IMF ve Dünya Bankası'nın bu kez
İstanbul'da yaptığı yıllık toplantısı 7 Ekim akşamında
tamamlandı ve "değerli konuklar" sanırız
gösterilen konukseverlikten pek memnun olmayarak
çekip gittiler. Kendi rahatlıkları açısından belki
çok sorun yaşamadılar; uşakça davranışı artık
bir tür "gurur" olarak kabul eden ve
içselleştiren işbirlikçiler bir dediklerini iki
etmediler, kendilerine insansız ve steril bir
alanda bütün konfor sağlandı. Ama sokaklarda aynı
dil konuşulmuyordu. İki ayrı İstanbul vardı ortada;
daha doğrusu biri, yani sokaklar gerçek İstanbul'du,
diğeri ise yerin yedi kat altında yaratılmış yapay
bir dünyaydı. Yerin altında konfor, yerin üstünde
gaz bulutları, yaralılar, gözaltılar… Tablo böyleydi
İstanbul'da…
Şimdi her şey olup bittikten sonra herhalde rahatlıkla
şu söylenebilir; İstanbul, 6-7 Ekim itibarıyla
en azından bir "dikensiz gül bahçesi"
olmadığını göstermiştir. Bu konuda spekülatif
yaklaşımlar, devrimcilerin "zirveyi yaptırmayacağız"
sözünü karikatürize ederek yapılacak yorumlar
hiçbir biçimde dürüst olmaz; doğru da olmaz. Bu
tür zirveler, şüphesiz ona karşı varını yoğunu
ortaya koyarak sokağa çıkan güçlere rağmen yapılır,
yapılabilir; dünyanın her yerinde de yapılıyor.
"Yaptırmayacağız" sloganı ise bu olaya
karşı sıradan protestolarla, yasal biçimlerle
yetinmeyeceğiz, mevcut çerçeveyi zorlayarak davranacağız
gibi bir pratik anlam taşır. Burada önemli olan,
devrimci güçlerin böyle bir irade ve davranışı
polisin bütün vahşetine karşın göstermiş olması,
elinden geleni ortaya koymasıdır. Daha önceki
günler bir yana, son iki gün boyunca devrimciler,
ilericiler, emekten yana güçler bütün vahşi şiddete
rağmen "hırsızları sokakta karşılama"
sözünü tutmuştur. Eksikleri, hataları, vb. bir
yana devrimci güçlerin bu diri davranışı gösterebilmiş
olması önemlidir ve bir not olarak kaydedilmelidir.
Öte yandan dünyanın herhangi bir ülkesinde konuyla
bir biçimde ilgili emekçi insanlar 6-7 Ekim tarihlerinde
Türkiyeli emekçilerin ve devrimcilerin IMF'yi
"boş geçmediğini", Türkiye'nin sakin
bir liman olmadığını görmüş olmalıdırlar ve bu
enternasyonal duygu da hafife alınamaz.
Elbette tarihte bazı süreçler vardır, sübjektif
koşullar başka türlü olsa o süreçlerin gelişimi
de başka türlü olur. Bu yalnızca 6-7 Ekim süreci
için değil, bir açıdan bakıldığında örneğin son
bir yıldır derinleşen kapitalist kriz için de
geçerlidir. Bu sayımızda bir başka yazımızda da
değineceğiz; kapitalizmin bu tür büyük çöküntüleri
sistemin iç işleyişinden kaynaklanırlar ama pratikte
kapitalizmin karşıtı olan güç ne kadar örgütlü
ve müdahilse o kadar derinleşir ve o kadar devrimci
sonuçlara yol açarlar. Yani aynı düzeyde bir kriz
bir başka politik/örgütsel ortamda bambaşka sonuçlar
yaratabilir ve yaratır. Aynı şekilde bu denli
yoğun bir kriz ve işsizlik tablosunun tam orta
yerine denk düşen bir IMF zirvesinin de Türkiye
devrimci hareketinin politik-örgütsel olarak daha
gelişkin olduğu bir süreçte daha yüksek bir politik
sonuç vereceği söylenebilir. Ama bu tespit, yine
de bugün yapılmış olanların küçümsenmesini gerektirmez;
durumdan yakınmayı ise hiç gerektirmez. Genel
olarak devrimci hareket, sokağa çıkmış ve elinden
geleni yapmış, küçümsenmeyecek bir performans
ortaya koymuştur. Bu önemlidir. Bir kez daha görülmüştür
ki, bu topraklarda ve bu şehirde sokaklarda dövüşmek
isteyen çok sayıda emekçi, genç, kadın vardır
ve bu insanlar doğru yönetilirlerse gözünü budaktan
sakınmayan bir militan kitle hareketinin zeminlerini
oluşturabilecek potansiyeli işaret etmektedirler.
Dersler, Çıkarımlar...
Öte yandan bu tür süreçler, devrimci hareket açısından
zengin deneyimler ve dersler biriktirir. Sokak
pratiği ve örgütsel açılardan deneyimler biriktirir,
bu işin bir kısmıdır; ama politik çıkarımlar bakımından
da böylesi dönemler bir laboratuar işlevi görür.
IMF/DB sürecinin toplamına baktığımızda orada
eksik ve yanlış olanı da, geliştirilmesi gereken
doğruları da görürüz.
* Böyle bir değerlendirmeye başladığımızda,
elbette öncelikle az önce söylediğimizi tekrarlamamız
gerekiyor. Hiçbir biçimde küçümsenmemeli ve küçümseyenlere
de izin verilmemeli, 6-7 Ekim sürecinde Türkiye
devrimci hareketinin toplam yapısının büyük bir
bölümü, ortaya bir irade koymuş ve onun arkasında
gücü yettiğince durmuştur. Süreci geriye, yasallığa
doğru geri çekmek isteyenlerin karşısında böyle
kararlı bir hat oluşmuştur. Tek başına süreci
belirlediğini söylemek belki başkalarına haksızlık
olur ama "IMF/DB Karşıtı Birlik" de
bu sürecin en ciddi kazanımlarından biridir. İstanbul'daki
devrimci güçlerin 1 Mayıs'larda olduğu gibi bu
olayda da bir biçimde bunu başarması, tartışmasız
iyi bir iştir, gelecek için umut vericidir. Esasen
"IMF/DB Karşıtı Birlik"in arka planında
da yıllardır az çok tutarlılıkla yolunda yürüyen
"Devrimci 1 Mayıs Platformu"nun biriktirdiği
deneyimlerin ve ortak iş yapma geleneğinin büyük
payı vardır.
Elbette birliğin geç oluşması açıkça bir refleks
zayıflığı ve hantallık işaretidir; yapılacağı
bir yıl önceden bilinen bir zirveye karşı örgütlenmenin
bu kadar geç başlaması, kendisini bu kadar dar
bir takvime mahkum etmesi ciddi bir sıkıntıdır.
Öte yandan Birliğin sendikalar üzerindeki basıncı
da bu kez daha zayıf olmuştur. Açıkçası bu süreçte
Birlik çok yaratıcı mücadele biçimleri de keşfedememiştir
ama yine de kısa bir zaman diliminde oluşturulmuş
olmasına karşın asgari zemin olarak olumlu bir
rol üstlenmiştir. Tipik grupçulukların ve yarışma
biçimlerinin süreç boyunca var olmadığını söylemek
doğru olmaz, hatta ara sıra bu tür durumların
ayyuka çıktığı da olmuştur ama bütün bunlara karşın
birliğin olumlu yanı reddedilemez.
* Öte yandan IMF ve DB politikalarıyla yoksulluğa
itilenlerin, yani işçi sınıfının ve onun parçası
olan kamu çalışanlarının sendikal temsilcilerinin
tutumları bir başka konudur. Doğrusu bu kesimin
zirve toplantısının anlamını yeterince kavradıkları
pek söylenemez. Şüphesiz toplantılar yapmışlar,
kararlar almışlar ve eylemler de düzenlemişlerdir;
ama tümünde de görülen tutum amiyane tabirle "asılmama",
geçiştirme ve mümkün olan en az hareketliliktir.
"Bizler sendikayız, sınırlarımız var"
cümlesi, aslında son derece yanlış bir eğilimi
ifade etse de belki anlaşılabilir; ama asıl önemli
olan dörtlü birliğin (DİSK, TÜRK-İŞ, TMMOB, TTB)
bu sınıra bile doğru dürüst yaklaşmamış olmalarıdır.
6-7 Ekim'den birkaç gün önce, örneğin 4 Ekim Pazar
günü tam yüklenilmiş (100 bin sınırına varan)
bir mitingi düşünmüş olsalar ve taşradaki örgütlerini
bu sürece motive etmiş olsalar, bu kadarı bile
IMF zirvesi konusunda -tam da söyledikleri "sınır"ın
içinde!- oldukça aktif bir tutum sayılabilirdi.
Böyle bir miting en azından 6-7 Ekim'de IMF karşıtlarını
"bir avuç barbar" olarak resmeden burjuva
medyasını bir ölçüde sustururdu. Ama bu kadarı
bile mevcut sendikal yapının çerçevesine sığmadı,
sığamadı. O kadar ki, tam IMF süreciyle denk düşen
"SSGSS'nin Yıldönümü" eyleminde (1 Ekim)
yine durumu sağda solda direniş yapan emekçilerin
(kuşkusuz devrimci örgütlerin etkisiyle) katılımları
kurtarabildi. Böyle bir gösteriye bile mümkün
olduğunca çok emekçiyi motive edip taşıma gayreti
gösterilmedi.
Kaldı ki, "Sendikaların sınırları" bu
tür durumlar için hiç de geçerli ve doğru bir
kavram değildir. Her şeyden önce sendikalar, IMF
yüzünden hayatı kararan emekçilere, ticarileştirilmiş
eğitim yüzünden sürünen öğretmenlere, çökertilen
hastanelerde görev yapan sağlık emekçilerine vb.
vb… "işte başınızın belası IMF şurada toplantı
yapıyor, ne düşünüyorsunuz, ne yapalım" diye
doğru dürüst sormuş ve onları bu yönde motive
etmiş değillerdir. Afişler, bildiriler, broşürler,
vb. vb… ya akla bile gelmemiştir, ya da cüzi miktarlarda
kalmıştır. Bunu yapacak olan herhalde Güney Kore
yada Hindistan sendikaları değildir; çünkü -basit
bir gerçeği hatırlatmak gerekiyor- toplantı Türkiye'de
yapılmaktadır!
Öte yandan bu söylemin mantığı da doğru değildir;
çünkü bu tür durumlar özgün durumlardır, sıradan
bir mitingin konusuna ve biçimine benzemezler.
Böylesi bir durumda insanların sokağa çıkmayacaklarını
en baştan bir önyargı olarak düşünmek ve daha
işin en başında sınırı oradan çizmek, "bizim
üyelerimiz o kadarına hazır değil" klişesini
tersini denemeye bile kalkışmadan tekrarlamak
tipik bir bürokrat tutumdur. Televizyonlarda başka
ülkelerin sendikalarının sokak deneyimlerini izlerken
"bizde böyle şeyler olmaz" diye yakınanlar,
bunun olup olmayacağını deneme fikrini daha baştan
boğup kısırlaştırmaktadırlar. IMF/DB kadar nefret
kazanmış bir konuda, bu kadar yaygın bir meşruiyet
zemini ortadayken emekçileri doğrudan "toplantıyı
engelleme" motivasyonu ile biçimlendirmek
ve işi en baştan bu noktadan düşünmek sendikacıların
akıllarına bile gelmemiştir. Gelmişse de bunun
olmayacağına başta kendilerini ikna etmişlerdir.
Ki dediğimiz gibi sendikalar tamamen kendi çizdikleri
o "sınır"ın içinde bile sinik kalmışlardır.
* Sendikaların ne yapıp ettiğinin ötesinde, yeniden
dönüp 6-7 Ekim'e ve devrimci güçlerin performansına
gelirsek, orada da kritik sorular vardır. Son
derece açıkça söylemeliyiz ki, meşruiyet zemini
bu kadar geniş olan bir konuda, herhangi bir bildirinin,
herhangi bir kahve konuşmasının, eylemin, vb…
kitleler tarafından bu kadar olumlu karşılandığı
böyle bir durumda devrimciler sürece kitleleri
daha çok katan yolları yine bulamamışlardır. Bu
anlamda 6-7 Ekim'de aslında iki İstanbul değil,
"üç İstanbul" vardır. Yerin altında
toplantı yapanlar, sokaklarda dövüşenler ve durumu
kenardan ya da TV'lerden izleyenler… Oysa bu tür
süreçlerde "üçüncü İstanbul"u sokaktaki
dövüşe doğrudan katamasak da onları yaygın biçimde
etkilemek, kapsayıcı çalışmalar ve örgütlenme
biçimleri ile bir yere kadar taşımak mümkündür.
Birinci Körfez savaşı, Irak İşgali süreci, NATO
Zirvesi, vb. gibi olaylar yakın tarihte devrimci
güçlere böyle büyük meşruiyet alanları açan olaylardır.
Böyle dönemlerde klasik örgütsel yapılarımızı
aşan, bu konuda itirazı ve nefreti olan herkesin
kendisine yer bulabildiği, kendisini bir biçimde
ifade edebildiği daha geniş inisiyatifler ve esnek
örgütlenmeler yaratamamış olmak, hem genel olarak
solun, hem de devrimci sosyalizmin kusuru olarak
algılanmalıdır. Somut siyaset yapamamak, daha
doğrusu apaçık görünen gerçekliği kitlelerle buluşmak
için bir sıçrama tahtası haline getirememek, kitlelerin
katılabildiği biçimleri ve yöntemleri bulamamak
ciddi bir sıkıntıdır, ciddi sıkıntımızdır. IMF/DB
süreci bu anlamda aslında iyi değerlendirilememiş
bir süreç olarak tarihe geçecektir. Herkesin bir
biçimde canını yakmış ve nefretini kazanmış olan
bu soygun şebekesinin zirvesinin yarattığı atmosfer
yeterince somut sonuçlara dönüştürülememiştir.
* Bu anlamda, 6-7 Ekim sürecinde sokaklarda olup
bitenleri genel kitle hareketinin militanlaşması
olarak tanımlamak yanıltıcı olur. Devrimci güçler,
evet, son üç yılın 1 Mayıs'larından kazandıkları
deneyimlerle sokağa çıkmışlar ve bu deneyimlerini
biraz daha artırmışlardır; dövüşmek arzusunu gösteren
kendi yakın çemberlerini sürece katmışlardır ama
bu, yukarıda açıklamaya çalıştığımız nedenlerden
ötürü devrimcilerin kendileriyle sınırlı bir katılım
olarak kalmıştır. Açıkça söylemek gerekiyor; devrimcilerin
sokakta olması iyidir, deneyim kazanması iyidir,
ama bu durumun böyle sürüp gitmesi politik açıdan
riskli bir durumdur. 1 Mayıs sonrasında da söylediğimiz
gibi, sadece devrimcilerin sokaklarda boy gösterdiği
bir durum, uzun süre taşınabilir bir durum değildir.
Bu topraklarda emperyalizmden, siyonizmden ve
sömürüden-yoksulluktan nefret eden milyonlarca
insan var ve bizler bu insanların önünü açacak,
bizimle tam olarak buluşmasalar bile kendi itirazlarını
ortaya koymalarına zemin oluşturacak yolları,
örgütlenme ve hareket biçimlerini aramakla yükümlüyüz.
Bugünkü durumdan şu yada biçimde memnun olmak,
tek tek grupsal performanslarla övünürken ya da
rekabetçi bir mantıkla avunurken yakıcı ihtiyacı
kaçırmak tehlikeli bir durumdur. Süreci yaşayan
herkesin tanıklık edeceği gibi her geçen gün biraz
daha taktik öğrenen polis, sokaklardaki gücü gitgide
daha küçük küçük gruplara bölmeye, böylece çatışmaları
giderek marjinalleştirmeye çalışmaktadır ve bu
konuda medyanın tam desteğine sahiptir. 6 Ekim
günü alandaki toplam devrimci güçlerin sayısı
bellidir; daha sonrasında da sokaklarda parçalanan
güç o rakamın da altına düşmüştür. 7 Ekim'in ise
kitle açısından daha zayıf olacağı öngörülmüştü.
Sokaklarda dövüşmenin özel bir sakıncası yok ve
bu durum başta da belirttiğimiz gibi bu topraklardaki
diri bir damarı işaretliyor. Burada bir sorun
yok. Ama söylemek istediğimiz şey şu: Bu ülkede,
bu kadar meşru bir zeminde IMF gibi bir soygun
şebekesine karşı söyleyecek sözü olanlar sadece
alandaki ve sokaklardaki toplam kalabalık kadar
değildir. Bu insanlar, bu topraklarda yaşayan
somut, kanlı canlı insanlardır ve onlara ulaşmak,
onları sürece katabilecek kanalları açmak, giderek
militanlaştırmak, devrimci hareketin başta gelen
görevidir. Devrimciler ve devrimci örgütler, TV
görüntüleriyle kendinden geçerek bu somut ihtiyacı
yok sayamazlar.
* Ve nihayet, sokaktaki şiddetin dozu ve tarzı
sorunu bir başka sorun olarak gündemimizde olmalıdır.
Son derece açık söylüyoruz: Burjuva medyanın iğrenç
yalanlarına kulak asmak doğru değildir; onların
devrimcilere olan düşmanlığının sınırı yoktur.
1996 1 Mayıs'ında sabahın köründe devrimcileri
öldüren polisi görmeyip öğle vakti yaşananları
"vandalizm" diye adlandıran bu medya
dünyanın en tiksinti verici medyasıdır. Öyle ki
daha iğrenci dünyada aransa bulunmaz. Bütün dünyada
ve Türkiye'de devrimcilerin fotoğrafları gazete
yönetimleri tarafından polise servis edilirken,
son olaylarda bu sınır bile aşılmış, Fettullah
medyasının muhabirleri sokak ortasında çevik kuvvete
hizmet etmeye başlamışlardır. Dolayısıyla bu sahtekar
takımının 96 sonrasında başlattığı "vandalizm-barbarlık"
edebiyatını ciddiye almak gereksizdir.
Ayrıca olup bitenler konusunda bir meşruluk tartışması
da gereksizdir. Kimse uç örneklerden hareketle
"akıllı abi" pozları takınıp sokaklardaki
çocuklarımıza akıl-fikir ihracına kalkışmasın.
Banka kurmak, kendi içinde risk taşıyan bir iştir;
bırakalım o işin riskini bankacılar düşünsün.
Ancak, bütün bunların ötesinde, genel gidişat
üzerine bizim de düşünmemiz gereken şeyler vardır.
Meşruiyet tartışmasını tamamen dışlayarak yapmamız
gereken tartışma, eylemimizin politik doğruluğu-yanlışlığı
üzerinedir. Çünkü genel olarak meşru olan şeyin
doğruluğu-yanlışlığı politik hayatta bundan bağımsız
olarak başka faktörlere bağlıdır. Öncelikle her
türden eylemin politik içeriğinin anlaşılması-anlaşılmaması
kritik bir sorundur. Ve bazen, eylemin biçimi
de içeriğini etkiler ve onun anlaşılırlığı konusunda
bir problem yaratabilir. Yukarıda saydıklarımızın
tümüyle birlikte düşünüldüğünde, özellikle kontrolsüz
noktalarda bu konuda problem yaşadığımız kesindir.
Medyanın yalanlarıyla şişirilen bir bilgi kirliliği
ortamında devrimci güçler sokak şiddetinin ölçüleri
ve yönelimi konusunda daha iyi düşünmek, açık
tartışmalar yapmak ve devrimci sempatizanlarda
daha yüksek bir politik bilinç yaratmak zorundadırlar.
İlkeleri sağlam belirlemek, sınırları kalın hatlarla
çizmek, vb. gibi görevler sadece tek tek devrimci
yapıların değil genel olarak devrimci hareketin
de görevidir. Mevcut tablodan memnuniyet duyarak
bu görevi unutmak, tehlikeli bir eğilimin kapısını
açar ve korkarız ki trajik durumlara kadar varabilir.
Devrimci hareketin bir başka düzeyde yerine getirmesi
gereken görevleri sokakta çatışan insanların yüklenmesi,
yaptıklarını aslında yapılması gerekenlerin yerine
ikame etmesi bugünkü durumda anlaşılabilir bir
ruh halidir; ama bu durumun böyle devamı mümkün
değildir, doğru da değildir. "Yapılması gerekenler"e
bir çözüm yolu bulmak devrimci hareketin ve özel
olarak devrimci sosyalizmin görevidir; ama bu
durum mevcut tablodan tümüyle hoşnut olmamızı
gerektirmez. Burada sorun elbette yürüyeni kolundan
tutup geriye doğru çekmek değil, tam tersine onun
daha ileriye ama daha yüksek bir politik düzeyle
yürümesini sağlamaktır.
Daha Güçlü Adımlar İçin…
Sonuç itibarıyla süreç boyunca Türkiye devrimci
hareketi ve emekçiler, sendikal örgütler, vb.
tümü kendi açılarından değişik deneyimler yaşadılar.
Hepsi kendi içinde zenginliktir, birikimimizin
parçasıdır. Devrimci güçler, kendi yetenekleri
ve kuvvetleri ölçüsünde işlerini yapmışlar, görevlerini
yerine getirmişlerdir. Bugünkü koşullarda bunlar
olurken, başka bir sübjektif durumda nelerin olabileceğini
ise doğrusu hayal etmek bile zordur. Ama yine
de bunun hayalini kurmalı, beklenti çıtamızı bugün
olanlarla sınırlamamalı, aşağıya çekmemeliyiz.
Bugün sokaklarda yapılanlar, yapılması gerekenlerin
kanıtıdır. Bir kez daha hayatın doğruladığı olgu,
Mahir'in "vurduğu yerden ses getiren örgüt"
diye tanımladığı düzeyin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç
olduğudur.
Daha yüksek bir çıta yüksekliği ise ancak devrimci
çalışma ile elde edilebilecek bir durumdur ve
böyle bir imkan bize gökten zembille inmeyecektir.
Tam da bu noktada her devrimci sosyalistler ağır
bir sorumlulukla karşı karşıyadır. Sıkıntılı bir
sürecin bütün yıpranmalarını bir kenara atarak
dört elle çalışmak, bu sorumluluğun üstesinden
gelebilmenin tek yoludur.
|