Yerli tekelci sermaye 1960'lara
dek çocukluk çağını, 1960'larda gelişme dönemini
yaşamış; olgunluk dönemine girmesi ise 1971 sonrasında
olmuştur.
1963 yılı sanayi burjuvazisinin gelişim sürecinde
önemli bir atılım yılı olmuş; 1963-70 döneminde
gençlik çağını tamamlayarak mevcut ekonomik yapı
içerisinde olgunluk dönemine girmiş ve varolan
üretim ilişkileri çerçevesinde belli bir aşamaya
ulaşmıştır. Tekelci kesim 1970'li yılların başında
artık yeni bir atılım yapmak için mevcut sınıflar
ittifakında yeni düzenlemeler talep etmeye hazırlanmaktaydı.
Başka bir ifadeyle 1960'ların sonuna gelindiğinde,
büyük toprak sahipleri ile ticaret ve sanayi burjuvazisi
ittifakında ciddi çatlaklar belirmeye başlamıştı.
1971 darbesi, 1960'larda gelişip serpilen sanayi
burjuvazisinin, hakim ittifak üzerinde egemenlik
kurmaktaki başarısızlığı ile yakından ilişkilidir.
12 Mart 1971 darbesinin ardından işbaşına getirilen
Erim Hükümeti, açık seçik sanayi burjuvazisinden
yana tavır takınmış, örneğin toprak reformu içeren
bir program hazırlamıştır. Son tahlilde, tarım
reformu, köktenci bir programın bir öğesi değil;
sanayi burjuvazisinin tarım sektörünün çağdaşlaştırılması
talebi idi. Tarım reformu gerçekleştirilemediği
gibi, tarımsal destekleme fiyatları düşürülerek
tarımdan sanayiye kaynak aktarımı sağlanmaya çalışıldı.
Toptan değerlendirildiğinde, darbenin tüm hedeflerine
ulaşamadığı, büyük toprak sahiplerinin ve ticaret
burjuvazisinin hakim ittifak içerisindeki konumlarını
sarsacak herhangi bir önlem getiremediği görülmektedir.
1970'li yıllara değin Türkiye'de kalkınmanın esas
yükünü köylülük, yani küçük ve orta çiftçiler
taşımıştır. Tüccar ve tefeci aracılığıyla köylüden
alınan artı ürün ve diğer kaynaklar, iç ve dış
ticarete ön sermaye olmuş, bu sermayeler gene
çoğunlukla köylü ürününün bir kısmıyla büyümüştür.
Ticari sermaye giderek, montaj yoluyla sanayiye
yönelmiş ve esas sanayiye geçmiştir. 1971 Martı,
sanayi burjuvazisinin, köylünün ürününe, ticari
sermayenin yanında eşit hak talep etmesinin dönüm
noktası olmuştur.
Sanayi burjuvazisinin, köylünün ürününün bir kısmını
alması yeni bir olgu değildi. Bu, köylüye satılan
"yerli malı" tekstil, margarin, şeker,
hatta traktör vb. ile başlar. Tekstilin, margarinin
gerçek maliyetiyle köylünün ödediği fiyat arasındaki
fark, köylünün, sanayi sermayesine ve onun pazarlamacı
şirketlerine ödediği artı üründür. Ödenen bu artı
ürün 1950-70 arasında sürekli bir artış gösterir
ve 12 Mart döneminde yeni ve daha yüksek bir seviyeye
sıçrar.
Bu sıçramadaki en önemli etkenlerden birisi, köylünün
almak zorunda olduğu sanayi kökenli malların fiyatlarındaki
ani yükseliştir. Köylü üretimi piyasaya ne denli
çok açılmışsa, bu "zorunlu" alımları
o kadar çok olur. Hayvan besiciliği bu konuda
önemli bir örnektir. Yem fiyatlarının yükseltilmesi
nedeniyle besiciler bu dönemde ekonomik açıdan
zor duruma düşürülmüşlerdir. Üretim biçimi olarak
besicilik, mera hayvancılığından bir aşama daha
yukarıda olduğu için doğaya değil, piyasaya bağımlıdır
ve besicinin piyasadan ayrı olarak var olmasına
olanak yoktur.
Bu dönemde yem fiyatlarının yanında kimyasal gübre,
tarım ilacı, tarım alet ve makineleri gibi köylünün
piyasadan aldığı tüm malların fiyatlarında önemli
artışlar olmuştur. Köylünün kendi ürünlerinin
fiyatları ise ya taban fiyatları politikası ile
sabit tutulmuş ya da çok az yükseltilmiştir. Tüm
bunlar, köylünün bu dönemde sanayi sermayesine
ödediği artı üründe bir sıçrama olduğunu ortaya
koymaktadır.
Fiyatları artırılan tarım ürünlerinde bile, bu
ürünleri kullanan sanayiciler, kendi mamullerine
tarım ürününün fiyat artışının çok üstünde fiyat
artışı uygulamışlardır. Örneğin 1970-72 arasında
tiftik taban fiyatlarındaki artışın yüzde 23 olmasına
karşın, tiftikten yapılan kumaşların fiyatı yüzde
55 oranında artırılmıştır.
Çiftçiyi kendilerine doğrudan doğruya bağlayan
konserve ve meyve suyu sanayicileri ise, çoğu
kez, alış fiyatını düşürmüşlerdir. Bu fiyat düşürmelerinde
en etkin yollardan biri, tarım ürününün ihracatını
yasaklatmak ve alımda çekimser davranmaktır. Örneğin
meyve suyu fabrikalarının kullandığı bahanesiyle
sıkmalık portakalın ihracı yasaklattırılarak,
fiyatların bir önceki yılın altına düşmesi sağlanmıştır.
1971-72'de büyük bir çoğunlukla, taban fiyatları
sabit tutulmuştur. Bunlar arasında hububat, şekerpancarı,
çay ve fındık bulunmaktadır. Tütün baş fiyatı
ve üretici fiyatlarındaki artış çok düşük tutulmuş,
pamuk üretici fiyatı ise dünya piyasasındaki artışın
çok gerisinde kalmıştır.
Girdi fiyatlarının artırılması ve tarım ürünü
fiyatlarının sabit tutulmasının yanı sıra tarıma
verilen krediler de azaltılmış, çaresiz kalan
üreticiye geç ödeme yapan tüccar, küçük ve orta
köylülüğü biraz daha iflasın eşiğine itmiştir.
Ayrıca 1971-72 yıllarında tarım kredi kooperatifleri
ortaklarına verilen krediler yüzde 65 azaltılmıştır.
Öte yandan devletin kredi politikası özellikle
Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde, zaten zor durumda
olan küçük ve orta hayvan besicisine, elindeki
hayvanı yok pahasına satmaktan başka bir seçenek
bırakmamıştır.
Türkiye tarımında dışa bağımlılık genellikle yabancı
sermaye ve tüccar (ihracatçı) aracılığıyla oluyordu.
Alıcı ya yabancı sermaye ya da onun ortakları
olurdu. Fiyatlar dünya piyasalarında belirlenir,
tüccar karını alır, gerisi de köylüye kalırdı.
12 Mart darbesi bu bağımlılığa yeni -ve dünyada
az görünen- bir örnek kattı. ABD'nin dayatmasıyla
haşhaş ekimine son verildi. Haşhaş üreticisine
ne yeni bir ürün, ne de yeni bir istihdam kaynağı
getirildi. ABD'den 35 milyon dolarlık bir yardım
sözü alındı. İki yılı aşkın bir süre içerisinde
alınabilen 9 milyon doların çok az bir kısmı üreticiye
yansıtıldı.
Mart 1971 sonrası dönem, dünya piyasalarında fiyatların
sürekli olarak yükseldiği bir dönem olmasına karşın,
Türkiye'de tarım ürünlerinin taban fiyatları artırılmamış,
böylece köylüden sanayici ve tüccara kaynak aktarılmıştır.
Yukarıda sıraladığımız tüm veriler, kriz dönemleri
ve darbelerin "sermayenin rövanş aldığı"
dönemeçler olduğunu somut bir biçimde ortaya koymaktadır.
18 Mart 2004, Perşembe
|