“Yazarların, eylemcilerin ve akademisyenlerin
onyıllardır yapmaya uğrastığını, Bush başardı…Amerikan
İmparatorluğu’nun mahşeri makinesinin işleyişini,
bütün vida ve civataları dünyanın önüne serdi.”
Mezopotamya. Babil. Dicle ve Fırat.
Yüzyıllar boyunca, kaç sınıfta, kaç çocuk, bu
kelimelerin kanatları üzerinde geçmişe yolculuk
etmiştir?
Şimdi düşen bombalar, bu eski uygarlığı
yıkıp yakıyor ve aşağılıyor.
Gencecik Amerikan askerleri çocukca
el yazılarıyla füzelerinin çelikten gövdelerine
renkli mesajlar yazıyor: “Fat Boy ekibinden, Saddam
İçin” Bir bina göçüyor. Bir pazaryeri. Bir ev.
Bir oğlanı seven bir kız. Hayattaki tek isteği,
ağabeyinin bilyeleriyle oynamak olan bir çocuk.
21 Mart’ta, Amerikan ve İngiliz
orduları Irak’ı yasal olmayan bir şekilde işgal
etmeye başladıktan bir gün sonra, “yataklandırılmış”
(embedded) bir CNN habercisi bir Amerikan askeriyle
söyleşi yaptı: “Tek istediğim oraya girmek ve
oraları deşmek” diyordu er A.J. “11 Eylül’ün öcünü
almak istiyorum.”
Gazeteciye haksızlık olmasın, her
ne kadar “yataklandırılmış” olsa da, yarım ağızla
11 Eylül saldırıları ile Irak hükümeti arasında
bir bağlantı olduğuna dair kesin bir delil olmadığını
söyledi. Bunun üzerine, Er A.J. deli dolu bir
tavırla dilini çıkarıp “Yani, işin o kısmı beni
aşar,” dedi.
Bir New York Times/CBS Haber ajansı
araştırmasına göre Amerikan halkının %42’si Saddam
Hüseyin’in İkiz kulelere ve Pentagon’a yapılan
11 Eylül saldırılarından doğrudan sorumlu olduğuna
inanıyor. Ve bir ABC haber anketi sonucuna göre,
Amerikan halkının %55’i Saddam Hüseyin’in El Kaide’yi
doğrudan desteklediğine inanıyor. Amerikan silahli
güçlerinin yüzde kaçının bu safsatalara inandığını
bilmek ise zor.
Irak’ta savaşmakta olan İngiliz
ve Amerikan askerlerinin, kendi hükümetlerinin
Saddam Hüseyin’e en olmadık uygulamalarında bile
hem siyasi hem de ekonomik destek vermiş olduklarından
haberdar oldukları ise şüpheli.
Ama neden zavallı er A.J. ve diğer
askerler kafalarını bu detaylarla yorsun ki? Artık
farketmiyor, değil mi? Yüzbinlerce asker, tank,
gemi, helikopter, bomba, cephane, gaz maskeleri,
yüksek-proteinli besin, tek görevi tuvalet kağıdı
taşımak olan uçaklar, böcek kovucular, vitaminler,
sişelenmiş maden suyu, hepsi yola çıktı bile.
Irak’a Özgurluk Operasyonu’nun akıl almaz lojistiği,
onu kendi başına bir evren haline getiriyor. Artık
kendi varlığını meşrulaştırma ihtiyacı hissetmiyor.
O artık kendi başına var, başka hiçbir açıklamaya
gerek olmaksızın.
Amerikan ordularının başı olan
Baskan George W. Bush, açık ve net bir mesaj verdi:
‘Irak. Özgürlüğe. Kavuşturulacak.’ (“Irak. Will.
Be. Liberated.”) Belki de demek istiyordu ki,
Irak’lı insanların vucutları öldürülse bile, ruhları
özgür olacak. Amerikan ve İngiliz vatandaşları
yüce kumandana borçlular, düşünmeyi bırakip ordularını
desteklemeleri gerek. Ülkeleri savaşta.
Ne savaş ama.
BM diplomasisinin “iyi uygulamaları”
(ekonomik ambargo ve silah denetimleri) kullanılarak
Irak’ın diz çökmesi sağlandıktan, insanları aç
bırakıldıktan, yarım milyon çocuk öldürüldükten,
Irak’ın altyapısında onulmaz yaralar açtıktan,
hatta silahlarının büyük çoğunluğu tahrip edildikten
sonra, tarihte görülmemiş düzeyde bir korkaklık
ile “Müttefikler”/”İstekliler Koalisyonu” (nam-ı
diğer ‘Korkutulmuşlar ve Satılmışlar Koalisyonu’)
– Irak’a işgalci ordularını saldılar!
Irak’a Özgürlük Operasyonu mu?
Sanmıyorum. Bu daha çok ‘Haydi Bir Yarış Yapalım,
ama Önce Ben Senin Dizlerini Kırayım’ Operasyonu.
Şu ana kadar Irak ordusu, aç ve
donanımı zayıf askerleri, eski silahları ve yaşlanmış
tankları ile geçici de olsa bir şekilde karşı
koymayı hatta ara ara “Müttefikler”in önüne geçmeyi
başardı. Dünyanın gördüğü en zengin, en iyi donanımlı,
en güçlü askeri kuvveti karşısında Irak inanılmaz
bir cesaret gösterdi, hatta toplamda savunma denebilecek
çabalarda bile bulundu. Öyle bir savunma ki, Bush/Blair
çifti bunu anında “korkak” ve “hilekârca” diye
aşağıladı. (Tabii aslında hile, biz yerliler için
gelenek haline gelmiş bir şeydir. Topraklarımız
işgal edildiğinde, koloni haline getirildiğimizde
ve onurumuz çiğnendiğinde, hileye ve oportunizme
başvururuz.)
Irak ve “Müttefikler”in savaş halinde
olmaları bile, “Müttefikler”in ve medya sürülerinin
ne kadar ileri gidebildiklerine şaşmamızı engellemiyor,
artık kendi amaçlarına zarar verir bir noktaya
geldiler.
Tarihin en alengirli suikast girişiminin
ardından (Operation Decapitation - Kelle Alma
Operasyonu), Saddam Hüseyin Irak ulusal televizyonunda
belirip Irak halkına seslenince, İngiliz Savunma
Bakanı Geoff Hoon, Saddam’ı öne çıkıp, onurlu
bir şekilde ölmediği ve siperlerde korkakca saklandığı
için aşağılamıştı. Sonrasında da Koalisyon kaynaklı
bir söylenti silsilesi oluştu – Acaba konuşan
gerçekten Saddam mıydı, yoksa ikizi mi? Sakal
traşı olmus Osama olabilir miydi? Önceden mi kaydedilmişti?
Bir konuşma mıydı sadece, yoksa aynı zamanda kara
büyü müydü? Gerçekten, yürekten istersek bir balkabağına
dönüşecek miydi?
Bağdat’ın tepesine yüzlerce değil,
binlerce bomba bıraktıktan sonra, -bir pazaryeri
yanlışlıkla vurulup da siviller ölünce- bir ABD
ordu sözcüsü Irak’lıların kendi kendilerini yok
ettiklerini iddia etmişti! “Çok eski malzeme kullanıyorlar.
Füzeleri firlatılınca tekrar aşağı düşüyor.”
Eğer öyleyse, sorabilir miyiz,
bir füze bile atmaktan aciz Irak, nasıl oluyor
da Şer Eksenine dahil oluyor ve dünya barışını
tehlikeye sokuyor?
------------
Arap televizyonu El Cezire ölmüş
sivillerin görüntülerini yayınladığında, “Müttefikler”e
karşı düşmanca tavrı körükleyen bir “duygusal”
Arap propagandası olarak yorumlanmıştı. Sanki
Araplar “Müttefikler”i kötü göstermek için ölüyorlardı
- bile bile. Hatta Fransız televizyonu bile benzer
bir motivasyonla gelmişti. Ancak, uçak gemilerinin,
hayalet uçaklarının ve Cruise füzelerinin göz
alıcı görüntüleri Amerikan ve İngiliz medyasında
boy boy verilirken savaşın “dehşet verici güzellikleri”
olarak sunuluyordu.
İşgalci Amerikan askerleri (hani
şu “sadece yardım etmek için gelmiş olan” ordunun
askerleri) esir düşüp Irak televizyonunda gösterildiklerinde,
George Bush bu hareketin Cenevre anlaşmasını ihlal
ettiğini ve “rejimin kalbindeki şeytanıi ortaya
çıkardığını” söylemişti. Ancak, Amerikan televizyonlarının
Guantanamo’da tutuklu olan diz çöktürülmüş, elleri
arkadan bağlı, dış dünya ile ilişkilerini kesecek
şekilde göz ve kulakları örtülmüş yüzlerce esiri
gösteriyor olmalarında bir sorun yok. Bu esirlere
muamele ile ilgili soru sorulduğunda ise Amerikan
hükümet yetkilileri kötü muamele olduğunu reddetmiyor.
Sadece oradakilerin “savaş esiri” olduğunu reddediyorlar!
Onlara “yasadışı savaşçılar” deniliyor, yani kötü
muameleyi yasal kılan bir ad. (Bu durumda Afganistan’da,
Mezar-ı Şerif’teki esir katliamı konusundaki resmi
görüş ne? Affet ve unut mu? Peki Bagram Hava Üssü’nde
özel birlikler tarafından işkenceyle öldürülen
savaş esiri? Hani doktorların açıkca cinayet dedikleri?)
“Müttefikler” Irak televizyonunu
bombaladıklarında (enteresandır, bu da Cenevre
anlaşmasının ihlaline giriyor), Amerikan medyasında
kaba bir kutlama havası esti. Hatta Fox TV böyle
bir saldırının yapılması için bir süredir kampanya
yürütüyordu. Bu saldırı, Arap propagandasına atılmış
haklı bir yumruk olarak algılanıyordu. Buna rağmen,
propagandaları halüsinasyon boyutuna varmış olmasına
karşın, Amerikan ve İngiliz televizyonları kendilerini
“dengeli” yayın kuruluşları olarak lanse etmeye
devam ediyor.
Neden propaganda batı medyasının
tekelinde olmak zorunda? Sadece daha iyi yapıyorlar
diye mi? Askeri birliklerin arasında “yataklandırılmış”
batılı gazeteciler savaş cephesinden haber bildiren
kahramanlar olarak değerlendiriliyor. “Yataklandırılmış”
olmayan gazeteciler ise (örneğin, kuşatılmış,
bombalanmış Bağdat’tan haber yapan ve yanan çocuklar
ile yaralanan insanların görüntülerine tanık olan
ve belli ki bunlardan etkilenmiş olan BBC’den
Rageh Omar), daha haber bildirmeye başlamadan
şüpheli damgası yiyorlardı: “Sizlere söylememiz
gerekir ki, Rageh Omar şu anda Irak yetkililerince
denetlenmekte.”
Zaman geçtikce, Amerikan ve İngiliz
televizyonlarında Irak askerlerinden “milis” diye
söz edilmeye başlandı (başka bir deyişle, başı
bozuk kitle). Bir BBC muhabiri bunlara “yarı-terörist”
bile dedi. Irak savunması “direniş” idi, hatta
daha kötüsü “kısmi direniş noktaları”, Irak askeri
stratejisi ise hilekâr. (Observer gazetesinin
ortaya çıkardığı, Amerikan hükümetinin Birleşmiş
Milletler Guvenlik Konseyi delegelerinin telefonlarını
dinlemesi olayı ise eski-kafalı pragmatizm olarak
tanımlanıyor.) Belli ki “Müttefikler” için Irak
ordusunun uygulayabileceği ve ahlaki açıdan kabul
edilebilir tek strateji, çölün ortasında toplanıp,
bomba yağdıran B-52 uçaklarına ya da makineli
tüfek mermilerine kucak açmaları. Bunun dışındaki
her strateji hilekârlık.
Ve simdi de Basra kuşatması var.
Yaklaşık bir buçuk milyon insan, % 40’ı çocuk
olmak üzere. Hiç temiz suları yok ve çok az yiyeceğe
sahipler. Hala o efsanevi Şii “isyanını” bekliyoruz,
yığınlar şehirden çıkıp, onları “özgürlüğe” kavuşturacak
birliklere gül dağıtacaklar diye. Bu yığınlar
nerede? Bilmiyorlar mı naklen yayının ne kadar
kısıtlı zamanı olduğunu? (Tabii ki Saddam rejimi
düştüğünde Basra sokaklarında dansedenler olabilir,
gerçi Bush rejimi çökse bu dans tüm dunya sokaklarında
edilecek, o ayrı.)
Basra’daki açlık ve susuzluğu günlerce
perçinledikten sonra “Müttefikler” birkaç kamyon
yiyecek ve su getirip, bunları baştan çıkartıcı
bir şekilde şehir dışındaki yamaçlara yığdı. Çaresiz
insanlar birbirleriyle boğuşup kamyonlara ulaşmak
için çırpındı. (Göçmüş ekonomiyi canlandırmak
için suyun bağışlanmak yerine satıldığını da öğreniyoruz
bu arada.) Yiyeceklere ulaşmak için birbirleriyle
boğuşan zavallı insanların zavallı görüntülerini
çekebilmek için kamyonların tepelerinde zavallı
fotoğrafçılar birbirleriyle boğuşuyordu. O resimler
elden ele gidip gazetelerde ve kuşe kağıt dergilerde
yayınlanacaktı, hani iyi para getiren. Anlaşılması
gereken mesaj şu: Mesihler geldi, herkese ekmek
ve balık dağıtıyorlar.
------------
Geçen yıl Temmuz ayında, Irak’a
gidecek olan 5.4 milyar dolar tutarında insani
yardım Bush/Blair çifti tarafından bloke edilmişti.
Fazla haber olmadı bu. Ancak şimdi, naklen yayının
şefkatli kollarında, 450 ton insani yardım – gerekli
olandan çok çok daha küçük bir miktar – İngiliz
gemisi “Sir Galahad” ile ulaştırıldı. Geminin
Umm Kasr limanına gelişi ise bütün bir gün boyunca
naklen yayınlanacak kadar önemliydi. Midesi kalkanlar
için torba mevcut!
Hıristiyan Yardım grubunun acil
yardımlar şefi Nick Guttmann, Independent gazetesindeki
Pazar yazısında iddia ediyordu ki, bombalama başlamadan
önce Irak’a ulaştırılan gıda miktarının yerini
tutması için, günde 32 tane “Sir Galahad” eşdeğerinde
gemi gerekliydi.
Ancak şaşırmamamız gerekir. Bunlar
eski taktikler. Yıllardır böyle bu. Vietnam Savaşı
sırasında, Pentagon Papers’dan John McNaughton
tarafindan yapılan şu alçak gönüllü öneriyi ele
alalım: “yerleşim yerlerine hasar vermek hem ülkemizde,
hem de dünyada tepkilere yol açacağı gibi, Çin
ve Sovyetler Birliği ile savaşma riskini de taşımaktadır.
Onun yerine barajların yıkılması – eğer doğru
yapılırsa – sonuç verebilir. Bu konu araştırılmalı.
Bu tür bir yıkım insanları öldürmeyecek, sadece
pirinç tarlaları sele kapılınca zaman içinde genel
açlık doğacaktır. Yaklaşık bir milyon insanın
açlık sınırında olduğu bir zamanda da ‘konferans
masası’nda teklif edilecek yiyecek yardımı elde
iyi bir koz olacaktır.”
Zaman o kadar da değişmedi. Bu
teknik ise bir doktrine evrimleşti. Adı ise “Kalpleri
ve Akılları Kazanmak.”
Vicdan aritmetiği yapalım biraz:
Birinci Körfez Savaşı’nda 200 bin Iraklının öldüğü
tahmin ediliyor. Yüz binlercesi de ekonomik ambargolar
yüzünden öldü. (En azından Saddam Hüseyin’den
kurtarılmış oldular). Her gün niceleri ölüyor.
On binlerce Amerikan askeri Körfez Savaşı Sendromu
adı verilen bir rahatsızlık sonucu resmi olarak
“çürüğe” çıktı, buna kısmen zayıflatılmış uranyuma
maruz kalmanın sebep olduğu varsayılıyor. Gerçi
bu durum, “Müttefikler”in uranyum kullanmaya devam
etmesine engel teşkil etmedi.
Ve şimdi de Birleşmiş Milletleri
tekrar oyuna dahil etme lafları. Ancak bu Birleşmiş
Milletler adlı kız –sanıldığı gibi bir parça çıkmadı.
Yüksek maaşını korumasına rağmen, gözden düştü.
Artık o dünyanın hademesi. Filipinli temizlikçi
kadın, Hintli hizmetçi, Taylandlı ısmarlama gelin,
Meksikalı kahya, Jamaikalı dadı. Diğer insanların
pisliklerini temizlemek için alınmış işe. Kullanılıyor
ve taciz ediliyor keyfe göre.
Blair’in alçak gönüllü çabalarına
ve sızlanmalarına rağmen, Bush açık bir tavırla
Birleşmiş Milletler’in savaş sonrası Irak’ın yönetiminde
bağımsız bir rol almayacağını belirtti. Şu dolgun
‘yeniden yapılanma’ ihalelerini kimin alacağına
Amerika karar verecek. Ancak, Bush uluslararası
topluma insani yardım konusunu “siyasi”leştirmemeleri
ricasında bulundu. 28 Mart’ta Birleşmiş Milletler
oy birliği ile Petrole-Karşılık-Gıda programının
devam etmesini onayladı, Bush’un desteği ve isteği
çerçevesinde. Bu demek oluyor ki, Amerika’nın
öncülüğünü yaptığı yasadışı bir savaş ve yıllarca
süren ambargolar yüzünden açlık sınırında olan
Iraklı insanların, Irak petrolünün satışından
gelecek gelirle doyması konusunda herkes hemfikir.
Irak’ın ‘yeniden yapılanması’ için
verilecek ihaleler dünya ekonomisini tekrar harekete
geçirebilirmiş, bazı ekonomi haberlerine göre.
Amerikan şirketlerinin çıkarlarının çoğu zaman,
kasten ve de başarılı bir biçimde sanki dünya
ekonomisi çıkarınaymış gibi lanse ediliyor olması
gerçekten çok enteresan. Amerikan halkı bu savaşın
maddi külfetini yüklenirken, petrol şirketleri,
silah üreticileri ve büyük şirketler bu “yeniden
yapılanma” işi ile savaştan doğrudan gelir elde
edecekler. Çoğunun başında ise Bush/Cheney/Rumsfeld/Rice
ekibinin eski dostları ve işverenleri var. Bush
çoktan kongreden 75 milyar dolar talep etti. “Yeniden
yapılanma” ihaleleri çoktan görüşülmeye başlandı.
Bu gelişmeler haberlere pek yansımıyor çünkü zaten
medya çoğunlukla bu güçlerce yönetiliyor.
Tony Blair, “’Irak’ın Özgürlüğü
Operasyonu’nun amacının, Irak petrolünün yine
Irak halkına geri verilmesi” olduğunu söyleyerek
içimize su serpiyor. Yani Irak petrolünün çok
uluslu şirketler aracılığı ile Irak halkına geri
verilmesi. Örneğin Shell, Chevron ya da Halliburton.
Burada atladığımız bir şey mi var acaba? Acaba
Halliburton aslen bir Irak firması olabilir mi?
Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney, hani Halliburton’un
eski direktörü olan, acaba gizli bir Iraklı mı?
Avrupa ile Amerika arasındaki gerginlik
tırmanırken, dünya çapında yeni boykotlar dönemine
girdiğimizin göstergeleri mevcut. CNN haberine
göre Amerikalılar Fransız şaraplarını kanalizasyonlara
döküyorlar “kokuşmuş şarabınızı istemiyoruz” diye
bağırarak. French Fries (kızarmış patatesin Amerika’daki
adı) vaftiz edilerek Freedom Fries (özgürlük patatesleri)
adını aldı. Haberlere göre Amerikalılar ayrıca
Alman ürünlerini de boykot etmeye başlamışlar.
Gerçek şu ki, eğer bunlar savaş sonrası yeni dönemin
göstergesi ise, o zaman en zararlı çıkan yine
Amerika olacak. Anayurt sınır birlikleriyle ve
nükleer silahlarla korunabilir, ancak Amerika’nın
ekonomisi tüm dünyaya yayılmış durumda. Ekonomi
kaleleri açıkta ve her yönden saldırıya müsait.
Internette boykot edilecek İngiliz ve Amerikan
ürünleri ile şirketlerine dair ayrıntılı listeler
dolaşmaya başladı bile. Pepsi, Coke, ve McDonald’s
gibi alışılagelmiş hedeflere ek olarak, USAID
gibi devlet kurumları, İngiliz ve Amerikan bankaları,
Arthur Anderson, Merrill Lynch, American Express,
Bechtel, General Electric, Reebok, Nike ve Gap
gibi şirketler de kendilerini kuşatılmış halde
bulabilir. Bu listeler dünya çapında eylemciler
tarafından genişletiliyor ve dağıtılıyor. Belki
de dünyadaki dağınık ama gittikçe artan bir hiddetin
pratik yol göstericisi olabilir bu listeler. Bir
anda, küreselleşmenin kaçınılmazlığı artık o kadar
da “kaçınılmaz” gözükmemeye başladı sanki.
Artık açıkca görülüyor ki, teröre
karşı başlatılan savaş, gerçekte terörle ilgili
değil; Irak’a karşı başlatılan savaş da, sadece
petrol için yapılmıyor. Bu, bir süper gücün kendini
yok etme yolunda, global egemenlik kurma ve ele
geçirme refleksinin ürünü. Arjantin ve Irak halklarının
benzer süreçlerle alaşağı edildikleri tartışılıyor.
Sadece kullanılan silahlar farklıydı: Arjantin’de
IMF çek defteri, Irak’ta ise Cruise füzeleri.
------------
Son olarak, Saddam’ın Kitle İmha
Silahı depoları meselesi var, tabii. (Neredeyse
aklımızdan çıkmıştı bu!)
Savaşın belirsizliği içinde belli
olan bir konu var ki, o da eğer gerçekten kitle
imha silahlarına sahipse, Saddam’ın onca provokasyona
rağmen büyük bir dirayet gösterip bu silahlara
başvurmamış olmasıdır. Benzer koşullarda (varsayalım
ki Irak ordusu New York’u bombalayıp Washington’u
kuşatmış olsun) Bush rejiminden benzer bir tavır
görebilir miyiz acaba? Binlerce nükleer başlıklı
silahı ambalajında mı tutacaktı bu rejim? Biyolojik
ve kimyasal silahlardan ne haber? Şarbon, çicek
hastalığı ya da sinir gazı stokları? Oldukları
yerde kalacak mıydı bunlar?
Gülüyorum, mazur görün!
Savaşın belirsizliğinde spekülasyona
zorlanırız: Saddam ya çok sorumlu bir diktatör,
ya da elinde gerçekten kitle imha silahı yok.
Bundan sonra ne olursa olsun, her iki durumda
da, Irak bu konuda Amerikan hükümetinden daha
iyi bir konumda gözüküyor.
Ve işte Irak – ‘serseri’ devlet,
dünya barışına ciddi tehdit, şer ekseni güçlerinden
biri. İşte Irak – işgal edilmis, bombalanmış,
kuşatılmış, sarsılmış, bağımsızlığı ayaklar altına
alınmış, çocukları kanserden ölmüş, insanları
sokaklarda havaya uçurulmuş. Ve işte hepimiz –
seyrediyoruz. CNN-BBC, BBC-CNN, gecenin körüne
kadar. İşte hepimiz, savaşın korkunçluğuna direniyoruz,
propagandanın korkunçluğuna, hatta dilin katledilip
manipüle edilmesine direniyoruz. Özgürlük ise
artık toplu katliam demek (Amerika’da ise kızarmış
patates). Birisi “insani yardım” dedi mi, zorla
yaratılmış toplu açlık arıyor gözlerimiz. “Yataklanmış”
kavramı, hakkızı vermek lazım, epey yaratıcılık
ürünü. Anlamı da tam oturmuş gibi zaten. Keza
“taktik cephanesi” deyimi. Hoş!
Dünyanın büyük bir bölümünde Irak’ın
işgali ırkçı bir savaş olarak görülüyor. Irkçı
rejimler tarafından başlatılan ırkçı savaşların
en büyük tehlikesi her kesimde ırkçılığı körüklemesidir:
Saldırganlar, kurbanlar, izleyiciler. Bu tür savaşlar,
tartışmanın çerçevesini belirler, belli bir düşünce
yapısı için gereken tüm altyapıyı hazırlar. Amerika’ya
karşı eski dünyanın kalbinden doğan büyük bir
nefret dalgası yayılıyor dünyaya şu anda. Afrika,
Latin Amerika, Asya, Avrupa ve Avusturalya’da.
Hergün karşılaşıyorum bununla. Hatta bazen en
umulmadık kaynaklardan gelebiliyor. Bankacılar,
iş adamları, züppe öğrenciler; tüm tutucu fikirlerini
de beraberlerinde getiriyorlar tartışma zeminine.
Hani o hükümetleri insanlardan ayıramama yetersizliği
vardır ya: “Amerika bir aptallar ülkesi, katiller
ulusu” diyorlar, “Tüm müslümanlar terörist” dedikleri
zamanki özensizlikle. Irkçı aşağılama literatürü
ne kadar gelişmiş olsa da, İngilizler hala eklemelere
neden oluyor. Kıç-yalayıcılar deniliyor artık
onlara.
Bir anda, “anti-Amerikanci” ve
“anti-batıcı” olarak suçlanmış olan kendimi, Amerikan
ve İngiliz halklarını savunan ilginç bir pozisyonda
buluyorum.
Irkçı saldırılara kolayca kapılan
insanlar Amerika ve İngiltere’de nükleer silahlara
karşı protesto eden yüzbinlerce insanı hatırlasalar
iyi olur. Ayrıca, binlerce savaş karşıtı Amerikalının
baskısı sonucu Amerikan hükümetinin Vietnam’dan
çekilmek zorunda kaldığını. Amerikan hükümetine
ve “Amerikan rüyasına” karşı en bilimsel, en ciddi,
en alaycı eleştirilerin yine Amerikan vatandaşlarından
geldiğini de bilmekte yarar var. Keza, İngiliz
başbakanına en sert eleştirilerin hatta aşağılamaların
yine İngiliz medyasından geldiğini de. Son olarak,
unutmamali ki, şu anda yüzbinlerce Amerikan ve
İngiliz vatandaşı bu savaşa karşı sokaklarda protesto
gösterileri düzenliyor. ‘Korkutulmuşların ve Satın
Alınmışların’ koalisyonu hükümetlerden oluşuyor,
insanlardan değil. Amerikalıların üçte birinden
fazlası maruz kaldıkları bitmek tükenmek bilmez
propagandaya direnebildi ve binlercesi de aktif
olarak yönetimleriyle savaşıyor. Amerikan topraklarını
sarmış olan ultra-vatanperverlik rüzgarında böyle
davranabilmek, toprağı için savaşan bir Iraklı’nınki
kadar cesaret ister.
Çöllerdeki “Müttefikler” Basra’nın
sokaklarında bir “Şii isyanı” bekleyedursun, asıl
başkaldırı dünyanın yüzlerce şehrinin sokaklarında
başladı bile. Tarihte görülmüş en dikkat çekici
vicdani halk tepkisi oldu bu.
Belki de en cesurca olanı yüzbinlerce
Amerikalı’nın, Amerika’nın büyük şehirlerinde
– Washington, New York, Chicago ve San Francisco’da
– sokaklara dökülmesiydi. Gerçek şu ki, şu anda
dünyada Amerikan hükümetinden daha güçlü olan
yegane oluşum Amerikan sivil toplumu. Amerikan
vatandaşlarının omuzlarına büyük bir sorumluluk
yüklenmiş durumda. Bu sorumluluğu farketmenin
ötesinde eyleme geçenlere nasıl olur da destek
vermeyiz? Onlar bizim müttefiklerimiz, bizim arkadaşlarımız.
------------
Son olarak, söylemek gerekir ki,
Orta Doğu’da, Orta Asya ülkelerinde, Afrika’da
ve Latin Amerika’da, Saddam Hüseyin gibi, çoğu
Amerikan destegi ile bu güce ulaşmış ve hala yönetimi
elinde tutan nice diktatörler var ki, kendi halklarına
zarar veriyor. Bunlara karşı sivil toplumun bileğini
güçlendirme dışında (Irak’ta yapıldığı gibi, o
bileği bükmek yerine), kolay ve çabuk sonuç verecek
bir yöntem yok. (Barış hareketini ütopik bulanların,
savaşın sebepleri diye sunulan en saçma hayalperest
uydurmaları nasıl tartışmasız kabullendiklerini
anlamak güç: Terörizmi ezmek, demokrasiyi oturtmak,
faşizmi yoketmek ve belki de en eğlencelisi, “dünyayı
kötülerden arındırmak.”
Propaganda makinesi bize ne derse
desin, bu teneke diktatörler dünyanın karşısındaki
en büyük tehlike değil. Asıl ve bastıran tehlike,
tehlikelerin en büyüğü, şu anda George Bush tarafından
kumanda edilen ve Amerikan hükümetinin siyasi
ve ekonomik motorunu iten lokomotif güçtür. Bush
ile dalga geçmek eğlenceli, çünkü oldukça kolay
ve açıkta bir hedef. Doğru, tehlikeli bir sürücü,
hatta intihara meyilli bir trafik canavarı. Ancak,
kullandığı lokomotif kendisinden çok daha tehlikeli.
Bugün üzerimize çökmüş olan bu
karanlık havaya rağmen, temkinli bir umut çağrısı
yapmak istiyorum: Savas çıkması durumunda, karşımızdakı
ordunun başında olabilecek en zayıf liderin olmasını
isteriz. Ve Başkan George W. Bush da tam o kişi
işte. Ortalama zekaya sahip başka herhangi bir
Amerikan Başkanı da belki neredeyse aynı işleri
yapardı, ancak uygulamalarıyla gerçekte olup bitenleri
gizlemeyi, direnişin kafasını karıştırmayı başarırdı.
Belki Birleşmiş Milletler’i bile beraberinde sürükleyebilirdi.
Oysa Bush’un destursuz tavrı ve silah arkadaşlarıyla
bütün dünyayı yönetebileceğine dair inancı tam
tersine yol açtı. Yazarların, eylemcilerin ve
akademisyenlerin onyıllardır yapmaya uğrastığını,
Bush başardı. Makinenin aksamını herkesin görebileceği
şekilde ortaya çıkardı. Amerikan İmparatorluğu’nun
mahşeri makinesinin işleyişini, bütün vida ve
civataları dünyanın önüne serdi.
Artık bu makinenin çalışma kılavuzu
(Sıradan İnsanlar İçin İmparatorluk Kılavuzu)
bütün dünyada yayınlandığına göre, tahmin edildiğinden
daha hızlı bir şekilde bozulması mümkün olabilir.
Haydi, tornavidalarınızı getirin!
|