"Tarihi bir fırsat" söylemleriyle başlatılan
ve Kürt ulusal hareketinin tasfiyesini amaçlayan
ABD-AKP ortak planı "Kürt Açılımı" karaya
vurdu. Anayasa Mahkemesi, "bize bu işi neden
yıkıyorsunuz" gibilerden bin bir türlü şikayetle
ve başkan Haşim Kılıç'ın yüzüne yansıyan belirgin
bir sıkıntıyla DTP'yi kapatma kararını verdi ve
böylece aslında bir sürecin de sonunu ilan etmiş
oldu. Haşim Kılıç'ın yüzü sıkıntılıydı; çünkü
aslında siyaseten verilmiş bir kararın yükü Anayasa
Mahkemesi'ne yıkılmıştı. Daha doğrusu AKP'nin
çocuk kandırır gibi öne sürdüğü birkaç cılız madde
ile Kürt ulusunun derin özgürlük arzusu arasındaki
gerilim haftalardır tansiyonu öylesine yükseltmiş,
siyasi ortam öylesine yay gibi gerilmişti ki,
gelinen noktada artık DTP davası Habur'daki gibi
"hukuk hileleri" ile geçiştirilemez
hale gelmişti. Zamanı belli bir bomba gibi geriye
sayan kapatma dosyası, patlamak zorundaydı ve
patladı. Açıkça kendisini ortaya atan ve dolayısıyla
artık bu riski göze alan DTP açısından da aslında
çok büyük bir düş kırıklığı yaşanmadı.
Şimdi artık başka bir düzlemdeyiz. Daha doğrusu,
bir süreç bitmiş gibi görünüyor ama aslında şimdi
satranç oyununun başka bir kompozisyonu ile karşı
karşıyayız.
Sosyalist Barikat'ın 61. sayısında "açılım"ın
kaderinin AKP/ABD planının "verdikleri"
ile Kürt ulusunun "istedikleri" arasındaki
gerilime bağlı olduğunu ve PKK'nin de bu tür bir
tasfiye planına razı olmayacağının işaretlerinin
görüldüğünü söylemiştik. Bazı çok "zehir
hafiye" solcular "işlerin gizli görüşmelerde
tümüyle bağlandığını", "satış işlemlerinin
tamamen gerçekleştiğini" düşünmekte ve söylemekte
biraz acele ederlerken doğrusunu söylemek gerekirse
Kürt ulusunu da, PKK'nin yönetimini de hafife
alıyorlardı. Oysa mesele bu kadar basit değildi;
Kürt ulusal hareketinin son yıllarda girdiği ideolojik
rota konusunda birçok şey söylenebilir elbette,
bunlar biliniyor. PKK önderliğinin bir yandan
yıllardır eklektik/postmodern tezleri bir araya
getirip reformist bir konsept yarattığı, diğer
yandan da mevcut Ortadoğu güçler dengeleri üzerinden
düzen içi yollar aradığı bilinmeyen şeyler değil.
Ama öte yandan pratik hayatta somut gerçekler
rol oynar. Ortadaki somut gerçek ise Kürt ulusunun
yirmi beş yıldır kanıyla canıyla emeğiyle yarattığı
büyük bir birikimin ve direniş noktasının tasfiye
edilmesi planıydı. Bu gerçek karşısında Kürt halkı,
teorik/ideolojik çizgi meselesinin de ötesinde,
bir anlamda yaşamına kastedilen her canlının içgüdüsel
davranışına benzer biçimde tutum almış ve kendisini
kolay lokma zannedenlere etkili yanıtlar vermiştir.
Bu basit bir şey değildir. Onca yıllık deneyimin
ve hatta Ağrı'dan Dersim'e dek uzanan geçmiş tarihsel
derslerin her Kürdün ve her Kürt direnişçisinin
kulağına fısıldadığı uyarı, silahsız ve örgütsüz
olmanın felaketli sonuçlarıdır. Her Kürdün kulağındaki
küpe; "saygı görmek istiyorsan, harcanmamak
istiyorsan, ayakta dur ve kendini başkalarının
insafına terk etme" şeklindedir. Çıplak Kürt,
sokakta kendini savunmayan Kürt, hiçtir ve bugün
sokaklardaki binlerce insan bu gerçeği iliklerinde,
hatta genlerinde hissetmektedir. Kürt ulusu, şimdiye
dek her ne kazanmışsa bunu son yirmi beş yılın
kanlı emeğine borçludur ve bu duygu İmralı'da
üretilen mitolojik teorilerin de üstünde bir şeydir;
dolayısıyla bu emeği ucuza kapatmayı planlayanların
işi çok kolay değildir.
Sürecin başından beri olup bitenler bir kez daha
özetlenebilir: Özellikle son birkaç yılda inisiyatifi
elinden kaçıran ve Zap gibi maceralarla da direksiyonu
toparlayamayan oligarşi, bu kez AKP kadrolarının
eliyle "yeni" bir hamle denemeye karar
vermiştir. Daha doğrusu, bölgedeki çıkarlarını
ve Türkiye'deki işbirlikçilerine vermek istediği
yeni rolleri ve bir çok başka faktörü hesaplayan
Amerikan emperyalizmi, uşaklarıyla birlikte oturup
bizzat bu planı hazırlamış, ordu gibi muhtemel
direnç odaklarının ikna edilmesinde de rol oynamıştır.
Evet, 1990'ların başında Türkiye'ye bütün kontr-gerilla
taktiklerini ve eğitimlerini veren, Vietnam'dan
bu yana edindiği deneyimleri aktararak son yirmi
yıldaki bütün kirli-savaş uygulamalarını bizzat
örgütleyen de aynı ABD'dir; ama bu bir çelişki
değildir. Hedef yine Ortadoğu'daki en önemli direnç
odaklarından birinin tasfiye edilmesidir; bu odak,
mevcut ideolojik yöneliminden de bağımsız olarak
özellikle dağlarda yarattığı atmosferle bölgeye
ilham veren, deyim yerindeyse "kötü örnek"
olan bir odaktır ve emperyalizm açısından şöyle
ya da böyle tasfiye edilmesi gereken bir güçtür.
Ama bu kez koşullar değişmiş, yöntem değişmiştir.
Bugün ortaya "açılım" diye konulan planın
özü, şu anda parlamentoya yirmi milletvekili gönderebilen,
büyük kitleler tarafından kucaklanan ve hatırı
sayılır miktarda eğitilmiş silahlı güce sahip
olan PKK'yi önce çeşitli küçük adımlarla marjinalize
etmek, Kürt ulusuna yönelik yüzeysel jestlerle
sorunu yumuşatmak ve sonra ya tam teslimiyeti
ya da tümüyle tasfiyeyi dayatmaktır. Kürt ulusunun
gerçekliğini ve ulusal demokratik haklarını asla
tanımaksızın, meseleyi "bireysel ve kültürel
haklar" üzerinden ele alan, kısmi rahatlamalarla
PKK'ye verilen desteği azaltmayı uman bu yaklaşım,
eninde sorunda da asıl amacına, yani tasfiyeye
ulaşmayı önüne hedef olarak koymuştur.
PKK ve DTP'nin ve genel olarak Kürt halkının bütün
bunları koyun gibi izleyeceği ve kendilerine verilenlerle
yetineceği elbette umulmamıştır. ABD/AKP planlamacılarının
tümüyle saf oldukları varsayılamaz. Elbette işlerin
biraz karışacağı ve pazarlık düzeyinin zaman zaman
yükselebileceği de öngörülmüştür. Ama yirmi beş
yıllık savaştan yorulmuş olduğu varsayılan Kürt
halkının en küçük adımlara bile aç olduğu, bunlara
sarılarak kendi temsilcilerini terk edebileceği
fikri süreci belirlemiştir. İsim değişiklikleri,
dil ve yayın konusunda zaten fiilen gerçekleşmiş
olanların ilanı, en ayyuka çıkmış kontr-gerilla
şeflerinin harcanması gibi sahne gösterileri,
mecliste kullanılan seçilmiş sözcükler, 38 konusundaki
manevra, Cumhurbaşkanının bayram değil seyran
değilken yaptığı geziler, vb. vb... hepsi böyle
bir "barış" ve "kimlik" açlığına
oynayan taktik adımlar olarak planlanmıştır. Böyle
bir yoldan gidildiğinde Kürt cephesinde bir çatlak
ve kuşku atmosferi yaratılabileceği; bu doğrultuda
biraz mesafe alındığında ise PKK'nin artık "pişmiş
aşa su katan", ille de kan akıtmak isteyen
bir "bozguncu"lar grubu düzeyine düşürülebileceği
umulmuştur. Biraz çatışma, biraz pazarlık, biraz
Fettullah Hoca yurtları ve okulları, biraz yozlaştırıcı
araçlar, ama sonuçta kazanç... Beklenen, aşağı
yukarı böyle bir sonuçtur...
Beklenen budur; ama gerçekleşen bu olmamıştır!
Habur kapısında olacakların bir bölümüne razı
olan, bir bölümünü de mümkün olduğunca az hasarla
atlatabileceğini uman AKP (ki bu geliş konusunda
en azından DTP ile bir ön anlaşma yapılmış olduğu
anlaşılıyor) beklediğinden başka bir tabloyla
karşılaşmış, PKK bu noktada sert bir inisiyatif
ele geçirme hamlesi yapmıştır. Mızrak artık çuvala
sığmaz durumdadır. PKK'nin Habur-Diyarbakır hattında
yaptığı müdahale açıkça kendi varlığını dayatma,
kendisi olmaksızın kurulan bu işlerin yürümeyeceğini
deklare etme hamlesidir. Gerçekten de Habur'dan
itibaren işin rengi değişmiş, çatlak ve kuşku
yaratma politikası boşa düşmüş, dahası PKK için
yıllardır uydurulan dağıldı/dağılıyor propagandası
çökmüştür. "Bensiz yaprak kımıldamaz"
diyen PKK iradesi bunu Diyarbakır meydanında bir
biçimde kanıtlamıştır.
Öte yandan bu hamle, son derece riskli ve geri
dönüşü zor bir süreci de başlatmıştır. DTP bu
olayla birlikte PKK ile arasındaki bütün sınır
çizgilerini silmiş, "halk-PKK-DTP" üçlüsünün
bir bütün olduğu vurgusu özellikle öne çıkarılmıştır.
Böylece artık tutuklamalara, saldırılara açık,
bütün bunların göze alındığı yeni bir dönem başlamıştır.
Daha sonra gelen Öcalan'ın hücresi meselesi bir
yanıyla artık bir ayrıntıdır. Asıl mesele, Kürdün
ayağa kalkması ve inisiyatif koyarak ben buradayım,
bana sormadan, benim temsilcilerime sormadan,
uyduruk akbaba kılıklı Kürtlerle, soyadı ne olursa
olsun değersiz uşaklarla tek bir adım bile atamazsınız,
demesidir. Sokakta AKP'ye "neye dokunamayacağı"
açıkça söylenmektedir; İmralı hücresi bu anlamda
dokunulmaması gereken bir simge olarak önemlidir.
Şimdi Neredeyiz? Nereye Gidiyoruz?
Şimdi gelinen noktada denklemler yeniden oluşacak,
karşılıklı adımlar yeniden planlanacak. AKP'nin
""canım onlar olmasa da olur, biz açılımı
sürdüreceğiz" demesi, komiklik olarak hoştur
ama gerçek bir anlam ifade etmez. Sonuç itibarıyla
kim Kürt meselesinde şöyle ya da böyle bir şey
yapmak istiyorsa, bunu "kendim çalar kendim
oynarım" havasıyla yapamaz.
Gelinen noktada ihtimallerden, daha doğrusu "çözüm"(!)
yollarından biri çok açık: Kürt halkının iradesi
ve temsilcilerine olan desteği bu kadar açıkça
ortadaysa eğer, ithal yada tamamen "ulusal"
üretimle bol miktarda kimyasal silah bulmak ve
Kürt illerini tümden haritadan silmek... Bunun
için isminin önüne "Kimyasal" ekini
koyabileceğiniz birilerini de bulursunuz mutlaka;
ama doğrusu bu "çözüm" günümüzde pek
kolaymış gibi görünmüyor, ayrıca "tam"
ve "kesin" bir garanti de oluşturmuyor.
Bu tür işlerde geriye tek bir kişi bile bırakmamak
gerekir, ki bu da neredeyse imkansızdır; eninde
sonunda gazlara bombalara dayanıklı birileri çıkar
her zaman!
İkincisi, daha kolay ve daha az masraflıdır. Bu
kez gerçekten "Kürt realitesi"ni, yani
Kürtlerin bir ulus olduğunu ve kendi kaderini
belirleme hakkına sahip olduğunu tanırsınız ve
ortaya çıkıp (hangi yöntemi tercih ederseniz onunla)
Kürt ulusuna ne istediğini, nasıl yaşamak istediğini
sorarsınız ve ne cevap alırsanız ona razı olursunuz.
Üçüncüsü ise bugünkü muhatapsız ve tek yanlı "açılım"
edebiyatını sürdürürsünüz ama bir yandan da hem
dağlarda, hem de sokaklarda 92 tarzı bir "topyekun
savaş"ı sürdürürsünüz. Bir yandan "açılımı
sürdürmekte kararlıyız" dersiniz, diğer yandan
sınır ötelerine zafersiz seferler düzenleyip tabur
arazilerinde yeni gizli mezarlar açarsınız; "terör
yandaşlarına tepki gösteren vatandaşlar"
söylemini tırmandırarak metropolleri ve batı illerini
cehenneme çevirirsiniz. Bir yandan "ben elimden
geleni yaptım ama anlamadılar" edebiyatını
yaparken, diğer yandan iradesini size teslim etmemek
suçunu işleyen Kürtleri cezalandırırsınız, vb.
vb...
Bugünkü noktada henüz tüm taşlar oynanmış gibi
görünmüyor belki. DTP'nin parlamento alanını tümden
terk etme kararı ilan edilmiş olmakla birlikte
pratikte nasıl davranılacağı netleşmiş değil.
Ama her ne olursa olsun bugünkü noktada hükümetin
ve planın Atlantik ötesindeki diğer mimarlarının
elinde çok seçenek bulunmuyor. Ayrıntılar ya da
uygulamadaki düzeyler nasıl olursa olsun yukarıdaki
olasılıklardan üçüncüsü elde kalan tek alternatif
gibi görünüyor. Bir taktik uygulanmış ve öyle
görünüyor ki umulan sonucu vermemiştir. Ellerinde
yeni bir plan var mıdır, bilemeyiz; ama yapısı
gereği hantal olan ve yıpranmaktan da korkan bu
"açılım" cephesinin hızla yepyeni ve
bugüne kadar denenmemiş bir taktik üretmesi de
olası değildir. Aralarında çatışan ve hesaplaşan
çok karmaşık güçlerden oluşan devlet cephesi böyle
bir yeteneğe sahip değildir.
Şüphesiz bir süre daha süreç zorlanacak, planın
henüz iflas etmediği, "terör örgütünü dışlayarak"
açılımın yürütüleceği söylenecek ve bunun için
adımlar da atılacaktır. Kürt ulusal hareketinin
onaylamadığı herhangi bir adımın başarı şansı
olmadığı "Mahmur Kampı" gibi olaylarda
açıkça kanıtlanmış olduğu halde bu yol yine de
denenecek, elden gelen yapılacaktır. Ama bütün
bunların da sınırı bellidir. Sonuç itibarıyla
sokakların bastırılması ve dağların kurutulması
gereklidir ve bunun da yolu açıktır. Zaten düğmeye
basılmış ve bütün illerde onlarca insan tutuklanmaya
başlanmıştır bile. Kürt halkını "başa döneriz"
diye tehdit eden Tayyip Erdoğan aslında çoktan
"başa" dönmüştür. Daha kötüsü, artık
"döndüğü" yer "başlanan" yer
de değildir. Arada köprülerin altından çok sular
atmış, deyim yerindeyse "cin şişeden çıkmış"tır.
Yani ortam altı ay öncesinin ortamı değildir.
Sokaklarda dövüşmenin coşku verici atmosferini
yıllar sonra yeniden hisseden ve davranış kalıplarını
hızla benimseyen Kürt halkı inisiyatifi terk etmedikçe
bu iradeyi bastırmak her geçen gün daha fazla
şiddeti gerektirecektir. İpin ucu kopmuştur; evet,
bu ipin çeşitli yerlerinden yeniden düğümlenmesi
için çalışılacaktır ama bu düğümlerin tümü de
artık çok sağlam olmayacaktır.
Bu artık kestirilmesi zor bir süreçtir. Uzun süredir
Bahçeli aracılığıyla aslında önemli ölçüde kontrol
edilen (Türkeş'in son notlarında onun için "ajandı"
demesi boşuna olmasa gerektir) ve doğrudan saldırılara
yönelmesi engellenen faşist hareketin ana gövdesinin
ve onca yıldır yalanlarla kandırıldığı için Habur
olayında serseme dönen "normal vatandaş"ların
nasıl ve ne kadar kışkırtılacağı, bu kışkırtmaların
nereye varacağı yakın geleceğin önemli sorularıdır.
Bunun tam bir felaket tablosu olacağını görmek
için kahin olmak da gerekmiyor. Bu, devletin ve
medyanın bugün körüklediği ama sonuçlarından da
ürktüğü bir şeydir. Çünkü metropoller ve Batı
taşrasındaki Kürtler, küçük azınlıklar (Ermeniler,
Rumlar, vb...) gibi ürkek ve savunmasız değillerdir;
dolayısıyla bu tür bir kaos "saldıranlar-saldırıya
uğrayan mazlumlar" modeline uymayabilir ve
uymayacaktır. Sonuç itibarıyla metropoller ve
Batı illerinde de, (en azından önemli bölümünde)
Kürtler güçsüz ve aciz değildirler. Belki başlangıçta
değil ama saldırı gemi azıya aldıkça kendilerini
koruyacaklardır, ki bu durumda kelimenin tam anlamıyla
bir kan banyosu sonucuna varılacaktır.
Sonuçlara Katlanmak ve İleriye Yürümek
Sonuç olarak çok kestirme bir deyişle, önümüzdeki
günlerde sürecin bütün aktörlerinin kendi karar
ve eylemlerinin, politikalarının sonuçlarına katlanacağını
söyleyebiliriz.
DTP cephesi için durum böyledir. Kürt ulusal hareketi,
son birkaç ayda çok keskin bir viraj alarak bütün
yasallıklarını riske sokmuş, kurumları arasındaki
zaten zayıf olan sınır çizgilerini silmiş ve sonuç
almak için bütün varlığını ortaya koymuştur. Eylemler
boyunca yapılan yoğun tutuklamalar yalnızca bir
işarettir. Bugün artık bütün DTP yöneticileri,
üyeleri ve Kürt hareketinin diğer kurumları ayan
beyan ateşin ortasındadır. Tutuklanma, katledilme,
kaybedilme, vb. vb... DTP, ortaya koyduğu çizgiyle
bütün bunları göze almıştır.
Diğer yanda AKP cephesi de riske girmiş durumdadır.
ABD'nin de "arkadan itmesiyle" zaten
zor ve yıpratıcı bir yükü omuzlayan AKP, şimdi
iyice zor durumdadır. Onca yıldır söylenen milyonlarca
yalanın narkozundan kurtulamamış olan ve dolayısıyla
şoklara sürüklenen bir toplumsal yapıda bugün
yaşanan travmanın siyasi sonucu kesinlikle yıpranma
olacaktır. Bu tür projeler zaten her zaman sıkıntılıdır.
Örneğin Özal hakkında yaratılan uydurma efsanelerin
de "gerçek" olan tarafı böyledir. Savaşın
belli bir aşamasından sonra bu işlerin böyle batağa
doğru gittiğini tüccar sezgileriyle anlayan Özal,
yine emperyalizmin akıllarıyla aslında çok çok
korkakça birkaç söylem geliştirmiş, zemin yoklamış
ve daha ilk adımlarda da aynı korkaklıkla geriye
tornistan etmiştir. Muhtemelen onun kafasındaki
belirsiz fikir de PKK'yi marjinalize ederek eritme
ve tasfiye etmedir; yani ortada bir "sorunu
çözme" iradesi yoktur. Ama bu kadarı bile
siyasal olarak ona pahalıya patlamıştır. AKP ise
bugün daha berbat durumdadır ve yıpranmanın bedelini
-kriz ve işsizliğin de yoğun etkisiyle- şimdiden
ödemeye başlamıştır. Ama gerçek bedel daha da
ağır olacaktır. Kurmay heyetlerinin parti binalarında
ve bakanlık/MİT koridorlarında yaptığı hesap "çarşıya"
uymadığında, ki uymamaktadır, daha ağır sonuçlar
orta çıkacak ve AKP'yi tarihe gömebilecek kadar
derin etkiler yaratabilecektir. Son ABD ziyaretinde
Tayyip'in Obama'dan ne sözler ve talimatlar aldığını
tabii ki tam olarak bilmiyoruz; ama sonuçta maç
bu topraklarda ve bu sahada oynanmaktadır; oradaki
hesabın da "çarşı"ya ne kadar uyacağı
şüphelidir.
Düzen açısından işin asıl kötü olan yanı, halihazırda
ortada ve hatta ufukta başka bir burjuva alternatifin
de gözükmemesidir. Yedek kulübesinde oturan ya
da kenarda ısınan bazı yeteneksiz oyuncular tabii
ki vardır ve tümü de "bir parçacık şans"
için teknik direktörün gözüne gözüne bakmaktadır
ama hiçbirinin durumu da bu çapta oyunlar için
uygun değildir. Bu durum süreci iyice sıkıştırmakta,
sakatlansa da, beli de kırılsa mevcut oyun kadrosuyla
devam etmek -bugün görüldüğü kadarıyla- bir zorunluluk
olmaktadır. Ve tabii öte yandan -yine futbolun
klasik deyimiyle söylersek- bu maçın karakolda
ya da hastanede biteceği şimdiden bellidir. Yaygın
fıkrada olduğu gibi: Titanik filmini kendisine
hararetle tavsiye eden arkadaşına adamın verdiği
yanıt şöyledir: "Filmin sonu belli, gemi
batıyor işte!"
Ve nihayet sosyalistler/devrimciler de eğer işler
böyle bir karmaşaya doğru giderse sürecin değişik
etkileriyle yüzleşeceklerdir. Tırmandırılan şovenizm
ve toz duman ortamında emekçi kitlelerle zaten
zayıf olan bağlar sıkıntıya girecek, özellikle
yerelleşen çatışmalar, ırkçı saldırılar ortamında
kopan büyük gürültü içinde kendi sözlerini klasik
politik araçlarla ifade etmeleri zorlaşacaktır.
Kendi amaçlarını rafa kaldırıp bütün siyasi varlıklarını
bu sürece "armağan etmiş" olanlar ayrı
bir kategoriyi oluşturuyor. Öte yanda ise buna
karşı bazıları mümkün olduğunca bu işten uzak
durarak yaşamayı ve emekçi kitlelerle bu olguyu
yok sayan bir dalga boyu üzerinden temas kurmayı
tercih ediyorlar; politik hatlarını tek bir gündem
maddesine kilitlememe anlamında yaptıkları doğru
gibi görünüyor, ama bu yalnızca bir görünüm; aslında
böylece niyetlerden de bağımsız olarak sosyal
şovenizmin çeşitli dozlardaki zehrini damarlarına
kabul ediyorlar.
Devrimci sosyalizm için ise durum daha çetrefilli
ve daha zordur. Bugün bu topraklarda bir belediye
otobüsünde şöyle bir cümleye kulak misafiri olunabilmektedir:
"işçi memur hakkını arasa tepesine biniyorlar;
adamlar yakıp yıkıyor hükümetten tıs yok!"
İşte bu cümle, tam da çözülmesi gereken bir Gordiom
düğümüdür. Gerçekten de tarihin hiçbir döneminde
emekçi kitlelerin aklı bu kadar karışmamış, bu
kadar büyük bir zihin karışıklığı ortama hakim
olmamıştır. Bu zorluğun üstesinden gelmek, yukarıdaki
cümleyi söyleyen emekçinin kalbine, ruhuna ulaşabilmek,
onun damarlarındaki şovenizm zehrini temizleyebilmek
için klasik olmayan müdahale yollarını bulup uygulamak
bugünün en zor işidir, ama en çok yapılması, en
çok kafa yorulması gereken işidir.
Önümüzdeki görev budur. Daha kolay yolları seçmek
mümkündür ama doğru ve yararlı değildir.
Biz kolay olanı seçmeyeceğiz. Zor olacak biliyoruz;
ama doğrudan sapmayacağız. Çünkü biliyoruz ki,
oportünizm eğik ve kaygan bir düzlemin adıdır.
Hem emekçilerin düzene karşı tepkilerini örgütlemek
ve o tepkilerin ifadesi olmak, hem de Kürt ulusunun
yanında durmak, ne kadar zor olursa olsun önümüzdeki
dönemin görevidir.
15 Aralık 2009
|