IMF ve Dünya Bankasının metropol
ülkeler adına Türkiye tarımını yönlendirmek için
dayattığı politikalar 24 Ocak'a kadar gidiyor.
Ancak bu politikalar, ne üretimi ne de ihracatı
geliştirebildi. Aksine, bir yandan çiftçi yoksullaşırken
öte yandan Türkiye net gıda ithalatçısı olma yolunda
hızla ilerledi.
Türkiye'de 1950'ler sonrası izlenen iç pazara
dönük sermaye birikim modeli üretici güçlerin
gelişimini büyük ölçüde emperyalizmin belirleyiciliği
ve yönlendiriciliğine sokmuş, sermaye birikim
süreci de bu ilişki çerçevesinde belirlenmiştir.
Ülke içinde yaratılan değerin büyük bir bölümü
metropollere akıtılmış, korumacılığın yarattığı
rantlar da yerli ve yabancı tekellerce bölüşülmüştür.
İthal ikameci modelin bölüşüm ilişkileri ve bunalımı
İç pazarın genişliği ve canlılığına dayalı ithal
ikameci büyüme modelinde işçi ücretleri ve tarımdaki
küçük üretici gelirleri, sanayi için hem maliyet
öğesi, hem de bir talep öğesiydi. Yani sanayiin
ürettiğini alıp tüketecek ölçüde kazanan işçi-köylü
kesimi, ithal ikameci modelin önkoşuluydu. Bu
nedenle tarımda desteklenen ürün sayısı ve çeşitli
sübvansiyonlar hızla artırılmış, özellikle seçim
öncelerinde taban fiyatları, piyasa fiyatlarının
oldukça üstünde tutulmuştur.
İthal ikameci model 1970'lerin sonlarına doğru
sonuçlarını şiddetli bir biçimde enflasyon ve
döviz darboğazında duyuran yoğun bir bunalıma
girmiştir. Yani model, birikimin sürmesinin önünde
bir engel haline gelmiş, burjuvazi açısından yeni
bir birikim modeline geçiş artık dayatmıştır.
Bu zorunluluk yalnız yerli sermaye için değil,
uluslararası sermaye açısından da geçerlidir.
Hatta, istikrar ve yapısal uyum programlarını
içeren reçeteler, öncelikle, uluslararası sermayenin
denetimindeki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlardan
gelmekteydi.
24 Ocak'ın tarım politikaları
Yerli ve yabancı tekellerin dayatmalarıyla bu
programları içeren 24 Ocak Kararları gündeme getirildi.
12 Eylül darbesiyle, tıkanan ithal ikameci birikim
modelinin yerine geçilmeye çalışılan dışa açılmacı
birikim tarzının gereksindiği siyasal tabloyu
tamamlayacak baskıcı ve antidemokratik bir ortam
yaratıldı. Böylelikle 24 Ocak'ın uygulanabilmesi
için gerekli olan "istikrar" ortamı
yaratılmış oldu.
Türkiye gibi bağımlı ülkelerde hiçbir ekonomik
ve siyasi politika, emperyalist-kapitalist sistemden
bağımsız değildir. Dolayısıyla 24 Ocak'ın tarıma
yönelik temel politikası, üretimden pazarlamaya
dek tüm sürecin emperyalizm tarafından denetlenmesini
sağlamaktır. Bunun için öncelikle, küçük ölçekli
tarımın tasfiye edilerek, yerine kapitalist işletmelerin
kurulması gerekir. 1980 sonrası tarımda izlenen
politikalara bakıldığında, tüm uygulamaların bu
temel hedefe yönelik olduğu görülecektir. Ayrıca
programın arka planında ülke ölçeğinde pre-kapitalist
ilişkilerin aşama aşama eritilmesi, genel ekonomik
ve siyasal yapılanmanın tam denetime açılarak
kapitalist ilişkilerin daha sistematik ve örgütlü
duruma getirilmesi yatmaktadır.
Devlet-köylü ilişkisi yerine sermaye-köylü
ilişkisi
24 Ocak Kararları, 1970'li yıllarda belirginleşen
yeni liberal politikaların IMF ve Dünya Bankası
aracılığıyla borç krizi içindeki azgelişmiş ülkelere
dayattığı istikrar ve yapısal uyum programlarının
somut bir ürünüdür. Tarım alanında yapısal uyum
programlarının özeti; devlet-köylü ilişkisinin
çözülerek yerini sermaye-köylü ilişkisinin almasıdır.
Bu çerçevede temel tarım girdilerinin sağlanması
ve dağıtımında kamunun tekel konumuna son verilmiş,
kamu yönetimi tarım kesiminde fiyat destekleme
alımı işlevini büyük ölçüde terk etmiş, tarımsal
sanayi tümüyle özel sektöre bırakılmıştır. İlk
üç değişiklikle birlikte tarımsal kredi sistemi
"destekleme" niteliğinden sıyrılmıştır.
Tarımda fiyat destekleri daraltıldı
1970'li yılların sonlarına doğru, büyük burjuvazinin,
IMF ve Dünya Bankası'nın yakındıkları konulardan
biri ücret artışları, diğeri ise tarım ürünleri
taban fiyatlarıydı. Tarımda destekleme alımlarının
bütçe üzerinde yük oluşturduğunu ve enflasyonist
etki yarattığını öne süren bu çevre; dışa açılma
politikasının gereği olarak iç talebi daraltmak
için de taban fiyatlarının düşük belirlenmesini
istiyordu. Bu nedenle özellikle 1980'li yılların
ilk yarısında, 12 Eylül sayesinde tarımsal ürün
fiyatları baskı altında tutulmuştur. Örneğin 1980-91
döneminde ortalama tarımsal ürün fiyatları 71
katlık bir artış gösterirken, tarımsal girdi fiyatları
107 kat artmıştır.
Destekleme alımı kapsamındaki ürün sayısının giderek
azaltılmış, dönemin başında destekleme alımı kapsamındaki
ürün sayısı 24 iken, 1985 yılında 18'e, dönem
sonunda (1990 yılında) ise 10'a düşürülmüştür.
Destekleme alım miktarının toplam üretim miktarına
oranı 1980-89 yılları arasında buğdayda yüzde
10'dan yüzde 3'e, tütünde ise yüzde 71.5'ten yüzde
39.3'e düşmüştür. Çay yaprağı 1986, fındık ve
pamuk ise 1988 yılından itibaren destekleme alım
kapsamından çıkarılmıştır. 1980 yılında fındıkta
yüzde 40.4, pamukta yüzde 73 olan alım miktarı
1987'de fındıkta yüzde 7.5'e pamukta ise yüzde
22.5'e düşürülmüştür.
Destekleme alımlarının tarım kesiminin toplam
katma değerine oranı 1976'da yüzde 14.7 iken 1988'de
yüzde 5.5'e inmiştir.
Kredi ve girdi destekleri kısıtlandı
Destekleme alımlarının finansmanında kullanılan
Merkez Bankası ve Ziraat Bankası kaynakları daraltılmış;
TMO ve TEKEL dışında Merkez Bankası'nın doğrudan
kredi uygulaması kaldırılmıştır. Merkez Bankası
kredileri içinde destekleme amacıyla ayrılan kredilerin
payı yüzde 27'den yüzde 5'lere indirilmiştir.
Tarımsal girdilere yönelik sübvansiyonlar sürdürülmekle
birlikte, girdi fiyatlarının çok yüksek fiyatlarla
artırılması karşısında bu uygulamanın etkinliği
azalmıştır. Aynı şekilde gübreye uygulanan sübvansiyon
tutarı sabit fiyatlarla yüzde 6 oranında düşmüştür.
1980 yılında tarım kredilerinin toplam krediler
içindeki payı yüzde 23.4 iken 1990'da bu oran
yüzde 8,7'ye gerilemiştir. Yine 1980'de tarım
kredilerinin tarım kesiminin toplam katma değerine
oranı yüzde 18,4 iken 1990'da yüzde 10.3'e düşmüştür.
1980'de yüzde 16 olan bitkisel kredi faiz oranı
1985'te yüzde 32'ye, 1987'de yüzde 42'ye, 1988'de
ise yüzde 46.5'e yükseltilmiştir.
Tarımsal sübvansiyonların bütçe giderleri içindeki
payı 1980 yılında yüzde 5.4 iken 1991 yılında
yüzde 1.9'a, GSYİH'deki payı ise yüzde 0.9'dan
yüzde 0.3'e düşmüştür.
Özelleştirmenin altyapısı oluşturuldu
Yapısal uyum programlarının ayrılmaz bir olarak
dış ticaret liberalize edilmiştir. Bu çerçevede
tohumluk, kimyasal gübre ve damızlık hayvan ithalatı
serbest bırakılmıştır. Tarımsal girdilerde hızlı
serbestleşme, bu alanda etkinlik gösteren kamu
kuruluşlarının (TİGEM ve TZDK gibi) varlık nedenini
ortadan kaldırmış, işlevlerinin aşınmasına yol
açmıştır.
Uluslararası tütün tekelleri ve yerli ortaklarının
dayatmalarıyla Amerika harmanlı sigara ithaline
izin verilerek, 4 milyona yakın insanın geçim
kaynağını oluşturan tütün üzerinde tekellerin
hedefleri adım adım gerçekleştirilmeye başlanmıştır.
Çay üzerindeki kamu tekeline son verilerek, sektöre
Lipton markasını üreten Unilever gibi gıda tekellerinin
girmesine olanak tanınmıştır.
Köylülüğün yüz yüze geldiği sömürüdeki değişmeler
Küçük meta üretiminin yaygın üretim ilişkisi olduğu
bir tarımsal yapı için; tarımın ticaret hadlerinde
(tarımsal fiyatlarla sınai fiyatlar arasındaki
makas) ya da tarımsal (ya da tarıma dayalı) ürünlerde
nihai kullanıcıların ödedikleri fiyatlarla çiftçinin
eline geçen fiyatlar arasındaki ticari marjlarda
zaman içindeki değişmeler ile köylülüğün ödediği
faiz yükünün tarımsal katma değer içindeki payında
görülen değişmeler, köylülüğün yüz yüze geldiği
sömürü oranlarındaki değişmeleri yansıtır.
1970'lerin ortalarından başlayarak iç ticaret
hadleri sürekli olarak üreticinin aleyhine gelişti.
1976 yılı 100 kabul edildiğinde, bu oranın 1980'de
67.3'e, 1982'de 56.7'ye, 1988'de 49.8'e kadar
düştüğü görüldü. İç ticaret hadlerindeki bu dramatik
düşüş tarım kesiminin gelir kaybıyla sonuçlandı.
1980-91 döneminde çiftçinin satın alma gücü yaklaşık
yüzde 35 dolayında azaldı.
Bu dönem, ticaret sermayesinin göreli durumunda
da belli ilerlemelere yol açmıştır. Örneğin, 1976-79
ile 1988 yıllarının fiyatları karşılaştırılacak
olursa ekmek fiyatı ile çiftçinin eline geçen
buğday fiyatı arasındaki makas yüzde 52, margarin
ile ayçiçeği arasında ise yüzde 79 oranında birinciler
(yani ekmek ve margarin) lehine gerilemiştir.
Öte yandan pamuk ve tütün için 1976-1989 arasındaki
birim ihraç fiyatları ile çiftçinin eline geçen
fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 arasında
açılmıştır. Yani bu iki üründe 1980'li yıllara
damgasını vuran dış ticaret ve döviz kuru politikaları,
köylü aleyhine, ihracata dönük ticaret sermeyesi
lehine işlemiştir.
Yapılan bir araştırma küçük ve orta ölçekli üreticilerin
bu dönemde elde ettikleri tarımsal safi hasılanın
yüzde 7.7'sine tefeci faizi biçiminde el konulduğunu
ortaya koymuştur.
Toprak ve gelir dağılımındaki eşitsizlik arttı
1980-90 yılları arasında Türkiye'de kişi başına
GSMH yüzde 35 oranında artarken, tarımda bu artış
yüzde 15 dolayında olmuştur. Başka bir deyişle,
1980 yılı itibariyle tarım kesiminde kişi başına
gelirin Türkiye ortalamasının yüzde 46'sı kadar
olduğu dikkat çekerken, 1989'da bu oran 7 puan
daha gerileyerek yüzde 39 düzeyinde olduğu görülmektedir.
Bu veriler 24 Ocak/12 Eylül'ün sektörler arası
gelir dağılımını da bozduğunu göstermektedir.
1980 ve 1991 Genel Tarım Sayımı Sonuçları birlikte
incelendiğinde, orta köylü grubunun önemli boyutlarda
eridiği, bu gruptan geçimlik düzey ile geçimlik
düzeyinin altındaki aileleri içeren gruba kaymalar
olduğu görülmektedir.Topraklarını genişleten bir
kısım zengin köylü işletmeleri ise büyük toprak
sahibi haline gelmişleredir. Böylelikle tarım
topraklarının dağılımındaki süregelen eşitsizlik
bu dönemde daha da derinleşmiştir.
Gelir dağılımı tablolarına bakıldığında, fonksiyonel
dağılım olarak 1976'da tarım kesimi milli gelirin
yüzde 31.3'ünü, alırken, 24 Ocak/12 Eylül'ün izlediği
emek karşıtı politikalar sonucu bu pay sürekli
azalarak 1988'de yüzde 16.6'ya düşmüştür. Buna
karşılık artık kitlesinden daha çok nasiplenen
"faiz" geliri sahibi rantiyeler, mali
sermaye ve "ticari kâr" sahibi büyük
ihracatçıların payı ise yüzde 36'dan yüzde 69.4'e
yükselmiştir.
IMF ve Dünya Bankasının metropol ülkeler adına
Türkiye tarımını yönlendirmek için dayattığı politikalar
24 Ocak'a kadar gidiyor. Ancak bu politikalar,
ne üretimi ne de ihracatı geliştirebildi. Aksine,
bir yandan çiftçi yoksullaşırken öte yandan Türkiye
net gıda ithalatçısı olma yolunda hızla ilerledi.
|