SUNUŞ
İçimiz Acırken
"Gerçek acıtır" sözü bu kitaptaki veriler
için ne kadar da geçerli. Önemli olan ise "acıtan
gerçeği" kanımsamamak. Bunu yapmanın yani
kanımsamamanın ilk adımı, bilgiyi paylaşmak, sonraki
adımı da ortaklaştırılmış bir "itiraza"
dönüştürmek. Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
bu adımlar konusunda herşeyi yapmaya hazırdır
ve yapacaktır. Sizleri acı gerçeği paylaşmaya
ve değiştirmeye çağırıyoruz.
Türk Tabipleri Birliği
Merkez Konseyi
Kasım 2002
Birleşmiş Milletler
Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1989 tarihinde
kabul edilen ve şimdiye kadar 140 ülke tarafından
kabul edilen “ Çocuk Haklarına Dair Sözleşme”,
çocuk haklarıyla ilgili en kapsamlı metin özelliği
taşımaktadır. Bu sözleşme, başta Avrupa Konseyi
olmak üzere uluslarası kuruluşlarca 1950'den beri
üretilen belgelere dayanmaktadır. Yakın zamanda
Prof. Dr. Semih Gemalmaz'ın kapsamlı ve örnek
çalışmasıyla “Çocuk ve Genç Haklarına İlişkin
Ulusalüstü Belgeler”in hemen tümü Türkçe'ye kazandırılmıştır.
“Çocuk Hakları Sözleşmesi” ve diğer ilgili belgelerde
çocukların “hukuksal konumu”nun ön planda olması,
bu belgelerin “çocukların sosyal ve tıbbi korunması”
konusundaki yaklaşımlarının göz ardı edilmesine
yol açmıştır. Oysa, “Avrupa Parlementer Meclisi”nin
1979 tarihli “Çocuk Haklarına Dair Bir Avrupa
Şartı Hakkında Tavsiye Kararı”ndan başlayarak,
bir çok belge “ Bütün üye hükümetler, çocukların
ücretsiz tıbbi muayene görmelerini zorunlu kılan
bir sistemi kurmalıdırlar” fikrini temel alan
maddeler içeriyor. Prof. Gemalmaz'a göre “çocuk
haklarının büyük ölçüde özel hukuk formasyonlu
bakış açısıyla değerlendirlimesi önemli bir ihmal
nedenidir ve konunun insan hakları hukuku bakımından
da ele alınması gereklidir”. Hem bu ihmalin giderilmesi
hem de çocukların “sosyal haklarının” ön plana
çıkarılması için başta çocuk hekimleri olmak üzere
“hukukçular” dışındaki ilgililerin daha fazla
çaba göstermesi gereklidir.
Yetkililer tarafından kof bir edebi metin haline
getirilen “Çocuk Haklarına Dair Sözleşme” nin
gerçek mesajı şudur: “İster zengin ister yoksul
olsunlar dünyadaki bütün toplumlarda en yoksul,
en dezavantajlı ve genellikle en ihmale uğrayan
çocuklar, gerek eldeki kaynakların kullanımında
gerekse gösterilecek çabalarda birinci derecede
önceliğe sahip olmalıdır”. “Yoksulluk ve Çocukluk”
konusunu inceleyen elinizdeki dokümanın amacı,
sözleşmenin yukarıdaki cümlelere yansıyan ruhunu
13 yıl sonra hatırlatmak ve herkesi “ saatlerini
çocuklara kurma” ya çağırmaktır.
SAATİMİ GÜNEŞE KURUYORUM
-Saatimi güneşe kuruyorum
Çocuklara kuruyorum saatimi-
Bir oğlan, kır kokuyor saçları
Bahçe önü bacısının elleri
Toprak ve de çiçekli vişne dalı
Çalışmaya kuruyorum saatimi
Bir güzel işe kuruyorum
Otlar arasında mavi mine
Çocuk adlarına: Satı, Sevgi, Emine
Okullardan, istasyonlardan, odalardan
İğde kokulu gecekondulardan geliyorlar
Ceplerinde leblebi ile şeker
Fotoğraflarını çekiyorum teker teker
Yüreğimin ozan albümüne
Saçlarında örgü, tırnaklarında kına.
-Yaşamaya kuruyorum saatimi
Çın çın etsin çocukların sevinci-
Ceyhun Atuf Kansu
Bir
Şiddet Biçimi Olarak Açlık ve Yoksulluk
Açlık, organizmanın yeterli enerji alamadığında
hissettikleri ve bu hissetiklerini yansıtmasına
verilen isimdir. Yoksulluk ise, başta maddi olmak
üzere insanın yaşadığı zamana göre belirlenen
asgari ihtiyaçlarının karşılanamaması demektir.
Açlık, ilk insandan beri bilinen ve insan gelişimi
için önemli motivasyon sağlayan bir organizma
cevabıdır, yoksulluk ise modern çağla birlikte
kullanılan sosyal bir tanımlamadır. Yoksulluğun
en doğrudan sonucu açlıktır.
Herkesin kendi deneyimlerinden bilebileceği gibi
aç kalındığında önce “mide bölgesinde kazınma”,
“baş ağrısı”, “huzursuzluk”, “sinirlilik”, “halsizlik”
gibi bulgular ortaya çıkar. Bu bulguların hemen
hepsi enerjisi tükenen organizmanın bir tür yardım
çağrısıdır. Organizma, enerji sağlayan besinleri
alamadığında “ani stres” durumlarındaki olduğu
gibi davranır ve hem açlık hem de herhangi bir
nedene bağlı stres durumlarında “stres hormonları”
adı verilen hormonların düzeyi yükselir. Normal
koşullarda hepimiz günlük enerjimizi yediğimiz
besinlerle sağlarız. Herhangi bir nedenle aç (8-10
saat) kaldığımızda, önce karaciğerde depolanan
şeker ( glikojen) kullanılır, sonra başta yağ
dokusu olmak üzere diğer dokular (kas dokusu gibi)
enerji kaynağı olarak kullanılır.
İnsan beyni en fazla enerji (şeker) harcayan dokudur
ve normal koşullarda dakikada 2-4 mg/kg glükoza
ihtiyacı vardır. İnsan organizmasının açlığa karşı
iki temel cevabı vardır. İlki hızlı bir şekilde
yedek enerji depolarını kullanmak, ikincisi ise
nöronal hücreler dışındaki enerji kullanımını
mümkün olan en az düzeye indirmektir. Bu nedenle
uzun süreli açlık durumlarında (bunu son açlık
grevlerinden de biliyoruz) akut dönemin zorlukları
geçildikten sonra organizma yeni bir “homeostaz”(denge)
oluşturur ve bütün metabolizmasını “azla yetinmek
üzere” yeniden düzenler. Organizma açısından esas
zor dönem açlıkla ilk karşılaştığı dönemdir, bu
dönemde ayağa kalkan ve kan gkükozunu sağlama
gayretindeki hormonların etkisiyle gerçek bir
alarm yaşanır. Bu nedenle yenidoğan döneminden
itibaren açlık en önemli uyarandır ve hemen herkes
“açlık huzursuzluğu” nu bilir. Bebekler acıktıklarında
ağlayarak uyanırlar ve annelerini emmeye başladıktan
kısa bir süre sonra “huzura” kavuşurlar. Yenidoğan
döneminden itibaren şekerli besinlerin bebekleri
mutlu ve huzurlu yaptığı bilinir ve bu nedenle
de anneler “emzikleri” şekerli besinlere (en çok
balla) bulaştırarak bebeklerine verirler. Aç bir
bebeği, annenin meme vermesi dışında hiç bir çaba
rahatlatmaz.
Açlık organizma için gerçek bir şiddetdir, çünkü
açlık sırasında harekete geçen hormonlar “yıkıcı”
hormonlardır. Başta glukagon ve katekolominler
olmak üzere açlıkla harekete geçen hormonlar önce
karaciğerdeki glikojeni, sonra yağ dokusunu ve
son olarak da kas dokusunu yıkar. Şiddetin en
önemli özelliği “yıkıcılık” olduğuna göre, açlığı
biyolojik/hormonal bir şiddet olarak tanımlamak
yalnızca “mecaz” değildir. Tam da bu nedenle en
önemli açlık nedeni olan yoksulluğu Mahatma Gandhi
“Yoksulluk, şiddetin en kötü formudur” diye tanımlamıştır.
Bu söz hem yoksulluğun biyolojik etkilerine dikkat
çektiği için, ama esas önemlisi piyasa ekonomisinin
bir sonucu olan yoksulluğa farklı bir anlam kazandırdığı
için doğrudur.
Gerçekten de açlık sırasında “şiddet” dönemlerine
benzeyen bir organik/ruhsal huzursuzluk/düzensizlik
yaşanır ve böyle olduğu için de açlık geleceğe
sarkan etkilere neden olur. Son yıllarda psikiyatride
popüler olan “postravmatik stres bozukluğu” kavramı
tam da böyle bir süreci anlatır. İnsan (belki
de memeli) organizması “ homeostaz” değişikliğine
yol açan ani ve kuvvetli stresleri bir travma
olarak yaşar ve bu travmanın biyopsikolojik izleri
daha sonraki yaşamı etkiler. Bu sarsıntının başta
endokrin , bağışıklık ve sinir sistemi olmak üzere
bir çok sistem üzerinde izleri kalır. Bir başka
deyişle organizmanın biyolojik bir belleği vardır
ve bütün “stresler” insan vücudunda birikir. İnsan
organizması için en önemli stres beklenmedik ve
niteliği değişen etkilere maruz kalmaktır. Açlık
çekmeye başlayan ve buna uyum sağlayan bir organizma
için kısa bir süre de olsa bol besine kavuşmak
önemli bir strestir. Belki bu nedenle işkence
sırasında organizma “çelişkili” etkilere maruz
bırakılarak “yıkılmaya” çalışılır.
Yoksulluğa bağlı bu “içsel/hormonal” şiddetin
yanı sıra ortaya çıkan “duygusal-sembolik şiddete”
ise Necmi Erdoğan şu sözlerle dikkat çekmektedir:
“...Görüştüğümüz kişiler açısından yoksulluğu
kritik kılan şey, yalnızca giderek artan ve derinleşen
toplumsal eşitsizlik ve maddi sefalet değil, aynı
zamanda bunların kendileri üzerinde yarattığı
duygusal-sembolik şiddettir. Yani yoksul-madurlar,
yalnızca açlık, hastalık, soğuktan donma vb. tehlikelerle
karşı karşıya değildirler; aynı zamanda onurlarına,
özsaygılarına ve özgüvenlerine yönelen bir tehditle,
sembolik şiddetle karşı karşıyadır”( Yoksulluk
Halleri, Erdoğan, 2002, s.45). Yoksulluğun insanın
manevi yaşamında açtığı belki en büyük yara, yoksulluk
nedeniyle onurlarını kaybetme tehlikesiyle karşı
karşıya kalmalarıdır. Diyarbakır Tabip Odası Eski
Başkanı Dr. Mahmut Ortakaya günümüzde yoksulluğun
en önemli nedenlerinden olan göç sorununu anlatırken
bu ilişkiye dikkat çekmektedir: “Üretim insanı
koruyan, insan onuruna sahip çıkan bir faaliyettir.
İnsanı üretimden uzaklaştırdığınızda onurunu elinden
alırsınız, onuruna el koyarsınız. Üretim ibadettir,
üretim onurdur. Bunu bilenler insanları köylerinden
evlerinden uzaklaştırdılar ama esas önemlisi üretimden
uzaklaştırdılar. İnsanı üretimden uzaklaştırınca
onu ekmeğe muhtaç haline getirirsiniz ve onurunu
elinden alırsınız. Onur çok önemlidir, özgürlük
ise görecedir. Onur kaybedilmemesi gereken bir
kavramdır, bir seviyedir. Biz bölge insanı olarak
özgürlüğü ararken onurunu kaybetme tehlikesi ile
karşı karşıya kaldık”.
Bir
Hüzün ve Paradoks Olarak Açlığa Uyum
Açlık karşısında kahramanca “direnen” oraganizmanın
en hüzünlü dönemi uzayan açlığa uyum dönemidir.
Bu dönemde her şey yavaşlar ve organizma kendisini
bir tür “kış uykusu” olarak tanımlanabilecek “hüzünlü”
bir döneme sokar. Bu dönem biyolojik bir “depresyon”
olarak da tanımlanabilir. Enerji yetmeyince bir
çok dokudaki “insülin reseptörü” daha az çalışır
ve organizma bu sayede tasarruf ettiği glükozu
beyine göndermeye çalışır. Bu dönemde esas itibarıyla
“tasarruf” ilkesi geçerlidir; başta büyüme ve
metabolizma olmak üzere her şeyden tasarruf yapılmaya
çalışılır. Bir başka deyişle organizma bu dönemde
“azla yetindiği” gerçek bir “idare lambası” dönemine
girer. Daha az ışık daha az yaşam demektir ama
yine de ışıklar “kısılmak zorunda kalınır”. Uzun
süreli açlık çeken organizmada bütün bunlar çıplak
gözle görülebilir; çünkü insan organizmasındaki
“büzülme” hemen insan davranışlarına yansır. Bu
nedenle Necmi Erdoğan “ ..Yoksul bedeni aynı zamanda
ezik, kısıtlanmış, kendi kendini inkar etmek isteyen
bir bedendir” derken sonuna kadar haklıdır (Yoksulluk
Halleri, 2002). Öte yanda bu “azla yetinen” yaşam
adaptasyonu insanı zor durumlara hazırlar. Belki
bu nedenle askerlikte ve savaşlarda “muhallebi
çocukları” yerine yoksul köy çocuklarına daha
fazla güvenilir ve bu onlar için aynı zamanda
handikap olur. Bu nedenle savaşlarda en çok onlar
ölür. Azla yetinen organizmanın tek handikapı
bu değildir; son yıllardaki araştırmalar uzun
tarihsel dönemler boyunca az besinle yetinmeye
uyarlanmış bir genotip taşıyan insan biyolojisinin,
insan bedenlerini bir tüketim aygıtına dönüştürmeye
çalışan yaşam tarzı karşısında çaresiz kaldığını
göstermektedir. Bu süreci anlamak için “azla yetinen”
çöl farelerinden edindiğimiz bilgilere ihtiyacımız
vardır. Son yıllarda çöl fareleri (bu fareler
Psammomys obesus olarak isimlendiriliyor) üzerinde
yapılan araştırmalarda , uzunca bir süre az yiyecekle
yetinen ve bu nedenle de “azla yetinen genotipe”
(thrifty genotype) sahip olan farelerin laboratuvar
ortamında yoğun kalori içeren besinlerle beslendiklerinde
şişmanlık,daha önemlisi ise şeker hastalığına
(Tip 2 diyabet) yakalandıkları gösterilmiştir.
Bu bulgu, hem kronik açlığın paradoksal bir sonucudur
hem de “uygarlığın” insan biyolojisi üzerindeki
tahripkar etkisine bağlıdır. Bu nedenle şimdi
dünyanın yoksul bölgeleri bulaşıcı hastalıklardan
sonra, sıklığı giderek artan şişmanlık, diyabet
ve kalp hastalıkları gibi kronik hastalık dalgası
ile boğuşmak zorunda kalmaktadır.
Unutulmamalıdır ki açlık ve yoksulluğa karşı uyum
ve direnmede gerçek “kahraman” kadın vücududur.
Kadın vücudundaki yağ dokusu fazlalığı, erkeklerin
“yumuşak bir dokuya” dokunma ihtiyaçlarını karşılamak
için değildir; kadınlar fazla yağ dokuları sayesinde
hem kendileri hem de esas önemlisi çocukları için
daha fazla enerji depolama kapasitesine sahiptirler.
Bu nedenle kadınlar uzun süreli açlığa daha kolay
adapte olurlar ve bunun örnekleri ülkemizde yaşanan
açlık grevleri sırasında görülmüştür. Kadın vücudu
“azla yetinme” yeteneği daha iyi bir organizmadır
ve belki bu sayede eşitsizliklerden en çok etkilenen
ülkelerde ortalama kadın ömrü erkeklerden daha
fazladır. Esas önemlisi kadınlar, hamilelik sırasında
kilo alırlar, çünkü bu sayede yağ hücreleri içinde
bebekleri için enerji depolarlar ve emzirme döneminde
kadınların yeterli süt salgılayabilmesi için gerekli
günlük 700 kalori garanti edilmiş olur. Kadınlar,
yoksulluk ve açlığın sonuçlarına bedenlerini siper
etmelerinin ötesinde Aksu Bora' nın sözleriyle
“ Olmayanın idare edilmesinde” de oynadıkları
önemli rollerle hanelerini yoksulluğun etkilerinden
korumaya çalışmaktadırlar ( Bora, Yoksulluk Halleri,
2002 s.65).
Global
Bir Sorun Olarak Yoksulluk ve Sağlık İlişkisi
Yoksulluk, ekonomik bir terim değildir ama güncel
literatürde yoksulluk ölçütü olarak kişi başına
günlük gelir miktarı kullanılmaktadır. Dünya Bankası
kişi başına günlük 1 dolar kazancı “uluslararası
yoksulluk sınırı” olarak kabul etmektedir.Bu sınıra
göre belirlenen yoksulluğa “gelir yoksulluğu”
denmekte, su, beslenme için gerekli minimum kalori
ve çocukların okula başlayamaması gibi temel ihtiyaçların
karşılanamaması “ Temel ihtiyaç yoksulluğu”, bütün
gelirin besin için harcandığı ve buna rağmen yeterli
besin sağlanamadığı durum ise “ekstrem yoksulluk”
olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO)'nün
2002 Sağlık Raporuna göre dünya nüfusunun 1/5'i
günde kişi başına 1 dolardan daha az, yarıya yakını
ise günde 2 dolardan daha az gelire sahiptir.
Aynı rapora göre sağlık için en belirleyici risk
faktörü yoksulluktur. Yoksulluğun sağlık üzerindeki
olumsuz etkileri sayılamayacak kadar çoktur ama,
uzmanlar global ölçekte yoksulluğa bağlı sağlık
sorunlarını Tablo I'deki gibi özetlenebilir. Yakın
zamanda yayınlanan, global ve gölgesel ölçekte
hastalıkarın ortaya çıkmasına neden olan major
risk faktörlerini inceleyen bir araştırmada “çocuk
ve annelerin düşük ağırlıklı olması”, en önemli
risk faktörü olarak belirlenmiştir.
Çocuklar Üzerine
Çocuklar kökleri anne karnında (toprakta), gövdesi
yeryüzünde ve dalları erişkinlikte (uzayda) olan
selvi ağacına benzetilebilir. Bu benzetme hem
yaşamın sürekliliğine hem de çocukluğun önemine
bir göndermedir. Ovumla spermin “kavuşmasıyla”
oluşan insan organizması anne karnındaki 40 haftalık
olgunlaşma süreci sonunda ağlayarak “dünyaya”
gelir. Dünyaya gelen bebeğin ilk bakışta diğer
canlı yavrularından- örneğin penguen yavrusundan-
bir farkı yoktur ve esas itibarıyla yenidoğan
bebek biyolojik potansiyelleri olan bir canlıdır.
Doğarken sahip olduğu en önemli yetenek “emme”
gücüdür ve ilk günler bebeğin anne memesinin dışında
bir ihtiyacı yoktur. Bütün bebekler -eğer bir
sorun yoksa- yaklaşık 50 cm boyunda, 3000 gram
ağırlığında doğarlar; oysa çocukluk dönemi bittiğinde
boyları 160-180 cm'ye, ağırlıkları 50-80 kg'a
çıkar. Hemen anlaşılacağı üzere çocukların iki
temel özelliği vardır: Öncelikle sürekli büyür
ve gelişirler,ama esas önemlisi yaşamlarının çok
uzun bir dönemi boyunca “başkalarına” bağımlıdırlar.
Annesi tarafından emzirilmeyen bir yenidoğan bebek
en fazla 6-8 saat açlığa dayanabilir, ormanda
kaybolan 3 yaşındaki bir çocuk ise bir hafta sonunda
açlık ve susuzluktan ölebilir.
Çocukluk kendi içinde üç döneme ayrılır: ilk bir
yıl bebeklik dönemidir ve bu dönem sonunda hem
beyin gelişmesi büyük ölçüde tamamlanır hem de
bebek ayağa kalkar. Bebeklik ile ergenlik arasında
uzun bir çocukluk dönemi yaşanır ve bu dönem dünyayı
tanıma/anlama dönemidir. Çocuklar bu dönemde özerkliklerinin
ve oyunun tadını çıkarırlar. Çocukluğun son dönemi
olan “ergenlik” döneminde organizma hem fiziksel
hem ruhsal “atılım” dönemine girer. Her iki cinste
de gözle görülür fiziksel değişiklikler olur ama
esas önemlisi cinsel farklılaşmanın tamamlanmasıyla
birlikte “karşı cins” bir aşk öznesi olarak fark
edilir.
Çocukluk anne ve babalara göre daha çok fiziksel
değişikliklerle değerlendirilse de gerçekte çocukluk,
doğarken getirilen 100 milyar sinir hücresinin
serüvenidir. Bir bebeğin doğduğunda farkında olmadığı
bir bedeni, en iyi süt sağma makinasından daha
güçlü bir emme refleksi, ama esas önemlisi 100
milyar beyin hücresi vardır. Bu hücrelerin arasında
ya bağlantı yoktur ya da var olan bağlantılar
“kılıfsız” olduğundan işe yaramazlar. Beynin gerçek
mucizesi, hücreler arasındaki trilyonlarca bağlantının
oluşmasıdır ve bebeğin anneyi tanıyıp ona gülümsemesi
bu mucizenin ilk adımlarının gerçekleştiğini gösterir.
UNICEF Raporu bu gelişmeyi “hassas bir dansa”
benzetmektedir: “ Bir çocuğun beyni, ne üzerinde
belirli bir yaşam öyküsünün yazılabileceği boş
bir kağıt ne de yerleri değiştirilemez genlerin
planlayıp denetledikleri sımsıkı kurulu bir devredir.
Beynin gelişmesi, ilk hücre bölünmesinden başlayarak,
genlerle çevre arasında hassas bir dansa benzer.
Genler normal gelişmenin birbirini izleyen aşamalarını
düzenlerken, bu gelişmenin niteliğini de hem gebe
hem de emzikli anneyi hem de küçük bebeği etkileyen
çevresel etkenler belirler. İnsan beyninin biricikliği
yalnızca büyüklüğünden ve karmaşıklığından değil,
aynı zamanda onu deneyimle olağanüstü etkileşime
sokan özelliklerinden kaynaklanır. Her dokunuş,
hareket ve duygu genetik ivmeyi ileri taşıyan
ve çocuğun beynindeki ilişkileri belirli belirsiz
değiştiren elektriksel ve kimyasal etkinliğe dönüşür.
İnsanın etkileşimleri, beyindeki bağlantıların
gelişmesi açısından, yiyecek yemek, işitecek ses
ve görecek ışık kadar önemlidir” Bu bilgiler,
insan beyninin yaşam boyu şekillenmeye açık olduğunu
göstermektedir. Bununla birlikte insanın doğuştan
getirdiği biyolojik olanakların serpildiği ve
çevreyle etkileşime daha açık olduğu “fırsat kapıları”
olarak nitelenen “kritik dönemler” vardır. Bu
dönemlerde olan gelişmelerin veya duraklamaların
izleri yaşam boyu sürmektedir. İşte beyin gelişim
sürecinin büyük ölçüde tamamlandığı ilk üç yaş
bu tür kritik dönemlerden birisidir. Bu dönem
boyunca iki gözle birlikte görme, duygu denetimi,
özel tepki verme biçimleri, dil ve diğer bilişsel
beceriler gelişmektedir. Hem fiziksel hem zihinsel
gelişmenin en hızlı olduğu bu dönemde gösterilecek
bakım ve özen 100 milyar hücrenin kaderini büyük
ölçüde etkilemektedir. Aynı rapora göre, “Beynin
kendini koruma ve onarma anlamında dikkat çekici
yetenekleri vardır. Bununla birlikte çocukların
ilk dönemde görecekleri bakım ve şefkatin -ya
da bu kritik deneyimlerin yokluğu- körpe zihinler
üzerinde kalıcı etkiler bırakacaktır”. Bu dönemdeki
çocuklara yönelik olarak fiziksel tehlikelerden
korunma, yeterli beslenme ve bakım, gerekli aşılarının
yapılması, bağlantı kuracağı bir yetişkinin varlığı,
çevresinde bakacak, dokunacak, duyacak, koklayacak
ve tadacak şeylerin olması, çevresini keşfetme
imkanları, dil alanına uygun uyarılar, yeni dilsel,
düşünsel ve hareket becerileri edinmesinde destek,
belirli alanlarda bağımsız olabilme imkanları,
kendi işlerini görmeyi öğrenmeleri için fırsat
tanınması ve son olarak çeşitli nesnelerle oynayabilmek
için her gün imkan tanınması gibi konularda toplum
düzeyinde programlara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aslında çocukluk, erişkinliğe açılan en önemli
“fırsat kapısıdır” ve son yıllarda erişkin sağlığının
büyük ölçüde anne karnından başlayarak çocukluk
dönemine bağlı olduğu anlaşılmıştır.
Çocukların
Yoksulluğu
Bazı yazarlar, çocukların geliri olmadığı için
“yoksul” sayılamayacağını belirtseler de “çocuk
yoksulluğu” (child poverty), günümüzün en can
yakıcı sorunlarından birisidir. Günümüzün en can
yakıcı sorunudur çünkü, bir çocuk acı çektiğinde
bütün evren acı çeker ve Murathan Mungan'ın deyişiyle
köklerimiz çocuklukta olduğu için, çocukların
acıları hepimizin acısı olur. Hiç kuşku yok ki
çocukların yoksulluğu, hemen daima ailenin yoksulluğuna
bağlıdır ve bunun da en önemli nedeni işsizliktir.
UNICEF tarafından yayınlanan “Dünya Çocuklarının
Durumu 2001” raporuna göre “ Yoksulluğun pençeleri
bir aileye uzandığında, bundan en çok etkilenen,
en çok zarar görenler; yaşama , gelişme ve büyüme
hakları riske atılanlar, o ailenin en küçük üyeleridir.
Günümüzde gelişmekte olan ülkelerde doğan her
10 çocuktan dördü aşırı yoksulluk içindeki bir
dünyaya gelmektedir. Çocuk haklarının yaygın bir
biçimde ihlali de temelde gene yoksulluktan kaynaklanmaktadır”.
Bir başka deyişle yoksulluk arttıkça evde paylaşılan
besinler de azalır ve en çok annelerle, küçük
bebekleri çaresiz bırakır yoksulluk. UNICEF'e
göre yoksulluk çocukların hem bedenlerini hem
de zihinlerini tahrip eder ve sonuçta yoksulluk
daha sonraki kuşaklara geçerek bir “kısır döngü”
oluşturur. Bu nedenle de yoksulluğun önlenmesine
çocukluk çağında başlanmalıdır.Günümüzde gelişmekte
olan ülkelerde yaşayan çocukların % 40'ı (yaklaşık
500 milyon çocuk) günde 1 doların altında bir
gelire sahiptir ve yoksulluk milyonlarca çocuğun
ölümüne yol açtığı gibi, daha fazla sayıda çocuğun
okula gidememesine, hastalanmasına veya “çocuk
işçi” olarak yaşamını sürdürmesine neden olmaktadır.Oysa,
global gelirin % 1'iyle (yaklaşık 80 milyar dolar/yıl)
bu çocukların yoksulluktan kurtulmasını sağlamak
mümkündür.
UNICEF, çocuk yoksulluğunun göstergesi olarak,
bebek ve çocuk ölüm oranlarını, beş yaş altındaki
düşük ağırlıklı veya kısa boylu çocuk oranını,
temiz içme suyuna ulaşan nüfus oranını, yeterli
temizlik ve sağlık bakımını, tam aşılı çocuk oranını
ve son olarak ilköğretime başlayan çocuk oranını
kabul etmektedir. Yine UNICEF'e göre, “ Yoksulluğun
tek bir göstergesi yoktur ve bu nedenle nicel
terimlerle ifadesi her zaman kolay değildir. Tek
başına gelir düzeyi anlamında bir yoksulluk tanımı,
yoksulluğun örneğin ayrımcılık, toplumsal dışlanma
ve saygınlığın yitimi gibi yönlerini dikkate almaz”.
Bu nedenle “Yoksulluk Halleri” kitabına yansıdığı
gibi yokslulluğun “gizli yaralarını” tanımlamak
için “niteliksel araştırmalara” ihtiyaç vardır.
Yoksulluk çocukların hem biyolojik hem de zihinsel
potansiyellerini olumsuz etkliler. Raporun ilerleyen
böümlerinde yoksulluğun önce çocuklar üzerindeki
biyolojik etkileri, daha sonra da entellektüel
gelişim üzerinde etkileri üzerinde durulucaktır.
1. Yoksulluk
ve beslenme yetersizliği
Her insanın bir ışığı vardır ama, çocuklardan
yayılan ışık daha gür ve tazedir. Çünkü, çocuklar
her sabah vücutlarına ve zihinlerine eklenen yüz
binlerce yeni hücre ile başlarlar güne. Hem büyüme
(niceliksel artma) hem de gelişme (çocuğun yetenek
kazanması) için, çocuğun genlerinde mevcut olan
potansiyellerin gerçekleşmesini sağlayacak bir
ortama ihtiyaç vardır. Böyle bir ortamın en önemli
bileşenleri beslenme ve sağlıklı bir annedir.
Yoksulluğun çocuklar üzerindeki en bilinen ve
en sık görülen etkisi beslenme yetersizliğidir.
Beslenme yetersizliğinin tıptaki adı “malnütrisyondur”
ve kitaplara göre malnütrisyon, “Her birinin eksiklik
dereceleri değişebilmekle birlikte gerek proteinden
gerekse enerjiden fakir bir beslenme sonucu oluşan,
en fazla süt çocukları ile küçük çocuklarda rastlanan,
sık olarak enfeksiyonların da eşlik ettiği bir
patolojik sendromlar grubu” olarak tanımlanır.
Çocukların ağrıklıklarının normale göre % 10 veya
daha fazla düşük olması yetersiz beslenme olarak
değerlendirilir, ağırlıkları normalin % 60'ının
altına inen bebeklerde ise ağır beslenme yetersizliği
vardır. Yoksulluk, eve giren besinlerin yetersizliğine,
ev içi stres ve annenin kronik yorgunluğu nedeniyle
anne sütünün erken kesilmesine, annenin beslenme
yetersizliğine ve bebeklerin düşük doğum ağırlıklı
olmasına, sağlıksız fiziksel ortama ve yetersiz
sağlık hizmetine neden olarak çocuklardaki beslenme
yetersizliğinin temel belirleyicisi olarak rol
oynamaktadır. Yoksulluk annelerin eğitimsizliği
yoluyla da beslenme yetersizliğine katkıda bulunmaktadır
(Bkz.“Yedi Vitaminli Arı Mama”). WHO 2002 Sağlık
Raporu'ndaki analizlere göre bütün bölgelerde
yoksulluk arttıkça düşük ağırlıklı çocuk oranının
da arttığına dikkat çekilmektedir. WHO, dünyadaki
beş yaş altındaki çocukların % 27'sinin ağırlığının
yaşına göre düşük olduğunu ve bunların da büyük
bir kısmının gelişmekte olan ülkelerde yaşadığını
tahmin etmektedir.
Daha önce anlatıldığı gibi beslenme yetersizliği
ile karşılaşan bebek bir taraftan açlığa karşı
uyum göstermeye çalışıp, özellikle büyümesini
yavaşlatırken, diğer taraftan bedensel güçsüzlük
nedeniyle bir çok enfeksiyon hastalığına yakalanma
riski taşır. Bazen ise bebekler açlıktan ölebilirler
ve bir anne için belki de en büyük acı budur:
“ Hep birlikte yaşamak o kadar ağırlaşabiliyor
ki, bir bebeğin açlıktan ölmesi bile mümkün. Türkçe
bilmeyen Güher'le küçük kızının yardımıyla konuştuk.
Aynı mahallede oturan kayınbiraderlerinin varlığına
karşın, süt için altı yüz bin lira bulamadıklarını
ve yeni doğan bebeğinin öldüğünü anlattı. Çaresizliğini
“Bebek de mecbur, öldü” diye ifade etti”( Bora,
Yoksulluk Halleri, 2002,s. 68). Uzun dönemli açlığın
önemli bulgularından birisi boy kısalığı ve gelişme
gecikmesidir, bu nedenle de çocuklardaki boy kısalığı
(“bodurluk”) kronik beslenme yetersizliğinin bir
göstergesi olarak kabul edilmektedir. Beslenme
yetersizliğinin yaşamı tehdit eden en önemli etkisi
ise, vücudun savunma sistemini bozması ve dolayısıyla
ishal, pnömoni gibi öldürücü hastalıklara zemin
hazırlamasıdır. Yoksul evlerdeki bebeklerin hem
beslenme yetersizliği hem de kötü fiziksel koşullar
nedeniyle menenjit, orta kulak enfeksiyonları,
soğuk algınlığı, idrar yolu enfeksiyonu, çeşitli
parazit hastalıkları gibi enfeksiyonlara daha
sık yakalandıkları ve enfeksiyonların bu çocuklarda
daha şiddetli seyrettiği bilinmektedir. Bir çocuk
öldüğünde genellikle bilinen bir hastalığı vardır
ve hekimler ölüm raporlarına bu hastalığı yazarlar.
Gerçekte ise, her çocuk ölümünün ardında fiziksel,
biyolojik, kültürel,ekonomik ve politik etkenlerden
oluşan bir sorunlar yumağı yatmaktadır. Bütün
bu etkenlerin merkezinde ise, toplumsal eşitsizliklere
bağlı yetersiz beslenme bulunmaktadır.
Beslenme yetersizliği olan bebeklerde enerji ve
protein yetersizliğinin yanısıra iyot, demir,
A vitamini ve çinko gibi mikronutrient eksikleri
de sık görülmektedir. Bunların arasında demir
eksikliğinin hem sık görülmesi hem de kalıcı bozukluklara
neden olması bakımından özel bir önemi vardır.
Demir eksikliği, beslenme yetersizliğine sıklıkla
eşlik ettiği gibi kendisi iştahsızlığa yol açarak
beslenme yetersizliğini derinleştirmektedir. Hem
köylerde hem şehirlerde yoksul evlerin bebeklerinin
en önemli özelliği toprak, kül, kömür, kum gibi
besin olmayan maddeleri yemeleridir. WHO'na göre
hem bebeklerdeki hem de başta kadınlar olmak üzere
erişkinlerdeki demir eksikliği dünyada yılda 800
milyon ölüme yol açmaktadır.
2. Ülkemizdeki çocuklarda yoksulluk
ve beslenme yetersizliği
Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) İnsani
Gelişim Raporu (2002)'na göre ülkemizdeki insanların
% 2.4'ü günde bir dolardan az, % 18' i ise günde
2 dolardan az gelire sahiptir. Aynı rapora göre
ülkemizin “İnsan Yoksulluğu İndeksi” ( HPI-1)
18'dir ( Brezilya 17, Küba 4, Peru 19.). Son ekonomik
krizdeki yoğun yoksullaşma dalgasını bir kenara
bıraksak bile bu rakamlara göre nüfusumuzun (dolayısıyla
çocukların da) en az % 20'si yoksuldur. Bu ortalama
yoksulluk oranı, bölgeler arasındaki eşitsizliği
yansıtmamaktadır. Devlet Planlama Teşkilatının
(DPT) 1997 verilerine göre en yüksek yoksulluk
oranı doğu bölgesindedir (Şekil 1).
Bekleneceği gibi ülkemizde de çocuk yoksulluğunun
doğrudan sonucu beslenme yetersizliğidir. Yine
UNDP 2002 raporuna göre ülkemizdeki beş yaş altındaki
çocukların % 8'nin ağırlığı yaşına göre düşüktür,
bir başka deyişle beslenme yetersizliği göstermektedir.
DPT verilerine göre ise yoksulukla doğru orantılı
olarak doğu bölgesinde beş yaş altı beslenme yetersizliği
oranları %25'e kadar çıkabilmektedir (Şekil 2).
Son verilere göre yoksulluk kriterleri bakımından
ülkemizdeki çocukların durumu Tablo II'de gösterilmiştir
Yoksulluğa bağlı beslenme yetersizliğinin uzun
dönemli bulgularından birisi boy kısalığıdır (bodurluk)
ve ülkemizde beş yaş altındaki çocukların % 16'sının
boyu yaşına göre kısadır. Ülkemizde kronik malnütrisyon
sıklığı ile yoksulluk arasında güçlü bir bağ vardır
ve bu nedenle doğu bölgesindeki çocuklarda % 30'a
kadar çıkabilmektedir (Tablo III ).
Şekil 1. Ülkemizde yoksulluk sınırı altında
yaşayan ev halkı yüzdesi (DPT)
Şekil 2. Ülkemizde beş yaş altı çocuklarda
zayıflık oranları (Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması)
Ülkemizde de yoksulluk, beslenme yetersizliği
yanında başta gastroenterit (ishal)ve pnömoni
(zatürre) olmak üzere bir çok çocukluk çağı hastalığının
temel nedenidir. Bu nedenle ülkemizde hala çocuk
ölümlerinin en önemli nedenleri arasında kolayca
önlenebilecek bu hastalıklar vardır. “Yoksulluk
Halleri” kitabının yazarlarından Aksu Bora, yoksulluk
ile hastalık arasındaki rakamların ötesindeki
ilişkileri şöyle anlatıyor: “ Girdiğimiz bütün
evlerde hastalık vardı. Görüştüğümüz kişiler,
eşleri ya da çocukları, sakatlık ya da kronik
hastalıklarla yaşıyorlardı. Beslenme ve barınma
koşulları düşünüldüğünde, bu durum şaşırtıcı değil.
Hastalık ya da sakatlık, tıpkı yoksulluk gibi,
kuşaktan kuşağa aktarılıyor gibi görünüyor. Yoksulluğun
sadece düşük gelirle, kötü koşullarda yaşamak
anlamına gelmeyip bir tür “damga” niteliği taşımasının
önemli bir bileşeni, her çeşit sağlıksızlıkla
sarmal olarak yaşanıyor oluşu. Hasta çocukları
olduğu için evinden hemen hiç ayrılamayan, herhangi
bir şeyle meşgul olamayan kadınlarla görüştük.
Çocuklarının bakımını yalnız başlarına üstlenmenin
kendilerini çok yıprattığını, derin bir çaresizlik
hissettiklerini anlattılar”.
3. Yoksulluk
ve yaşama negatif bilanço ile başlamak
Daha önce değinildiği gibi yoksulluğun en önemli
etkilerinden birisi annelerin yetersiz beslenmesidir
ve bu durum bebeklerin yetersiz beslenmesi ile
doğrudan ilişkilidir. DSÖ, dünya'nın geri kalmış
bölgelerinde doğurganlık çağındaki kadınların
%27-51'nin yetersiz beslendiğini ve bunun da başta
düşük doğum ağırlığı olmak üzere bebeklerin sağlığını
doğrudan etkilediğini belirtmektedir. Bir başka
deyişle yoksulluk kadınların beslenmesini bozarak
bebeklerin negatif bir bilanço ile yaşama başlamalarına
neden olmaktadır. Dünyada her yıl 20 milyon çocuk
2500 gramın altında -yani düşük doğum ağırlığıyla-
doğmakta, bu doğumların da % 90'ı gelişmekte olan
ülkelerde olmaktadır. Düşük doğum ağırlığı ile
prematüre doğum, anne karnında gelişme geriliği
arasında kuvvetli bir paralellik söz konusudur
ve bu durum bebeklerin uzun dönemli sağlıklarını
olumsuz etkilemektedir. Düşük doğum ağırlığı,
erken ve geç yenidoğan ölümlerininen önemli bir
nedeni olduğu gibi, erken bebeklik dönemi malnütrisyonu,
yenidoğan enfeksiyonları, nörolojik gelişim bozukluğu,
büyüme yetersizliği ve son zamanlarda üzerinde
önemle durulan erişkin yaştaki kronik hastalıklar
(Tip 2 diyabet, obesite vb) için de hazırlayıcı
rol oynamaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde yenidoğan dönemindeki
ölümlerin en önemli nedenleri arasında enfeksiyonlar
( % 42), doğum asfiksisi ve travması (% 32), konejenital
anomaliler ve prematürelik sayılmakta; bütün bu
nedenlerin yoksullukla güçlü bağları bulunmaktadır.
Başta doğum asfiksisi olmak üzere sayılan sorunların
büyük bir kısmı yeterli doğum öncesi bakım ve
deneyimli sağlık personeli tarafından yapılan
doğumlarla önlenebilecektir. Özellikle doğum asfiksisi
olmak üzere yenidoğan döneminde hastalığa neden
olan sorunlar aynı zamanda yaşayan bebeklerin
“özürlü” olmasının da temel nedenidir. Yoksulluk
hem yenidoğan dönemindeki ölümleri arttırmakta
hem de yol açtığı kalıcı nörolojik kusurlar nedeniyle
ailenin yoksulluğunu derinleştiren bir etkide
bulunmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde özellikle
yoksul kesimlerin evlerinde bildirilmeyen yenidoğan
ölümleri olduğu, ülkemizin bazı bölgelerinde olduğu
gibi ailelerin ilk kritik period olan 40. gün
sonuna kadar bebeklerine isim bile koymadıkları
bilinmektedir.
UNDP 2002 verilerine göre, ülkemizdeki doğumların
% 20'si eğitilmiş sağlık personeli tarafından
yapılmamakta ve bebeklerin en az % 15'i düşük
doğum ağırlığı ile doğmaktadır. Bu ortalama oranların
yoksullukla paralel olarak değişiklik göstereceğini
söylemeye gerek yoktur. Ülkemizde doğrudan yoksulluk
yanında temel sağlık hizmetleri ağının giderek
güçsüzleşmesi nedeniyle gebe izlemi yetersiz yapılmakta,
ülkemizin doğu bölgesinde doğum öncesi bakım alamayan
gebe oranı % 62'ye kadar yükselmektedir. Türk
Neonatoloji Derneği tarafından yapılan “Prospektif
Perinatal Mortalite Çalışması” nda ölü doğum hızının
binde 17.2 olduğu ve bunun da büyük oranda ölümcül
konjenital malformasyon olmayan “masere” ölü doğumlara
bağlı olduğu saptanmıştır. Bu bulguyu, Ankara
Tıp Fakültesi Yenidoğan Ünitesi Başkanı Prof.Dr.
Saadet Arslan “ “Bir ülkede “masere ölü doğumların
çokluğu gebe izleminin yetersizliğini gösterir”
şeklinde yorumlamaktadır.
4. Yoksulluk
ve çocuk ölümleri
Yoksulluğun en acılı sonucu bebek ve çocuk ölümlerini
arttırmasıdır. Bebek ölümleri, insani gelişimi
ve sosyal farklılıkları yansıtan anahtar parametre
olarak kabul edilmekte ve yoksulluğun bebek ölüm
hızında 4 kata varan farklılıklar yarattığı bilinmektedir.
Yoksulluğun bebek ve çocuk ölümler üzerinde doğrudan
olduğu kadar (yetersiz beslenme, enfeksiyon hastalıklarının
yaygınlığı, temiz içme suyu ve kişisel hijyen
sorunu, kalabalık aile yaşamı ve sigara içimi
gibi olumsuz ev içi fiziksel ortam), dolaylı etkileri
de vardır. Ülkemiz, Ceyhun Atuf Kansu'nun dağların
ardında kalmış, karın örttüğü, yalnızlıktan üşüyen
bir köyde bir gün kızamıktan ölen 23 çocuk ölüsünü
tek tek saydığı zamanları geride bırakmıştır ama
hala ishal ve pnömeni, menenjit gibi hastalıklara
en çok yoksul çocukları yakalanmaktadır(Bkz. Kızamuk
Ağıdı”).
Yoksulluğun çocuk ölümlerini arttırmasının bir
diğer nedeni de çocukların ev dışında ve güvenli
olmayan ortamlarda geçen zamanlarının fazla olması
nedeniyle “ kazalara” bağlı ölümlerin yüksek olmasıdır.
Benzer şekilde yoksulların evlerinin küçük ve
“düzensiz” olması nedeniyle ilaç zehirlenmeleri
daha sık görülmektedir.
Ülkemizde UNDP 2002 Raporuna göre bebek ölüm hızı
binde 38, beş yaş altı çocuk ölüm hızı ise binde
45'dir. Otuz yıl önce (1970) bebek ölüm hızının
150, beş yaş altı çocuk ölüm hızının 205 olduğu
düşünüldüğünde ülkemizde çok önemli bir ilerleme
sağlandığı görülmektedir. Bununla birlikte aynı
ilerleme bebek ve çocuk ölümlerinin bölgelere
(dolayısıyla sosyo-ekonomik farklara) göre eşitsizliğinin
azaltılmasında sağlanamamıştır. Hacettepe Nüfus
Etütleri Enstitüsü tarafından beş yıl aralarla
yapılan “Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması”
ülkemizin nüfus yapısı,doğurganlığı etkileyen
faktörler, annelerin beslenme durumu, bebek ölüm
hızı, aşılama oranları gibi dizi konuda uzun zamandır
bilimsel güvenirliliği yüksek veriler sağlamaktadır.
Son araştırmanın bizce en önemli yanını ise toplumsal
eşitsizliklerin ve bölgesel sorunların çocuklar
üzerindeki dramatik etkisini ortaya koyması oluşturuyor
(Tablo IV).
Çünkü, 1998
Araştırması Doğu bölgesinde 1993-1998 döneminde
bir önceki beş yıla göre hem bebek ölüm hızının
hem de beş yaş altı çocuk ölüm hızının ilk kez
arttığını göstermektedir. Ülkemizdeki bebek ölüm
hızı 1993'den 1998'e binde 53'den binde 43'e düşmüştür
. Bölgelere göre bakıldığında bebek ölüm hızı
en çok orta Anadolu bölgesinde (binde 58'den binde
42'ye) azalmıştır. Buna karşın Doğu Bölgesinde
bebek ölüm hızı 1993'de binde 60 iken, 1998'de
binde 61.5 olmuştur. Bebek ölüm hızı bakımından
Türkiye ortalaması ile Doğu arasındaki fark binde
7'den 1998'de binde 19'a yükselmiştir. Benzer
şekilde beş yaş altı çocuk ölüm hızı Türkiye genelinde
binde 61'den binde 52'ye düşerken Doğu bölgesinde
ise binde 70'den binde 76'ya yükselmiştir. Böylece
beş yaş altı çocuk ölüm hızı bakımından Türkiye-Doğu
farkı binde 9'dan, 1998'de binde 24'e yükselmiştir(Şekil
3 ve 4). Bebek ölüm hızındaki bu artış, son 10
yılda yaşanan göç ve işsizliği, dolayısıyla artan
yoksulluğu yansıtmaktadır.
Şekil 3. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırma'sına
göre bebek ölüm hızındaki değişme
Şekil 4. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırma'sına
göre beş yaş altı çocuk ölüm hızındaki değişme
5. Yoksulluk ve sağlık hizmetlerine ulaşma zorlukları
Yoksulluğun dolaylı etkilerinin başında ailenin
genel “tükenmişliği” ve eğitimsizliği nedeniyle
çocuklarındaki hastalık bulgularını erken fark
edememesi veya önemsiz bulması ve esas önemlisi
yoksulluk nedeniyle sağlık kuruluşlarına geç getirmesi
veya hiç getirmemesidir. Bizim yakın zamanda yaptığımız
bir araştırma, Diyarbakır'da yaşayan çocukların
% 62'sinin babasının işsiz olduğunu, % 80'ninin
ekonomik yetersizlik nedeniyle doktora getirilemediğini
gösteriyor (Şekil 5.).
Şekil 5. Diyarbakır ve Kocaeli illerinde ekonomik
güçlük nedeniyle doktora getirememe oranı
Daha öce değinildiği gibi yoksulluk çocuklardaki
hastalık sıklığını arttırırken, bu kez aileler
yoksulluk nedeniyle zamanında ve yeterli sağlık
hizmetine ulaşamamaktadır. Resmi verilere göre
toplumun % 80'i sağlık güvencesi kapsamında görülmektedir
ama, özellikle doğuda ve kentlerin varoşlarında
sağlık güvencesi oranı %50'nin altındadır. Her
şeye karşın yeşil kart bir çok yoksul çocuğun
hala en önemli güvencesidir ve bu sayede kanser
ilaçlarından, hemodiyaliz malzemelerine; insülinden,
pahalı antibiyotiklere bir çok çocuğun yaşamını
kurtaran ilaç ve malzeme çocuklara sunulabilmektedir.
Kocaeli Tıp Fakültesi Çocuk Kliniğine Ekim 2002
itibarıyla bu yıl yatan 986 çocuğun 413'ünün yeşil
kart sayesinde hastaneye yatabilmiş olması ülkemizin
görece gelişmiş bir bölgesinde bile “Yeşil Kart”ın
ne kadar önemli bir işlev gördüğü göstermektedir.
Kim ne dersin “Yeşil Kart” uygulaması, “serbest
piyasa” tapınması ile geçen son 20 yılda devletin
belki de “sosyal” yanının en çok göründüğü uygulama
özelliği taşımaktadır. Kamu hastanelerinde çalışan
bütün hekimler bilirler ki “Yeşil Kart” uygulamasına
son verildiği gün bu ülkede binlerce hasta tedavisiz
kalır ve ölür. Yoksulları koruyan bir düzenleme
yapmadan “Yeşil Kart” ı kaldıran bir hükümet,
“Devlet eliyle” meydana gelecek ölümlerin sorumlusu
olacağını göze almış olmalıdır. Yoksulluk, en
çok hastane kapılarında çaresizliğe dönüşür ve
annelerin bazıları hasta çocuklarını hastane kapısında
yitirmenin acısıyla yaşamlarını sürdürür (Bkz.
Annelerin acıları: Suçlu kim?).
Yoksulluk kronik hastalığı olan aileler için çok
daha büyük bir sorundur. Ülkemizde başta kronik
böbrek hastalıkları, astım bronşiale ,diyabet
ve malignansiler olmak üzere kronik hastalıklar
çocukluk çağında önemli bir sorun olmaya başlamıştır.
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çocuk nefroloji
uzmanı olarak bir süre çalışan Doç.Dr. Zelal Bircan'ın
bölgedeki kronik böbrek hastası çocuklarla ilgili
gözlemleri yoksulluğun yarattığı çaresizliği yeterince
anlatmaktadır: “ Diyarbakır ve çevresindeki illerden
gelen hastaların geçerli bir sağlık sigortasının
olmaması, zaten zorlu bir savaşımı gerektiren
Kronik Böbrek Yetmezliğini daha da dayanılmaz
bir hale getirmekte ve aileler çaresizlik içinde
çocuklarını tedavi ettirmeden taburcu ettirmektedir.
Bu durum hastalara hizmet veren sağlık personelini
de olumsuz etkilemektedir”.
6. “Yoksulluk
beyin için zararlıdır”:
Yoksulluğun çocukların davranışları ve entellektüel
gelişimleri üzerine etkileri
Yoksulluğun iyi bilinen etkilerinden birisi de
çeşitli psikososyal sorunlara yol açmasının yanı
sıra zininsel gelişmeyi olumsuz etkilemesidir.
Bunun hem biyolojik hem de ev içi ortamına ait
nedenleri vardır. Öncelikle kronik açlığın gelişmekte
olan beyin dokusunu olumsuz etkilediği bilinmektedir.
Bunun yanında yoksul çocukların Merkezi Sinir
Sisteminin(MSS) zararlı toksik maddelere (kurşun
ve böcek ilaçları vb.) maruz kalma riskini daha
fazladır.Kafa travması geçiren gönüllülerin Magnetik
Rezonans (MRI) ile incelenmesi, beynin “prefrontal”
kısmındaki harabiyetin hastaların sosyal ve ekonomik
durumlarını olumsuz etkilediği gösterilmiştir.
Bazı araştırmacılar, çocukluk çağı boyunca gelişmeye
devam eden bu beyin bölümünün yoksulluğa eşlik
eden stres, kronik açlık, sigara tüketimi, demir
eksikliği, kötü çevre koşulları gibi faktörler
tarafından olumsuz etkilenebileceğini ileri sürmektedirler.
Güney Afrika'da beslenme yetersizliği olan çocukların
MRI görüntülerinde, açlığa bağlı olarak beyin
dokularının küçüldüğünü ve 90 günlük beslenme
sonrası belirgin iyieşme olduğu gösterilmiştir
(Şekil 6). Demir eksikliği yoksul çocuklarda sık
görülen bir sorundur ve uzun süren demir eksikliğinin
entellektüel gelişmeyi olumsuz etkilediği, bunun
geri dönüşsüz olabileceği ve ağır demir eksikliğinin
hafif derecede mental geriliğe neden olduğu bilinmektedir.
Ayrıca demir eksikliğinde kaslardaki “aerobik
çalışma kapasitesi” nin azaldığı ve bunun da çocuklarda
yorgunluğa neden olabileceği ileri sürülmektedir.
Şekil 6. Beslenme yetersizliği olan çocuklarda
MRI bulgusu ( Solda ilk başvurudaki, sağda aynı
çocuğun iyileşmiş beyin görüntüsü) Dünya Çocuklarının
Durumu, UNICEF 2001'den alınmıştır
Yoksulluğun ve açlığın biyolojik etkileri kadar
psikososyal ve davranışsal etkileri de önemlidir
ve bu konuda geniş bir literatür vardır. Araştırmalara
göre yoksul ailelerin çocuklarında “saldırganlık”,
“hiperaktivite” ve “huzursuzluk” sık görülen özelliklerdir.
Bu çocuklar huzursuz ruh halleri ve yorgunlukları
nedeniyle başka çocuklarla birlikte olmakta güçlük
çekerler. Yoksul çocuklar arasında depresyon ve
intihar girişimi daha fazladır ve bu nedenle ruh
sağlığı kliniklerine daha sık başvurmaktadırlar.
Yoksul çocukların algılama fonksiyonlarında ve
öğrenme kapasitelerinde azalma bildirilmekte,
bu çocukların testlerde düşük skor yaptıkları
ve okul başarılarının düşük olduğu gözlenmektedir.
Hem davranış sorunları hem de sık hastalanma nedeniyle
okula gidemeyen yoksul çocuklar arasında sınıfta
kalma ve okul idaresi tarafından cezalandırılma
oranı yüksektir.
Son yıllarda yoksulluğun çocukların entellektüel
gelişmesi üzerindeki olumsuz etkisinin daha çok
ev içindeki ortam üzerinden olduğu belirtilmektedir.
Buna göre entellektüel gelişme için çocuğun fiziksel
sağlığı yanında evdeki fiziksel ortam, annenin
çocukla ilişkisi, evdeki “kognitif stimülasyon”
ve erken çocukluk bakımı etkili olmaktadır. Araştırmalar,
yoksulluğun bütün bu ara faktörleri negatif etkileyerek-
karanlık ev içleri, annenin eğitimsizliği ve “tükenmişliği”,eve
gazete, dergi girmemesi, annenin çocuğuna bir
şey okumaması vb.- çocukların entellektüel gelişmelerini
bozmaktadır.
7. Yoksul çocukların evleri ve yoksulluğun
yarattığı diğer sorunlar
Kentlerin varoşları yoksulluğun cehenneme çevirdiği
daracık evlerle doludur ve o evlerde doğan bebeklere
bakarak toplumun çaresizliğini anlamak mümkündür.
“Yoksulluk Halleri” kitabında “Yoksulun Evi”ni
anlatan Ersan Ocak'ın gözlemlerine göre;
Yoksulların evleri şehre uzaktır, bu uzaklık hem
fiziksel hem de kültürel bir uzaklıktır,
Evler kadının mahkumiyet mekanıdır ve kadınlar
bitip tükenmeyen ev işlerini yaparak evde kalanların
bakımı yaparlar,
Yoksulların evleri genellikle sağlıksız çevre
koşulları içinde yer alan kalitesiz binalardır.
Bir başka deyişle fenni ve sıhhi olmayan evlerdir
Evler defalarca yıkılıp, yeniden yapılır
Eşya ya yok denecek kadar azdır ya da çok fazladır
Oda sayısı yetersiz, hane nüfusu kalabalıktır
Balkon, kapı önü ve bahçe ayrıcalıklı mekanlardır
Yoksul evinin düşük seviyesi ile kendini özdeşleştirir
Yoksulların evlerinde babalar çok sigara içer
ve anneler genellikle tükenmiştir. Çoğu sinirli
ve depresyondadır.
Sayılabilecek daha bir çok özelliği nedeniyle
yoksulların evleri, çocuklar için hem sağlıksız
bir fizik çevre sunmaktadır hem de bu evlerin
bulunduğu mahalleler çocukların erken yaşta sağlıksız
davranışlara ( sigara tiryakiliği, şiddet, erken
ve güvenliksiz cinsel ilişki vb.) yönelmesine
neden olur. Bu evlerde büyüyen çocuklarda soğuk
algınlığından, astıma; menenjitden, idrar yolu
enfeskiyonuna bir çok hastalık daha sık görülür.
Yakın zamanda yayınlanan bir araştırma yoksul
çocuklarda daha çok kemik kırığı görüldüğüne dikkat
çekmektedir. Kendi yaşıtları oyun çağını kreş
ve ana okullarında “erken çocukluk çağı eğitim
programları” görerek geçirirken, yoksul çocuklar
her şeyi anneleri ve kendilerinden büyük kardeşlerinden
öğrenirler.Bu evlerin anneleri çoğu zaman başka
evlere temizliğe gider ve kendi evine “tükenmiş”
olarak döner. Bu nedenle yoksul evlerinde hem
anne hem de baba şiddeti daha yaygındır ( Bkz.
“ Hastalık Yoksulun Bedeninde ve Evinde Birikir...”).
Çocuk Yoksulluğunun
Arka Planı ve Öneriler
Aslında çocuk yoksulluğunun arka planında hem
global hem de ülkelerin kendi içlerindeki eşitsizlikleri
arttıran “küreselleşme” bulunmaktadır.Otuz Trilyon
Dolarlık global ekonomi dünya nüfusunun yarıya
yakınının yoksulluk altında yaşamasına aldırmadan
daha çok kar elde etmek için bütün dünyadaki insan
bedenlerini bir tüketim aygıtına dönüştürmeye
çalışmakta ve esas tahrip edici etkisini de insan
biyolojisi üzerinde göstermektedir. Gelişmekte
olan ülkelerin kaynakları uluslararası mali piyasalar
tarfından emilmekte, öte yanda ise iyi işleyen
piyasaların herkese yiyecek, sağlık, barınma sağlayacağı
masalı anlatılmaktadır. Meksika Ulusal Beslenme
Enstitüsü'nün müdürü bu duruma şu sözlerle dikkat
çekmektedir: “Benim ülkemdeki yüksek beslenme
bozukluğu oranı sürüklendiğimiz dış borç batağına
bağlıdır ve bu borçlar için ayrılan ödemelerin
bir gün ertelenmesi ile Meksika'daki tüm aç çocukların
kalori gereksinmeleri karşılanabilecektir.” Bu
sözler uluslararası ekonomik politikaların çocuk
ölümlerinin yüksek kalmasıyla ne kadar ilgili
olduğunu göstermektedir. UNICEF raporlarına göre
aralarında Türkiye'nin de bulunduğu birçok gelişmekte
olan ülkenin askeri bütçeleri sağlık ve eğitim
bütçelerinin toplamını geçmiştir. Bu gelişmeler
yaşanırken Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası
kuruluşlar yoksul ülkeleri eğitim ve sağlık harcamalarını
azaltmaya zorlamakta,buna karşın askeri harcamaların
kısılması konusunda sessiz kalmaktadır. Bu gerçeklerin
ülkemiz için de geçerli olduğu herkes tarafından
bilinmektedir.
Çocuk yoksulluğunun temelinde ülkelerin yoksullaşması
kadar, toplumsal eşitsizlikler de rol oynamaktadır.
Son ekonomik krizden sonra ülkemizde kişi başına
gelir 2600 dolar civarına düşmüştür ama bu ortalama
gelir gerçeğin çok az bir kısmını yansıtmaktadır.
Oysa UNDP 2002 Raporuna göre ülkemizde en fakir
%10 nüfus, milli gelirin % 2.3'üne sahipken, en
zengin % 10'u milli gelirin % 32.3'ne sahip olmaktadır.
Çocuk yoksulluğunun gerçek nedeni bu rakamlara
yansıyan ve giderek artan sosyal eşitsizliklerdir.
Bu nedenle Amerikan Çocuk Hekimleri Akademisi'nin
1993'deki yıllık toplantısında diplomasız bir
köy sağlık görevlisi olarak konuşan David Werner'in
sözleri hepimiz yol göstermektedir: “ Temeli büyük
ölçüde sosyal ve politik nedenlere dayanan sorunların
çözümü için tümüyle tıbbi ve teknolojik çözümler
aranmaktan vazgeçilmeli, yönümüzü toplumsal eşitsizliklerin
azaltılmasına çevirmeliyiz”
Öneriler
Bütün bu bilgiler ve değerlendirmeler sonucunda
yoksulluğun çocuklar üzerindeki etkisini azaltmak
veya yok etmek için aşağıdaki öneriler yapılmıştır.
Çocuk yoksulluğunu izlemek, etkilerini kamuoyuna
anlatmak ve çözümler üretmek üzere “ Ulusal Çocuk
Yoksulluğu Merkezi” kurulmalıdır
Ülkemizdeki işsizliği azaltacak ve toplumsal eşitsizlikleri
düzeltecek bir sosyal program acilen başlatılmalıdır.
Bu amaçla savunma harcamaları azaltılmalı ve bu
kaynaklar sağlık ve eğitime kaydırılmalıdır
Kaynakların kullanımında en dezavantajlı çocuklara
öncelik verilmelidir.
Çocukların hepsini sağlık güvencesi sağlayacak
“ Çocuklara Ücretsiz Sağlık Hizmeti” yasası çıkarılmalıdır
Bu yasa çıkıncaya kadar “Yeşil Kart” uygulaması
kapsamı genişletilerek sürdürülmelidir
Ülkemizdeki temel sağlık hizmeti sistemi güçlendirilmeli
ve bütün doğumların eğitilmiş sağlık personeli
tarafından yapılması sağlanmalıdır
Başta düzenli geliri olmayan aileler olmak üzere
devlet doğan bütün çocuklara koşulsuz ve karşılıksız
ekonomik yardım yapmalıdır. Örneğin İngiltere'de
bu yardım birinci çocuk için haftada 15 £, diğer
çocuklar için haftada 10 £'dir. Ülkemizde ise
yalnızca memur ve işçilere çok düşük miktarda
( ayda 2 milyon TL civarında) çocuk yardımı yapılmalıdır.
Bu yardım en az ayda 50 dolar civarına çıkarılmalı
ve esas olarak en dezavantajlı çocuklara verilmelidir.
Okul Sütü projesi bütün kamu ilköğretim okullarına
yaygınlaştırılmalı ve okullarda verilen yemeklerin
besin değeri yükseltilmelidir
Yoksulların yoğun olarak yaşadığı mahallelerde
ücretsiz kreş ve ana okulları açılmalıdır
Ev içlerinde sigara içilmesine karşı kampanya
başlatılmalıdır
Annelerin sağlık eğitimine önem verilmeli, doğum
yapan bütün kadınlara emzirme eğitimi yapılmalıdır.
Son Söz Yerine
Açlığın Elleri Sınır Tanımıyor
“Aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirmedikçe
destanlar avcının zaferini söyleyecektir”
Afrika atasözü
Aç bebelerin sessiz analarına öfkelenen çocuk
hekimi haksızdır. Analar haklıdır ve bebelerini
beslemenin ikinci en ucuz yolunu bulmuşlardır,
bu yolu da kullanma niyetindedirler. Bakkaldan
alınan pirinç unu hekim destekli reklamla satılan
mamalardan on kat daha ucuzdur ve bebeklerinin
yanaklarını en az reklamlı mamalar kadar iyi şişirir.
Analar aptal olmadıkları için kendi sütlerinin
bebelerine en yararlı besin olduğunu gazeteler
yazmasa da, reklamlar söylemese de az çok bilirler,
fakat kendilerini besleyemeyen anaların bebelerini
sütleriyle besleyebilme umudu da tükenmiştir.
Bebelerinin gözlerindeki ışıltıyı en ışıksız ana
bile bebesiyle kan bağı bulunmayan hekimden daha
iyi duyar, bu ışıltının sönmesi anaların gelecekle
ilgili umutlarını da yok eder. Bu umudu da o sönen
ışıltıdan gayrı hiçbir şey tazeleyemez. Her sönen
ışıkta kendi çaresizliğine bir kat daha sarınan
ana sonunda iyice sessizleşir ve kendi gözlerinin
ışığı da söner.
Hekim son dönemlerdeki sessiz anayı görür ve nasıl
anatomi dersinde formolün, psikiyatri servislerinde
depresyonun, cerrahi servislerinde irinin bir
kokusu varsa, açlığın da kendine has bir kokusu
olduğunu, ve bu kokunun da en fazla çocuk servislerinde
tüttüğünü fark eder. Bu noktadan sonra yapabileceği
şeyler oldukça sınırlı olduğundan, kendi iç sıkıntısını
da ananın üzerine yüklemek pahasına anaya öfkelenir.
İşte hekim bu yüzden aç bebelerin umarsız görünümlü
analarına öfkelenirken haksızdır ve iç görüsü
kaybolmadıysa haksızlığını için için hisseder.
Önümde son bir yılda bizim çocuk servisinde yatan
çocukların çetelesi var. Her on çocuktan en az
birinin ağırlığı üç persentilin altında ve hemen
hiç birinin tanısında açlığı gizlemek için kullandığımız
malnutrisyon terimi yok. Toplam 70 aç çocuğun
54'ü bir yaşın altında ve beyin gelişiminin en
hassas döneminde açlık çekiyor. Açlık ellerini
işçi çocuklarına da teknisyen çocuklarına da öğretmen
çocuklarına da aynı eşitlikte uzatmış, açlığın
elleri sınır tanımıyor çünkü.
Dışarıda soğuk bir hava var, birkaç blok ötede
prefabrik yapıların içinde yirmi metrekareye sığışmış
insancıklar oruçlarını açtılar ve televizyon seyretmeye
başladılar. Televizyon muhtemelen savaşın yakında
patlayacağını söylüyor, ama kimse aldırmıyor.
Başka bir dünya mümkün mü bilemiyorum. Ama eğer
olabilecekse elimizi çabuk tutmamız gerektiğini
hissediyorum.
Önce yoksulluk çeken anaları anlamakla başlayabiliriz.
Öfkelenmeden önce, demek istemiştim.
Dr. Erdem Gönüllü
Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı
ve Hastalıkları AD asistanı
OKUMA PARÇALARI
Hastalık
Yoksulun Bedeninde ve Evinde Birikir....
Zaten “hastalık yokslluğun içkin bir parçasıdır.
Yoksulun yaşadığı çevrenin ve oturduğu evin sağlıksız
koşulları, işeyerinin sağlıksız ortamı, çalıştığı
işlerin zorluğu ve yıpratıcılığı ve gündelik yaşamındaki
sıkıntı, kısaca yoksulluğun kendisi, aynı zamanda
çeşitli hastalıkların da sebepleridir. Saha çalışması
sırasında, zamanla neredeyse kanıksadığımız bir
durum, görüşme yapmak için girdiğimiz evlerin
tümüne yakınında hasta, bedensel ya da zihinsel
özürlü veya yatalak birilerinin olmasıydı. Yine
çok karşılaştığımız, “sinirlerim bozuk” ya da
“içimde hep sıkıntı var” gibi ifadelerse psiklojik
rahatsızlıkların yaygınlığını gösteriyordu.
Yukarıda açıkladığım biçimiyle, yoksulların yaşadığı
mahallelerde ve evlerde insanların sağlıklarını
korumaları pek mümkün değildir. Özellikle, günün
büyük kısmını evde geçiren kadınlar ve çocuklar
bundan daha çok etkilenirler. Eve neredeyse mahkum
olmuş kadın, bir yandan aile fertlerine bakar,
onların çamaşırlarını, bulaşıklarını yıkar, yemeklerini
yapar, diğer yandan hummalı biçimde her gün evini
toplar, temizler. Bunları yaparken de bir iş yaptığını
ve üretken olduğubu düşünmez kadın; ona ve diğer
aile fertlerine göre, bu işler zaten kadın tarafından
yapılması gereken şeylerdir. Kadının bedeni kısa
sürede yıpranır, hastalıklara ve sakatlıklara
açık hale gelir.
Çocuklar, evin sağlıksız fiziki koşullarında büyürken,
yeterli beslenemezler, koruyucu biçimde giyinemezler.
Evin dışına çıktıklarındaysa , oyun oynadıkları
fiziki çevre çoğunlukla hastalık ürten ve yaralanmalarına,
sakatlanmalarına sebep olabilecek tehlikeler barındıran
yerlerdir. Sonuçta,kadınlar ve çocuklar yaşadıkları
sağlıksız çevre içerisinde sık sık hastalanırlar.
Bedenleri güçsüz düşer ve çoğunlukla hastalıkları
kronikleşir. Hastalık yoksulun bedeninde ve evinde
birikir...
Yoksulların çalıştıkları işler düşük ücretli/kazançlı
olmaları yetmezmiş gibi, aynı zamanda,”ağır”işlerdir.Bu
ağır işer yorucu olmaktan öte bedensel olarak
sakatlanma tehlikesi taşıyan ve ruhsal olarak
yıpratıcı işlerdir. Yaşam ve iş çevrelerindeki
olumsuzluklar sonucunda, yakalanılan hastalıkların
kronikleşmesi ve ağırlaşması , geçirilen kazalar
sonucu skat kalınması kaçınılmaz bir son gibi
bekler yoksulları. Hastalanan ya da sakatlanan
yoksul kişi, çoğunlukla herhangi bir sosyal güvenceye
de sahip olmadığından, muayene ve tedavi olamaz.
Zaten doktora gidip muayene olabilse dahi tıbbi
tahliller ve ilaçlar çok pahalıdır. Sonuçta, yoksul
kişi ya çalışamaz hale gelir ya da artık yalnızca
'hafif işler'de çalışabilir. Sonuçta hastalık/sakatlık-yoksulluk-işsizlik
üçlüsü fasit daire içinde, birbirlerini tanımlar
ve birbirlerinden ayrıştırılamaz hale gelirler
Ersan Ocak, Yoksulluk Halleri
Türkiye'de
devletin sosyal hizmet harcamaları yetersiz...
Türkiye'de sosyal hizmet harcamalarının devlet
harcamaları içindeki payı, 1990'da yüzde 26.3
ve bu pay 1998'de biraz daha azalarak yüzde 25.
7 oluyor. Ayrıca, bu payı her iki yıl için gösteren
Dünya Bankası verilerine sahip olduğumuz bazı
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerle Türkiye'yi
karşılaştırmamıza imkan veriyor. Bu karşılaştırma
sonucu, iki çok çarpıcı gözlem yapabiliyoruz.
İlk olarak, 1998 verileri, karşılaştırılan ülkelerin
hiçbirinde , sosyal hizmetlerin toplam devlet
harcamaları içindeki payının Türkiye'deki kadar
düşük olmadığını gösteriyor. İkinci olarak da,
Türkiye'dekinin aksine, bu ülkelerin çok büyük
çoğunluğunda (İsveç, Finlandiya, Hollanda ve İspanya
hariç) bu sosyal hizmet harcamaları payının 1990-1998
arası düşmeyip yükseldiğini görüyoruz. İstisna
teşkil eden ülkelerde de bu pay, Türkiye'dekinin
o kadar üstünde ki, birkaç puanlık düşüşler karşılaştırmanın
işaret ettiği sonucu fazla değiştirmiyor.Bu sonuç
da şu: Türkiye'de milli gelir içindeki payı zaten
çok düşük olan cari devlet harcamalarının çok
küçük bir kısmı sağlık, eğitim, sosyal güvenlik
gibi alanlara yöneliyor. Yani Türkiye'de devlet,
insanların temel ihtiyaçlarını karşılama ve risk
durumlarıyla baş etme biçimlerini belirleyen önemli
bir aktör olarak ortaya çıkmıyor.Bu yüzden de
Türkiye, içinde olduğu krizle büyük ölçüde artık
iyice aşınmış olan geleneksel aile dayanışması
modeli yardımıyla baş etmeye çalışacak. Gene bu
yüzden, krizin insani ve sosyal maliyeti maalesef
çok büyük olacak. Gene de, eğer bu insani ve sosyal
sorunları biraz daha ciddiye alabilirsek, kriz,
toplumsal dayanışmanın devlet-vatandaş ilişkileri
çerçevesinde yeniden biçimlenmesine ve sosyal
sermaye kaynaklarının modern bir piyasa toplumuna
uygun biçimde yenilenmesine vesile olabilir
Sosyal Harcamaların Toplam Devlet Harcamaları
İçindeki Payı (%)
1990 1998
Türkiye 26.3 25.7
ABD 43.4 53.8
AVRUPA TOPLULUĞU
Almanya 65.0 69.8
Finlandiya 60.8 55.3
Hollanda 64.6 63.9
İngiltere 52.8 57.5
İspanya 50.6 48.3
İsveç 61.8 53.2
Yunanistan 32.1 35.0
GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER
Arjantin 57.1 63.6
Meksika 30.6 48.1
Şili 63.9 71.3
Endonezya 13.2 26.2
Filipinler 22.5 26.5
Kore 27.8 27.8
Malezya 35.5 42.5
Kaynak: World Bank, World Development Report 2000/2001,
Oxford University Press, 2001, ss.300-301
Prof.Dr.Ayşe Buğra, “Kriz ve Geleneksel Refah
Rejimi” isimli makaleden alınmıştır, BİA Haber
Merkezi, 2001
“Yedi
Vitaminli Arı Mama”
Hekimler, her sabah
adına “vizit” denilen aynı ritüel ile başlarlar
güne. İyileşen hastaların yüzündeki gülümsemedir
onları diri tutan. Vizitlerde yalnızca biyolojik
sorunlar konuşulmaz. Hastane koridorları neredeyse
ülkenin sosyolojisini yansıtan insan manzaraları
ile doludur. Hastalıklardan daha çok insanların
çaresizliği etkiler sizi. Diyabet komasından çıkmış
şaşkın bakışlı köylü çocuğunun sevincini içinizde
tutarak bir odadan çıkar, küçük bebeğinin yanında
uyuya kalmış bir annenin olduğu odaya girersiniz.
Asistanınız alışılmış bir kalıpla anlatmaya başlar:
“Üç aylık kız hasta ishal ve kusma yakınması ile
getirildi. Beslenme öyküsünden anne sütünün ilk
ay içinde kesildiği, annenin bebeği Arı mama ve
nişasta ile beslemeye devam ettiği öğrenildi”.
Bebeğe bakarsınız; cansız bakışlar, şişmiş bir
yüz ve rengi kızıla çalan, dökülmeye yüz tutmuş
saçlar ile görürsünüz. Sizi en çok bakışlar etkiler;
bilirsiniz ki bu cansız bakışların gerisinde besinsiz
kaldığı için ışığını yitirmek üzere olan milyarla
hücre vardır. Bebeğin gözlerine uzun süre bakamazsınız
ve anneye dönüp sorarsınız: “Niçin bebeğini içinde
yeterli protein olmayan mamalar ve nişasta ile
besledin?”. Anne yutkunur ve “ Sütüm kesilince
çaresiz kaldım, diğer mamaları alacak paramız
yoktu, ben de bebek maması diye bunu kullandım”
sözleriyle cevaplar sizi. Biraz daha sorunca babanın
uzunca süredir işsiz olduğunu, artık gündelik
işleri de bulamaz hale geldiğini öğrenirsiniz.
Sizi esas yıkan ise, annelerin zararlı olduğu
için inek sütünü vermediklerini buna karşın “Arı
mamayı” anne sütü yerine geçen mama gibi düşündüklerini
öğrenmeniz olur. Bir kez daha yoksullukla birleşince
bilgisizliğin daha zararlı hale geldiğini düşünürsünüz.
Bir ay içinde “protein yetersizliği” nedeniyle
yatan üç bebeğin öyküsünün aynı olduğuna tanık
olunca , bu ülkenin bebeklerine yeterli protein
sağlayamaz hale geldiğini, ekonomik krizin yüz
binlerce bebeğin bedenindeki ışığı söndürmek üzere
olduğunu düşünüp kahrolursunuz. Koridora kendinizi
zor atarsınız ve asistan odasında yeni asılmış
bir afiş size yakın zamanda ticari mamaların marketlerde
satılmasına izin verildiğini, bu uygulamaya Eczacı
ve Tabip odalarının karşı çıktığını hatırlatır.
Ruhunuz daralır ve çareyi asistanlarınız ve öğrencilerinizle
dertleşmekte bulursunuz. Birlikte karar verirsiniz
ki en azından annelere sütleri olmadığında yalnızca
nişasta veya nişastayla birlikte “yedi vitamin”
içeren mamaları vermemelerini , çaresiz kaldıklarında
inek sütü vermelerini öğretmek gereklidir. Günler
geçer, yeterli kalori ve protein alan bebekler
gülmeye başlar ve gözlerindeki ışık yeniden belirir.
Sevincinizi düşünceleriniz gölgelese de o ışıktan
aldığınız güç sizi bu yazıyı yazacak kadar iyimser
yapar ve yeniden sözcüklere sığınırsınız. Kimse
duymayacak olsa da “Yoksul evlerde doğan bebeklere
yardım etmenin bir yolunu bulmalıyız” seslenişiyle
bu yazıyı bitirirsiniz.
|