"Fukuyama'nın tarihin sonunu
ilan eden o muazzam safsatası veya Huntigton'ın
medeniyetlerin çatışması teorisi, kültür tarihinin
keskin sınırlardan veya giriş, gelişme ve sonuç
aşamalarından menkul olduğunu varsaydıkları için
yanlıştır..."
Birkaç gün önce gazetelerde çıkan
küçük bir haber, Suudi Arabistan'dan Prens İbn
el Velid'in, Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde
bir Amerikan Araştırmaları Merkezi kurulması için
on milyon dolar bağışladığını bildiriyordu. Genç
milyarderin 11 Eylül saldırılarından hemen sonra
New York kentine, kendisinden hiçbir talep olmaksızın
on milyon dolar bağışladığı da hatırlanmalı. Bağışa
eşlik eden mektubunda Prens, bir yandan New York
kentine taziyelerini bildirirken, bir yandan da
ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik politikalarını yeniden
gözden geçirmesi gereğini gündeme getiriyordu.
Amerika'nın İsrail'e sorgusuz sualsiz, topyekûn
desteğini kastettiği açıktı, fakat nazikçe dile
getirdiği sorun, İslam'ı kötüleyen, en azından
ona karşı güvensizlik sergileyen genel Amerikan
siyasetini de kapsıyor gibi görünüyordu.
Dünyanın en büyük Yahudi nüfusunu
barındıran New York'un Belediye Başkanı Rudolph
Guiliani bağış çekini büyük bir öfkeyle, gerisingeri
Velid'e gönderdi. Bunu yaparken gösterdiği terbiyesizce
acelecilik ve aşırılığı, ve ırkçı horgörü demekten
kendimi alamayacağım tavrı, küçük düşürücü olmasının
yanı sıra kötücül bir hazzı da yansıtıyordu. New
York'a dair sabit bir imajın şahsi temsilcisi
rolüne soyunan Guiliani, böylelikle kentin cesaretini
kanıtlamış ve dış müdahaleye karşı ilke edindiği
direnişi sergilemişti. Ve elbette başkan ders
vermekten ziyade, tercihini çoğunlukla kitle halinde
belirleyen Yahudi seçmenlerin gönlünü hoş etmiş
oluyordu.
Guiliani'nin nobran tavrında şaşılacak
bir durum yoktu. Yıllar önce (Oslo Barış Anlaşmaları'nın
imzalanmasından hemen öncesine denk gelen 1995'te)
aynı Guiliani, BM'de bulunan herkesin davet edildiği
Filarmoni Salonu'ndaki bir konsere Yaser Arafat'ı
sokmayı reddetmişti. Çapsız Amerikan büyük şehir
politikacılarının kestiği ucuz roller düşünüldüğünde,
New York Belediye Başkanının genç Suudi'nin hediyesine
ne tepki göstereceğini tahmin etmek hiç de zor
değildi. Söz konusu para, korkunç bir saldırıyla
yara almış bir kentte insani amaçlarla kullanılsın
niyetiyle verilmiş ve büyük ölçüde işe yarayacak
dahi olsa, Amerikan siyasi sistemi ve onun başlıca
aktörleri için İsrail her şeyin önünde geliyor;
öyle ki, İsrail'in kendini işine vakfetmiş ve
aralıksız çalışan lobicilerinin aynı tavrı gösterip
göstermeyeceği şüpheli. Ne olursa olsun, Guiliani
parayı geri çevirmeseydi neler yaşanacağını kimse
bilmiyor, fakat durum gerektirdiğinde belediye
başkanının, kendinden geçmiş İsrail yanlısı lobi
aygıtından bile önce davranmış olduğu ortada.
Ünlü romancı ve denemeci Joan Didion, New York
Review of Books'taki son yazılarından birinde,
esasları ilkin F. D. Roosevelt tarafından belirlenen
Amerikan siyasetinin dayanak noktası haline gelmiş,
mantık sınırlarını zorlayacak kadar çelişkili
bir durumu sürdürdüğünden dem vuruyordu: Bir yandan
Suudi monarşisini, diğer yandan da İsrail devletini
desteklemek. "İsrail'e yönelik destek öyle
büyük ki, İsrail'in mevcut hükümetiyle ilişkilerimize
dokunur gibi algılanabilecek herhangi bir şeyi
tartışamaz hale geldik" diye yazıyordu Didion.
(s. 56, 16 Ocak 2003)
Prens Velid'in mektup eşliğinde
yaptığı bağışla, reddedilmesine dair iki hikâye
birbiriyle kusursuz bir uyum sergiliyor. Aynı
zamanda Arapların Amerika'ya bakışında hiçbir
değişiklik olmadığına dair nadide bir örnek de
teşkil ediyor. En az üç kuşaktır Arap liderleri,
siyasetçileri ve onların gittikçe artan sayıda
Amerikan tedrisatından geçirilmeyen danışmanları,
ülkeleri için, Amerika'nın ne olduğuna dair nereyse
tamamen uydurma ve hayal ürünü fikirlere dayalı
politikalar formüle etmiştir. Tutarlılıktan yana
nasibini almamış bu fikirler, aslında "Amerikalıların"
bütün o işleri nasıl yürüttüğünden ibarettir.
Yine de ayrıntılarına inildiğinde, ortaya geniş
ve elbette karmakarışık bir fikirler yelpazesi
çıkar. Bir yanda Amerika'yı bir Yahudi komplosu
olarak görenler vardır. Diğer yanda Amerika'nın
müşfik iyi duygular ve mazlumlara yapılan yardımlarla
dolu dipsiz bir kuyu olduğuna veya A'dan Z'ye
Beyaz Saray'da bir Olympia figürü misali oturan,
her şeye kadir bir beyaz adam tarafından yönetildiğine
dair teoriler de eksik değildir.
Yaser Arafat'ı iyi tanıma fırsatı
bulduğum şu son yirmi yılda, ona birçok defalar,
Amerika'nın her türden akımın, menfaatin, basıncın
ve tarihin, kendi içinde çatıştığı ve (örneğin)
Suriye gibi yönetilebilmekten uzak, karmaşık bir
toplum olduğunu anlatmaya çalıştığımı hatırlıyorum.
Arafat'a hep, Amerika'nın üzerinde kafa yorulması
gereken farklı bir iktidar ve otorite modeli olduğunu
anlatmaya çalıştım. Akademisyen ve politik aktivist
olan eski arkadaşım İkbal Ahmed'in (kendisi Amerikan
toplumu üzerine uzman düzeyinde bilgi sahibi biriydi,
ama asıl, sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş
hareketleri hakkında belki de dünyanın en iyi
teorisyeni ve tarihçisiydi) Arafat'la görüşmesini
sağladım. Filistinlilerin 1980'lerin sonunda ABD
ile yaptığı ön görüşmelerde kullanacağı daha parlak,
daha ayrıntılı bir model geliştirebilmesi için
başka uzmanları da devreye soktum. Ama hepsi boşa
gitti. Ahmed, Cezayir'deki FLN'nin, 1954-62 savaşı
sırasında Fransa ile ilişkileri ve Kuzey Vietnamlıların
1970'lerde Kissinger ile yürüttüğü pazarlıklar
üzerinde titiz bir çalışma yapmıştı.
Bütün o asilerin çatışma halinde
olduğu metropolitan toplumunun kılı kırk yaran,
ayrıntılı bilgisiyle, Filistinlilerin Amerika'ya
yönelik karikatür düzeyindeki (büyük ölçüde Time
dergisinin dedikodu misali, gelişigüzel okunmasına
dayalı) bilgileri arasındaki karşıtlık çarpıcıydı.
Arafat'ın tek takıntısı, Beyaz Saray'a gitmek
ve beyaz adamların en beyazı olan Bill Clinton'la
konuşmaktı: Ona göre bunun, Mısır'ın Mübarek'i
veya Suriye'nin Hafız Esad'ı ile görüşmekten hiçbir
farkı yoktu. Bu arada Clinton, Amerikan siyasetinin
en mükemmel yaratığı olduğunu kanıtladı, cazibesi
ve sistemi manipüle etme yeteneğiyle Filistinlileri
tamamen ezdi ve kafalarını karıştırdı, ama Arafat
ve adamları için daha da kötü bir durum vardı:
Amerika'ya dair basitleştirilmiş bakışları heykel
gibi yerli yerinde kaldı, bugün de hâlâ öyle.
Her şeye hâkim, tek bir süpergücün olduğu bir
dünyada direnmek veya siyaset oyununun nasıl oynanacağını
bilmek, son yarım asırdır olduğu gibi, bugün de
Filistinliler için bir muammadan ibaret. İnsanların
çoğu, hayal kırıklığına uğramış aşıklar gibi ellerini
umutsuzlukla geri çekiyor: Amerika'dan umut yok,
bir daha asla oraya gitmek istemiyorum, diyorlar
sık sık, ama bu arada yeşil kartlar, yerleşim
izinlerinin peşinden koşmalar, çocukları Amerikan
üniversitelerine sokma çabaları da gözden kaçmıyor.
Hikâyenin daha umut verici olan
tarafı, Prens Velid'in, üzerinde sadece tahmin
yürütebileceğim son Kahire Üniversitesi bağışı
gibi görünüyor. Ama bir şeyi iyi biliyorum: Arap
dünyasının dört bir köşesine yayılmış üniversitelerde
Amerikan edebiyatı ve siyaseti üzerine verilen
birkaç kurs ve seminer dışında, Amerikan halkının,
toplumunun ve tarihinin sistematik ve bilimsel
analizi üzerinde çalışan tek bir akademik merkez
kurulmadı bugüne kadar. Kahire ve Beyrut'taki
Amerikan Üniversiteleri gibi Amerikan kurumlarında
bile olmadı bu. Söz konusu eksiklik, Üçüncü Dünya'nın
tamamı ve hattâ bazı Avrupa ülkeleri için de geçerli
olabilir. İşaret etmek istediğim husus şu: Sınır
tanımayan büyük bir gücün pençesinde tuttuğu bir
dünyada yaşamak için, onun anafor halindeki dinamikleri
hakkında mümkün olduğunca fazla şey bilmek, hayati
bir gerekliliktir. Ve bunun aynı zamanda dilin
kusursuz işleyen hâkimiyetine karşı çıkmayı da
içerdiğine inanıyorum, ki pek az Arap lideri bunu
dert edinmektedir. Evet, Amerika McDonald'sın,
Hollywood'un, blue jean'lerin, Coca-Cola'nın,
CNN'in ülkesi. Bütün bunlar küreselleşme ve çokuluslu
şirketler sayesinde ihraç edilen ve her yerde
bulunabilen, dünyanın kolay, rahat tüketime duyduğu
iştahın göstergesi olan ürünler. Fakat bunların
hangi kaynaktan geldiğinin bilincinde olmak ve
nihai anlamda ne tarz kültürel ve sosyal süreçlerden
türediklerini yorumlayabilmek zorundayız; bilhassa
Amerika hakkında fazla basit veya indirgemeci
ve statik düşünmenin tehlikeleri bu denli ayan
beyan ortadayken.
Dünya Hegemonyası
Ben bu satırları yazarken, dünyanın
büyük bölümü, Irak'a karşı hiç istenmeyen bir
savaşa hazırlanan Amerika tarafından, savaşa acil
onay vermesi için sıkıştırılıyor (İtalya ve İspanya
gibi bazı ülkeler de, Amerika ile tamamen oportünistçe
bir ittifak için kolları sıvıyor). Fakat, bütünüyle
sıradan insanların başlattığı ve hâlâ süren küresel
gösteriler ve protestolara katılanlar için savaş,
gemlenemeyen uğursuz egemenin açgözlü saldırısından
başka bir şey değil. Sokaklarda ve yerel yayınlarda
sesini yükselten birçok Amerikalının yanı sıra
Avrupa, Asya, Afrika ve Latin Amerikalıların gösterdiği
gibi, nihayet ABD'nin (veya daha doğru bir deyişle,
onu halihazırda yöneten bir avuç Yahudi-Hıristiyan
beyaz adamın) niyetinin, dünya hegemonyası olduğu
gerçeğine yönelik bir uyanış yaşanıyor. Öyleyse
ne yapmalı?
İlerleyen satırlarda, bugünün Amerika'sının
sunduğu olağanüstü panoramaya dair hızlı bir özet
çıkarmaya çalışacağım; bunu yaparken, Amerikalı
olduğum ve bu ülkede yıllar yılı rahatça yaşadığım
unutulmamalı. Ama Filistinli kökenim sayesinde,
hâlâ bir yabancının kıyaslayıcı bakışını da sürdürüyorum.
Yani hem içeriden hem de dışarıdan bakılarak yazılmış
bir özet olacak bu. Amacım, özellikle Arap ve
Müslüman dünyada genellikle algılandığı anıtsallıkla
hiçbir ilgisi olmayan bir ülkeyi anlama, ona nüfuz
etme ve -deyim mazur görülürse- direnme yollarını
ortaya koymaktan ibaret. Amerika'ya bakıldığında
ne görülmeli?
Her imparatorluk kendinin tümüyle
biricik olduğunu ve kendinden öncekilerin aşırıya
kaçan ihtiraslarını tekrarlamamaya kararlı olduğunu
ileri sürse de, Amerika ile geçmişin klasik imparatorlukları
arasındaki fark şu: Bugünün imparatorluğu, neredeyse
keşişçe bir fedakârlık ve iyi niyetli bir masumiyet
içinde olduğu iddiasını, hayret verici bir doğruculukla
ileri sürüyor. Bu tehlikeli yanılsamanın, daha
da tehlikeli etkisi, eskinin solcu veya liberal
aydınları üzerinde kendisini gösteriyor. Amerika'nın
ülke dışındaki savaşlarına tarihsel olarak muhalefet
etmiş aydınlardan menkul yeni bir tabur, bugün
artık, ateşli vatanseverlik nutuklarından sinsi
bir kötücüllüğe kadar çeşitli yöntemleri kullanan
(ve adeta yalnız aziz figürünü anımsatan) erdemli
imparatorluğun davasını gütmeye hazır. 11 Eylül
olayları bu çark edişte rol oynadı, fakat şaşırtıcı
olan, ne kadar korkunç olsa da, İkiz Kuleler-Pentagon
bombalamalarına sanki meçhul bir yerden çıkıp
gelmiş muamelesi yapılması. Okyanusun diğer ucunda,
Amerikan müdahalesi ve dört taraftaki Amerikan
varlığının çılgına çevirdiği bir başka dünya yokmuş
gibi davranılması. Bu, her anlamda nefret edilesi
olan İslami terörizmi temize çıkarmaz elbette.
Fakat Amerika'nın Afganistan'a ve şimdi de Irak'a
verdiği tepki dürüstçe analiz edildiğinde, tarihin
ve insaflı güç kullanımının bütünüyle bir kenara
bırakıldığı kolayca görülebilir.
Ne var ki, liberal şahinlerin özellikle
görmezden geldiği şey, (sarhoşluk ve kendinden
başka doğru tanımama konusunda İslami aşırıcılıktan
pek farkı olmayan) Hıristiyan sağı ve onun bugün
Amerika'daki yaygın ve su götürmez etkinliğidir.
Bu zihniyetin taşıdığı özellikler, büyük oranda
Eski Ahit kaynaklarından türüyor ve yakın müttefiki
İsrail'inkilerle büyük benzerlik gösteriyor. İsrail'in,
etkili neo-muhafazakâr Amerikalı destekçileriyle,
Hıristiyan aşırılıkçılar arasındaki tuhaf ittifak,
ikincisinin Siyonizmi, Mesih'in İkinci Gelişinin
yolunu hazırlamak için bütün Yahudileri Kutsal
Topraklara toplamanın bir yolu olarak desteklemesidir;
bu noktada Yahudiler ya Hıristiyanlığa dönmek
veya yok olmak durumunda. Kanlı ve azgın antisemitik
teleolojilere nadiren atıfta bulunuluyor, İsrail
yanlısı Yahudi sıra neferleri ise bunları ağzına
bile almıyor.
Amerika dünyanın alenen en dinsel
ülkesidir. Tanrı'ya yönelik referanslar, bozuk
paralardan binalara kadar ulusal hayata ortak
deyimler minvalinde nüfuz eder: Tanrı'ya çok şükür,
Tanrı'nın ülkesi, Tanrı Amerika'yı korusun ve
bu böyle gider. George Bush'un iktidarı, 60-70
milyon köktenci Hıristiyan üzerinde yükseliyor.
Onlar, aynı Bush gibi, İsa'yı gördüklerine ve
Tanrı'nın ülkesinde Tanrı adına çalışmak için
bulunduklarına inanıyorlar. Bazı sosyologlar ve
gazeteciler (Francis Fukuyama ve David Brooks
da dahil), nüfusun yüzde 20'sinin o evden o eve
durmaksızın sürüklendiği Amerika'nın çağdaş dininin,
birlik beraberliğe duyulan arzuyla ve uzun vadeli
bir istikrar duygusuyla şekillendiğini savunmuşlardı.
Fakat bu arzuya dair göstergeler ancak bir noktaya
kadar doğru; daha önemli olan ise, kahince aydınlanma,
bazen kıyametimsi bir hal alan bir misyon duygusuna
yönelik sarsılmaz inanç ve küçük ölçekli olgulara
ve sorunlara karşı pervasızca bir kayıtsızlıkla
biçimlenen dindir. Ülkenin, karmaşa içindeki dünyadan
devasa coğrafi uzaklığı da bir başka faktör. Kıta
komşuları Kanada ve Meksika ise, Amerika'nın şevkini
kıracak güçten yoksun.
Bütün bu etkenler, Amerikan doğruluğu,
iyiliği, özgürlüğü, ekonomik başarısı, toplumsal
ileriliğine dair bir fikrin etrafını kuşatırlar.
Bu fikir, günlük hayatın dokusuna öyle ideolojik
şekilde dokunmuştur ki, artık ideolojik bile görülmez,
adeta bir tabiat yasası gibi kabul edilir. Amerika=iyidir=ona
tam sadakat ve sevgi gösterilir. Benzer şekilde,
ülkenin Kurucu Ataları'na ve Anayasası'na (etkileyici
bir metin olduğu doğrudur, ama ne yazık ki nihayetinde
bir insan eseridir) yönelik kayıtsız şartsız bir
yüceltme de söz konusudur. Eski Amerika, Amerika'nın
biricikliği ve sahiciliğinin dayanak noktasıdır.
Bildiğim hiçbir ülkede, dalgalanan bir bayrağın
bu kadar merkezi bir ikonografik rolü olduğuna
tanık olmadım. Onu her yerde görebilirsiniz, taksilerde,
erkeklerin ceket yakalarında, evlerin cephelerinde,
pencerelerinde ve damlarında... Bayrak, kahramanca
bir dayanıklılığa ve beş para etmez düşmanlarla
savaşıldığına dair bir kuşatılmışlık duygusunu
işaret ederek, ulusal imajın asıl vücut bulduğu
sembol haline gelir. Vatanseverlik hâlâ en başta
gelen Amerikan erdemidir; ABD'nin sadece içeride
değil, bütün dünyada en doğruyu yaptığına ve doğru
tarafta olduğuna dair adeta dinsel bir bağlılık
söz konusudur. Vatanseverlik, tüketim harcamalarında
da kendini gösterir; 11 Eylül saldırılarından
sonra Amerikalılara, şeytani teröristleri hiç
dikkate almaksızın, bol miktarda alışveriş yapmaları
emredilmiştir. Bush ve onun Rumsfeld, Powell,
Rice ve Ashcroft gibi elemanları, bütün olan bitenlerden,
orduyu 7 bin mil uzakta, cümle aleme söylendiği
şekliyle, Saddam'ı "ele geçirmek için"
verilecek bir savaşa seferber etmek için yararlanmıştır.
Bütün bunların altında kapitalizmin çarkı işlemektedir
ve kapitalizm bugün radikal ve (bence) istikrarsızlaştırıcı
bir değişimin peşine düşmüştür. İktisatçı Julie
Schor, otuz yıl öncesine göre Amerikalıların çalışma
saatlerinin epey arttığını, bunun karşılığında
aldıkları ücretlerin azaldığını ortaya koymuştu.
Fakat ortada hâlâ, serbest piyasanın sunduğu fırsatlar
diye anılan dogmalara karşı ciddi, sistematik
bir siyasi meydan okuma yoktur. İş dünyasıyla
federal hükümet arasında kurulmuş ve Amerikalıların
çoğuna hâlâ dişe dokunur bir genel sağlık güvencesi
ve işe yarar bir eğitim sağlayamayan ittifakın
değişmek zorunda olup olmadığı sorusu, sanki kimsenin
umurunda değildir. Borsa haberleri, sistemin tekrar
gözden geçirilmesinden daha önemli sayılmaktadır.
Bu, Amerika'nın üzerinde yükseldiği
uzlaşmaya dair kabataslak bir özet. İşte aslında
politikacıların sömürdüğü, durmaksızın sloganlar
ve fikir kırıntıları halinde basitleştirmeye çalıştıkları
uzlaşma bu. Fakat dikkatli bakıldığında, bu çarpıcı
derecede karmaşık toplumda, söz konusu uzlaşmanın
yanında yöresinde birçok karşı akımın ve alternatifin
nasıl her daim hareket halinde olduğu da görülebilir.
Bush küçümsemeye ve bilmiyormuş numarası yapmaya
çalışsa da savaşa karşı artan direnç, madalyonun
diğer yüzündeki gayri resmi Amerika'dan türüyor.
Bu Amerika, yaygın medya (New York Times gibi
tasdikli gazeteler, belli başlı haber ağları,
büyük ölçüde kitap ve dergi endüstrileri) tarafından
sürekli örtbas edilip görmezden geliniyor. Televizyondaki
haberlerle yönetimin savaşa koşaradım gidişi arasındaki
skandal boyutundaki suç ortaklığı, hiç bu denli
utanç verici olmamıştı: CNN'i veya büyük haber
kanallarından herhangi birini izleyen ortalama
biri bile, size Saddam'ın kötülüklerini ve "bizim"
onu çok geç olmadan nasıl durdurmamız gerektiğini
anlatıyor. Ve bu durum yeterince berbat değilmiş
gibi, radyo istasyonları, eski ordu mensupları,
terörizm uzmanları ve, Ortadoğu'da kullanılan
tek bir dili bilmeyen, belki bu bölgeyi hayatında
hiç görmemiş Ortadoğu yorumcularıyla dolup taşıyor.
Hiçbir konuda uzman olamayacak kadar eğitimsiz
olan bu insanların hepsi, ezberlenmiş bir jargonla,
bir yandan pencerelerimizi ve arabalarımızı yaklaşan
zehirli gaz saldırısına hazırlamamız, diğer yandan
Irak'la ilgili acilen bir şeyler "yapmamız"
gerektiğinden dem vuruyor.
Yönlendirilen ve kurgulanan bir
durum olduğundan dolayı söz konusu uzlaşma, değişmez
ve sonsuz bir 'şimdi' mefhumu üzerinden işliyor.
Onun için tarih tiksinti kaynağı, kabul edilen
kamusal diskur dahilinde, "tarih" sözcüğünün
kendisi bile hiçlikle veya sıfırla eş anlamlı.
Aynı o aşağılayıcı, tipik şekilde hafifseyici
Amerikan vecizesinde olduğu gibi: "Tarih
sensin." Amerikalılar gibi bizim de Amerika
hakkında, eleştirmeksizin, sadakatle, tarihselliği
umursamadan bildiğimizi sandığımız, işte bu tarihtir;
dünyanın, "yaşlı" ve genellikle yaya
kalmış gerisi için geçerli olmayan bir tarih bu.
Tam bu noktada şaşırtıcı bir zıt kutupluluk söz
konusu. Popüler kanıya bakılırsa, Amerika tarihin
üzerinde veya ilerisinde yer alıyor. Diğer taraftansa,
küçük bölgesel meselelerden, dünya imparatorlarının
uzandığı uç tasarılara dek, tarihin her çeşidine
karşı şaşırtıcı bir genel ilgi var. Birçok kült,
bu titizlikle dengelenmiş zıtlıklardan doğuyor;
yabancı düşmanı vatanseverlikten, öte dünyadan
verilen mesajlara ve reenkarnasyona kadar uzanan
bir yelpaze bu.
Tarihe dair daha dünyevi bir başka
örneği burada anmakta yarar var. On yıl kadar
önce, okullarda ne tür bir tarih eğitimi verilmesi
gerektiğine dair kamuoyu önünde büyük bir entelektüel
tartışma yapıldı. Haftalarca süren bu tartışmada
açıkça ortaya çıkan şuydu: Amerikan tarihinin
genç zihinler için, bütünüyle pozitif rezonanslar
taşıyan, kahramanlıklarla dolu bir ulusal anlatı
olması gerektiği fikrini savunanlar, tarihin ille
de gerçeği yansıtmak zorunda olmadığını düşünmüyorlardı.
Onlara göre tarih esasen, öğrencileri, Amerika'nın
kendisiyle ve dünyanın geri kalanıyla ilişkilerinde
bir dizi temel temayı mutlak kabul etmeye hazır,
uysal vatandaşlar haline getirecek temsillerin
ideolojik doğrulanmasından ibaretti. Bu zaruret
fikri, postmodernizm ve parçaların tarihi (yani
azınlıklar, kadınlar, kölelik vs.) kavramlarının
unsurlarını bünyesinden atıyordu, fakat ilginç
olan o ki, bu denli gülünç standartların dayatılması
söz konusu olduğunda sonuç tam bir başarısızlık
oldu. Linda Symcox durumu şöyle özetliyordu: "Kültürel
eğitime (neo-muhafazakâr) yaklaşımın, öğrencilere
nispeten çatışmadan arındırılmış, uzlaşmacı bir
tarih fikrini aşılamak yönünde incelikle perdelenmiş
bir girişim olduğu söylenecektir ve buna ben de
katılıyorum. Fakat proje tümüyle farklı bir yöne
sapılması sonucunu doğurdu. K-12 öğretmenleriyle
Standartları yazan sosyal tarihçilerin ve dünya
tarihçilerinin elinde o Standartlar, hükümetin
karşı koymaya çalıştığı çok kültürlü bakışın aracına
dönüştü. Neticede, uzlaşma tarihi veya kültürel
yeniden üretim, karşısında, sosyal adaletin ve
iktidar paylaşımının daha karmaşık bir geçmiş
anlatımını gerektirdiğini düşünen tarihçileri
buldu" (3)
Anlatı Motifleri
Yaygın medyanın iplerini eline
tutmak için yapmadığını bırakmadığı kamusal alanda,
onca çeşitlilik ve farklılık görünümüne rağmen,
tartışmayı yapılandıran, paketleyen ve denetleyen
bir dizi anlatı motifi (narrathemes) varlığını
sürdürüyor. Bunlardan sadece, bugüne müthiş denk
düşmesiyle bana oldukça çarpıcı gelen küçük bir
kısmını ele alacağım. En önce söz edilmesi gereken
elbette, şu kolektif "biz" durumu; yani
başkanımız, BM'deki dışişleri bakanımız, çöldeki
silahlı kuvvetlerimiz ve menfaatlerimiz tarafından
sorgusuz sualsiz temsil edilen bir ulusal kimlik.
Ve o menfaatlerimiz ki, her daim kendini savunmakla
ilgili, gizli niyetler içermiyor ve geleneklerine
bağlı bir kadının masum, saf, günahsız olduğu
sanısını andıran bir mutlak masumiyet gibi görülüyor.
Bir diğer anlatı motifi ise, tarihsel bağlantıların
yokluğu ve gayri meşru "ilişkilerin"
reddinden oluşuyor. Sözgelimi ABD'nin vaktiyle
Saddam Hüseyin ve Usame bin Ladin'i silahlandırıp
teşvik ettiği gerçeği hesaba katılmıyor, veya
Vietnam (adını anmak bile yeter aslında) ve onun
eşi görülmemiş biçimde yıkıma uğramasının ülke
için "kötü" olduğundan, veya Jimmy Carter'ın
bir zamanlar dile getirdiği o unutulmaz yorumuyla,
Vietnam savaşının bir "karşılıklı" kendi
kendini yıkma biçimi olduğundan dem vuruluyor.
Veya daha da şaşırtıcı olanı, hâlâ süregiden ve
hattâ kurumlaşmış iki çok önemli ve Amerika'nın
ayrılmaz parçası konumundaki deneyimin görmezden
gelinmesi: Afro-Amerikan halkın köle olarak çalıştırılması
ve yerli Amerikan nüfusunun topraklarına el konulup
kısmen yok edilmesi. Bunlar hâlâ ulusal uzlaşmada
ciddi bir biçimde yerini almış, tanınmış değil.
(Washington DC'de büyük bir Yahudi Soykırımı müzesi
var, ama ne bu kentte ne de ülkenin herhangi bir
yerinde siyah köleler veya Amerikan yerlileri
adına kurulmuş herhangi bir anıt bulabilirsiniz.)
Üçüncü bir anlatı motifi de, politikalarımıza
muhalefet edenlerin, "bizim" demokrasimizi,
özgürlüğümüzü, zenginliğimizi ve büyüklüğümüzü
kıskandıkları veya açık ve ortalama bir düşmanlık
besledikleri için Amerikan karşıtlığına sarıldıkları
şeklindeki sorgulanmayan inançtır. Bunun son örneği,
Fransa'nın, ABD'nin Irak'la savaşına gösterdiği
direncin yarattığı saplantılı ruh durumu. Bu bağlamda
Avrupalılara mütemadiyen Amerika'nın son yüzyılda
kendilerini nasıl iki defa kurtardığı hatırlatılır,
gerçek savaşın tümünü Amerikan askerleri verirken,
çoğu Avrupalının öylece yerinde oturup olan biteni
izlediği ima edilir. Ve iş, ABD'nin son elli yıldır
olağanüstü karışıklıklara yol açtığı Ortadoğu
veya Latin Amerika gibi bölgelere gelip dayandığında,
bu kez dürüst arabuluculukta, tarafsız hakemlikte,
tamamen iyilik için çalışan iyi niyetli uluslararası
güç olmakta rakip tanımayan bir Amerika anlatısı
ortaya çıkar; bütün bunların sonucunda elimizde,
iktidarla ya da mali kazançlarla ya da kaynakların
gaspıyla ya da etnik lobicilikle ya da (İran ve
Sili örneklerinde olduğu gibi) zorla ve/veya el
altından rejim değiştirmelerle pek az ilgisi olan
bir fikir kırıntısı kalır; arada bir bunları hatırlatma
çabalarını saymazsak, her tür dış etkiye kapalı
bir düşünce biçimidir bu. Bu tarz bir realizmi
en iyi yansıtan örnekler, düşünce kuruluşlarının
ve hükümetin, yumuşak iktidar, projeksiyon ve
Amerikan vizyonu gibi, nefret verici ölçüde yontulmuş
deyimlerinde bulunabilir. Saron yönetiminin Filistinli
sivillere karşı giriştiği saldırılara arka çıkılması
veya Irak'a yönelik yaptırımların neden olduğu
korkunç sivil kayıpları ya da sıradan vatandaşlarını
dudak uçurtacak boyutta insanlıkdışı yöntemlerle
cezalandırması konusunda Türk ve Kolombiya rejimlerine
destek verilmesi gibi, Amerika'nın doğrudan sorumlu
olduğu vahşet veya baskı politikalarından söz
edilmez, hatta bunlar ima bile edilmez. Ciddi
"siyaset" tartışmalarında bütün bu meseleler
yasak bölge kapsamındadır.
Son olarak, resmi otorite sahibi
şahsiyetlerin (mesela Henry Kissinger, David Rockefeller,
yanı sıra bugünkü yönetimin bütün üyeleri) temsil
ettiği tartışmasız ahlaki erdemlere dair anlatı
motifi, bir gıdım vicdan azabı duyulmaksızın tekrar
tekrar ısıtılır. Sözgelimi Nixon döneminin ceza
almış iki suçlusunun (Elliott Abrams ve John Poindexter)
son dönemde önemli yönetim kademelerine atanmış
olması dikkat çekmez, herhangi bir itirazla karşılaşmaz.
Geçmişin veya bugünün otoritesine, suçsuz ya da
suçlu olduğuna bakılmaksızın gösterilen körce
bağlılık, çok değişik biçimlerde kendisini gösterir.
Yorumcular ve köşe yazarlarınca kullanılan dil,
saygılı, hatta arsız ifade biçimlerinden ibarettir.
Bu dil, otorite figüründe, parlak görünümünden
başka (örneğin armalı siyah kazak, beyaz gömlek
ve kırmızı kravat) bir şeyi algılamaya yönelik
mutlak bir gönülsüzlük üzerine kuruludur. Otorite
figürünün geçmişinde ciddi bir vebal olmasından
en ufak şekilde kaygı duyulmaz. Bütün bunları
hesaba katınca, Amerika'nın gerçeklikle ilişki
kurmasında felsefi bir sistem olarak pragmatizme
inancının, anti-metafizik, anti-tarihsel ve, garip
şekilde, anti-felsefi olduğuna inanıyorum. Her
şeyi küçük cümlelere ve dilsel bağlama indirgeyen
türden postmodern bir anti-nominalizm buna eşlik
ediyor ve bu, Amerikan üniversitelerinde analitik
felsefenin yanı başında varlığını sürdüren oldukça
etkin bir düşünme tarzı. Kendi üniversitemde,
sözgelimi Hegel ve Heidegger gibi şahsiyetlerin
felsefe bölümünde öğretildiğine nadiren tanık
olursunuz; onlar edebiyat veya sanat tarihi bölümlerinin
konusudur.
Amerika'nın yeni örgütlenen (özellikle
Arap ve İslam ülkelerine yönelik) enformasyon
çabası, işte bu şaşırtıcı ölçüde dayanıklı büyük
hikayelerin bir şekilde yayılması amacına dayanıyor.
Bu süreçte açıkça gözlerden gizlenen şey, bir
kenarda akan veya bu bir avuç büyük anlatının
tam kalbinde yer alan hayret verici ölçüde direngen
muhalif geleneklerdir -Amerika'nın, geniş kesimler
tarafından bilinmesi engellenen gayrı resmi karşı-tarihidir
bu. Ne yazık ki bu muhalif cephe, yabancı yorumcuların
da pek az dikkatini çekiyor. Bünyesinde ileri
ve geri unsurlar barındıran bu kümeler, normalde
fark edilemeyen büyük anlatılar arasında görünür
bağlantılar kuruyor; dikkatli bir gözlemci bu
bağlantıları yakalayabilir. Sözgelimi, Bush'un
Irak'a karşı girişmek istediği savaşa karşı heyecan
verici ve güçlü direnişin bileşenlerine iyi bakıldığında,
çok farklı, oldukça hareketli bir Amerika resmi
ortaya çıkıyor; uluslararası işbirliğine, diyaloğa
ve olumlu adımlar atılmasına çok daha yakın duran
bir Amerika. Savaşa, kan dökülmesi ve yıkım gibi
insani nedenlerin yanı sıra zaten kötü durumdaki
ekonomi üzerinde yapacağı vahim etkiler temelinde
karşı çıkan hatırı sayılır miktarda insanı bir
kenara bırakacağım. Amerika'nın, kalleş yabancılar,
Birleşmiş Milletler ve Tanrıtanımaz komünistler
tarafından karalandığına inanan Sağcıların yalpalayan
fikirlerini de tartışmayacağım. Buna ek olarak,
Sağ ve Sol'un tuhaf bir bileşimini oluşturan özgürlükçü
ve izolasyonist cepheden de daha fazla söz etmenin
gereği yok. Ele almayı gerekli görmediğim kategorilere,
Amerikan dış politikasına, neredeyse her yönüyle
(özellikle de ekonomik küreselleşme anlamında)
derin şüpheyle yaklaşan, idealist saiklerle yola
çıkmış çok sayıda üniversite öğrencisini de katacağım:
Bu ilkeli ve bazen kısmen anarşist topluluk, Amerika'da
üniversite ve yüksek okul kampuslarını, geçmişte
Vietnam savaşı, Güney Afrika'daki ırk ayrımcılığı
ve ülke içindeki sivil hak mücadelesi gibi konularda
canlı tutmuştur.
Bilinç ve tecrübe birikimine sahip
bir dizi muhalif hareketi burada hızla ele almak
zorundayım. İki parti aygıtının hâkimiyetinin
çok güçlü olduğu ve örgütlü parlamenter bir solun
veya sosyalist bir hareketin esasen hiç sahneye
çıkmadığı 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika'sında,
bu hareketler genellikle, Avrupa ve Afro-Asyalı
anlamında, sola yakın duruyor. Bugün Demokrat
Parti, kısa süre içinde kurtulamayacağı bir enkazın
altında. Afrikalı-Amerikalı toplumun, bozulmamış
ve hâlâ namuslu radikal kanadı için yeni bir başlangıç
imkan dahilinde; bunlar, polis baskısına, iş ayrımcılığına,
barınma ve eğitim imkansızlıklarına karşı mücadele
eden, önderliğini Rahip Al Sharpton, Cornel West,
Muhammed Ali, (gözden düşse de) Jesse Jackson
gibi efsanevi ve karizmatik şahsiyetlerin yanı
sıra, kendilerini Martin Luther King Jr. geleneğinin
devamcısı sayan birçok başka isimlerin yaptığı
şehirli topluluklar. Latinlerin, Yerli Amerikalıların
ve Müslümanların oluşturduğu, çok sayıda eylemci
etnik kolektifler bu hareketle birleşiyor; bunlardan
bazıları elbette egemen sistem içine sızmak konusunda
enerji sarf ediyor, yerel ve ulusal yönetimlerde
siyasi güç kazanmaya çalışıyor, prestijli televizyon
programlarında boy gösteriyor ve vakıfların, üniversitelerin
ve şirketlerin yönetim kurullarında yer alıyor.
Fakat bu grupların önemli kısmını harekete geçiren
asıl etken hâlâ adaletsizliğe ve ayrımcılığa yönelik
tepki; beyazların ve orta sınıf mensuplarının
tekelinde görünen Amerikan rüyasında kendilerine
yer verilmediğini düşünüyorlar. Sözgelimi Sharpton
veya Ralph Nader gibi kişilerde ve Nader'in onu
protestolarda takip eden, ancak Yeşil Parti'yle
hâlâ didişen yandaşlarında ilginç olan taraf şu:
Göz önünde ve belli bir dereceye kadar benimsenmiş
olmalarına rağmen, esas olarak sistemin kıyısında
duran, fazlasıyla uzlaşmaz ve toplumun sunduğu
genelgeçer ödüllere pek rağbet etmeyen dışlanmışlar
olarak kalmayı sürdürüyorlar.
Kadın hareketinin, kürtaj hakları,
kötü muamele ve taciz gibi konuların yanı sıra
iş koşullarında eşitlik temelinde faaliyeti olan
büyük bir kanadı da, Amerikan toplumundaki muhalif
akımın önemli değerlerinden biri. Benzer şekilde,
normalde sessiz duran, menfaat ve başarı zemininde
hareket eden meslek grupları da (doktorlar, avukatlar,
bilim adamları, kısmen akademisyenler, yanı sıra
bazı sendikalar ve çevre hareketinin bir kolu),
her ne kadar toplumun istikrarlı işleyişinden
ve bu istikrardan türeyen gündemlerden önemli
çıkarlar sağlayan ticari yapılar da olsalar, burada
sıraladığım karşı-akımların dinamiğine güç katıyorlar.
Oldukça örgütlü yapılarıyla kiliseleri
de, değişimin ve muhalefetin filizlendiği yerler
olarak saymamak mümkün değil. Mensupları, yukarıda
sözünü ettiğim köktenci ve televanjelist hareketlerden
açıkça farklı. Sözgelimi Katolik Piskoposlar,
Episkopal kilisesinin sivil çalışanları ve din
adamları, yanı sıra Quaker'lar ve Presbitaryen
ruhani meclisi (seks skandallarını da içeren bazı
sancılarına rağmen) savaş ve barış meselesinde
sürpriz şekilde liberal bir tavır aldı; uluslararası
insan hakları ihlallerine, tavana vuran askeri
harcamalara ve 1980'lerin başından beri kamusal
alanı tarumar eden neo-liberal ekonomi politikalarına
karşı seslerini yükseltmeye kesinlikle gönüllü
bir tutum içindeler. Tarihsel olarak, azınlık
hakları mücadelesine ülke içinde ve dışında destek
olan örgütlü bir Yahudi kitlesi de hep oldu, fakat
Reagan döneminden beri neo-muhafazakâr hareketin
kurduğu hâkimiyet, ABD'de İsrail ile dinci sağ
arasında var olan ittifak ve İsrail'e yönelik
her eleştiriyi antisemitizmle bir tutan ateşli
Siyonist propaganda ve hatta yeni bir Amerikan
Auschwitz'inden duyulan korku, bu gücün olumlu
etkisini önemli ölçüde törpülemiş durumda.
Sonuç olarak, mitinglerde, protesto
yürüyüşlerinde ve barışçı gösterilerde boy gösteren
çok sayıda grup ve birey, 11 Eylül sonrası dönemin
beyinleri dumura uğratan vatanseverliğinin dışına
adım attı. Bunlar, Terör ve İç Güvenlik Yasası'nın
tehdidi altındaki sivil haklar (ifade özgürlüğü
ve anayasal güvenceler de dahil) etrafında bir
araya toplanmıştır. İdam cezasına karşı mücadele,
Guantanamo Üssü'ndeki tutuklu kampının temsil
ettiği türden ihlallere karşı sık sık düzenlenen
protestolar, ordudaki sivil otoritelere duyulan
genel güvensizlik, yanı sıra sosyal güvenlik sistemlerinin
giderek özelleştirilmesinden ve dünyada, birçoğunu
renkli erkek ve kadınların oluşturduğu sefalet
orduları yaratmasından duyulan rahatsızlık, hüküm
süren orta sınıf toplum düzenindeki çatlamaları
yansıtıyor. Bunun bir bileşeni de elbette, resmi
ve gayri resmi Amerika'nın üzerinde sürekli didişip
durduğu şu siberuzay hayhuyudur. Ülke ekonomisindeki
hızlı gerilemenin, zengin ve yoksul arasındaki
uçurumun giderek açılması gibi rahatsızlık verici
konuların, şirketlerin tepesinde oturanların olağanüstü
savurganlığı ve yolsuzluklarının ve küstahça bir
açgözlülükle girişilen özelleştirme furyasının
sosyal güvenlik sistemi açısından doğurduğu açık
tehlikelerin neden olduğu mevcut huzursuzluk,
Amerika'nın biricik sayılan kapitalist sisteminin
o ünlü ve sıkı sıkı korunan erdemlerine ağır darbe
vurmaya devam ediyor.
Amerika gerçekten de Bush'un, onun
saldırgan dış politikasının, tehlikeli derecede
akılsız ekonomik vizyonunun arkasında birleşmiş
durumda mı? Bu, Amerikan kimliğinin sonsuza dek
değişmemek üzere kurulmuş olup olmadığını sormanın
bir başka şeklidir. ABD'nin rakipsiz askeri gücüyle
birlikte (bugün onlarca ülkede Amerikan askeri
bulunuyor) yaşamak zorunda kalan bir dünyada,
o dünyanın, Amerikan askeri varlığı her yere demir
atarken sessiz kalmaya rıza göstermeyen kısımlarının
icabına bakma çabasında, bütün "Amerikalıların"
tam desteğini almanın garantisi olup olmadığı
sorusudur aynı zamanda. Amerika'nın aslında, genellikle
göründüğünden daha büyük iç mücadelelerin hüküm
sürdüğü, sorunlu bir ülke olduğuna dair başka
bir bakış açısını ortaya koymaya çalıştım. Amerika'yı,
dünyanın geri kalanında hüküm süren mücadelelerde
muadilleri ve muhatapları olan, ciddi bir kimlik
çatışmasına girmiş şekilde kavramak bana daha
doğru geliyor. Amerika, durmadan söylendiği gibi,
Soğuk Savaşı kazanmış olabilir, fakat bu zaferin
Amerika içindeki gerçek sonuçlarının ne olduğunu
kestirebilmek çok zor, mücadele henüz bitmiş değil.
Amerikan yöneticilerinin sahip olduğu askeri ve
siyasi güç üzerinde çok fazla odaklanmak, süregiden
ve en ufak şekilde yatışma eğilimi göstermeyen
ülke içi diyalektikleri görmezden gelmektir. Kürtaj
hakları ve evrim teorisini öğretmek gibi konular
bile hâlâ net bir çözüme bağlanamamıştır.
Fukuyama'nın tarihin sonunu ilan
eden o muazzam safsatası veya Huntigton'ın medeniyetlerin
çatışması teorisi, kültür tarihinin keskin sınırlardan
veya giriş, gelişme ve sonuç aşamalarından menkul
olduğunu varsaydıkları için yanlıştır. Gerçekte
kültürel-politik alan, sandıklarının çok daha
ötesinde bir kimlik, kendini ifade etme ve gelecek
projeksiyonu mücadelelerinin arenasıdır. Fukuyama
ve Huntington, daimi hareket halindeki akışkan,
çalkantılı kültürlere, gerçekte hiçbir yerde var
olmayan sabit sınırlar ve iç düzen kuralları dayatmaya
çalışan köktencilerdir. Kültürler, bilhassa da
etkin bir göçmen kültürüne sahip olan Amerika'nın
kültürü, diğer kültürlerle etkileşir ve küreselleşmenin
muhtemelen niyet edilmeyen sonuçlarından biri,
küresel yararları gözeten uluslarüstü toplulukların
ortaya çıkmasıdır; insan hakları hareketi, kadın
hareketi, savaş karşıtı hareket ve benzerleri
bunun örnekleridir. Amerika bunların hiçbirisinden
yalıtılmış değil, fakat derinlerde ne olduğunu
görebilmek için, yüzeyin yanıltıcı yekpareliğinin
ötesine geçmek gerek; ancak böylelikle ABD'nin
de, dünyanın geri kalan birçok bölgesinden farksız
nice çatışmalar yaşadığı anlaşılabilir. Bu şekilde
bakılırsa, orada duran umut ve cesaret de görülecektir.
|