Devlet ile
çıkar gurupları arasındaki ilişkileri açıklamak
amacıyla korporatizm verimliliğin reel ücretlerin
gersinde kalmaya başladığı 1970'li yıllarda yeniden
tanımlanarak, kavramsallaştırılmaya başlanmıştır.
Korporatizm modeli ile geniş anlamda toplum-devlet
ilişkileri, dar anlamda işçi sendikaları ve işveren
örgütlerinin birbirleri ve hükümetler ile olan
ilişkileri incelenmektedir. Korporatizm, devlet
tarafından tanınan veya tescil edilen, lider seçimi
ile talep ve desteklerin ifadesinde belirli denetimlere
uyma karşılığında kendi alanlarının sınırları
içinde tekelci temsil hakkı bağışlanan, sınırlı
sayıda merkezileşmiş, zorunlu üyelik temeline
dayanan, rekabetçi olmayan, hiyerarşik ve işlevsel
açıdan farklılaşmış kurucu birimlere sahip bir
çıkar temsili sistemidir.
Bu tanıma göre korporatizmde çıkarlar
ayrıcalıklarla donatılmış çıkar örgütleri tarafından
temsil edilirler ve bu temsil sosyal kontrol boyutunu
da taşıyan uzlaştırma şeklinde gerçekleşir. Devlet
çıkar örgütlerinin bazılarına yapısal ve fiili
ayrıcalıklar tanıyarak koruyup gözetmekte, bunun
karşılığında da bu örgütlerin işlev alanını, temsil
edeceği çıkarları, üyelerin niteliğini, örgütün
yapısını, faaliyetlerini, liderliğin nasıl ve
kimlerden oluşacağını denetlemektedir.
Bir başka tanıma göre ise, korporatizm,
büyük çıkar örgütlerinin yalnızca çıkarların 'ifadesinde'
veya 'uzlaştırılmasında' değil, değerlerin bir
otoriteye bağlı olarak dağıtılması demek olan
kamu politikalarının oluşturulmasında, uygulanmasında
birbirleriyle ve devletle işbirliği yapmalarıdır.
Bu tanıma göre devlet, aynı zamanda pazarlıkçı
bir konuma geçmektedir. Bürokrasi ile büyük çıkar
örgütleri içiçe geçtiğinden çıkarların temsili
geleneksel anlamını yitirmekte, devletle çıkar
gurupları arasında üst düzeyde bir işbirliği doğmaktadır.
Korporatizmin bir başka ayırt edici
özelliği çıkar gurupları arasında iktisadi politikaların
oluşturulması sırasında üst düzeyde bir işbirliğinin
ortaya çıkmasıdır. Kuşkusuz bu işbirliği, uygulamada,
her yerde aynı şekilde olmamakta farklı boyutlar
ve özellikler taşımaktadır.Burada vurgu daha çok
iktisadi politika alanına yapılmakta ve özellikle
istihdam düzeyinin istikrarlı tutulmasına yönelik
olmakta, gelir politikası da bu amacı gütmektedir.
Korporatizm, sınıf çatışmalarının düzenlenmesi
önemli bir unsurdur. Çünkü, korporatist politikanın
oluşturulması için çıkar gurupları arasındaki
çatışmalara devletin müdahale ederek uzlaştırması
gerekir. Amaç, sanayileşmiş bir toplumdaki çelişkilere
maruz kalarak giderek örgütlenen çıkarlar arasındaki
çatışmaların nasıl ve kimin yararına çözülebileceğini
anlamanın ötesinde, bu çatışmaları yumuşatmaktır.
Çünkü, korporatist politikalar kapitalist toplumlarda
örgütlenmiş sosyo-ekonomik gurupların temsilini
liderlik düzeyinde, devletle işbirlikçi ilişkilere
dönüştürür, toplumsal kontrolünü kitleler düzeyinde
sağlamayı temel ilke edinir. Yani, devlet, işçi
ve işveren örgütlerinin özerkliklerini sınırlayarak
onları devlet politikaları doğrultusunda harekete
geçirir ve yönetsel bir kontrol aracı olarak kullanır.
Bu süreçte sendikaların kamu politikalarının oluşturulma
sürecine dahil edilmeleri istihdam, kriz, rekabet
gibi söylemlerle etkisizleştirilen işçi sınıfının
siyasi sistem için bir tehdit oluşturması önlenmiş
olunur, böylece işçi sınıfının var olan egemenliği
sarsmayacak taleplerde bulunması sağlanmak istenir.
Bu durumda, işçi sınıfı ve sendikalar mevcut çalışma
ilişkilerini bir veri olarak kabul etme karşılığında
sisteme dahil edilmeyi kabul etmektedirler, yani
"katılım" adı altında mevcut sistemle
bütünleşerek taleplerini ılımlılaştırmaktadır.
Böylesi bir korporatist ilişkide
sendikalar sınırlamalar ile karşı karşıya kalmaktadırlar.
Devlet sendikaların faaliyet alanlarını, temsil
ettikleri üyelerin nitelik ve sayısını, çıkarların
ise kapsamını, içeriğini ve ifade ediliş biçimlerini
denetim altında tutar, sendika liderlerinin seçiminde
ve gelirleri üzerinde doğrudan ya da dolaylı olarak
söz sahibi olur, sendikaların kamusal kararları
şu veya bu şekilde üyelerine benimsetme taahhüdünde
bulunmalarını bekler. Böylece kamusal olan özel
olanı belirler, çoğulcu çıkar gurubu paradigmasının
öngördüğü sınırsız sayıda, gönüllü üyelik ve rekabet
esasına dayanan, lider seçiminde ve çıkarların
ifadesinde denetlenemeyen, özel alanı kamu alanına
yansıtan örgütler evreninin varsayımları işlemez
. Bu sınırlamalara karşılık olarak elde edilen
ayrıcalıklar, teşvikler ise şöyledir: Bu örgütler
devletin yardımı ile diğer rakip örgütler arasından
sıyrılarak tekleşirler, tekelci temsil hakkına
kavuşurlar. Merkezi ve bürokratik bir yapıya ,
zorunlu üyelik hakkına kavuşurlar, üyelerini de
ilgilendiren kamu iktisadi politikalarının son
aşama kararlarının verildiği ekonomik ve sosyal
kurul, komite ve konseylere katılırlar.
Devlet, bir yandan sendikaların
bazılarına yapısal ve fiili ayrıcalıklar tanıyıp,
kollarken diğer yandan da bu sendikaların işlev
alanlarını, temsil edeceği çıkarları, üyelerinin
niteliklerini, örgütün yapısını, uygulayacağı
eylem biçimini ve örgütlerde liderlerin kimlerden
ve nasıl oluşacağını denetlemektedir. Ayrıca,
sendikanın kendisi de katıldığı iktisadi planlama
ve gelir politikaları vb. kurumlarda alınan kararların
yürütülmesini üyeleri üzerinde uygulayacağı disiplin
ve denetimle sağlamaktadır, ki, bu bir tür sosyal
kontrol mekanizmasıdır. Devletçe sağlanan yapısal
korporatist nitelikler ve sosyal kontrol yöntemleri,
sendikaları diğer çıkar gruplarına göre daha çok
etkileyip kısıtlamakta, işçi sınıfına daha büyük
bir darbe vurmakta ve işçi örgütleri sistemle
bütünleştirilmekte, sınıfsal talepleri kabul edilebilir
sınırlara indirgenmektedir.
Yukarıda belirtilen yaklaşım ve
sonuçta şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü, iktisadi
alanlarda giderek işlerlik kazanan korporatizm,
ulusal ekonomiler arasındaki rekabetin, mülkiyetin
yoğunlaşmasının, kamu politikasının genişleyen
rolünün ve sınıfları siyasi sürece katmak biçiminde
ussallaştırılan karar verme mekanizmalarının yol
açtığı, istikrarlı, burjuva-egemen bir rejim ihtiyacından
kaynaklanmaktadır. Korporatizm, nihayetinde, kapitalist
toplumlarda, sendikaların da içine dahil edildiği
çıkar gurupları arasında iktisadi politikanın
biçimlendirilmesi sırasında var olan üst düzeyde
işbirliğidir. Çünkü, kapitalizmin tekelci aşamasında,
"küreselleşme" diye adlandırılan süreçte,
sermaye ve emek arasındaki paylaşıma ilişkin çatışmanın
ekonominin sürekli büyümesinin gerekleri ile bağdaştırılması
gerekmektedir. İşte tam da bu noktada korporatist
politikalar devreye girmekte, emek ile sermaye
arasındaki bölüşüm sorununu ve toplumsal sınıf
çatışmalarını düzenleyerek sistemi rahatlatmaktadır.
Sermaye ile emek arasındaki çatışmaların
devletin siyasal ve makroekonomik işlevlerini
sekteye uğratmaması için sendikaların siyasi denkleme
dahil edilmesi gereği, korporatizmin ekonomik
büyüme ve istikrar ile iç içe giren bir sınıflar
arası "işbirliği" ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Sınıflar arası işbirliği ile ekonomik performans
arasında belirgin bir korelasyon bulunmakta, ekonomik
büyüme, istikrar ve krizi aşma böylesi bir uyuma
bağlı görülmektedir. Türkiye'de son yirmi yıldır
sendikal hareketin izlediği rota korporatist ilişkilerin
pekiştirilmesi yönünde seyretmektedir. Kuşkusuz
bu işçi sınıfı için oldukça tehlikeli bir serüvendir.
İş yasasının böyle bir sürecin ürünü olması tehlikenin
boyutunu göstermesi babında çok önemlidir.
Korporatist ilişki içinde
olan sendikalar iş yasasına karşı güçlü bir direniş
göstermek yerine, işbirliğini tercih etmiş, işçi
sınıfının tepkisini dindirecek pasif ama etkisiz
eylemlerle yetinmiştir. Kuşkusuz, bu tutum 15-16
Haziran ruhu ile hiç örtüşmemektedir.
|