Özelleştirme sendika üyelerini
ve üye olma potansiyeli taşıyan çalışanları doğrudan
ilgilendirmesine rağmen ne yazık ki son zamana
kadar sendikal politikaların önemli konularından
birini oluşturamamıştır. Oysa, özelleştirme tüm
ülkeler açısından benzer özellikler gösterse de
Türkiye için sendikacılık açısından ayrı bir önemi
bulunmaktadır. Son Petkim ve Tekel'e yönelik özelleştirme
çabaları ve bunlara yönelik tepkilerin yetersizliği
oldukça düşündürücüdür.
Özelleştirme tartışmalarının başladığı
1980'li yıllarda kamu kesiminin toplam istihdam
içindeki payı yüzde 35 civarında olmasına rağmen
sendikalı işçilerin yaklaşık yüzde 70'i kamu kesiminde
bulunmaktaydı. Özel kesimde 1980'li yıllarda sendikalılaşma
oranı ortalama yüzde 25 civarında iken, kamu kesiminde
bu oran yüzde 90 civarındaydı. Özelleştirmenin
gerçekleştirildiği her yerde ise sendikalı işçi
sayısı ve oranı hızlı düşüşler göstermiştir. Bu
gerçeklere rağmen Türkiye'de sendikaların özelleştirmeye
karşı etkili bir politika geliştirdiğini, anlamlı
ve sonuç alıcı bir mücadele sürdürdüğünü söylemek
ise ne yazık ki mümkün değildir. Üstelik, Hak-İş,
Öz Çelik-İş, Öz Gıda İş gibi bazı Konfederasyonlar
ve sendikalar özelleştirmeye karşı çıkmak yerine,
özelleştirme sürecinin bir aktörü, tarafı olarak
sendikal felsefe ile çelişen tutumlar sergilemiş,
Et Balık Kurumu ve Karabük Demir Çelik İşletmelerine
"talip" olmuşlardır.
Büyük ölçüde kamu kesiminde örgütlü
olan Türk-İş ve Türk-İş'e bağlı sendikalar ise
özelleştirmeye karşı çıkmak yerine, çağın ve küreselleşmenin
kaçınılmaz bir sonucu ve gereği olarak özelleştirmeğe
uzun süre "sıcak" bile bakmışlardır.
Örneğin Türk-İş'e bağlı sendikaların yöneticileri
arsında 1998 yılında yapılan bir ankete katılanların
yüzde 2.27'si kamu işletmelerinin özelleştirilmesine
koşulsuz taraf olurken, hiçbir kamu işletmesinin
özelleştirilmesini istemeyenlerin oranı sadece
yüzde 63.87 olmuştur. Sendikaların merkez yöneticileri
ve şube yöneticileri açısından özelleştirmeye
karşı takınılan tutuma bakıldığında merkez yöneticilerinin
yüzde 77'si özelleştirmeye tamamen karşı olurken,
şube yöneticilerinde bu oran yüzde 55'e düşmektedir.
Bu veriler Türk-İş ve bağlı sendikalarda
özelleştirmenin istihdama, sendikalar olumsuz
yansımasının tam anlaşılmadığını da söylemek zor
görünmektedir. Çünkü, bu sendika yöneticileri
kamu işletmelerine sahip çıkmak, onların daha
verimli işletilmesini talep etmek yerine neo-liberal
politikaların bir tarafı olarak "verimsiz"
çalışan kamu işletmeleri ile stratejik önemi olmayan
işletmelerin özelleştirilmesini istemektedir.
Kuşkusuz sendikacılık ile yakından uzaktan bir
ilişkisi bulunmamaktadır. Çünkü sendikacılık öncelikle
üyelerin çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi
gerektirmektedir. Oysa özelleştirilen tüm işletmelerde
üye işçiler işten çıkarılarak buralarda sendikasızlaştırma
gerçekleştirilmekte, daha sonra da işçiler daha
düşük ücretler ve daha kötü çalışma koşulları
ile istihdam edilmeğe zorlanmaktadır. Aslında
burada sorun sadece sendikacılardan kaynaklanmamakta,
özelleştirilen kamu işletmelerindeki işçilerin
de yeterince duyarlı davranmayıp, hem sendika
yönetimlerine hem de özelleştirmelere karşı gerekli
etkili tepkiyi göstermemesinden kaynaklanmaktadır.
Ancak, işçilerin bu tutumlarının arkasında iyi
bir bilgilendirme ve eğitim çalışmasının yapılmamasının
da rolü olduğu unutulmamalıdır.
Sermayenin özelleştirme lehindeki
ideolojik bombardımanına, ne yazık ki sendikalar
aynı düzeyde karşı koyamamıştır, böyle bir istekte
bulunmamıştır. Böyle olduğu için de sendikaların
hem merkez hem de şube yöneticilerinin yüzde 31'i
kamu işletmelerinin "çalışanlara" satılmasına
sıcak bakmış, bu türden bir özelleştirmeyi olumlulamıştır.
Kuşkusuz bu bir sınıf kimliğinin aşınmasından
başka anlama gelmemektedir. Sendika yöneticilerinin
özelleştirmeye karşı yeterince duyarlı olmadığı
böylesi bir ortamda sendikal politikaların da
özelleştirmeye karşı etkili eylemler çerçevesinde
oluşturulmasını beklemek bir "haksızlık"
olur. Nitekim, sendikaların merkez ve şube yöneticilerine
göre özellşetirmeğe karşı en etkili mücadele yolları
önce kamuoyunu aydınlatmak olmaktadır. Onu kitlesel
gösteriler ve parlamentonun kullanılması izlemekte,
üretimden gelen gücün kullanılması ise daha gerilerde
kendisine yer bulabilmektedir. Yargı yolunun kullanılması
ise gz ardı edilmeyecek kadar önemli bir politika
olarak benimsenmektedir. Kuşkusuz, bu yaklaşımlar
sendika yöneticilerinin özelleştirmeye karşı pasif,
etkisiz eylemlerden yana olduklarının bir göstergesi
de olarak değerlendirilebilir.
KİGEM'in yargı yolu ile özelleştirmelere
karşı sendikalardan daha etkili olması bu nedenle
sürpriz olarak değerlendirilmemelidir. Sürpriz
değildir, çünkü kamu kesiminde örgütlü olan Türk-İş'in
sendika yöneticilerinin yaklaşık sadece yüzde
60'ı sendikaların özelleştire politikalarını yetersiz
bulmaktadır. Üstelik yöneticilerin yüzde 17'si
iş güvencesi ve sendikal haklar korunmak koşulu
ile özelleştirmeye sıcak bakmaktadır! Belli ki
bu sendikacılar özelleştirmenin ne olduğunu ve
kaçınılmaz sonuçlarını bilmemektedir. Yöneticilerin
özelleştirmeye bu kadar ilgisiz ve uzak olduğu
bir evrende sendikal politikaların da etkili bir
mücadeleye yönelik olarak oluşmasını beklemek
eşyanın tabiatına aykırı olacaktır.
Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi
ile birlikte işten atılmalar da başlamasına, işten
çıkarılanların yer yer oranlarının yüzde 100'lere
ulaşmasına rağmen her sendika kendi örgütlü olduğu
işyerlerinde özelleştirme gerçekleştirilmedikçe
büyük bir tepki göstermemiş, özelleştirmenin gerçekleştiği
işyerleri çalışanları ve sendikaları ile güçlü
bir dayanışma içine girmemiştir. Öyle ki, 1998
yılında İzmit SEKA'da olduğu gibi işçiler sendikaya
ve ağlı bulundukları Konfederasyona rağmen özelleştirmeye
karşı çıkarak işyerini terk etmeme gibi oldukça
etkili eylemlere başvururken, sendika yöneticileri
bir süre sonra sürüklenerek bu eylemlere sahip
çıkmak zorunda kalmış, ancak akabinde bu eylemleri
etkisiz kılma yönünde oldukça önemli çabalar göstermişlerdir.
Hak-İş ve bağlı sendikalar özelleştirmeye taraf
olup, sendikal felsefe ile bağdaşmayan bir tutum
içinde kamu işletmelerini satın alırken, Türk-İş
ve bağlı sendikalar özelleştirmeye karşı etkili
bir politika geliştirmek yerine "kaderine"
razı olurken, ağırlıklı olarak özel kesimde örgütlü
olan DİSK de ne yazık ki özelleştirmelere karşı
etkili sendikal politikalar geliştirememiş, sendikal
dayanışmanın gereklerini zaman zaman sembolik
olarak yerine getirmekle yetinmiştir. Öyle ki,
bir dönem DİSK'in başkanlığını yapmış olan Rıdvan
Budak, Türk-İş Başkanı Bayram Meral ile bir televizyon
programında yaptığı tartışmada "en büyük
sendika biziz diye övünmeyin yarın özelleştirmeler
tamamlandığında bizden de küçük olacaksınız, o
zaman görüşürüz" deme "zaafiyetini"
bile göstermiştir.
Sendika yöneticilerinin böyle düşündüğü
Türkiye'de özelleştirmelere karşı en etkili mücadeleyi
sürdüren kurumun KİGEM olması sendikal politikalar
açısından utanç verici bir durum olsa da, sendikalı
işçiler ve işçi sınıfı açısından anlaşılabilir
durum değildir. Neoliberal politikalara teslim
olmuş partilerin taraftarı kimliğini taşıyan sendika
yöneticilerinden bu felsefenin uzantısı olan özelleştirmelere
karşı etkili politika ve eylem geliştirmelerini
beklemek de eşyanın tabiatına aykırı olur. Doğru
olan, bu türden sendikacıların sendika yönetimlerinden
tasfiyesidir.
Güney Afrika'da özelleştirmeye
karşı milyonlarca işçinin genel greve giderek
gösterdiği tepki ve mücadele Türkiye'nin de önemli
dersler çıkaracak bir tarihsel deneyim olarak
işçi sınıfının ve sendikaların karşısında durmaktadır.
|