Türkiye'nin
ekonomi gündemine doların hızlı değer yitiminin
damgasını vurduğu şu günlerde, buna paralel olarak
yaşanan bir tartışma daha var: Merkez Bankasının
bağımsızlığı. İşveren örgütlerinden tutun, medyadaki
ekonomi yazarlarına kadar herkes, merkez bankasının
bağımsızlığından hiçbir şekilde taviz verilmemesi
ve bankanın siyasi müdahalelerden uzak tutulması
gerektiğini, aksi takdirde ülkenin yeni bir krizle
karşı karşıya geleceğini dile getiren düşünceler
dile getiriyorlar.
Peki ama bu konu niçin önemli? IMF, Dünya Bankası
gibi küresel ekonominin düzenleyicisi konumundaki
kurumların, Avrupa Birliği muktesebatını hazırlayanların
ve hakim iktisat görüşünü benimseyen iktisatçıların,
merkez bankasının bağımsızlığı konusundaki bütün
bu ısrarları niye?
Bu soruyu yanıtlamak için kapitalizmin son 25-30
yılda yaşadığı gelişmeleri akılda tutmakta fayda
var. Kapitalizmin 1970'lerin ortasında girdiği
krize verilen yanıtın bir boyutunu, keynesçi politikaların
terkedilmesi ve devletin ekonomi üzerindeki geliri
yeniden bölüştürücü uygulamalarının tasfiyesi
oluşturuyordu. Bunu sağlamak için ise çeşitli
mekanizmalar devreye sokuldu. Özelleştirme yoluyla,
kamu girişimciliği ortadan kaldırılmaya çalışılırken,
bütçe mekanizması aracılığıyla, sosyal harcamaların
kısılması hedefleniyordu. Son olarak ise, ekonomi
yönetimi "özerk" kurullara devredilerek
ve merkez bankaları bağımsızlaştırılarak devletin
düzenleme yetkisi kısıtlanıyordu. Tüm bunlar için
dile getirilen gerekçe ise; doğal ve kendiliğinden
işleyen bir yapıya sahip olduğu düşünülen ekonomiye,
devletin yaptığı müdahalelerin olumsuz sonuçlar
verdiğiydi.
Oysa asıl mesele, krizin bertaraf edilmesi için
sermayeye yeni değerleme alanları açılması ve
uzun yıllar süren mücadeleler sonucunda kazanılmış
sosyal hakların aşamalı olarak ortadan kaldırılmasına
duyulan gereksinimdi. Bu politikalar aynı zamanda
yeniden tesis edilen uluslararası işbölümünün
doğasına da uygundu. Bu sayede azgelişmiş ülkelerin,
bağımsız ekonomi politikaları uygulama yönündeki
girişimleri engellenecek ve böylece bu ülkelerin
gelişmiş ülkelere olan bağımlılıkları da devam
edecekti.
İşte merkez bankasının bağımsızlığı söylemi de
tüm bu gelişmelere paralel olarak, kamunun ekonomik
tasfiyesi ve küresel ekonomik düzen bağlamında
düşünülmelidir. Merkez bankası bağımsız olduğunda,
öncelikle hükümetlerin, kamu harcamalarını artırmaları
büyük ölçüde engellenmekte ve böylece, "verimsiz,
yararsız ve popülist" politikalar uygulamalarının
önüne geçilmiş olmaktadır. İkinci olarak; bu uygulama
ile söz konusu ülkenin bağımsız iktisat politikaları
uygulama potansiyeli daha baştan yok edilmiş olmaktadır.
Asıl ve daha önemli olan ise, bağımsız bir merkez
bankasının varolması durumunda, hükümetler kamu
açıklarının finansmanında banka kaynaklarına başvuramamaktadırlar.
Bu durum kimi iktisatçılar tarafından enflasyonu
engellediği için olumlu olarak değerlendirilmektedir.
Bu kuşkusuz doğrudur. Ancak; sürekli olarak gözardı
edilen ve bilinçli bir şekilde dile getirilmeyen
bir gerçek daha vardır. Kamu açıkları merkez bankası
tarafından finanse edilmediğinde kim tarafından
edilecektir? Elbette ki uluslararası finans kuruluşları
ve ulusal sınırlar içerisindeki sermaye sahipleri
tarafından. Dolayısıyla enflasyonla mücadelenin
bir bedeli vardır ve bu bedel, iç ve dış borç
yoluyla sermayeye yapılan kaynak aktarımı ve böylelikle
sermaye birikiminin devamlılığının sürdürülebilmesidir.
O halde merkez bankasının bağımsızlığı yönünde
dile getirilen düşünceler değerlendirilirken,
kapitalizmin küresel ölçekte kendini yeniden yapılandırılıyor
olması ve bu yeniden yapılanma sürecinde devlete
biçilen yeni rol göz ardı edilmemelidir.
Neo-liberal düşünce, hayatın her alanında hegemonik
söylemler aracılığıyla bir kontrol mekanizması
uyguluyor. Bunu yaparken ise hep birtakım yanılsamaları
gerçekmiş gibi göstermeye çalışıyor. Bu noktada
sosyal bilimcilere düşen görev, gerçekliği teşhir
etme çabalarından vazgeçmemek olmalıdır.
|