığımızdan
söz ediyoruz. Dünyanın her yerinde, her zaman
sokak, iktidarların elinin ne kadar rahat olacağını
belirler.
Fransız
Devrimi'nin ünlü şarkısı da bunu söylemiyor mu
bize?
"Biz
diz üstündeyiz diye büyükler
Bize
böyle büyük görünürler
Ayağa
kalkalım!"
|