Dr. Oral'ın "Türkiye Tarımında
Kapitalizm ve Sınıflar" başlıklı araştırmasının
"Yerli ve Yabancı Tekellerin Tarımda Özelleştirme
Vurgunları" bölümünden orman, hayvancılık,
yem, gübre, süt, şeker ve tütünde özelleştirme
uygulamaları ve sonuçları.
Dünya ekonomisinde 1970'lerin başından bu yana
gittikçe derinleşen ve yaygınlaşan bir yapısal
kriz yaşanıyor. Bu, esas olarak yoğun sermaye
birikim rejiminin, başka bir deyişle Fordizmin
krizidir. Özelleştirme işte bu krize çare ararken
ortaya çıkmış bir çözüm.
Fordist sermaye birikim rejimi I. ve II. Paylaşım
Savaşları arasındaki dönemde Amerika Birleşik
Devletleri'nde (ABD) ortaya çıktı ve II. Paylaşım
Savaşı sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerde
yaygınlaşarak, 1970'lerde de yeni sanayileşmiş
ülkeleri etkisi altına alarak dünya ekonomisinde
merkezi/belirleyici sermaye birikim rejimi haline
geldi.
Fordist sermaye birikim sürecinin istikrarının
sağlanması için, devlet kitle üretimini ve buna
uygun toplumsal talebi düzenlemeye, iç pazarı
denetlemeye çalıştı, ülkenin döviz değerini kontrol
etti, doğrudan üreticilerin muhalefetini sistemin
içinde tutarak kurumları ve düşünceleri yaşatmaya,
desteklemeye çalıştı.
Bu işlevleri yerine getirebilmek için devletin
bunlara uygun ekonomik araçlarının olması gerekir.
"Refah devleti" olarak nitelenen yapılanma
içindeki toplumsal hizmetler ve Kamu İktisadi
Teşekkülleri (KİT) bu çerçevede değerlendirilebilir.
Fonlar borç piyasası yarattı
1970'lerin başında altın-dolar ilişkisine bağlı
uluslararası para sistemi, Bretton Woods çöktü,
sabit kur sistemi yerini dalgalı kur sistemine
bıraktı.
Döviz fiyatlarının ülke ekonomilerinin göreli
hareketlerine göre dalgalanmaya başlamasıyla oluşan
spekülatif ortamda, döviz piyasaları küreselleşmeye
başladılar. Aynı dönemde ortaya çıkan petrol krizinin
etkisiyle oluşan ve Avrupa bankalarında biriken
fonlar, değerlenmek için kendilerine pazar ararken
azgelişmiş ülkelere yönelerek uluslararası bir
borç piyasası yarattılar.
Bu sermaye hareketi, metropol ülkelerde yaşanan
kârlılık ve üretkenlik krizinin etkisiyle kendine
ucuz ve disiplinli işgücü arayan sanayi sermayesinin
uluslararasılaşmasının hızlanmasıyla çakıştı.
Bu uluslararası borç piyasasında dolaşan mali
sermaye, gelişmiş ülkelerin, Uluslar arası Para
Fonu (IMF) ve Dünya Bankası gibi kuruluşların
da etkisiyle, çokuluslu şirketlerin çevre ülkelerde,
ucuz/disiplinli işgücü bölgelerine göçünü desteklemek
için de kullanıldı. Bu ortamda uluslararası borç
piyasası hızla büyümeye ve küreselleşmeye başladı.
Mali sermayenin küreselleşmesi
Dünya ekonomisinde banka sermayesi giderek büyüdü,
metropol ülkelerde üretken yatırımların kârlılığı
düşük olduğu için, mali sermaye spekülasyona sıkışarak
genişledi ve sermaye hareketleri küreselleşmeye
başladı. Bu küreselleşme süreci içinde, ekonomik
büyümenin yavaşlamasına koşut olarak krediye talep
arttıkça mali sermayenin gücü artacaktı.
Bu ortamda mali sermayesinin en önemli gereksinimi,
sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması,
yabancı sermaye yatırımlarının kolaylaştırılması
ve güvenli bir hale getirilmesiydi.
Bu nedenle mali sermayenin ve küreselleşmenin
temsilci ve savunucuları, giderek daha çok, ulusal
devletlerin ekonomi üzerindeki otoritesinin yerine
piyasa otoritesinin geçmesini ve politik otoritenin,
piyasa mantığına bağımlı olmasını istiyorlardı.
Bu piyasa, küreselleşen bir piyasa olduğu için,
iktidarı kurulacak olan da küresel bir piyasaydı.
"Yapısal uyum programları"yla yoksullaşma
1980'lerin başında borç krizi, genel yapısal krizin
dünya ekonomisinde genelleştiğini ve azgelişmiş
ülkeleri de pençesine aldığını gösteriyordu. Azgelişmiş
ülkelerdeki dış borç ödeme zorunluluğu ve yabancı
kaynak bulma gereksinimi altında, IMF ve Dünya
Bankası "yapısal uyum programları" çerçevesinde
bir dışa açılma, dış dünyada rekabet etmek için
işçi haklarına saldırı, iç kaynakları ihracatı
ve yabancı sermaye girişini desteklemek için dışa
yöneltme çabasıyla da bir yoksullaşma başladı.
Özetle, 1980'lerde sermaye hareketlerinin serbestleşmesinin
önündeki engellerin kaldırılması ve işçi hareketinin
1950'lerden bu yana elde ettiği kazanımların budanması
için şiddetli bir saldırı başlamıştı.
Kısaca belirtmek gerekirse, küreselleşme sürecinin
hızlandırılmasının tabanı özellikle 70'li yıllarda
oluşturulmuş, 80'li yıllarda sermayenin uluslararasılaşması
salt üretim sektöründe, mali sektörde de hızlanarak
yeni boyutlar kazanmıştır.
90'lı yıllarda ise giderek artan sermaye fazlası,
üretken alanlardaki tıkanıklıklar nedeniyle spekülatif
alanlara kaymaya başlamıştır (S. Sönmez, 2001).
Özelleştirme: Küreselleşmede temel araç
Özelleştirme, 1950-70 döneminde gelişen ve dünya
ekonomisinde yaygınlaşan sermaye birikim rejiminin,
1970'lerde başlayan krizine çare ararken ortaya
çıkan bir politikadır. Serbestleşme, kuralsızlaştırma
ve özelleştirme iktisadi-mali küreselleşmenin
ana öğeleri ve araçları olup, çok kapsamlı ve
karmaşık toplumsal ve siyasal etkiler doğurmaktadırlar.
Özelleştirme, küreselleşmenin temel araçlarından
birisi olarak, uluslar arası mali kuruluşların
ve çokuluslu tekellerin öngördüğü "yapısal
uyum programları" kapsamında gündeme getirilmiştir.
Sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin
kaldırılması eylemine bağlı olarak, devletin küçültülmesi,
sosyal devletin ortadan kaldırılması ve kamusal
denetimin yok edilmesine yönelik özelleştirme
programları uygulamaya konmuştur (TMMOB, 2001).
Özelleştirme devletin ulusal ekonomi üzerindeki
denetimini azaltırken aynı zamanda yabancı, küresel
mali sermayenin giriş-çıkışını kolaylaştırdığı
ve hatta borçlanma gereği nedeniyle teşvik ettiği
için, devlet politikalarını küresel sermayenin
gereksinimlerine göre biçimlendirmeye zorlar ve
devletin küresel mali sermaye karşısında göreli
bağımsızlığını azaltır. Genel olarak çalışanların
örgütlerini zayıflatarak yaşam koşullarını ağırlaştırırken
emperyalizmin ve uluslar arası mali oligarşilerin
iktidarını güçlendirir (Yıldızoğlu, Nisan 1996).
Uygulamada, özelleştirmenin birtakım somut amaçlara
yönelik olduğu görülmektedir. Bu amaçlar üç alt
başlıkta toplanmaktadır: ekonomik, toplumsal ve
siyasal. Ekonomik amaçların başında, serbest piyasa
koşullarının yaygınlaştırılması gelmekte; buna
ek olarak, kamu girişimlerinin devlet bütçesi
üzerindeki olumsuz etkilerinin giderilmesi ve
sermaye piyasasının güçlendirilmesi de ekonomik
amaçlar olarak sıralanmaktadır.
Toplumsal amaç, mülkiyetin geniş kitlelere yaygınlaştırılması
yoluyla servet dağılımını daha dengeli bir duruma
getirme biçiminde belirtilmektedir. Son olarak,
özel mülkiyet anlayışının egemen kılınması ve
"istenmeyen" siyasal eğilimlerin önlenmesi
de özelleştirmenin siyasal amacını oluşturmaktadır
(Kepenek, 1993).
ANAP'la başlatılan özelleştirme
24 Ocak 1980 Kararlarıyla başlatılan "istikrar
ve uyum programları" ile birlikte ekonomik,
toplumsal ve siyasal boyutlarıyla Türkiye'nin
gündemine giren özelleştirme, ülkenin somut gerçeklerinden
hareketle geliştirilen bir araç değil, Türkiye
kapitalizminin dünya kapitalizmiyle bütünleşmesini
artırmak ve sermayenin sömürü olanaklarına yeni
katkılar yapmak için getirilen bir çaredir ve
12 Eylül askeri rejimi eşliğinde gerçekleştirilebilmiştir.
Türkiye'de özelleştirmeye ilişkin ilk hazırlıklar
1983 sonrasında, Anavatan Partisi (ANAP) iktidarlarıyla
birlikte başlatıldı. KİT ile ilgili yasa gücündeki
233 sayılı kararnamenin çıkarılmasıyla özelleştirme
yolu da açıldı.
Özelleştirmenin yol ve yöntemini hazırlamak için
de yabancı danışmanlık firmalarına çağrı yapıldı.
Bu konudaki çalışmaların en kapsamlısı, 1985 sonunda
hükümete verilen Morgan Guaranty Bank'ın "Özelleştirme
Ana Planı"dır. Özelleştirme, bu plandaki
önerilere bağlı kalınarak yürütülmüştür.
Tarımsal KİT'lerin özelleştirilme önceliği
Özelleştirme Ana Planı'nda tarımsal KİT'lerin
satış öncelikleri şöyle belirlenmiştir:
* Birinci derecede öncelikli KİT'ler: Yem Sanayii
(YEMSAN), Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM)
* İkinci sırada öncelikli KİT'ler: TSEK, Et ve
Balık Kurumu (EBK), Orman Ürünleri Sanayi A.Ş.
(ORÜS), Çay Kurumu (ÇAYKUR), Türkiye Gübre Sanayi
Anonim Şirketi (TÜGSAŞ), Türkiye Şeker Fabrikaları
A.Ş. (TŞFAŞ)
Üçüncü sırada öncelikli KİT'ler: Toprak Mahsulleri
Ofisi (TMO), Türkiye Zirai Donatım Kurumu (TZDK)
Özelleştirme programına alınan tarımsal KİT'lerin
özelleştirilme sıralamasında zamanla kimi değişiklikler
yapılmıştır.
Ekonomik Önlemler Uygulama Planı
KİT'lerin özelleştirmelerine ilişkin ilk somut
yasal düzenleme 28 Mayıs 1986'da yayımlanan 3291
sayılı yasadır. Yasaya göre KİT'in özelleştirilmesine
Bakanlar Kurulu, bunlara bağlı müessese, bağlı
ortaklık ve işletmelerin özelleştirilmesine de
Toplu Konut ve Kamu Ortaklığı Kurulu yetkili olacaktı.
1994 yılında KİT'lerin özelleştirilmesi ya da
kapatılmasını da öngören ve hangilerinin kapatılacağının
da yer aldığı 5 Nisan'da ilan edilen "Ekonomik
Önlemler Uygulama Planı" belli bir sürecin
beklenen bir sıçraması oldu.
27 Kasım 1994'te yayımlanan 4046 sayılı yasa devletin
tüm mal ve varlıklarının özelleştirilmesini getirdi.
Bu yasa ile özelleştirmenin ideolojik ve sınıfsal,
yine uluslararası mali kuruluşlara ne denli bağımlı
olunduğunun tüm nitelikleri ortaya kondu (Petrol-İş,
1995).
Özelleştirmede temel amacın "piyasa güçlerinin
ekonomiyi harekete geçirmesine olarak verilmesi
ve verimliliğin artırılması" olarak açıklanmasına
karşın, gerçek amaç, sermayeye birikim alanı yaratmak
olarak ortaya çıkmıştır.
Özelleştirme sermayenin kamuya karşı giriştiği
ideolojik bir saldırı olarak kullanılmıştır. Özelleştirmelerle
KİT'lerin tasfiye edilmesinin ardından, serbestleştirme
adı altında tarım kesimi uluslararası tarım/gıda
tekellerine açılarak yok edilme sürecine girilmiştir.
"Kambur" olarak sunulan KİT'ler
Türkiye'de özelleştirme saldırısını başlatanlar
ulusal ekonominin etkinliğini yükseltmek, sermayeyi
tabana yaymak ya da serbest piyasa sistemi oluşturmak
gibi kendilerinin bile inanmadığı sözde gerekçeler
ileri sürdüler. Ancak özelleştirmenin gerçek arka
planını hiçbir zaman tartışma düzlemine getirmek
istemediler.
Oysa özelleştirmeye yerli ve yabancı sermayenin
açıkça dile getirilmeyen talepleri açısından bakıldığında,
kimi noktaların öne çıktığı görülmektedir. Bunlardan
birincisi, özelleştirme yoluyla sermayeye yeni
değerlenme yani kar alanlarının açılması, ikinci
ve oldukça görünür düzlemde kalan neden ise, özelleştirmenin
sağladığı rantlardan doğrudan yararlanmanın iştah
kabartıcı cazibesidir (Oyan, 1999).
Gerçekten Türkiye burjuvazisinin bir bölümü geleneksel
olarak devleti rant-oluşumu ve servet birikimi
için bir araç olarak kullanagelmiştir. Bu katmanlar,
özelleştirme gündeme geldiğinde, bunu çok verimli
bir kaynak aktarım mekanizması olarak algıladılar
ve hızla özelleştirme lehinde çok etkili bir baskı
grubu oluşturdular. Siyaset ve üst düzey bürokrasi
çevreleriyle belli sermaye grupları arasındaki
yakın bağlar sayesinde özelleştirme uygulamalarının
büyük bir bölümü bu çevreler lehine bir rant-oluşumu
ve kaynak transferi mekanizmasına dönüştü (Boratav,
1997).
Kamuoyuna birer "kambur" olarak sunulan
KİT'lerin sorunlarını çözmede en etkili yolun,
bunları "özelleştirmek" olduğu, 1980
başından beri tekelci sermaye, IMF ve Dünya Bankası
raporlarında ve nihayet 24 Ocak Kararlarını alan
ve onu izleyen hükümetlerin programlarında yer
alıyordu (Sönmez, 1992).
12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bu programlar
çerçevesinde emeğe saldırı politikaları başlatıldı.
Amaç, sermayenin sömürü olanaklarına yeni katkıları
yapmaktı.
TEKEL örneği
Bu saldırıdan payını ilk alan kurum TEKEL oldu.
1984'te TEKEL'e sigara ithalatı için izin verildi.
1986'da tütünde devlet tekeli, 1988'de Amerikan
tipi tütün ithalat yasağı kaldırıldı.
1991'de bu konudaki son kısıtlamalar da yürürlükten
kaldırılarak yerli ve yabancı gerçek ve tüzel
kişilere yurt içinde tütün mamulleri üretme hakkı
verildi. 1992 yılında Philip Morris-Sabancı ortaklığı
(Philsa) ve 1993'te ise R. J. Reynolds Torbalı'da
sigara fabrikalarını kurarak üretime başladılar.
1985'te TEKEL'in piyasaya sunduğu 68 bin ton sigaranın
yalnızca 6 bin tonunu yabancı ithal markalı sigaralar
oluşturuyordu. Yabancı markalı sigaraların payı
1995'te yüzde 18' e, 1999'da yüzde 30'a yükseldi.
1999'da 3.8 milyar dolarlık sigara pazarının yüzde
30'unu iki çokuluslu sigara tekeli (Philip Morris
ve R. J. Reynolds) kontrol ediyor. 1995-99 yılları
arasında TEKEL üretimi sigaraların tüketiminin
yalnızca yüzde 2.3 artmasına karşılık yabancı
tekellerce üretilen sigaraların tüketimi yüzde
100'ün üzerinde arttı.
TEKEL'in ürettiği sigaraların yüzde 58'i yerli,
yüzde 42'si Amerikan harmanlı sigaralardan oluşuyor.
1991-99 döneminde TEKEL'in sigara üretiminde kullanıldığı
yerli tütün miktarı 80 bin tondan 42 bin tona
düştü. Buna karşılık 1988-99 döneminde kullandığı
yabancı tütün miktarı 1500 tondan 40 bin tona
yükseldi.
Bu rakam iki özel fabrikanın ithalatıyla 70 bin
tona ulaşıyor. Günümüzde Türkiye'de içilen her
on sigaradan altısını Amerikan harmanlı sigaralar
oluşturuyor.
Philip Morris'in Tütün Yasası
IMF'ye verilen 18 Aralık 2000 tarihli üçüncü ek
niyet mektubunda "TEKEL'in işleme birimlerinin
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) portföyüne
devredileceği" belirtilmesine karşın, 30
Ocak 2001 tarihli dördüncü ek niyet mektubunda
"yalnızca tütün işleme birimleri yerine,
TEKEL'in kendisinin Özelleştirme İdaresi'ne devredileceği"
taahhüt edildi. Bu çerçevede 5 Şubat 2001 tarihli
Özelleştirme Yüksel Kurulu (ÖYK) Kararı ile TEKEL
"Özelleştirilme işlemleri 3 yıl içerisinde
tamamlanmak üzere" ÖİB'ye devredildi.
Öte yandan 6 Ocak 2001 tarihinde çıkarılan yasa
ile TEKEL'in alkollü içki üretim ve dağıtımındaki
136 yıllık denetimine son verildi. Yasaya göre,
yılda en az bir milyon litre üretim ve ithalat
miktarına ulaşan firmalar, bu etkinliklerini yürütmek
ve fiyat belirlemekte serbest olacaklar. Böylelikle
sıra Türkiye tütüncülüğünü çökertmek için Philip
Morris tarafından hazırlanan Tütün Yasasına geldi.
Uluslararası mali kuruluşlara verilen taahhütlerde
geçen ifade ile "tütün sektörünü serbestleştiren,
tütünde destekleme alımlarını ortadan kaldıran
ve TEKEL'in varlıklarının satışına izin veren"
Tütün Yasası 3 Ocak 2002'de kabul edildi (Böylece
yerli tütün üretimi ve ulusal tütün TEKEL'inin
tasfiye edilmesinin önü açılırken, tüm tütün ve
mamulleri piyasası Philip Morris-Sabancı, Japan
Tobacco Int. (R. J. Reynolds) ve BAT-Koç ortaklıklarının
egemenliğine devredilmiş oldu).
Çay'da özelleştirme
1980'lerde özel sektöre açılan bir başka alan
çay üretimi oldu. Çayda kalite ve ihracatın artacağı
söylemleriyle 1984'te çayda devlet tekeli kaldırılarak
çay alımı, işleme ve satışı yerli ve yabancı sermayeye
açıldı. Özel sektöre yatırım yapması için önemli
teşvikler sağlandı.
Özelleştirmeyi izleyen 10 yıl içerisinde yüzde
65'i atölye ya da değirmen düzeyinde olmak üzere
özel sektörce 263 adet çay işleme tesisi kuruldu.
Kurulu kapasitenin yüzde 60'ı özel sektörün eline
geçti.
Ancak özel sektör gerek yaş çay alımında gerekse
işlemede kaliteye özen göstermedi. Satın aldığı
yaş çay bedelini yıllarca ödemeyerek üreticiyi
perişan etti. Düşük maliyetlerle ürettiği kalitesiz
çayı ancak ÇAYKUR'un paketlerini taklit ederek,
yüksek indirim oranlarıyla piyasaya sunabildi.
Günümüzde bu tesislerin ancak yarısı üretimini
sürdürebiliyor ve yerlerini hızla büyük sermaye
gruplarına bırakıyorlar. Lipton markasıyla piyasaya
güren çokuluslu gıda tekeli Unilever, yerli çayı
yabancı kökenli çaylarla harmanlayarak pazarlıyor.
Teekane firması Seylan çayını İzmir'deki Fabrikasında
işleyerek Sir Winston Tea markasıyla iç pazara
girmeye hazırlıyor. Bu yöntemi uygulayan şirketlerin
iç pazardaki payı yüzde 25-30'a ulaştı.
Çay tüketiminde ilk beşte
Yılda 150-160 bin tonluk çay tüketimiyle Türkiye,
dünyada en çok çay tüketilen ilk beş ülke arasında
yer alan dev bir çay pazarı. Bu nedenle yerli
ve yabancı sermaye grupları, sektördeki kamu kuruluşu
ÇAYKUR'u önlerinde en büyük engel olarak görüyorlar.
ÇAYKUR'a ait çay fabrikalarının 2001 yılından
itibaren özelleştireceği IMF ve Dünya Bankası'na
taahhüt edildi. ÇAYKUR'un özelleştirilmesiyle
Türkiye, başka ülkelerin çay pazarı haline gelecek,
piyasa daha kalitesiz çaylara terk edilecektir.
Kurumun uluslararası tekeller ya da yerli ortaklıkların
eline geçmesi durumunda ise, çayda önemli bir
pazar olan Türkiye'de yerli çay satılamaz hale
gelecek, Karadeniz'de çay tarımı ve sanayi tasfiye
edilecektir.
Tohumda özelleştirme
1980 öncesi tohumculuk devlet tekelindeydi ve
tohum fiyatları devletçe belirleniyordu. 1982
yılında tohumluk fiyatları serbest bırakıldı.
1984'te Dünya Bankası'yla yapılan ikraz anlaşması
uyarınca, bir yandan tohumluk ithalatının serbest
bırakılmasıyla bu alan tümüyle yerli ve yabancı
sermayeye açılırken, öte yandan konu ile görevli
kamu kuruluşu TİGEM'in işlevleri aşındırıldı ve
kurumun işlevleri çokuluslu tekeller temelinde
özel sektöre devredilmeye başlandı.
Günümüzde sayıları 120'yi bulan çeşitli boyuttaki
yerli ve yabancı sermayeli tohumculuk şirketi
Türkiye'de etkinliğini sürdürüyor. Sebze, patates,
hibrit ayçiçeği, ve hibrit mısır tohumluklarının
hemen hemen tümü bu şirketlerce karşılanıyor.
Çokuluslu tohum tekellerinin açık pazarı haline
getirilen Türkiye şimdi TİGEM'i tümüyle tasfiye
etmeye hazırlanıyor. TİGEM'e bağlı 20 işletmenin
özel sektörle ortak üretim yapmasını içeren proje
Ekim 2000'de yürürlüğe kondu. Buna göre TİGEM,
özel sektörle yüzde 15-50 arasında ortaklık payına
sahip olacağı anonim şirketler kuracak, işletmenin
tesis ve varlıkları en az 10 yıllığına bu şirkete
kiralanacak. Koç-Ata Grubu, Sabancı'nın tohumculuk
şirketi olan Sapeksa ve Bahçıvan Gıda bu uygulamada
geç bile kalındığını belirtiyorlar.
Daha özelleştirme duyurusu çıkmadan ABD, Almanya,
İsrail, Fransa ve Japonya'daki şirketler, bu konuda
görüşmeler yapmış, ABD'nin Ankara Büyükelçisi
ise TİGEM'lerle özel olarak ilgilenmişti.
4046 sayılı Özelleştirme Yasasına tabi olmayan
TİGEM, hile yoluna sapılarak ortaklık adı altında
özelleştirilmek istenmekte, TİGEM işletmelerini
yerli ve yabancı tarım-hayvancılık tekellerine
peşkeş çekmeye hazırlanan hükümet ise "bu
uygulamanın bir özelleştirme olmadığını, şirketleşme
ile TİGEM'e kaynak ve teknoloji transferi olacağı,
verimliliğin artacağını" ileri sürmektedir.
Bu arada TİGEM, 4 İşletme (Acıpayam, Dalaman,
Göle ve Kazova İşletmeleri) için teklifleri karlı
bularak Eylül 2001'de Yüksek Planlama Kurulu'nun
onayına sundu.
Gübreye serbestlik, TZDK'nin özelleştirilmesi
Bu süreçte işlevsizleştirilen kurumlardan birisi
de TZDK oldu. Tarımla ilgili her türlü makine,
araç ve gereçler ile diğer girdileri sağlamak
ve dağıtmak ile görevli kurum, 1975-86 döneminde
kimyasal gübre gereksiniminin yüzde 86'sını tek
başına sağlıyordu. Dünya Bankası'yla yapılan tarım
sektörü uyum kredisi çerçevesinde 1986 yılında
gübre sağlama ve dağıtımı serbest bırakıldı.
Aynı şekilde, bu kararın ardından kurumun işlevleri
aşındırılarak, kurumun pazar payı kısa sürede
yüzde 15'in altına, 1993'ten sonra da yok denecek
bir düzeye indirildi. Tekellerin ithalat ve üretimle
bu alana girmesiyle, bilinçli bir yatırım dışı
bırakma politikasına uğrayan kurum, giderek küçüldü
ve birçok bölümü tasfiye edildi.
TZDK'de Eylül 1998'de başlatılan özelleştirme
sürecinde, kurumun depo, lojman ve arsaları satıldı
ya da devredildi. Dünya Bankasıyla Mayıs 2000'de
yapılan ikraz anlaşmasında kurumun tüm varlıklarının
tasfiye edileceği taahhüdüne uyularak, traktör
ve tarım makineleri işletmesi Eylül 2000 sonunda
özelleştirildi.
Gübrede yüzde 35-40 İthalat
Bitkisel üretimde verimliliği etkileyen öğelerin
başında gelen kimyasal gübrede, Türkiye'de zaten
yetersiz olan üretimde son yıllarda artış yerine
azalışlar yaşanmaktadır. 1995-98 döneminde üretim
yıllık 3.8 milyon ton dolayında gerçekleşmiş,
tüketimin yüzde 35-45'i ithalatla karşılanmıştır.
Birim alana gübre tüketimi 85 kg/ha dolayında
olup, bu miktar Pakistan, Yunanistan ve Bangladeş'in
bile altındadır. Toplam 5.8 milyon ton olan kurulu
kapasitenin yüzde 42'si kamu, yüzde 58'i özel
sektör kuruluşlarına aittir. Buna koşut olarak
üretimde kamunun payı yüzde 37, özel sektörünki
ise yüzde 63 dolayındadır.
Sektörün en büyük kuruluşları üretimde yüzde 30'luk
paylarıyla bir kamu kuruluşu olan Türkiye Gübre
Sanayi A.Ş. (TÜGSAŞ) ve Tekfen Holding'in büyük
hissesine sahip olduğu Toros Gübre'dir. İthalatın
yarıya yakın bölümü Toros Gübre ya da Tekfen Holding'in
kontrolündeki şirketlerce yapılmaktadır.
Sektörde toplam üretimin yüzde 35-40'lık bölümünü
sağlayan kamu kuruluşları (TÜGSAŞ ve İGSAŞ), gübre
fiyatlarını düzenleyici bir rol oynamakta, böylece
gübre tekellerinin aralarında anlaşarak fiyat
karteli oluşturmalarını engellemektedir. Bu nedenle
de özel gübre tekelleri, bu kuruluşların sektörün
ayak bağı olduğunu ve özelleştirilmeleri gerektiğini
belirtmektedir.
Tarımda yapılandırma
1990'lı yıllarda "tarım yeniden yapılandırma"
adı altında sürdürülen özelleştirme saldırısı
TÜGSAŞ ve İGSAŞ'ı da hedef almış, bu kuruluşlar
Ağustos 1998'de özelleştirme programına alınmıştır.
Eylül 2000'de yapılan özelleştirme ihalesinde
İGSAŞ ile TÜGSAŞ'ın en büyük kuruluşu olan Gemlik
Gübre'ye yüksek teklifi Toros Gübre vermiştir.
Bu kuruluşların Toros Gübreye geçmesi halinde,
şirketin kurulu kapasitedeki payı yüzde 46'yı,
üretimdeki payı ise yüzde 50'yi aşıyordu. İthalatın
yarısına yakın bölümünü de Toros Gübre'nin yaptığı
göz önüne alındığında, söz konusu şirke gübre
piyasasını tek başına yönlendirilebilecek bir
güce ulaşıyordu.
Petrol-İş ve emek örgütlerinin başarısı
Gemlik Gübre ve İGSAŞ'ın özelleştirilmelerine
karşı başta Petrol-İş olmak üzere çeşitli emek
örgütlerinin gösterdiği tepkiler hedefini bulmuş,
oligopol piyasanın egemen olduğu bu sektörde özelleştirme
ihalelerinden birisi ÖİB, diğeri ise Rekabet Kurulu
tarafından -şimdilik- iptal edilmiştir.
Süt ürünlerinde özelleştirme
Hayvancılık sektörü ile doğrudan ilişkili üç KİT
(Süt Endüstrisi Kurumu -SEK, EBK, YEMSAN) Mayıs
1992'de özelleştirme kapsamına alındı. Pazar paylarının
düşük olmasına karşın bu KİT'ler hem müdahale
alımları ile fiyat oluşturma, hem de pazarda istikrarı
sağlama gibi işlevlere sahiptirler.
Örneğin SEK işletmelerinin başta Koç Grubu olmak
üzere tekelci sermayeye haraç mezat satışının
ardından pastörize süt fiyatları yüzde 150 artmıştır.
Özelleştirme öncesi süt ve süt ürünleri sanayiinde
kurulu kapasitenin yüzde 27.4'üne sahip olan SEK;
Pınar, Mis gibi özel sektör kuruluşları ile görece
rekabet edebiliyor ve özel sektörün bu alandaki
tekelleşmesini zayıflatıyordu.
SEK'e ait 32 işletme 1995 yılı içerisinde özelleştirildi.
Bu kapsamda 1.8 trilyona satılan SEK isim hakkı
ve İstanbul İşletmesinin yalnızca arazisine özelleştirmeden
yalnızca 18 ay sonra 18 trilyon lira teklif edildi.
Bu işletmenin yüzde 72 hissesi halen Koç Holding'in
(Fransız Sodial firması ile birlikte) elinde.
SEK'in 4 adet işletmesini Tekfen Grubuna bağlı
Mis Süt aldı. Mis Süt 1996'dan başlayarak dünyanın
en büyük gıda şirketi Nestlé'ye devredildi. Bu
işletmelerin tümünü "üç yıl süreyle çalıştıracakları"
taahhüdüne karşın "düşük kapasiteli oldukları"
gerekçesiyle kapatıldı.
Zaten satın alanların amacı bu fabrikaları işletmek
değil, kuruldukları arazilerde artmış olan toprak
rantını toplamak ve bu alandaki kamu üretimini
yok etmek idi. SEK işletmelerini alanlar arasında
Aytaç ve Tikveşli de bulunuyordu. Tikveşli halen
Sabancı-Danone ortaklığı olan Danonesa'ya ait.
Süt sektöründe 6 tekel
Süt ve süt ürünleri sektörü günümüzde altı büyük
tekel tarafından yönlendiriliyor. Bunlar; Pınar
Süt (Yaşar Holding), Mis Süt (Nestlé), SEK (Koç
Holding), Danonesa-Tikveşli (Sabancı Holding),
Ülker ve Sütaş'tır.
SEK işletmelerinin haraç mezat satılmasıyla, süt
fiyatları bu 5-6 firmadan oluşan kartel tarafından
belirlenir hale geldi. Üreticinin eline geçen
fiyat maliyeti bile karşılaşmazken, kartel sütü
çiftçiye ödediğinin 5.5-6 katı fiyatlarla tüketiciye
satmakta. Süt piyasasında milyonarca üretici ve
tüketicinin yazgısını artık bir avuç firmanın
oluşturduğu kartel belirliyor.
Et ve et mamulleri
1990'lı yılların başında et ve et mamulleri üretiminde
yüzde 16'lık bir pazar payına sahip olan EBK'nin
28 kombinasından 12'si 1995, 4'ü 2000 yılında
çok düşük -arsa bedellerinin bile altında kalan-
fiyatlarla özel sektöre devredildi. 1995'te özelleştirilen
12 EBK kombinasından 9'u ekonomi dışında kaldı.
Özelleştirme öncesi yılda 14 bin ton olan üretimleri
1.3 bin tona düştü. Özelleştirilen işletmelerin
borç ve yükümlülükleri EBK'ye kalırken, üzerinde
kurulduğu alanlar "rant beklentisi"
nedeniyle arsaya dönüştürüldü. Ankara Kombinasının
özelleştirme serüveni, EBK işletmelerinin nasıl
"spekülasyon aracı" olduğuna ilişkin
çok çarpıcı bir örnek oluşturuyor.
Ankara/Yenimahalle'de 100 dekar arsa üzerinde
kurulu EBK kombinası Gimat Kooperatifine satıldı.
Arsanın tapusu alındıktan sonra kooperatif dağıtılıp
anonim şirket kuruldu.
Şirket arsanın yarısını yıllığı 10.5 milyon dolardan
Koç Holding'e ait Migros'a kiraladı. Bugün kombina
arasında 100 işyerinden oluşan alışveriş merkezi
bulunuyor. Bunlardan 70'i Gimat tarafından yıllığı
15 milyon dolara kiralandı. Arsanın diğer yarısı
ise sağlık, spor ve eğlence merkezi kurulmak üzere
100 milyon dolara bir Alman şirketine devredildi.
7 simide bir metre kare arsa
KİGEM'in yaptığı araştırmaya göre, EBK'nin 1995
yılında özelleştirilen 11 kombinasının arazisi
üzerindeki bina, makine ve teçhizat vb. ile birlikte
m2'si yarım kg kuşbaşı fiyatına satılmıştır. Bu
kombinaların satış değerlerinden çalışanlarına
ödenen kıdem ve ihbar tazminatları düşüldüğünde,
arsaların m2'si 7 adet simit fiyatına satılmış
olmaktadır.
1990'ların başında 26 adet fabrikası ile karma
yem piyasasında yüzde 11.5 paya sahip olan YEMSAN,
1989 yılından sonra bilinçli olarak zarar ettirildi.
Önce kuruluşun ortak olduğu fabrikalardaki payları
özel sektöre devredildi, daha sonra da (Mayıs
1992'de) özelleştirme kapsamına alındı.
1993-95 yılları arasında YEMSAN'a bağlı tüm üretim
birimleri özelleştirildi ve devlet karma yem üretiminden
çekildi. Özelleştirilen 26 fabrikadan 6'sının
üretim faaliyeti satıldığı şirketler tarafından
durduruldu.
YEMSAN fabrikalarının özelleştirilmesinde de büyük
şirket ve holdingler paylarını aldılar. Bunlar
arasında Zeytinoğlu Holding, Yılmaz Trans A.Ş.,
Hüsnü Özbey Ltd. bulunuyordu.
Şeker, şeker pancarı, tatlandırıcılar...
Türkiye'de yıllık ortalama 2 milyon ton dolayında
olan şeker üretiminin yüzde 80'i bir kamu kuruluşu
olan TŞFAŞ, yüzde 20'si ise özel şeker fabrikalarınca
gerçekleştiriliyor. Toplam 29 şeker fabrikasından
26'sı TŞFAŞ'ye, 3'ü de özel sektöre ait.
Geçmiş yıllarda 1.9 milyon ton dolayında olan
kayıtlı şeker tüketimi, sınır ticareti ya da kaçak
yollardan şeker girişleri nedeniyle 1.7 milyon
tona değin düştü. Bunda, şeker yerine yapay tatlandırıcı
kullanımının artması da etkili oluyor.
Bir yandan pazar payı yüzde 10 dolayında olan
Cargill,İznik Gölü kıyısındaki kaçak fabrikasında
mısırdan tatlandırıcı üretimini sürdürürken, öte
yandan 1998 yılından itibaren şekerpancarı üretiminde
kota uygulanıyor.
2001 yılında şekerpancarı üretimi 1.2 milyon ton
şeker üretimine göre ayarlanacak. Yani 4-4.5 milyon
dekar arasında değişen ekim alanları yüzde 40
dolayında daraltılacak.
IMF'ye verilen 18 Aralık 2000 tarihli üçüncü ek
niyet mektubunda "TŞFAŞ'nin en az altı şeker
fabrikasının özelleştirilmelerinin 2001 sonuna
kadar tamamlanması amacıyla 20 Aralık 2000'e kadar
ÖİB portföyüne transfer edileceği" taahhüt
edildi.
Özelleştirme Yüksek Kurulu 20 Aralık 2000'de "TŞFAŞ'nin
özelleştirme kapsamına alınarak hazırlık işlemlerinin
6 ay içerisinde tamamlanması" yönünde karar
verdi.
3 milyon şeker pancarı üreticisi
20 Kasım 2001 tarihli ek niyet mektubunda TŞFAŞ
özelleştirme planının yasamaya ilişkin gecikmeler
nedeniyle 2001 yıl sonunun ötesine kalabileceği;
18 Ocak 2002 tarihli stand-by düzenlemesinde ise
söz konusu planın Mayıs 2002 sonuna kadar kabul
edileceği belirtildi.
Bu uygulama, aile bireyleriyle birlikte sayıları
3 milyonu aşan şekerpancarı ekicisini perişan
edecek, Türkiye'yi şeker sektöründe dışa bağımlı
duruma getirecektir.
Ormanlar orman dışı alanlara dönüşüyor
Özelleştirme adı altında yürütülen bu talan furyasından
devlet ormanları da payına düşeni aldı. Türkiye'de
ormanların, niteliğini yitirdiği gerekçesiyle
orman alanı dışına çıkarılmasıyla gerçekleştirilen
talan yıllardır süregeliyor.
Bu şekilde 19 bin kişi ve kuruluşa yaklaşık 9.6
milyon dekar devlet ormanı yasal düzenlemelerle
devredilmiştir. Bu alan genel orman alanlarının
yüzde 4.6'sını, verimli orman alanlarının ise
yüzde 11'ini oluşturmaktadır.
Kamu yararı adı altında bedelsiz olarak yapılan
orman tahsislerinden en çok yararlananlar ise
-doğal olarak- büyük holdingler olmuştur. Bu çevrelerce
oluşturulan vakıf üniversitelerine genellikle
1000 dekarın üstünde olmak üzere, rantı en yüksek
yörelerdeki devlet ormanları tahsis edilmiştir.
Bu çerçevede Koç Üniversitesine 1900 dekar, Sabancı
Üniversitesi'ne 930 dekar orman alanı verilmiştir.
Ayrıca SEKA İzmit Fidanlığından 1600 dekar arazinin
kuracakları otomotiv tesisi için Ford-Koç ortaklığına
bedelsiz olarak tahsisi, Türkiye'deki orman yağmasının
en çarpıcı örneklerinden birisidir.
Ormanlara el koyanlar ormanı koruma mücadelesi
de veriyor
Orman sanayii alanında kuruculuk ve işletmecilik
yapmak, gelişimine katkıda bulunmak amacıyla kurulan
ORÜS işletmeleri, arsa bedellerinin bile çok altındaki
fiyatlarla belirli kişilere peşkeş çekilmiştir.
Örneğin, kent içerisinde 210 dekar arazi üzerinde
kurulu bir ORÜS işletmesi -üç yıl öncesinin fiyatıyla-
21 milyar liraya satılmıştır.
Yalnızca 210 dekar arsanın bedeli Türkiye'nin
her yerinde bunun 10 katıdır. Satışından bir gün
sonra ihaleyi alan şirket tarafından 1.6 milyar
liraya sigorta ettirilen ORÜS Vezirköprü İşletmesi
364 milyar liraya satılmıştır. ORÜS'e ait işletmelerin
bir bölümü de holding ve büyük şirketlere (Artvin
İmalat San. AŞ., Çelikler San. AŞ., Yılmaz Trans
AŞ. gibi) satılmıştır. Bunlardan Düzce İşletmesinin
bahçesi satın alan firma tarafından TIR parkı
haline getirilmiştir.
Burjuvazi, her orman yangınında devletin ormanları
koruyamadığını, ormanların özelleştirilmesi gerektiği
söylemini yineliyor. Tekelci sermayenin en ileri
gelenleri (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Enka, Tekfen,
Altınyıldız, Karaca gibi) tarafından kurulan çevreci
bir örgütün (TEMA) yöneticileri de bunu destekliyor.
Daha çarpıcı olanı ise bu ülkenin Anayasasının
bile ormanların yağma edilmesine izin vermesi.
GAP bölgesinde uluslararası tekeller
Bugüne değin halkın kaynaklarından 14 milyar dolar
harcanan GAP Bölgesinde, sulanması planlanan alanın
yüzde 12'sinde sulu tarıma geçildi. Ancak GAP'ın
yaratacağı değerlerden bölgedeki yoksul köylü
ve tarım emekçilerinin yararlanabilme umutları
giderek boşa çıkıyor.
Çünkü GAP uluslararası tarım-gıda tekellerince
yağmalanıyor. Şimdiye dek 67 İsrail şirketi bölgede
toprak satın almış durumda. İsrail dışında ABD,
İngiltere, Fransa gibi bölgede çıkar ve egemenlik
peşinde koşan ülkeler de bölgenin ekonomik potansiyeli
ve stratejik konumundan yararlanmak için etkinliklerini
sürdürüyorlar. İznik Gölü kıyısında mısır işletme
tesisi kuran Cargill, GAP'ta mısır çiftliği oluşturuyor.
Bölgeye her geçen gün yabancılar kadar yerli sermayenin
de ilgisi artıyor. Sabancı Holding'e ait şirketlerden
Sapeksa Urfa'da satın aldığı çiftlikte bölgeye
uygun tohum üretecek.
Koç Holding, Ata Grubu ile Harran'da GAP'ın en
büyük besi çiftliğini kurdu, "sözleşmeli
çiftçi" modeliyle bölgedeki yoksul köylüleri
kendisine bağımlı hale getirerek daha kolay sömürecek.
Yaşar Holding'e bağlı şirketlerden Pınar, bölgede
soğuk hava deposu satın aldı. Tikveşli Urfa'da
damızlık süt sığırı işletmeciliği yapacak.
Ceylan Holding, Diyarbakır'da tekstil ve gıda
yatırımına hazırlanıyor. Alarko, bölgede 4 milyar
dolarlık tarımsal teknopark kurmayı düşünüyor.
Toprak Holding, Lice'de yağ fabrikası kurdu. İslami
sermaye de bunlardan geri kalmadı. Kombassan'ın
Urfa'da pamuklu dokuma fabrikasının ardından Yimpaş,
Diyarbakır'da otel, alışveriş merkezi ve hastaneden
oluşan bir kompleks yapmayı planlıyor. Bölgenin
feodallerinden Cevheri ailesi ise, Macar yatırımcılarla
tarım aletleri fabrikası kurmaya hazırlanıyor.
Yukarıda yapılan açıklamalar, tarımsal KİT'lerin
özelleştirilmesinden aslan payını Koç Holding'in
aldığını ortaya koyuyor. 1995'te Rami toptancılarına
satılan SEK isim hakkı ve İstanbul İşletmesinin
yüzde 72 hissesi bugün Koç'un elinde.
Ankaralı iş adamlarının aldığı EBK Ankara Kombinası'nın
arsasında günümüzde Koç Holding'e ait Migros yükseliyor.
Türk Traktör'deki yüzde 33.7 ve Tat Konserve'deki
yüzde 17.3'lük kamu payı yine Koç tarafından satın
alındı.
Sarıyer-Mavromoloz Ormanı'nda 1900 dekar arazi
üniversite, SEKA'ya ait İzmit Fidanlığı'ndan 1600
dekar arazi ise Ford-Koç ortaklığının kuracağı
otomotiv sanayi için yine Koç'a tahsis edildi.
Koç'un tarımdaki son yatırımı ise GAP'ta. Koç
Holding' in Ata Grubuyla Harran'da kurduğu besi
çiftliğinde uygulayacağı "sözleşmeli çiftçilik"
modeli, bölgenin üretim ilişkilerinde köklü (!)
bir değişime yol açacak. GAP'taki tarım emekçileri,
bundan böyle feodallerin değil Koç'un "marabası"
olacaklar.
|