AIDS, Deli Dana, Kırım-Kongo Kanamalı Hastalığı,
Kuş Gribi derken şimdi artık Domuz Gribi zamanlarındayız.
Dünya Sağlık Örgütü bütün dünyayı salgın alanı
ilan edeli aylar oldu ve hastalık büyük bir hızla
yayılıyor. Hastalığın normal gripal rahatsızlıklardan
ne kadar daha tehlikeli olduğu tartışmalı, üretilen
aşıların sağlıklılık düzeyi konusunda ise tartışmaların
önü bir türlü kesilemiyor. Tartışmalar bitmiyor;
çünkü bütün emekçilerin, bu ülkede ve dünyanın
birçok ülkesinde yaşayan sıradan insanların kapitalizm
ve kapitalist devletlerin sahtekarlıkları üzerine
engin deneyimleri var! Dünyada ve Türkiye'de milyonlarca
insan devlet yöneticilerine ve özel olarak da
sağlık sistemlerini yönetenlere zırnık kadar güven
duymuyor. Kahve sohbetlerinde, sıradan emekçilerin
bir araya geldikleri her yerde komplo teorilerinin
bini bir para! Genel inanış, "bazı güçlerin"
(bu bazı güçlerin başında ABD geliyor) önce laboratuarlarda
hastalıkları yarattıkları, sonra da ilaç üreterek
servet kazandıkları yönünde. İlk bakışta bu tür
teoriler fazla abartılı gibi görünüyor ama aslında
resme daha uzaktan ve daha yukardan bakınca bu
abartının ciddi bir zemini ve gerekçeleri olduğu
görülüyor.
2000'lerdeyiz... Milenyum kutlamaları sona ereli
daha on yıl bile olmadı; ama emperyalizmin yeni
tarihsel sürecinin tipik olguları kendisini tartışmasız
bir kesinlikle ortaya koyuyor. Sistemin hala içinde
debelendiği ekonomik kriz, tam da böyle bir yeni
dönem olgusuydu örneğin. Kapitalist krizin kendisi
değil ama bugünkü türü ve işleyişi tam böyleydi.
Ama her şey sadece ekonomik alanda olup bitmiyor.
Yeni tarihsel süreç bütünlüklü bir olgu. Hatırlanacağı
gibi Sosyalist Barikat'taki birçok yazımızda bu
yeni dönemin temel öğelerini tanımlarken ekonomi
alanda neoliberal vahşeti, politikada saldırgan
ve bir sağ yönelimi ve ideolojik-kültürel alanda
azgın bir postmodern gericiliği özellikle vurgulamıştık.
Aslında bütün bunların toplamı, bir benzetme yapılırsa
eğer insanlık tarihinin karanlık bir çağa geri
dönüşünü simgeliyordu. Başka bir deyişle bu, uygarlık
tarihinde bir geri kayma olarak tanımlanabilirdi.
Elbette Karanlık Çağ ya da Ortaçağ benzetmesi
bir politik tasvir olarak anlamlıdır. Elbette
tarihte hiçbir süreç fiziki olarak "geri"
dönmez ve bu anlamda tarihsel dönemler yeniden
yaşanmaz. Bugün yaşadığımız şey, birebir değil
ama temel nitelikler anlamında bir benzerliktir.
Burada "insanlığın gelişmesi-gerilemesi"
ya da "karanlık-aydınlık" gibi kavramlara,
daha genel olarak da "uygarlık" kavramına
nasıl bir anlam biçtiğimiz belirleyicidir. Örneğin
bugün teknolojinin en gelişkin düzeyini yaşadığımız
doğrudur ama açlıkla muazzam servet birikimleri
arasındaki uçurum da tarihte görülmemiş boyutlardadır.
Örneğin üretim teknikleri ve buluşlar bakımından
çok gelişkin bir noktada olunduğu tartışmasız
iken bu durum aynı zamanda bütünlüklü bir olgu
olarak bilimin çöküşü ve değersizleştirilmesi
anlamına gelmektedir. Örneğin iletişim alanındaki
muazzam gelişme ile insanın çırılçıplak yalnızlığı
ve korkunç şizofrenisi aynı anda yaşanmaktadır.
Örneğin insan aklının gelişme potansiyellerinin
önünün son derece açık olduğu bir dönem, aynı
zamanda büyük bir gericilik/hurafe dalgasıyla
karakterize olmaktadır, vb. vb... Bütün bu olgulara
neoliberal bir kalemşorun penceresinden baktığınızda
muazzam bir "gelişme"den söz edersiniz;
başka bir pencereden baktığınızda ise insani bir
çöküş ve yıkım tablosu görürsünüz.
Neon ışıkları ile yapay olarak ve aşırı biçimde
"aydınlatılmış" bir Karanlık Çağ!
Durum tam da böyledir bugün. Bu, artık 1789'un
"aydınlığı" değil; vitrinlerin kör edici
ışıltısıdır. Ve tam da bu nedenle klasik "gericilik-ilericilik"
kriterleri tümüyle çökmüş, "gericiliği"
sadece dini akımlara özgü bir şey olarak tanımlayan
bu ölçütler bir hokkabazlık haline dönüşmüştür.
Örneğin dünya ilaç sektörünü denetleyen herhangi
bir tekelcinin ya da onun borazanlığını yapan
bir kalemşorun salt giyinişleri ve cümle kurma
biçimleriyle Afgan dağlarında yaşayan bir Taliban
sempatizanından daha "ilerici" olduklarını
söylemek düpedüz ahmaklık ya da sahtekarlıktır,
vb… Durum böyledir, çünkü "uygarlık"
sorununda sınır çizgilerinin geçtiği yerler değişmiştir;
dahası yanlış sınır çizgileri bugün emekçilerin
aldatılmasının aracı haline dönüştürülmüştür.
Kârlı Salgınlar Dönemi…
Ve şimdi postmodern Ortaçağ'ın salgınlar dönemi
başlıyor. Bu kez durum farklı ama! Eski çağlarda
büyük kentlerin nüfusunu birkaç ayda yutan, ülkeleri
harabeye döndüren eski türden Veba salgınlarıyla
karşı karşıya değiliz. Şimdi karşı karşıya olduğumuz
şey, kâr hırsıyla dünyayı felakete sürükleyen
kapitalizmin yarattığı yeni bir salgın hastalıklar
dalgasıdır. Dünya ekonomisini nereden kırılacağı
bilinemeyen bir gerilimler zincirine dönüştüren
kapitalizm, doğa-insan ilişkisinde yarattığı korkunç
tahribat sonucunda aynı şeyi insan ve diğer canlıların
sağlığı alanında da yarattı. Bu alanda da bir
yandan dünyanın hangi köşesinde hangi nedenle
patlayacağı bilinmeyen yeni türden hastalıkların
önü açılırken, klasik hastalıklara yol açan virüs
ve mikrop türlerini mutasyona uğratan değişikliklerin
ortamı yaratıldı.
Bu anlamda kahve sohbetlerinde üretilen "önce
hastalık yayıyorlar, sonra ilaç satıp para kazanıyorlar"
biçimindeki komplo teorisi genel anlamda çok yanlış
değildir. Yalnızca laboratuar ortamından yayılan
virüs türlerinden, kimyasal kazalardan, nükleer
faciaların yarattığı durumlardan söz etmiyoruz;
bütün bunların ötesindeki daha büyük felaket,
kâr hırsıyla biçimlenen kapitalist işleyişin dünyanın
genel dengesini artık kalıcı düzeyde bozması,
sulardan toprağa, atmosfere ve gıdalara, vb. dek
bütün alanlarda bir deformasyona yol açmasıdır.
Günümüzdeki tek tek salgınlar, vb. bu anlamda
daha kolay görülebilen durumlardır ama alttan
alta işleyen asıl büyük tahribatın sonuçları orta
ve uzun vadede görülecektir. Son çeyrek yüzyılda
muazzam bir patlama yapan kanser türlerinin gelecekte
daha yeni versiyonlara sahip olacağı şimdiden
kesindir. Yoksulluk, ekolojik bozulma, kirli teknolojilerin
sömürülen ülkelere kaydırılması, iklimsel değişikliklerin
yaratacağı beslenme dengesizlikleri ve daha bir
dizi faktör, insan metabolizmasını ciddi biçimde
deforme etmekte ve zayıflatmaktadır. Ekolojik
dengesi bozulan ve her geçen gün daha da cehenneme
çevrilen bir dünyada virüslerin, hatta çok hücreli
canlıların (böcek türlerinin, vb.) mutasyonlara
uğraması da mümkündür ve zaten günümüzde de olmaktadır.
Hayvanların davranışlarındaki sapmalar ya da "kene"
olayında olduğu gibi başka coğrafyalara yayılma
eğilimleri, artık sık görülen olgulardır ve gelecekte
artmaları beklenmektedir. Genetiğiyle oynanan
tarım ürünlerinin uzun vadedeki sonuçları ise
şimdilik kimsenin umurunda değildir.
Üstelik bütün bu olgular karşısında kapitalizm
çaresizdir de. Çaresizdir; çünkü örneğin bu düzeyde
metropol kentler yaratan bir sistem, buraya yığdığı
nüfusu beslemek -daha doğrusu gıda sektörünün
kâr oranlarını düşürmemek- için doğaya karşı hile
yapmak, ürünlerin dengesini bozmak, maliyeti düşürecek
genetik oynamalar yapmaya mecburdur, hatta mahkumdur!
Öyle ki, aynı kent sistemini aynen devralarak
aynen devam ettirmek isteyen bir "sosyalizm"(!)
türü bile bu kötülüklere mahkumdur! Daha doğrusu,
"insanlar çok ürüyor-kaynaklar ise sınırlı"
diyen Malthus'la hesaplaşmayan, açık ve net bir
biçimde, "hayır dünyanın kaynakları insanlara
yeterlidir ve bunu doğayla barışık olarak da yapabiliriz"
demeyen bir "sosyalizm" felakete mahkumdur.
"İnsanlar çok-kaynaklar sınırlı" diyen
Papaz Malthus'un formülü basitti: Sürüler halinde
çoğalan emekçileri kısırlaştırmak!
"İnsanlar çok-kaynaklar sınırlı" diyen
neoliberal kapitalizmin formülü ise şöyle: "tamam,
o zaman maliyeti düşürecek her şey yapılabilir!"
Sosyalizm, bu formüllerin karşısına açıkça, "hayır
kaynaklar sınırlı değil; bölüşüm adaletsiz"
diye çıkmak ve insanın ve doğanın bütün potansiyellerini
özgürleştirmeyi, barıştırmayı amaçlayan yeni bir
uygarlık düzeyini koymak ise kuşkusuz sosyalistlerin
görevidir.
Sonuç olarak, son yirmi yılda tanık olduğumuz
bir dizi hayvan ve insan hastalığının eninde sonunda
kâr hırsından kaynaklandığını görmemek mümkün
değildir. "Deli Dana" ve "Kuş Gribi"
gibi hastalıklar bu kategoridedirler. "Kene"lerle
ilgili sorun ise büyük olasılıkla iklim değişiklikleri
ve genetik farklılaşmalara bağlıdır.
Ama sorun şu: henüz yolun başındayız. Ne felaket
tellallığı, ne de bilim-kurgu ukalalığı! Açıkça
görmemiz gereken gerçek şudur: Dünyamız, şu anda
henüz bu çarpık çizginin bütün sonuçlarıyla karşılaşmış
değildir. Şu anda karşı karşıya olduğumuz olgular
yalnızca bu sürecin kısa vadede önümüze çıkan
basit sonuçlarıdır. Toprakta, suda, iklimde, bitkilerin
ve hayvanların genetiğinde, vb. yapılan değişikliklerin
nasıl sonuçlara yol açacağını daha orta ve uzun
vadede göreceğiz. Doğadan koparak savunma mekanizmaları
zayıflayan insanın bütün bu dalgalara nasıl ve
ne kadar direnebileceği de aynı süreçte görülecek.
Kapitalizmin Sonu Gezegenimizin Kurtuluşudur
Artık son derece açık bir dille söylenebilir:
Yeni bin yılın sosyalizmi, komünist bir dünya
için savaş, yalnızca bir sınıfın sömürüden kurtarılmasını
ya da koşullarının iyileştirilmesini değil, genel
olarak gezegenimizin mahvolmaktan kurtarılmasını
da kapsamaktadır, kapsayacaktır. İnsanlık ve gezegenimiz
tamamı kapitalizmin işleyiş biçiminden kaynaklanan
bütün bu felaketlere katlanmak zorunda değildir.
Esasen devrimci yenilenmenin bir cephesi de bu
yeni durumun ve bu yeni görevin de kavranmasıdır.
Kapitalizmden devralınarak aynen kullanılacak
araçlarla bu görevin yerine getirilmesi mümkün
değildir. Bunu anlamak, aynı zamanda geleneksel
siyaset yapma araçları üzerine de tartışmak ve
daha somut/düzen dışı mücadele biçim ve araçlarının
üretilmesinin kapılarını açacaktır.
|