Sıcak bir yaz geçiriyoruz.
Bir tarafta sınıf mücadelesinin kazanı kaynamak
üzere, diğer tarafta Kürt Ulusunun demokratik
mücadelesi her cepheden sistemin sınırlarını zorlamayı
sürdürüyor. Bunlara bir de ortadoğu coğrafyasının
son aylardaki dinamizmini eklediğimizde hararet
daha da yükseliyor.
Peki
tüm bu hararet uzay boşluğunda heba olup gidecek
mi? Bu soruya yanıt vermeden önce iki örneği incelemek
gerekiyor: 89 Bahar eylemleri ve günümüzün Kürt
ulusal demokratik mücadelesi.
Yaşı
yetenler anımsayacaktır; 1989 yılının baharında
neredeyse her gün, hatta bir gün içinde üç, beş...
belki daha da fazla işçi yürüyüşü ile karşılaşabiliyordunuz
İstanbul sokaklarında. Görünüşte çok umut verici
bu hareketlenme 1989 yılının 1 Mayısında rengini
çok açık bir biçimde duyurdu. 30 Nisan günü sokakları
dolduran, 2 Mayıs günü yine sokaklarda olacak
olan işçiler 1 Mayıs günü ortalıkta yoktular.
O yıllarda henüz 1 Mayıs yasaklıydı (sadece Taksim'de
değil, her yerde). İşçilerin bu tavrı kesinlikle
apolitiklik değildi. Aksine bilinçli olarak politikanın
uzağında durma tavrıydı. İkisi arasındaki farkı
15-16 Haziran karşılaştırmasıyla anlatabilmek
mümkün: 15-16 Haziran'a katılan önemli bir apolitik
işçi kitlesi de vardı. Bilmedikleri, ucunu bucağını,
varabileceği noktayı politik yetersizliklerinden
dolayı çok hesaplayamadıkları için, bilinçsizce
hareketin içinde yer almış çok sayıda Türk-İş'e
bağlı sendikalarda örgütlü, hatta hiç bir sendikada
örgütlü olmayan işçi de vardı haziran günlerinde.
1989 baharında ise "başlarına gelecek olanın"
bilincinde olan, 12 Eylül terbiyesini gayet iyi
almış, ekonomik taleplerin ötesine geçmemeye büyük
bir özen gösteren, sınırlarını ve kimlerle yan
yana gelip gelmeyeceğini çok iyi bilen bir kitle
söz konusuydu. Kelimenin bu anlamıyla "politik"
bir kitleydi 89 baharındakiler. Ama bizim literatürümüzdeki
politika sözcüğüne göre "antipolitik"tiler.
Sosyalistlerin, devrimcilerin desteğinden bile
özellikle uzak durmaları bundandı...
Sonuçta
89 bahar eylemlerinden geriye ne kaldı diye sorulacak
olursa tatmin edici bir yanıt vermek zor olacaktır.
Sınıf mücadelesinde kalıcı kazanımlar elde etmek
elbette zordur. Bu eylemlerin de işçi sınıfını
12 Eylül sonrasında sokakla barıştırmak gibi önemli
kazanımları elbette vardır ama politik, hatta
ekonomik cephede ne olup bittiği incelendiğinde
ortada dişe dokunur bir şey yoktur. Bu hareketin
politikliğinin bir diğer göstergesi de sosyalist
bloğun dağılmasının ardından hızla sönümlenmesidir.
Az önceki duruşla çelişkili gibi görünse de dünyanın
her köşesindeki işçiler için "böyle bir alternatif
var, bir gün bizim de günümüz gelecek" umudunun
canlı ifadesi olan bu yapının kendi içine çökmesi,
telafisi aradan geçen bunca yıldan sonra bile
olanaksız bir moral çöküntü yaratmıştı geniş emekçi
kitlelerde.
Ancak
her şeye rağmen bu hareketin kalıcı bir iz bırakamadan
sönümlenmesinde iç dinamikler belirleyiciydi.
Bunları birkaç başlık halinde sıralarsak: 1) Sosyalist
düşünce ve hareketle araya konulan mesafe, 2)
Merkezi bir örgütlülük oluşturma düşünce ve pratiğine
yönelik bilinçli mesafe, 3) Harekete yön veren
bir ideolojik-politik eksenin olmayışı.
Günümüzün
halen sürmekte olan Kürt ulusal demokratik hareketini
incelediğimizde farklı bir tablo çıkmaktadır karşımıza.
Hareket baştan itibaren merkezi, belli bir ideolojik-düşünsel
eksen etrafında şekilenmektedir. Bu ideolojik-politik
eksen yer yer bizim de içimizde olduğumuz bir
çok yapı tarafından eleştirilse de sonuçta tek
bir hedefe yönelmiş, ne istediğini bilen ve bu
doğrultuda hareket eden bir yapının ortaya çıkmasındaki
vaz geçilmez işlevini başarılı bir şekilde yerine
getirmektedir. Sosyalist hareketle arasındaki
mesafe ise yer yer açılsa da hiç bir zaman tamamen
kopmamıştır ve günümüzde yeniden bir yakınlaşma
söz konusudur.
Hareketin
bugün geldiği aşama ise somut kazanımlar koparma
noktasıdır. Bu kazanımların hala koparılarak alınması,
yakın gelecekte de böyle devam edecek olması hareketin
niteliğinden bir şey eksiltmez.
Aslında
bu iki karşılaştırma ne yapılıp ne yapılmaması
gerektiği konusunda yeterince ipucu vermektedir.
Çok uzaklara gidip Yunanistan'dan, Mısır'dan,
Tunus'tan pratik dersler devşirmeye gerek yok
yani.
Bu
derslerin ışığında günümüzün tekil işçi direnişlerini
ve diğer muhalif hareketleri yeniden değerlendirmemiz
gerekiyor. Bu hareketlerin bir çoğunda devrimcilerin
doğrudan ya da dolaylı çabası, emeği ya da müdahalesi
var. Olmadığı yerlerde de 89'da olduğu gibi bilinçli
olarak devrimcilere, sosyalistlere mesafeli duran
bir kitle sözkonusu değil. Bu önemli bir kazanım.
En azından sınıf hareketi ile sosyalistler arasındaki
duvarların zayıfladığını, yer yer yıkıldığını
gösteriyor. Ancak bu tablo mutlak değil. Özellikle
yer yer oligarşinin körüklediği şövenist dalgalar,
binbir emekle oluşturulan böylesi tabloları bir
anda yerle bir edebiliyor hala.
Bugünkü
hareketlerin en büyük zaafı ise merkezileşememe.
Baştan itibaren merkezi bir yapının yaratmadığı
bu hareketlerin başlangıçta dağınık olması elbette
kaçınılmazdır. Ancak gelinen aşamada merkezileşme
en acil ihtiyaçlardan biridir. Bu doğrultuda da
yine devrimcilerin, sosyalistlerin de etkisiyle
belirli çabalar söz konusudur. Ancak yeterince
yol alınamadığı da ortadadır.
Bir
diğer handikap da toplumun diğer sistem karşıtı
hareketlerinin merkezileşmesinin sağlanamamasıdır.
İşçi direnişleri, HES karşıtları, Kürt hareketi,
Alevi hareketi, Filistin ile dayanışma hareketi,
anti-emperyalist hareket, siyanürlü altın madenciliği
karşıtları, 3.cü köprü karşıtları, kentsel dönüşüm
mağdurları, kadın cinayetleri karşıtı hareket...
ve daha adını burada sayamayacağımız, ama sonuçta
sistem karşıtı hareketin kimisi en sivri ucunu
oluşturan (Kürt hareketi gibi), kimisi ise doğası
gereği sivrilemeyen birçok bileşeni paramparça
bir duruşu sürdürmektedir.
Tüm
bu hareketlerin hepsini birden kapsayacak ideolojik-politik
eksen olarak "sosyalizm" demek, her
ne kadar doğru olsa da tek başına bir anlam ifade
etmemektedir. Çünkü sosyalizm sözcüğü her kapıyı
açan sihirli bir anahtar değildir. Özellikle güncelleştirilmiş,
yukarıdaki mücadele alanlarının her birine ilişkin
güncel yaklaşımlarını mantıklı bir bütün içerisinde
ifade edebilen, gelişkin bir sosyalizm projesi
üretmeksizin, sadece "sosyalizm" sözcüğüyle
hedeflenen merkezileşmeyi sağlayabilmek olası
değil.
Sözgelimi
sosyalist toplum denildiği zaman sanayileşmeyle
söze başlayan geçmiş sosyalizm anlayışının çevre
kirliliği sorununa dair "elbette doğayı ve
çevreyi tahrip etmeden" sözlerinden öte bir
şeyler söyleyebilmesi, somut projeler sunabilmesi
gerekmektedir. Geçmiş sosyalizm deneyimlerinin
de bu gibi konularda sabıkalı olduğu hesaba katılarak
bunlar söylenmeksizin günümüzün dinamiklerini
ikna edebilecek bir ideolojik eksen inşa edebilmek
olanaksızdır.
Elbette
ki her şey bir ideolojik yapının inşasına indirgenemez,
havale edilemez. Günümüzün en acil görevlerinden,
sözgelimi varolan işçi direnişlerinin merkezileştirilmesi
gibi bir çabadan hareketle kağıt üzerinde yapılabilecek
olandan çok daha fazla mesafe kat edilebilir ve
edilmelidir. Ancak uzun vadeli kazanımlar elde
edebilecek bir hareket tasarımı için, bundan çok
daha fazlasına ihtiyaç olduğu da hiç bir zaman
unutulmalıdır. Aksi halde, büyük hayal kırıklıkları
kaçınılmazdır. Sosyalizm adına hareket ettiği
iddiasındaki hiç bir yapının, "biz eskiden
ne mücadeleler verdik" söylemleriyle kendini
avutan yeni bir "yorgun demokrat" kuşağı
yaratma lüksü yoktur. Görev hepimizindir.
|