SUNUŞ
Çalışma yaşamını düzenleyen iş yasası, sendikalar
yasası, toplu sözleşme ve grev yasalarında uluslararası
ve ulusal düzeyde yaşanan gelişmelerin etkisiyle
değişiklik yapılması gündemde. Bu değişikliklere,
farklı toplum kesimleri farklı biçimlerde yaklaşıyorlar.
Yasaların değiştirilmesi bu kesimlerin karşılıklı
güçleriyle doğrudan bağlantılıdır.
12 Eylül 1980'de sendikalar ve toplu sözleşme
yasaları her türlü örgütlenmenin bastırıldığı,
her türlü sesin kısıldığı bir ortamda değiştirildi.
Bu dengesizlik yasaların içeriğine de kaçınılmaz
olarak yansıdı. Bugüne gelinceye kadar bu yasaların,
uluslararası çağdaş normların ne kadar gerisinde
olduğu, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle
ilişkisinin bulunmadığı defalarca kanıtlandı.
Başta ülkemiz işçilerinin temel ihtiyacı olması
nedeniyle anti-demokratik, özgürlük karşıtı yasaların
ortadan kaldırılması gerekiyor. Uluslararası toplumun,
Avrupa Birliği'nin bir parçası olmak için büyük
çaba sarf eden devlet ve hükümetin, bu düzenlemeleri
ortadan kaldırmadan bu hedefine ulaşabilmesi mümkün
değildir.
Yasalarda yapılacak bu önemli değişikliklerin
arifesinde, işçilerin konuya duyarlı hale getirilmesi,
bilgilendirilmesi büyük önem taşımaktadır. Sendikamız
bu görevin bir parçası olarak, hazırlamış olduğu
bu broşürü bilgilerinize sunuyor.
Örgütlü ve örgütsüz işçiler arasında kendi çalışma
ve yaşama koşullarını ilgilendiren değişiklikler,
bu değişikliklerin nedenleri konusunda doğru bilgiye
sahip olmaları konusunda broşürün küçük de olsa
bir katkısının olması dileğiyle...
Genel Yönetim Kurulu
İŞ GÜVENCESİ DÜZENLEMELERİ NE
GETİRİYOR?
9 Ağustos 2002 tarihinde kabul edilen 4773 sayılı
Yasa ile İş Kanunu, Sendikalar Kanunu, Basın Kanununda
değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerin önemli
ve ağırlıklı parçasını iş güvencesi olarak adlandırılan
düzenlemelerdir.
Bu düzenlemeler, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)'nun
Hizmet İlişkisine İşveren Tarafından Son Verilmesi
Hakkında 158 sayılı Sözleşmesinin gereği olarak
çıkarılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti söz konusu
sözleşmeyi 1994 tarihinde onaylamış ancak o tarihten
bu yana bu sözleşmeye uygun iç yasal düzenlemeyi
yapmamıştı.
4773 sayılı Yasa 1475 sayılı İş Yasası'nın iş
akdinin feshi ile ilgili maddelerinde değişiklikler
ve yeni düzenlemeler yapmaktadır. Bu değişiklik
ve düzenlemelere göre:
1. İşçilerin iş akitleri ancak geçerli bir nedene
dayanılarak sona erdirilebilecektir.
2. İşçi feshe karşı mahkemeye itiraz edebilecektir.
3. Feshin geçerli bir nedene dayandığını mahkemede
işveren ispat etmekle yükümlü olacaktır.
4. Mahkeme feshin geçerli bir nedene dayanmadığına
karar verirse işveren ya işçiye iş başı yaptıracak
ya da tazminat ödeyecektir.
5. Mahkeme kararı kesinleşinceye kadar çalıştırılmayan
işçinin dört aya kadar olan ücret ve diğer hakları
kendisine ödenecektir.
Hemen belirtmek gerekir ki, yapılan bu düzenlemeler
tüm işçileri kapsamayacaktır. İş güvencesi hükümlerinden
faydalanacak işçiler: On ve daha fazla işçi çalıştıran
işyerlerinde, en az altı aydır, belirsiz süreli
hizmet akdiyle çalışan ve işveren vekili niteliğinde
olmayan işçilerdir. Dolayısıyla, 6 aydan az kıdemi
olanlar, 10'dan az işçi çalıştıran işyerlerinde
çalışanlar, belirli süreli hizmet akitleriyle
çalışanlar ve işveren vekilleri iş güvencesinin
kapsamı dışında tutulmuştur. İşveren kapsam dışı
bu işçilerin hizmet akitlerini fesih hakkını kötüye
kullanarak örneğin, işvereni şikayet etti veya
kendisi aleyhine dava açtığı için sona erdirildiyse,
ihbar tazminatının üç katı tutarında kötü niyet
tazminatı ödeyecektir. Ayrıca bu işçiler, ihbar
tazminatından da faydalanacaklardır.
İşveren süresi belli olmayan hizmet akitlerini
feshedeceğini işçiye bildirecek, bildirimin yapılmasından
itibaren işçinin işyerindeki çalışma süresine
göre değişen sürelerde iş akdi feshedilmiş sayılacaktır.
Ancak işveren bu süreleri beklemek zorunda değildir
ve bu sürelere ilişkin ücretini işçiye peşin ödeyerek
iş akdini feshedebilecektir.
Bildirim süreleri şu şekildedir:
a) İşi altı aydan az sürmüş olan işçi için, iki
hafta,
b) İşi altı aydan bir buçuk yıla kadar sürmüş
olan işçi için, dört hafta,
c) İşi bir buçuk yıldan üç yıla kadar sürmüş olan
işçi için, altı hafta,
d) İşi üç yıldan fazla sürmüş işçi için, sekiz
hafta.
Örneğin işveren üç yıldan fazla süredir çalışan
bir işçinin iş akdini feshedeceği zaman, ya işçiye
bunu bildirdiği tarihten başlayarak 8 hafta daha
çalıştıracaktır ya da bu 8 haftalık ücretini peşin
ödeyerek işçinin iş akdini hemen feshedebilecektir.
Söz konusu bildirim süreleri yasada asgari olarak
belirlenmiştir ve sözleşmeler yoluyla artırılabilmesi
mümkündür.
"Geçerli Neden":
İşveren öncelikle sözleşme feshini geçerli bir
nedene dayandırmak zorundadır. Bunun sonucu olarak
hizmet akdini fesih bildirimini işçiye yazılı
olarak yapmak ve fesih sebebini açık ve kesin
bir şekilde belirtmek zorundadır.
Bu işçinin mahkemeye başvurduğunda feshin geçerli
bir nedene dayanıp dayanmadığının belirlenmesi
açısından ispat kolaylığı sağlayacaktır.
Geçerli nedenler nelerdir? 4773 sayılı Yasa iş
akdinin feshi için geçerli nedenleri şu iki başlık
altında toplamıştır.
" İşçinin yeterliliği veya davranışları;
" İşletmenin, işyerinin veya işin gerekleri.
Bu nedenlerin neler olduğuna geçmeden önce, işverenlerin
hangi gerekçelerle iş akdini feshedemeyeceklerini
görelim.
a) Sendika üyeliği veya çalışma saatleri dışında
ya da işverenin rızası ile çalışma saatleri içinde
sendikal faaliyetlere katılmak,
b) İşyeri sendika temsilciliği veya işçi temsilciliği
yapmış olmak, yapmak veya temsilciliğe aday olmak,
c) Mevzuattan veya sözleşmeden doğan haklarını
takip için işveren aleyhine idarî veya adlî makamlara
başvurmak veya bu hususta başlatılmış sürece katılmak,
d) Irk, renk, cinsiyet, medenî hal, aile yükümlülükleri,
hamilelik, din, siyasî görüş, etnik veya sosyal
köken,
e) "Kadın işçilerin doğumdan önce 6 ve doğumdan
sonra 6 hafta olmak üzere 12 haftalık süre içinde
çalıştırılmaları yasaktır" hükmü gereği kadın
işçilerin çalıştırılmalarının yasak olduğu sürelerde
işe gelmemek,
f) Hastalık veya kaza nedeniyle İş Yasası'nın
17. Maddesinin (I) numaralı bendinin (b) fıkrasında
öngörülen altı haftalık bekleme süresinde işe
geçici olarak devam etmemek.
İşveren bu durumlarda bulunan işçilerin iş akdini,
yasanın öngördüğü geçerli nedenler dışında gerekçelerle
feshedemeyecektir.
Şimdi fesih için geçerli nedenlerin neler olduğuna
ayrıntılarıyla bakabiliriz.
Yasanın madde gerekçeleri kısmına bakıldığında
geçerli nedenlerin tanımlanmasında esas görev
yargıya bırakılmakla birlikte yine de bir tanım
getirilmeye çalışılmıştır.
Buna göre işçinin yeterliliği bahsinde;
" Ortalama olarak benzer işi görenlerden
daha az verimli çalışma;
" Niteliklerden beklenenden daha düşük performansa
sahip olma,
" İşe yoğunlaşmanın giderek azalması;
" İşe yatkın olmama;
" Öğrenme ve kendisini yetiştirme yetersizliği;
" Sık sık hastalanma;
" Çalışamaz duruma getirmemekle birlikte
işini gerektiği şekilde yapmasını devamlı olarak
etkileyen hastalık,
" Uyum yeterliliğinin azlığı,
" İşyerinden kaynaklanan sebeplerle yapılacak
fesihlerde emeklilik yaşına gelmiş olma
halleri sayılmaktadır.
İşçinin davranışlarından doğan sebepler bahsi,
İş Yasası'nın 17.inci maddesinde belirtilen derhal
fesih için öngörülen sebepler niteliğinde olmamakla
birlikte işçinin hizmet akdine aykırı davranışları
biçiminde tanımlanmaktadır.
Örnek olarak;
" İşverene zarar vermek ya da zararın tekrarı
tedirginliğini yaratmak;
" İşyerinde rahatsızlık yaratacak şekilde
çalışma; arkadaşlarından borç para istemek;
" Arkadaşlarını işverene karşı kışkırtmak;
" İşini uyarılara rağmen eksik, kötü veya
yetersiz olarak yerine getirmek;
" İşyerinde iş akışını ve iş ortamını olumsuz
etkileyecek bir biçimde diğer kişilerle ilişkiye
girmek;
" İşin akışını durduracak şekilde uzun telefon
görüşmeleri yapmak;
" Sık sık işe geç gelmek;
" İşini aksatarak işyerinde dolaşmak;
gibi haller sayılmaktadır.
Gerek işçinin yetersizliğinden gerek davranışlarından
kaynaklanan sebeplerin geçerli sebep sayılabilmesi
için bunların işyerinde olumsuzluklara yol açması
gerekmektedir. Dolayısıyla işçinin yetersizliği
veya davranışları işyerinin bütününde olumsuzluk
yaratmayacak düzeyde kalıyorsa, üretim ve iş ilişkisi
üzerinde bir olumsuz etki yapmıyorsa iş akdinin
feshi için geçerli neden oluşmayacaktır.
İşletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden
kaynaklanan sebepler ikiye ayrılmaktadır. Birincisi
işyeri dışından kaynaklanan sebepler ikincisi
de işyeri içinden kaynaklanan sebeplerdir.
İşyeri dışından kaynaklanan sebepler;
" Sürüm ve satış olanaklarının azalması;
" Talep ve sipariş azalması;
" Enerji sıkıntısı,
" Ülkede yaşanan ekonomik kriz,
" Piyasada genel durgunluk,
" Dış pazar kaybı,
" Hammadde sıkıntısı
gibi nedenlerle işin sürdürülmesinin olanaksız
hale gelmesidir.
İşyeri içi sebepler ise;
" Yeni çalışma yöntemlerinin uygulanması;
" İşyerinin daraltılması,
" Yeni teknolojinin uygulanması;
" İşyerlerinin bazı bölümlerinin kapatılması;
" Bazı iş türlerinin kaldırılması
olarak belirtilmektedir.
Bu gerekçelerin geçerli sayılabilmesi için ise,
işverenin hizmet akdini sona erdirmeden önce,
fazla çalışmaları kaldırması, çalışma sürelerini
kısaltması, esnek çalışma şekillerini uygulaması
beklenmektedir. Madde gerekçesinde ayrıca geçerli
bir sebep kavramının işverenin fesihten kaçınma
olanağının olup olmadığına bakılarak kararlaştırılabileceği
söylenmekte yani işverenin feshe başvurmasını
en son çare olarak görmektedir.
Ayrıca eğer hizmet akdi işçinin davranışları veya
verimi ile ilgili bir nedenle feshediliyor ise,
işçiye bu iddialara karşı "savunma hakkı"
verilmeden sözleşmesi feshedilemeyecektir. Diğer
tarafta işçinin zihinsel veya bedensel yetersizliği,
arkadaşları veya amirleri ile çokça ve gereksiz
yere tartışmaya girişmiş olması gibi durumlarda
işçinin savunması alınmadan sözleşmesi feshedilebilecektir.
Akdin Feshinde İtiraz ve Usulü:
İş akdi feshedilen işçi ne yapacaktır? İşçi iki
gerekçeyle mahkemeye başvurabilecektir. Birincisi,
işveren fesih bildiriminde bir sebep göstermemiş
ise ikincisi de işçi, işveren tarafından gösterilen
sebebin geçerli olmadığı inancındaysa, işçinin
sözleşmesi, tazminatsız olarak feshedilmiş olsa
dahi itiraz hakkı vardır. İşçi itirazını bir ay
içinde yapmak zorundadır. 4773 sayılı Yasaya göre
işçiler eğer toplu sözleşmelerinde hüküm varsa,
itirazlarını özel hakeme de götürebileceklerdir.
İşçinin açmış olduğu davada işveren feshin geçerli
nedene dayandığını ispatla yükümlü olacaktır.
Dava işçinin lehine sonuçlanırsa iki olasılık
söz konusudur. İşçi mahkemenin işe iade kararı
vermesinden itibaren 6 işgünü içinde işverene
başvurduktan sonra işveren, ya bir ay içinde işçiyi
işe başlatacaktır ya da en az altı ay en çok bir
yıllık ücreti düzeyinde tazminat ödemek zorunda
kalacaktır. Tazminatın miktarı mahkeme tarafından
belirlenecektir.
İşverenin ödeyeceği tazminat sadece bununla sınırlı
değildir. İşveren davayı kazanan işçiyi, ister
işe başlatsın isterse tazminatını (işe başlatmama
tazminatı) ödesin her koşulda işçiyi mahkeme süresince
çalıştırmadığı sürelerin en çok dört aya kadar
olan kısmı için ücret ve diğer haklarını ödeyecektir.
Toplu İşten Çıkarmalarda Ne
Olacaktır?
Toplu işten çıkarma, işverenin topluca veya bir
ay içinde toplam olarak en az on işçinin iş akdini
feshetmesi durumudur. İşverenin toplu işçi çıkarması
ekonomik, teknolojik, yapısal vb. işletme, işyeri
ve işin gerekleri sonucu gerçekleşecektir. Ancak
işveren böyle bir niyeti olduğunu en az otuz gün
öncesinden yazılı olarak işyeri sendika temsilcilerine
veya işçi temsilcilerine, ilgili bölge müdürlüğüne
ve Türkiye İş Kurumuna bildirmek zorundadır.
İşveren bu bildirimde toplu işçi çıkarma ile ilgili
ayrıntılı bilgi vermek zorundadır.
İşveren bildirimi yaptıktan sonra işyeri sendika
temsilcileri veya işçi temsilcileriyle görüşmek
zorundadır. Bu görüşmelerde, toplu işçi çıkarmanın
önlenmesi ya da çıkarılacak işçi sayısının azaltılması
yahut işten çıkarmaların işçiler üzerindeki olumsuz
etkilerinin en aza indirilmesi ele alınacaktır.
İşveren toplu işçi çıkarmayı, işçilerin yargı
yoluna başvurmasını engellemek amacıyla kullanamaz,
böyle bir durum tespit edildiğinde işçinin işe
geri dönme talebiyle dava açma hakkı doğar.
İşyeri Sendika Temsilcilerinin İş Güvencesi:
4773 sayılı Yasanın toplu işçi çıkarmaları ilgili
düzenlemesi bir yenilik getirmektedir: İşçi temsilciliği.
İşçi temsilciliği; sendikasız işyerlerinde işçiler
arasından işyeri sendika temsilcilerinin seçilme
usullerine göre seçileceklerdir. İşçi sayısı 50'ye
kadar olan işyerlerinde bir, ellibir ile yüz arasında
en çok 2, yüzbir ile beşyüz arasında en çok üç,
beşyüzbir ile bin arasında en çok dört, binbir
ile ikibin arasında en çok altı, ikibinden fazla
ise en çok sekiz temsilci seçilecektir.
4773 sayılı Kanun sadece 1475 sayılı İş Yasası'nda
değişiklikler yapmamaktadır. 2821 sayılı Sendikalar
Yasası'nda yaptığı değişiklikle işyeri sendika
temsilcilerinin hizmet akitlerinin işveren tarafından
feshinde iş güvencesi hükümleri uygulanır düzenlemesi
getirerek, işyeri sendika temsilcilerinin işveren
tarafından işe başlatılmak yerine tazminatlarının
ödenerek işten çıkarılmalarının yolunu açmıştır.
Ancak, işyeri sendika temsilcilerinin iş akitlerinin
sadece temsilcilik faaliyetleri nedeniyle feshedilmesi
halinde alt sınırı bir yıllık ücret tutarında
olmak şartıyla miktarını mahkemenin belirleyeceği
tazminata hükmedileceği öngörülmüştür.
İşyeri sendika temsilcilerinin temsilcilik süresince
çalıştığı işyerinin işveren tarafından tek yanlı
olarak değiştirilmesi veya işinde esaslı bir değişiklik
yapılmasının önü kapatılmış, işverenin temsilcilerin
sıfatını ve güvencesini ortadan kaldırmasının
önüne geçilmiştir.
Yine 2821 sayılı Yasada yapılan değişiklikle sendika
üyeliği veya sendikal faaliyetlerden dolayı iş
akdinin feshi halinde işçilerin iş güvencesi hükümlerinden
faydalanmaları, yani dava açmaları, işe geri dönmeleri
veya bunun tazminatını almaları mümkün hale gelmiştir.
İşçinin iş akdi bu nedenle feshedilmişse, ödenecek
tazminat miktarının alt sınırı bir yıldır.
İşveren Örgütlerinin Tavrı: İş Güvencesine Karşı
Esneklik
Görüldüğü gibi, iş güvencesine yönelik olarak
yapılan düzenlemelerin işten çıkarmaları tümüyle
ortadan kaldırıcı bir yanı yoktur. İş güvencesi
ile ilgili düzenlemeler hizmet akdinin feshedilmesini
engellemeye yönelik değil, bu feshi geçerli bir
nedene dayanarak yapmayı öngörmektedir. Ayrıca
düzenlemelerin kapsamı oldukça sınırlıdır.
Çalışma Bakanlığı'nın 2002 Ocak ayı verilerine
göre toplam işçi sayısı 4 milyon 564 bin, toplam
işyeri sayısı 382 982 dir. 1-9 işçi çalıştıran
işyerlerinin sayısı 306 bin bu işyerlerinde çalışan
işçi sayısı 995 bindir.
İşyerlerinin yüzde 80'ni İşçilerin yaklaşık yüzde
22'si iş güvencesi kapsamı dışında kalmaktadır.
Diğer yandan bu düzenleme kağıt üzerinde işyerlerinin
10'dan az işçi çalıştırılan işyerlerine bölünmesi
gibi bir yolu da açabilecektir. Aynı şekilde düzenlemelerin
sadece belirsiz süreli hizmet akdiyle çalışanları
kapsaması nedeniyle, belirli süreli akitle işçi
alımının yaygınlaşma ihtimali vardır. Oysa yasa
gerekçesinde de açıkça kabul edildiği gibi yasaya
dayanak yapılan ILO sözleşmesi, iş güvencesini
kural olarak hizmet akdi ile çalışan bütün işçiler
için öngörmektedir.
6 ay kıdem koşulu da yine eşitlik ilkesine aykırı
niteliktedir ve işçi sirkülasyonunun yükselmesiyle
ters orantılı olarak güvence kapsamındaki işçi
sayısını azaltıcı özellik taşımaktadır. Ayrıca
6 aylık sürenin dolmasına yakın dönemlerde işçi
çıkarmaların yoğunlaşması ihtimalini artırmaktadır.
İş güvencesi düzenlemeleri, bütün bu özelliklerine
rağmen işveren örgütlerinden büyük tepki çekmektedir.
Sanki yasal düzenlemeler nedeniyle, işçi çıkarmaları
tümüyle yasaklanmış gibi bir hava estirmektedirler.
Oysa getirilen düzenlemeler, işçilere sadece yargıya
başvurma ve işe geri dönme ya da bunun tazminatını
alma hakkı tanımaktadır. Bu kadar sınırlı bir
hak ilerlemesi dahi işverenleri rahatsız etmektedir.
İşverenlerin asıl endişesi, iş güvencesi düzenlemeleriyle
birlikte işçilerin sendikalara yönelmesi durumudur
ve bu nedenle sınırlı ilerlemeler içeren yasaya
karşı büyük bir tepki ortaya koymaktadırlar.
İşverenlerin, iş güvencesi yasası ile ilgili bir
diğer itirazları ise bu düzenlemelerin yeni bir
iş yasası içinde yer alması gerektiği biçimindedir.
Bilindiği gibi 2001 yılı Haziran ayında oluşturulan
bir komisyon, yeni bir İş Yasası Tasarısı hazırlamıştır.
Komisyonun hazırlamış olduğu bu tasarının içinde
4773 sayılı Yasa ile çıkarılmış bulunun iş güvencesi
düzenlemeleri ufak ama önemli bir farklılıkla
yer almaktadır.
Söz konusu farklılık şöyledir: "İşçi feshin
başka bir sebebe dayandığını iddia ettiği takdirde,
bu iddiasını ispatla yükümlüdür." 4773 sayılı
Yasada ise ispat yükü sadece işverenin üzerindedir.
Bu açıdan bakıldığında İş Yasası Tasarısı 15 Mart'tan
önce yasa haline getirilirse, iş güvencesi konusunda
getirilmiş olan sınırlı ilerlemeler de kağıt üzerinde
kalacaktır.
İş Yasası Tasarısının iş güvencesi düzenlemelerini
etkisiz kılacak yönleri bununla sınırlı değildir.
İş Yasası Tasarısı, sözleşme türlerinin sayısını
artırmaktadır. Halen yürürlükte olan yasal düzenlemeye
göre esas olarak iki tür sözleşme vardır. Belirsiz
süreli ve belirli süreli sözleşmeler. İş güvencesi
hükümlerinden belirsiz süreli sözleşmelerle çalışan
işçilerin yararlanacağını görmüş bulunuyoruz.
Yasa tasarısında ise, kısmi zamanlı çalışma, çağrı
üzerine çalışma, deneme süreli çalışma sözleşmeleri
var olanlara eklenmiş ve taraflarca başka türde
sözleşmeler yapılabileceği belirtilmiştir.
Tasarı, tarafların sözleşme türünü serbestçe belirleyebilmelerini
de öngörmektedir. İşsizliğin önemli boyutlara
ulaştığı bir ülkede iş arayan işçilerin, sözleşme
türünü serbestçe belirlemelerinin mümkün olmadığı
ve dolayısıyla serbestliğin sadece işverenler
için geçerli olduğu açıktır ve işverenlerin kendilerine
yük olarak gördükleri sözleşme türlerini değil,
maliyetsiz sözleşme türlerini işçilere dayatacağı
ortadadır.
Tasarının iş sözleşmesini belirleme serbestisi,
işverenlerin belirsiz süreli iş sözleşmelerini,
belirli süreli ya da kısmi süreli iş sözleşmelerine
çevirmelerini yaygınlaştıracaktır. İş güvencesi
düzenlemeleri belirsiz süreli iş sözleşmeleri
ile çalışanları kapsadığında belirli süreli iş
sözleşmesi kapsamına alınanlar, kısmi süreli sözleşme
ile çalışanlar bu düzenlemeden yararlanamayacaktır.
Tasarıda yer alan, iş sözleşmelerinin kesin veya
geçici devrine ilişkin hükümler de iş güvencesini
kullanılmaz hale getirecektir. Tasarıya göre iş
sözleşmeleri iki türlü devredilebilecektir. Kesin
ve geçici devir biçiminde.
Kesin devirde, devralan işveren iş sözleşmesinin
tüm hak ve borçları üstlenmekle birlikte işçi
açısından işyerinin ve işverenin değişmesi söz
konusu olmaktadır. Ancak, devralan işveren çalışma
şartlarında esaslı değişiklik yapacağını işçiye
bildirerek iş sözleşmesinin feshi için geçerli
bir neden oluşturmuş olacaktır. Bu durumda işçi
mahkemeye giderek, feshin geçerli bir nedene dayanmadığını
iddia edebilecek dolayısıyla iş güvencesi hükümlerinden
faydalanabilecektir.
Ancak burada ince bir nokta vardır. İş sözleşmesinin
feshi için geçerli sebepler arasında işçinin yeterliliği
veya davranışları ya da işletmenin, işyerinin
veya işin gerekleri sayılmaktadır. Bu tasarının
19. Maddesidir. Çalışma şartlarında esaslı değişiklik
yapılması ise 23. maddedir.
Madde gerekçesinde ise aynen şu yazılmaktadır:
"Madde ile amaçlanan, belirli olumsuz koşulların
varlığında, işçinin sözleşmesinin doğrudan feshedilmesi
yerine, çalışma koşullarında belirli değişiklikler
yapılması yoluyla, iş ilişkisinin sürdürülmesinin
sağlanmasıdır."
Burada sözü edilen çalışma koşulları, iş sözleşmesi
veya bu sözleşmenin eki niteliğindeki personel
yönetmeliği vb. kaynaklar ya da işyeri uygulamalarıdır.
Böylece 23. Madde ile işverenlere fesih için geçerli
neden oluşturma yolu gösterilmekle kalınmıyor
buna ilaveten fesih tehtidiyle işçinin sözleşme,
yönetmelik vb.leri ile belirlenmiş haklarının
gerisinde çalışmayı kabul etmeye zorlanması gerçekleştiriliyor.
Hepsinden önemlisi, İş Yasası Tasarısında öngörülen
özel istihdam bürolarının kurulması iş güvencesi
düzenlemelerini hükümsüz kılmaktadır. Özel istihdam
büroları, tasarıda ödünç iş ilişkisi genel başlığı
altında ele alınıyor.
Ödünç iş ilişkisi, iki biçimde kurulabiliyor.
Birincisi, işveren işçisini bir başka işverene
geçici olarak veriyor. İşçi, geçici olarak başka
bir işverene bağlı olarak çalışıyor. İkinci biçim
ise ödünç iş ilişkisinin mesleki bir faaliyet
olarak yürütülmesi, yani özel istihdam büroları
kurulması yoluyla mümkün oluyor. Bu bürolar sözleşme
yaptıkları işçileri, isteyen işverenlere vererek
gelir elde edebiliyorlar. Dolayısıyla işverenler,
bu bürolar aracılığıyla istedikleri vasıf ve sayıda
işçiyi, ihtiyaç hasıl olduğunda işe alacak, ihtiyacı
ortadan kalktığında, istihdam bürosuna geri gönderecektir.
Ödünç alan işveren, işçi ile sözleşme yapmayacak,
onun işvereniyle sözleşme yapacaktır. Ödünç veren
işveren, ödünç verme süresi bittikten 3 ay sonra
işçinin sözleşmesini feshedebilecek; ama işçi
iş güvencesi hükümlerinden faydalanamayacaktır.
İşverenlerin İş Yasası Tasarısının neden 15 Mart'tan
önce yasalaşmasını istedikleri ortadadır. Çünkü
tasarı yasalaşırsa iş güvencesi düzenlemeleri
kağıt üzerinde kalacak, zaten kapsamı sınırlı
olan düzenlemelerin kapsamı iyice daralacaktır.
İş Kanunu Tasarısı Başka Neler
Getirip, Neler Götürüyor?
İş Yasası Tasarısı, kriz döneminde işverenlerce
maliyetleri düşürmek için yaygın olarak kullanılan
yöntemleri yasalaştırma girişimi niteliğindedir.
Bu anlamda tasarı var olan uygulamaları yasa diline
çevirmektedir.
Kriz koşullarında işverenler neler yaparlar? İşyerinin
bütününde veya belli bölümlerinde çalışan işçilerin
çalışma sürelerini kısaltırlar. Kısmen veya topluca
ücretsiz izin kullandırırlar. İşyerinin bir kısmını
başkasına devrederler. Ya da işçileri kıdem tazminatlarını
dahi ödemeden topluca işten çıkarırlar. Kısaca
çalışma ilişkilerini esnekleştirirler ve bunu
yasalara rağmen yaparlar. İşte yasa tasarısı,
bütün bu uygulamaları yani kriz koşullarında işverenlerin
başvurdukları bütün yöntemleri içermekte ve yasa
haline getirmektedir.
Diğer yandan tasarının işlevi bununla sınırlı
kalmamakta, var olan yasal durumu da geriye götürecek
hükümler içermektedir.
Kazanılmış Haklar Sorunu:
Bunların başında, kıdem tazminatına yönelik düzenlemeler
gelmektedir. Tasarıda kıdem tazminatı ile ilgili
iki ayrı öneri yer almaktadır. Her iki öneri de
işçilerin kazanılmış haklarını geriye götürmektedir.
Birinci öneri, kıdem tazminatı fonu önerisidir.
Bu öneriye göre, işçilerin kıdem tazminatı kurulacak
bir fondan ödenecektir. Ancak kıdem tazminatına
hak kazanma koşulları değiştirilmiştir. Kıdem
tazminatı yaşlılık (emeklilik), malullük, ölüm
ve toptan ödeme halleri ile 10 yıl prim ödeyen
işçilerin isteği hallerinde ödenecektir. Dolayısıyla,
işten çıkarmalar durumunda kıdem tazminatı ödemesi
yapılmayacaktır.
Kıdem tazminatı fonundan, kanunun yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren çalışmaya başlayan veya bu tarihten
sonra yeniden iş sözleşmesi yapılarak işe alınan
işçilere ödeme yapılacaktır. Kanunun yürürlük
tarihine kadar olan kıdemler için tazminatlar
1475 sayılı Yasa hükümlerine göre ödenecektir.
İlk bakışta kazanılmış haklara dokunulmamış gibi
görünmektedir. Ancak burada çarpık bir anlayış
söz konusudur. Kazanılmış hak kavramı, sürekliliği
olan bir kavramdır.
Kıdem tazminatı hakkı, sadece bu hakkı düzenleyen
yasanın yürürlük süresi içinde çalışanların kazanmış
olduğu bir hak değil, işçi sınıfının kazanmış
olduğu bir haktır, dolayısıyla yapılan her yeni
yasal düzenleme de takip eden işçi nesillerine
aktarılması gerekir. Bu nedenle sadece yasanın
yürürlük süresi içinde bu hakkı kullananların,
bu hakkı kullanmaya devam etmelerini güvenceye
almak, hakkı korumak değil işçileri bölmek anlamına
gelmektedir.
Kıdem tazminatı fonu önerisinde kazanılmış hakları
geriye götüren sadece bu düzenleme değildir. Öneriye
göre kıdem tazminatına esas alınacak ücret sözleşmenin
sona erdiği tarihte alınan son ücret olmayacak,
son takvim yılının ortalaması esas alınacaktır.
Yılbaşı ve yıl sonunda işçinin almış olduğu ücretin
farklı olması nedeniyle kıdem tazminat miktarı
kaçınılmaz olarak düşecektir.
Buna ek olarak işçi 10 yıl çalıştıktan sonra tazminat
isterse ikinci bir kayba daha uğrayacaktır. On
yıl içinde işçi, farklı ücret düzeyleriyle birden
çok işte çalışmış olabilir. On yıllık süre içinde
yüksek ücretle çalışmış olduğu yerlerdeki tazminatını
alma hakkını kaybetmiş olacaktır.
İkinci öneri ise kıdem tazminatı uygulamasının
tazminat miktarının 30 günden 15 güne düşürülerek
sürdürülmesini içermektedir. Burada hak kaybı,
miktarla sınırlı tutulmuştur.
Tasarının işçilerin kazanılmış haklarını ortadan
kaldıran bir diğer düzenlemesi de fazla mesailerle
ilgilidir. Yürürlükteki iş kanununa göre, işçiler
normal günlük çalışmanın üzerinde çalıştıkları
her saat için yüzde 50 zamlı ücret almaktadırlar.
Bu çalışmalar günde 3 saati ve yılda 90 günü aşamamaktadır.
Tasarıya göre fazla mesai ile günlük çalışma süresi
arasındaki ilişki ortadan kaldırılmıştır. Günlük
normal çalışma süresinin 9 saat olduğunu varsayalım.
Yürürlükteki yasaya göre 10 saat çalışan bir işçi
10.5 saatlik bir ücret elde etmektedir. Tasarıda
ise, işçi bir gün 11 saat çalışmış olsa dahi fazla
mesai ücreti alamayacaktır.
İşçinin fazla mesaiye hak kazanması ancak haftalık
çalışma süresinin normal haftalık çalışma süresi
olan 45 saati aşması durumunda mümkün olacaktır.
Ancak bu her hafta için geçerli olmayacaktır.
Yani bazı haftalar işçiler 45 saatin çok üzerinde
çalışabilecekler ama bu çalışmalar fazla mesaiden
sayılmayacaktır. Haftalık çalışma süresinin 45
saati aşıp aşmadığı, 2 aylık yani 8 haftanın ortalamasına
bakılarak kararlaştırılacaktır.
Böylece işçilerin günlük fazla çalışmaları, günlük
az çalışmayla denkleştirilmiş olacaktır. Bunun
anlamı şudur: işçi bir saat fazla çalıştığında
bir saat az çalışacaktır. Dolayısıyla işçiler,
fazla çalışmada elde etmiş oldukları yüzde 50
zamlı ücreti alamayacaklar, bir saatlik fazla
çalışmayı, bir saatlik az çalışmayla eşitleyeceklerdir.
Tasarı, fazla çalışmaların günlük çalışma süreleriyle
ile ilişkisini koparıp, sekiz haftalık çalışma
süresinin ortalamasına göre hesapladığı için işçilerin
fazla mesai ödemeleri gasp edilmiş olmaktadır.
İşçiler sadece 8 haftanın ortalaması 45 saati
aşarsa ve her koşulda 48 saati aşmamak kaydıyla,
haftada 3 saatlik fazla mesai ücreti alabileceklerdir.
Esneklik ve İş Yasası Tasarısı:
İş Yasası tasarısı, esas olarak esnek çalışma
ilişkilerini yasalaştırma tasarısıdır. Tasarının
gerekçe kısmında esnekliğin çağın gereği olduğu,
bilimsel ve teknolojik gelişmelerin esnekliği
zorunlu kıldığı ve Türkiye'nin üye olmak için
uğraştığı Avrupa Birliği'ne girmenin bir gereği
olduğu iddia edilmektedir.
Son 30 yıldır yaşadığımız sürecin esas özelliği
dünya çapında sermayenin egemenliğindeki artıştır.
Bu aynı zamanda, sermayenin aşırı ölçüde merkezileşmesi
ve yoğunlaşmasını da beraberinde getirmekte ancak
farklı sermayeler arasındaki amansız rekabeti
ortadan kaldırmamaktadır. Daha hızlı, daha ucuz,
daha çok üretmek; ürettiklerini daha hızlı, daha
çabuk satabilmek bu amansız rekabetin asli unsurlarıdır.
Bu aynı zamanda, büyük bir kaos ortamının temellerini
oluşturuyor. Bu büyük kaos ortamında, öngörülebilir
ve planlanabilir bir gelecek düşüncesi giderek
kayıplara karışıyor.
Üretim ve tüketimin hızını artırma çabası, bir
yanda her türlü sürtünme gücünü azaltmaya, fren
mekanizmasını yok etmeye yol açarken diğer yandan
sermayenin değerlenme sürecini de kısaltıyor ve
krizlerin süresini giderek yakınlaştırıyor, krizleri
genelleştiriyor. Kapitalist sistemin kaçınılmaz
olarak kriz üreten bir yapısı olduğu yüzyıllar
önce tespit edilmiş ve kanıtlanmış bir gerçekliktir.
Bu krizler belirli bir devreyi -yaklaşık 30-40
yıl- izliyorlardı. Günümüzde iktisatçılar, artık
sürekli bir kriz içinde yaşandığını, krizlerin
sürekli hale geldiğini tespit ediyorlar.
"Krizi yönetmek" günümüzün temel anlayışlarından
biri olmuştur. Oysa çok değil 50 yıl önce, istikrarlı
ve planlı ekonomiler, tam istihdam, refah toplumu
söylemleri tüm dünya çapında yaygın dağıtımı olan
söylemlerdi ve o günün dünyasında krizler, anormal
durumlar olarak değerlendiriliyorlar ve aşılabileceklerine
inanılıyordu. Bugün ise artık kriz karşısında
teslim olmuş bir ruh hali hakimdir.
Krizin içinde yaşıyor olmak ya da krizin egemenliğini
kabul etmek, sermaye açısından krizin etkilerini
kendisinden mümkün olduğunca uzak tutmak anlamına
gelmektedir. Madem ki bir öngörülemezlik ve kaos
durumu hakimdir o halde sermayenin kendisini şimdiden
belirli şartlarla sınırlamasının, katı kurallara
uymaya zorlanmasının anlamı yoktur. Bu, katı olan,
yani kriz koşullarında kırılma olasılığı yüksek
olan her şeyin esnek hale getirilerek, sermayenin
hareket kabiliyetini artırmak demektir. Bu nedenle
esneklik, sermayenin kriz yönetme anlayışının
asli kavramıdır. İş Yasası Tasarısının gerekçesinde
belirtildiği gibi bilimsel ve teknolojik gelişmelerin
kaçınılmaz sonucu değildir.
Sözleşme Türleri ve Esneklik:
Bireysel iş hukukunu düzenleyen yürürlükteki 1475
sayılı İş Kanunu'na göre iki tip sözleşme vardır.
Belirsiz süreli ve belirli süreli sözleşmeler.
Belirsiz süreli sözleşme, işçi ile işveren arasındaki
iş ilişkisinin belirli bir süreye bağlanmadığı
sözleşmedir. Belirli süreli sözleşme ise, işin
ne kadar sürede yapılacağının zaman ve tarih olarak
belirtildiği bir sözleşme tipidir.
Bugün Türkiye'de işçilerin büyük bir çoğunluğu
belirsiz süreli hizmet sözleşmeleriyle çalışmaktadırlar.
Ayrıca yargı kararlarıyla da iş ilişkilerinde
asıl olanın belirsiz süreli iş sözleşmeleri olduğu
kabul edilmiştir. Belirsiz süreli iş sözleşmesiyle
çalışanlar, iş yasasının koruyucu düzenlemelerinden
belirli süreli iş sözleşmesiyle çalışanlara göre
daha fazla yararlanmaktadırlar.
Belirsiz süreli iş sözleşmeleri, istikrarlı piyasa
koşullarında yani krizin sık aralıklarla yaşanmadığı
koşullarda işverenler açısından bir engel teşkil
etmez iken, krizlerin arası birbirine yakınlaştıkça
piyasaya uyum gösterme maliyetlerini yükseltmektedir.
Bu çerçevede esneklik felsefesinin gereği olarak,
İş Kanunu Tasarısı iş sözleşmesi türlerini çoğaltmıştır.
İş Kanunu Tasarısında yer alan sözleşme türleri
belirsiz süreli, belirli süreli, kısmi süreli,
tam süreli, deneme süreli sözleşmeler olarak belirlenmiştir.
Ayrıca çağrı üzerine çalışma kısmi süreli çalışmanın
bir biçimi olarak tasarıda yer almaktadır. Tasarının
madde gerekçelerinde ise, iş sözleşmesi türlerinin
kanunda belirtilenlerle sınırlı olmadığı da söylenmekte
ve asgari süreli iş sözleşmesi vb. gibi sözleşme
türlerinin de taraflarca yapılabileceğini vurgulanmaktadır.
Tasarıda yer alan sözleşme türlerine yakından
bakacak olursak:
Belirsiz süreli iş sözleşmeleri: İşçi ile işveren
arasındaki iş ilişkisi belirli bir süreye bağlanmadığı
sözleşmelerdir.
Belirli süreli iş sözleşmeleri: Süresi zaman ve
tarih olarak belirlenen veya işçinin üstlendiği
işin türü amacı veya niteliğinden süresinin belli
olduğu anlaşılan sözleşmedir.
Kısmi süreli sözleşme: İşyerinde uygulanan normal
haftalık çalışma süresinin daha altında bir çalışma
süresiyle çalışmayı kapsayan sözleşmedir.
Çağrı üzerine çalışma: Kısmi süreli bir iş sözleşmesi
olan bu türde işçiye sadece üstlendiği işin çıkması
durumunda işbaşı yaptırılacaktır.
Sözleşme türlerini çoğaltmanın ve tarafların türü
belirleme konusunda serbest bırakılmalarının anlamı
açıktır: Yeni tasarı, ülkemizde çalışma ilişkilerinde
asıl sözleşme türü olan belirsiz süreli sözleşmenin
uygulama alanını daraltmakta, diğer sözleşme türlerine
yer açmaktadır. Böylece aynı iş, farklı sözleşme
türleriyle çalışanlar tarafından yapılabilecektir.
Tasarının bütünü dikkate alındığında, belirsiz
süreli iş sözleşmesi dışında çalışanlar iş yasasının
getirmiş olduğu haklardan mahrum kalacaklardır.
Örneğin, belirsiz süreli iş sözleşmesiyle çalışmayanlar
iş sözleşmesinin feshi durumunda feshe itiraz
edemeyeceklerdir. Aynı şekilde kısmi süreli sözleşme
ile çalışanlar, hafta tatili ücreti, servis ve
yemek gibi haklardan yararlanamayacaklardır.
Görüldüğü gibi yasa tasarısı, işverenlerin önüne
oldukça geniş bir sözleşme seçeneği sunarak esnekliğin
temelini oluşturmaktadır. Piyasa koşulları kötüleştiğinde
istihdam edilenlerin sayısı herhangi bir maliyet
yüklenilmeksizin düşürülecek ve piyasa yeniden
açıldığında istihdam artırılacaktır.
Tasarı tarafların sözleşme türünü belirlemekte
serbest olduğunu söylerken, işçilerin kendilerine
önerilen sözleşme türünü reddetme alternatifleri
varmış gibi bir hava vermektedir. İşçinin kendisine
önerilen sözleşme türünü kabul etmemesi, sözleşmesiz
yani işsiz kalmak anlamına gelmektedir.
İşveren, piyasalarda işlerin iyi gittiği durumda
ya da siparişlerin arttığı bir dönemde çalıştırdığı
işçi sayısını artırmak istediğinde 2 ay deneme
süreli, haftada 20 saat çalıştıracağı kısmi süreli,
ya da siparişin yetişme zamanına göre belirli
süreli işçi alabilecektir.
İşe girmek için başvuran işçiler, işverenin teklifini
sorgulamaksızın kabul edeceklerdir. Hayır, biz
belirsiz süreli çalışmak istiyoruz, diyemeyeceklerdir.
Bu anlamda sözleşme belirleme serbestisi, dayatmadan
başka bir şey olmayacaktır. Tasarıda yer alan,
"taraflar iş sözleşmesini ... ihtiyaçlarına
uygun türde belirleyebilirler" ifadesinin
uygulamadaki karşılığı kaçınılmaz olarak bu olacaktır.
O halde sözleşme türünü serbestçe belirleme hakkı,
işçilerin değil işverenlerin hakkı demektir.
Esneklik ve Yoksullaşma:
Esneklik uygulamaları, yeni ve çağdaş uygulamalar
da değillerdir; çünkü krizler sürekli varolmuşlardır.
Yeni olan krizlerin ortaya çıkma aralıklarının
yakınlaşması, sürekli bir kriz durumunun varlığıdır.
Krizler daha sık aralıklarla yaşanmaya başladığından,
esneklik uygulamalarının da sadece kriz dönemlerine
has uygulamalar olmaktan çıkarılarak yasa haline
getirilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu çerçevede
dünyanın pek çok ülkesinde, içinde bulunduğumuz
dönemde özellikle İspanya, İtalya ve Portekiz'de,
esneklikle ilgili yasal düzenlemeler gerçekleştirilmektedir.
Bir anlamda, kriz yasaları çıkarılmaktadır.
Diğer yandan kriz dönemlerinde, tek tek işverenlerin
başvurdukları esneklik uygulamaları gerek ülke
içindeki gerek ülkeler arasındaki farklılıklar
nedeniyle ve özellikle de işyerlerindeki işçi
örgütlenmesinin güçleri arasındaki farklılıklar
nedeniyle belirli bir ortalamayı tutturamamaktadır.
Yani, bir işyerinde sendikal örgütlülük güçlü
ise o işyerinde esneklik uygulaması ya da krizin
maliyetini işçilerin sırtına yıkma çabası sınırlı
kalırken, bir başka işyerinde sendikal örgütlülüğün
bulunmaması ya da zayıf olması nedeniyle esneklik
sorunsuz uygulanmakta ve sonuçta iki işveren arasında
eşitsiz bir durum, haksız bir rekabet doğmaktadır.
Bu eşitsizliği gidermek ise ancak tüm işyerlerini
kapsayacak bir yasa yoluyla mümkün olabilir. Bu
nedenle esneklikle ilgili düzenlemeler, işverenler
arasında bir centilmenlik anlaşması özelliği taşımaktadır.
Aynı durum ülkeler arasındaki rekabet açısından
da geçerli olduğundan, esneklik virüsü tüm dünya
çapında hızla yayılma eğilimine girmiştir. Bu
açıdan bakıldığında, bireysel iş hukuku alanında
geçmişin koruyucu hukuk anlayışı ortadan kaldırılmış
ve tamamen sermayedar sınıf arasında bir centilmenlik
anlaşması niteliğini taşıyan hukuki metinler ortalığı
kaplamıştır. Bu anlamda esneklik yasaları, işverenler
arasındaki rekabette eşitlik sağlarken, işçi haklarını
kötüde eşit hale getirme işlevi de görmektedirler.
Sözleşme türlerinin sayısını artırma ve işverenlere
bu türlerden dilediği bir tanesini seçme hakkını
tanımak, iş gücü piyasasına kökten bir müdahalede
bulunmak anlamına gelmektedir. Bu yaklaşımla birlikte
işgücü piyasası iki katmanlı bir hale gelecektir.
Bir yanda belirsiz süreli sözleşmelerle istihdam
edilen, çeşitli koruma ve güvencelere sahip, sayıca
az bir işçi kesimi. Diğer yanda, işçilerin büyük
çoğunluğunu oluşturan, işverenlerin piyasa koşullarındaki
dalgalanmalara göre istihdam edip işten çıkardığı
ve bunları en düşük maliyetlerle gerçekleştirdiği,
iş bulabilmek için en kötü koşullarda, en düşük
ücretlerle çalışmaya razı çeper işgücü. İşgücü
piyasasının zencileri çeperdekileri ve beyazları
da çekirdektekileri kapsamaktadır.
İşverenler, az bulunur niteliklere sahip, vasıflı
işçilerini belirsiz süreli iş sözleşmeleri ile
istihdam edecekler, bu çekirdek kadroyu ihtiyaç
hasıl olduğunda genişleteceklerdir. Dolayısıyla
işgücü piyasası, piyasadaki dalgalanmalara tamamen
duyarlı kılınacak, olağanüstü boyutlarda bir işçi
sirkülasyonu yaşanacaktır. İşçilerin kısa aralıklarla
işe giriş çıkışları ise, ortalama ücretleri aşağıya
çekecektir. Bu açıdan bakıldığında kanun tasarısı,
sadece işverenlerin istihdama yönelik alacağı
kararların maliyetini düşürmekle kalmamakta, bir
bütün olarak piyasadaki ücretleri aşağıya çeken
bir etkide bulunmaktadır.
İşgücünün katmanlı hale getirilmesi, tasarının
yasalaşmasıyla başlamayacaktır. Tasarının kendisinin
de kabul ettiği gibi, işgücü zaten katmanlı bir
haldedir, yeni istihdam biçimleri giderek yaygınlaşmaktadır.
Tasarının yaptığı, hiçbir koruyucu önlem getirmeden
bu durumu yasal hale getirmektir. Belirsiz süreli
iş sözleşmeleri dışında kalan sözleşme türleriyle
çalışanlara sağlanan eşitlik sadece ücret ve paraya
ilişkin bölünebilir menfaatler yani ikramiye vb.
ile sınırlıdır. Bunların sosyal güvenceleri, emeklilikleri,
kıdemleri ise belirsizliğe terk edilmiştir.
Kısmi süreli çalışan bir işçinin ücreti, aynı
ya da benzer işi yapan tam süreli işçinin ücreti
esas alınarak yapılacaktır. Yani tam süreli çalışan
işçinin saat ücreti ne kadarsa, kısmi süreli işçiye
çalıştığı saat kadar bu ücret üzerinden ödeme
yapılacaktır. Eşitlik varmış gibi görünüyor; ama
yok. Kısmi süreli çalışan işçilerin, tam zamanlı
çalışan işçilere göre hangi yoğunlukta çalıştıkları
bilinmemekle birlikte, daha kısa süreli çalıştıkları
için daha verimli çalışacakları tahmin edilebilir.
Dolayısıyla daha fazla üretene aynı ücreti vermekle
eşitlik sağlanmış olmaz, tam tersine bu işçiler
daha ucuza çalıştırılmış olur.
İkincisi; kısmi süreli çalışanlar tam süreli çalışan
emsallerinin aldığı ikramiye, yakacak yardımı
gibi bölünebilir yardımlardan çalıştıkları süreyle
orantılı olarak yararlanacaklardır. Ama kısmi
süreli çalışanlar, hafta tatili ücretinden, servis
araçlarından ve yemek servisinden faydalanamayacaklardır.
İşverenler açısından servis, yemek işçinin ücretinin
bir parçasıdır. Bunlar işçinin cebine doğrudan
girmemekle birlikte, işverenin cebinden çıkar.
İkramiye ve yakacak ödemeleri nasıl ücretin parçasıysa,
bunlar da ücretin parçasıdır ve kısmi süreli çalışanların
bu uygulamalardan faydalandırılmaması, bu işçilerin
daha ucuza çalıştırılmaları anlamına gelir. Dolayısıyla
yasa tasarısı, emsal işçi uygulaması getirerek
aslında, kısmi süreli çalışanların ücretlerinin
daha yüksek belirlenmesini yasa yoluyla engellemeye
çalışmaktadır. Bu yukarıda sözü edilen, ortalama
ücretleri aşağıya doğru bastırmanın bir başka
yoludur.
Esnekliğin uluslararasılaşması ya da küreselleşmesinin
ardında sadece rekabet koşullarının eşitlenmesi
süreci yatmamakta aynı zamanda çeşitli uluslararası
yapılanmalar tarafından esneklik dayatılmaktadır.
Küresel düzeyde sermaye hareketlerinin önündeki
engellerin hızlı bir şekilde temizlenmesi yani
sermaye hareketinin sürtünmelerini en aza indirme,
fren mekanizmalarını boşaltma girişimlerinin dünya
çapında yoksulluğu ve sınıfsal çelişkileri arttırdığı,
eşitsizliği derinleştirdiği, ekolojik çevrenin
tahribine yol açtığı bizzat Dünya Bankası ve IMF
tarafından kabul edilir hale gelmiştir. Özellikle
Dünya Bankası, yoksullukla mücadele için araştırmalar
yaptırmakta, fonlar ayırmaktadır. Ancak yaklaşımının
özünde yoksulluğun ortadan kaldırılması yerine,
üzerinin örtülmesi vardır.
Son 30 yıl içinde gerçekleştirilen uygulamalar
insanlık üzerinde derin yaralar açmışken, bu yaraları
açanlar pansuman yapılmasına razı olmuş görünmektedirler.
Düşünülen önlemler gerçekten pansuman niteliğindedir
zira yoksulluğu, eşitsizliğin bir sonucu olarak
görmemektedir. Dünya Bankası raporları, yoksulluğun
nedenlerini, kötü yönetimde ve yöneticilerde,
yolsuzluk ekonomisinde aramaktadır. Oysa yoksulluğun
nedeni, insanların hepsinin üretim ve geçim araçlarına
eşit uzaklıkta durmadığı, yani birileri bu araçları
elinin altında tutarken diğerlerinin bundan yoksun
olduğu toplumsal eşitsizlik durumudur. Bu eşitsizlik
insanın insana bağımlılığına neden olmakta ve
bu bağımlılık her türlü yoksullaşmanın, çürümenin
esas nedenini oluşturmaktadır.
Sermayenin egemenliğindeki artış, kaçınılmaz olarak
işçi sınıfı ve emekçilerin çalışma ve yaşama koşullarını
ağırlaştırmaktadır. Bir yanda bu egemenliği sınırlayan
her türlü yasayı, kurumu ve örgütlenmeyi ortadan
kaldırmaya yönelik düzenlemeler tüm dünya çapında
yaygınlaştırılırken öte yanda yoksullukla mücadele
programları inandırıcı değildir.
Esneklik ve Ücretler:
Sözleşme türlerinin sayısının artırılmasının ve
işgücünün çekirdek ve çeper işgücü olarak bölünmesinin
esneklik uygulamalarına temel teşkil ettiğini
ve bu sayede ücretler ortalamasının aşağıya doğru
çekileceğini görmüş bulunuyoruz. Farklı sözleşme
türleriyle çalışıp aynı işi yapanların aynı ücreti
alamamaları durumu, ücret ödemelerinin de esnek
hale geleceğini göstermektedir. Ancak esas dikkat
edilmesi gereken nokta, çalışma ilişkilerinin
esnekleşmesiyle birlikte, işçilerin büyük bir
çoğunluğunun gelir güvencesinden yoksun kalacak
olmalarıdır. İlk bakışta mümkün olmayan bir durum
anlatılıyormuş gibi gelebilir. Ancak esneklik,
mümkün olmayanı, yani çalıştığı halde bir gelir
güvencesinden yoksun kalmayı gerçekleştirmektedir.
Tasarıda ücret, bir kimseye bir iş karşılığında
para ile ödenen tutar olarak tanımlanmaktadır.
İstihdamın tamamına yakınının belirsiz süreli
iş sözleşmesine dahil olduğu bir ortamda, çalışma
gelir elde etme yollarından bir tanesidir. Ancak
işgücünün esnek biçimde kullanıldığı bir ortamda
çalışma, asgari bir gelir elde etme aracı olmaktan
çıkacaktır. Kısmi zamanlı çalışan işçilerin elde
ettikleri ücret, çalışma karşılığında ödenen tutar
olduğu için, çalışabildikleri süre ile sınırlı
olacaktır. Doğaldır ki bu ücretin toplamı, tam
zamanlı çalışanlara göre düşük olacaktır.
Ancak gerek tam zamanlı çalışan, gerek kısmi zamanlı
çalışan her iki işçi de işe giderken bir araca
binmekte, bir evde oturmakta, karnını doyurmakta
ve diğer yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamaktadır
ve bu ihtiyaçlar para ile karşılanabilmektedir.
Daha kısa süreli çalışan işçiye, dolmuş ve otobüsler
daha ucuz olmayacak, ev kiraları daha düşük tutulmayacak,
sırf kısa süreli çalıştığı için ekmek daha ucuza
satılmayacaktır. Bu işçiler bu nedenle ihtiyaçlarını
karşılayabilecek bir gelirden yoksun olacaklar,
bu ihtiyaçları karşılamak için daha yoğun ve aşırı
çalışmak zorunda kalacaklardır. Esnek çalışma
ilişkilerinde ücretin aşırı çalışma karşılığı
ödenmesinin otomatik sonucu bu olacaktır. İşçilerin
önemli bir bölümü açlık ve işsizliğin sınırında
ve bunların baskısı altında yaşayan yarı aç, yarı
işsiz kitleleri oluşturacaklardır.
Tasarı, işçilerin insanca yaşayacak bir ücret
elde etmeleri için sadece daha fazla çalışma seçeneğini
bırakmaktadır. Daha fazla çalışma sonucunda elde
edilen gelir yüksek olabilir ama bu yüksek ücret
anlamına gelmez. Çünkü yüksek ücret işçinin insani
ihtiyaçlarını daha çok değil, daha az çalışarak
elde edebildiği ücrettir. İşçi daha çok çalıştığında
birim zamanda elde ettiği ücret değişmez. Daha
az çalışıp aynı ücreti almaya devam ederse birim
zamanda elde ettiği ücret yükselmiş olur.
İşçilerin önemli bir bölümü ücretleri yetmediğinden
ikinci hatta üçüncü işlerde çalışmaktadırlar.
Bu çalışmalarının sonucunda ellerine geçen toplam
para yüksek olmasına rağmen, ikinci işlerinde
genelde daha düşük saat ücretleriyle ve sigorta
primi vb. ödemeler olmaksızın çalıştıklarından,
elde edilen ücret toplam çalışma saatine bölündüğünde
ortaya çıkan saat ücreti esas çalıştığı işteki
saat ücretinden düşük olacaktır.
İşçiler, kendilerine insanca yaşayacak bir gelir
güvencesine kavuştuklarında daha fazla çalışmak
istemeyeceklerdir. Sorun hangi tür sözleşmeyle
çalışacağımız değil, çalışmamız sonunda insanca
yaşayacak bir gelir etmemizdir.
Tasarı bir başka bahiste (ödünç iş verme) ücretin
çalışma karşılığı ödenen tutar olduğu tanımına
aykırı bir düzenleme getirmektedir. Tasarının
93. maddesi olan "Mesleki faaliyet olarak
ödünç iş ilişkisi" başlıklı maddesinin d)
bendinin ikinci fıkrası şöyle demektedir: "Belirli
veya belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışan
işçi ödünç iş ilişkisi uyarınca başka işverene
verilmediği sürece işyerinde çalıştırılmasa dahi
asgari ücretten az olmamak üzere ücretinin yarısı
kadar bir ücrete hak kazanır."
"İşçi çalıştırılmasa dahi ücrete hak kazanır".
Tasarı gerekçesinde bunun işçiye bir gelir güvencesi
sağlamak amacı taşıdığını söylemektedir. Bu açıdan
tasarı kendi ücret tanımını yadsımaktadır. Tasarı
ödünç verilen işçilerin gelir güvencesini düşünürken,
kısmi zamanlı çalışanların çalışmadıkları sürelere
ilişkin gelir güvencesini hiç dikkate almamıştır.
Benzer bir düzenleme tasarının 67. maddesinde
yer almaktadır. Bu maddede genel ekonomik kriz
ve zorlayıcı sebeplerle haftalık çalışma süresini
önemli ölçüde azaltan veya faaliyeti kısmen veya
tamamen durdurulan işyerlerinde çalışan işçilere
işsizlik sigortasından kısa çalışma ödeneği ödenmesi
hükmü yer almaktadır. Dolayısıyla yine işçilere
çalışmadıkları sürelere ilişkin kismi bir ücret
ödemesi yapılacaktır.
Bütün bunlar değerlendirildiğinde tasarının, ücret
konusunda çelişkili bir yaklaşımı olduğu görülmektedir.
Kimi işçi grupları, normal sürelerle çalıştırılmadıkları
halde bir biçimde ücret ödemesi alırlarken, kısmi
süreli çalışanlar sadece çalıştıkları sürenin
ücretini alabilmektedirler. Burada sorun, işçinin
ne kadar süre çalışırsa çalışsın ücretin, yaşamını
devam ettirecek bir düzeyde olması zorunluluğudur
ve ücret tanımı buna göre yapılmak zorundadır.
Kısmi süreli çalışanlar kendi iradeleriyle kısmi
süreli çalışmayı tercih etmeyeceklerdir; ta ki
kısmi süreli çalışma belirli bir gelir düzeyini
onlara garanti edinceye kadar.
Bu nedenle, kısmi süreli çalışan bir işçinin,
tam süreli çalışan ancak zorlayıcı nedenlerle
bu çalışması kesintiye uğrayan işçiden bir farkı
yoktur. Her ikisi de kendi iradelerinin dışındaki
nedenler yüzünden kısmi süreli çalışmak durumunda
kalmışlardır. O nedenle hangi nedenle olursa olsun
kısmi süreli çalışanların gelir güvencesine kavuşmaları
sağlanmak zorundadır.
Esneklik ve Sosyal Güvenlik:
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler insanlığın büyük
çoğunluğunun yaşama ve çalışma koşullarını ağırlaştırıcı
özellik taşıyamazlar oysa esneklik uygulamaları
emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan
işçilerin gelir güvencesini ortadan kaldırmakta,
nüfusun büyük çoğunluğunu yarı-aç, yarı-işsiz
konumda yaşamaya mahkum etmektedir. Bunun nedeni
bilim ve teknolojinin insanlık için değil, sermayenin
çıkarları için kullanılıyor olmasıdır. Bugünkü
haliyle esneklik, sermayenin, sorumlusunun kendisi
olduğu krizlerden kendini bağışık tutmak ve krizin
maliyetini, başta işçiler olmak üzere kendisi
dışındaki tüm toplum kesimlerine yüklemesinin
aracı olma işlevini görmektedir. Oysa bilim ve
teknolojinin ulaştığı düzey, sermayenin kar hırsı
olmasa, insanlığın hiçbir gelir kaygısı ve gelecek
endişesi olmaksızın daha iyi koşullarda ve daha
kısa sürelerle çalışmasını olanaklı kılmaktadır.
Esneklik uygulamalarının temeli olan işgücünün
çekirdek ve çeper işgücü olarak yani beyazlar
ve zenciler olarak ikiye bölünmesine çalışma koşulları
açısından da bakmak gerekiyor. Çeperde yer alanlar
yani belirsiz süreli sözleşmelerin dışında çalışanlar
ancak ihtiyaç duyulduğunda istihdam edilecekleri
için çalışma yaşamlarının büyük bir bölümünü yarı-işsiz,
dolayısıyla yarı-aç konumda sürdüreceklerdir.
Yaşamları boyunca çok sayıda iş değiştirecekler,
ikinci hatta üçüncü iş yapmak durumunda kalacaklardır.
Tabii eğer iş bulabilirlerse. Bunlar işgücünün
bugün bile çoğunluğunu oluşturmaktadırlar. Kayıt
dışı ekonomi diye adlandırılan sektördeki istihdamı
kaynağı bunlardır ve tasarı yasalaşırsa giderek
daha da kalabalık hale geleceklerdir. Bunların
çalışmaları kısmi zamanlı olacağından, işsizlikle
aralarında ince bir çizgi bulunacağından sosyal
güvenceleri, kıdem ve emeklilikleri olanaksızlaşacaktır.
Bu anlamda tasarı, kayıt dışılığı yaygın ve yasal
hale getirmektedir.
Yasa tasarısı, işyerinin tanımını "işyerine
bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan
iş organizasyonu kapsamında bir bütündür"
biçiminde yapmaktadır. Bu sayede işyerinin kurulu
bulunduğu yerin dışında görülen işler de, örneğin
evlerde yapılan üretimde kapsama alınmıştır. Yeni
ve çağdaş olduğu söylenen bu sistem 16. yüzyılda
ortaya çıkmış oldukça eski ve çağdışı bir sistemdir.
Evde yapılan işin kapsama alınması, bu sisteme
bağlı olarak çalışanların yasal korunmaya alınması
anlamına gelmemektedir. Basit bir örnek vermek
gerekirse, işverenin devamlı olarak en az elli
işçi çalıştıran ve altı aydan fazla sürekli işlerin
yapıldığı işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği
kurulu kurulması yükümlülüğü tasarıda yer almaktadır.
Eve iş verme sisteminde çalışanlar bundan yararlanamayacaktır.
Aynı şekilde işyeri hekimlerinden de yararlanamayacaklardır.
Ya da işyerinden sayılan evlerin müfettişler tarafından
denetimini yapmak mümkün olmayacaktır.
Tasarı, varolan ve giderek yaygınlaşan a-tipik,
kural-dışı istihdam diye adlandırılan istihdam
biçimlerini kural haline getirmenin ötesinde yasa
haline getirme çabası olarak değerlendirilmelidir.
Bu istihdam biçimlerinin yasa kapsamına alınması,
buralardaki işçilerin korunması yaklaşımıyla değil,
işverenlerin bu işçileri istihdam etmelerinde
karşılaştıkları sorunları ortadan kaldırmak içindir.
Esneklik ve İşçiler
Emek gücünü satarak yaşamak zorunda olan işçiler
açısından esnek çalışma yöntemlerinin esas anlamı,
tam zamanlı çalışma sisteminin giderek ortadan
kaldırılmasıdır. Dolayısıyla daha kısa süreli
çalışmalar işgücü içinde yaygın hale gelecektir.
İşçi sınıfı hareketinin tarihi açısından bakıldığında
kısa süreli çalışma, işçilerin temel taleplerinden
biri olmuştur. 8 saatlik işgünü 19. yüzyılın,
35 saatlik çalışma haftası ise 20. yüzyılın işçi
hareketlerinin en önemli mücadele hedeflerinden
olmuştur.
İşçiler, kısa süreli çalışmanın yanındadırlar,
daha kısa sürelerle çalışmak isterler. Ama bir
şartla; insanca yaşamaya yetecek bir ücreti elde
etmek şartıyla. Eğer kısa süreli çalışmalar, işçilerin
insanca yaşamaya yetecek bir geliri elde etmesine
yetmiyor ise, bu işçilerin sadece bir işyerinde
kısa süreli olarak çalışmasına neden olacak ama
bir günün içinde belki de tam zamanlı çalıştığı
yasal sürenin de üzerinde çalışması anlamına gelecektir.
Dolayısıyla işçiler, insanca yaşamaya yetecek
bir ücreti elde edebildikleri sürece esnek çalışmaya
karşı değillerdir. Esnek çalışma ya da tam zamanlı
çalışmama esas çalışma ilişkisi olarak değil tali
çalışma ilişkisi olarak kabul edildiği ve ücretler
tam zamanlı çalışmaya göre belirlendiği için,
tam zamanlı çalışmayan işçiler hem daha ucuza
hem de daha uzun sürelerle çalışmak zorunda kalmaktadırlar.
Oysa mantık tersinden de işletilebilir. Yani tam
zamanlı çalışma süreleri ücretlerde indirime gidilmeden
azaltılarak dolayısıyla tam zamanlı çalışmalar
kısmi süreli çalışmalara yakınlaştırılarak, işçilerin
aşırı ve daha ucuz çalışmaları önlenebilir. Bu
aynı zamanda işçilerin boş zamanların artmasına
ama işsizliğin azalmasına neden olacaktır. Oysa
bugünkü haliyle esneklik, işçilerin boş zamanlarını
artırmakla birlikte, bu boş zamanlarını gelirsiz
bırakmakta, onları yoksullaştırmaktadır.
Bilimsel ve teknolojik alanda yaşanan gelişmeler
ve ulaşılan düzey, bir bütün olarak insanlığın
iş ve gelir güvencesini sağlayabilecek noktadadır.
İşçilerin daha kısa sürelerle çalışmaları ama
buna rağmen bütün insani ihtiyaçlarını karşılamaları
dünya toplumunun ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi
açısından mümkündür. Oysa açlık, işsizlik ve yoksulluk
ortadan kalkmamıştır. Bunun nedeni az üretilmesi
değil, çok üretilmesi, aşırı üretilmesidir. Teknolojinin
gelişmesi, daha kısa sürede daha fazla mal üretilmesine
yol açmakta ama aynı zamanda daha az sayıda işçi
dolayısıyla daha çok işsiz ortaya çıkartmaktadır.
Daha çok işsiz daha az mal satılması anlamına
gelmektedir. Sonuçta, sermayenin kar hırsı ve
rekabet nedeniyle mal piyasalarında aşırı miktarda
ürün, işgücü piyasalarında ise aşırı miktarda
işsiz ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla sermayenin
kar hırsı ve rekabet, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin
tüm insanlığın ortak mutluluğu için kullanılmasına
engel teşkil etmektedir.
DİSK'İN TASARIYA YAKLAŞIMI
İş Yasası Tasarısına konfederasyonumuz DİSK'in
yaklaşımı açık ve nettir. DİSK, uzun bir dönemdir
a-tipik istihdam diye adlandırılan istihdam biçimlerinin
İş Yasası kapsamına alınarak bu tür çalışan işçilerin
korunmasını talep etmektedir. Bu perspektifle,
iş yasasının değiştirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Ancak DİSK sadece İş Yasası'nın değil, aynı zamanda
Sendikalar Yasası ve Toplu Sözleşme, Grev Yasası'nın
da değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu
çerçevede yasa değişiklikleri için oluşturulan
komisyon çalışmalarının önünü açan bir yaklaşım
içinde olmuştur. Ancak bu yaklaşım, hiçbir şekilde
DİSK'in iradesinin komisyonlara devredilmesi biçiminde
olmamıştır.
27 Haziran 2001 tarihinde işçi konfederasyonları
(DİSK, Türk-İş, Hak-İş) işveren konfederasyonu
TİSK ve Çalışma Bakanı'nın imzalamış olduğu bir
protokolle İş Yasası, Sendikalar Yasası ile Toplu
İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu'nu ele alacak,
bunlarda gerekli değişiklik ve düzenlemeleri yapacak
9 kişilik bir Bilim Kurulu oluşturmuştur. DİSK'in
bu protokol altında imzası vardır. Ama aynı şekilde
muhalefet şerhi de vardır. 28.6.2001 tarihli muhalefet
şerhinde DİSK, şöyle demektedir:
"1475, 2821 ve 2822 sayılı yasalarda demokratikleşmeyi
sağlamak üzere değişiklikler yapılması Konfederasyonumuzun
uzun bir dönemdir ısrarla dile getirdiği bir taleptir.
Takdir edeceğiniz gibi bu gibi çalışmaların başarıyla
sonuçlanması, tarafların kararlı ve olumlu yaklaşımlarını
ısrarlı bir biçimde ortaya koymalarıyla mümkün
olacaktır. Konfederasyonumuz, hazırlanmış olan
iş güvencesi yasa tasarısının Ekim 2001 tarihine
kadar TBMM'de ele alınmasına, bu bağlamda büyük
önem vermektedir.
Bilim Kurulu'nun çalışmalarının sonuç verebilmesi
bakımından bu adımın atılması gerektiğine inanıyoruz.
Bunun gerçekleşmemesi halinde yasaların çağdaş,
demokratik ve ILO sözleşmelerine uygun hale getirilmesi
konusundaki Hükümet iradesine olan güvenin sarsılacağını
düşünüyoruz.
Böyle bir durumda Bilim Kurulu'nun çalışmalarına
katılmakta bir yarar görmeyeceğimizi bilgilerinize
sunar, bu yazımızın toplantıda varılan mutabakat
uyarınca, söz konusu Protokole muhalefet şerhimiz
olarak eklenmesini talep ederiz."
O tarihten sonraki gelişmeler DİSK'in haklılığını
ortaya koymuştur. İş güvencesi konusundaki düzenlemeye
işveren örgütleri büyük bir direniş göstermişler
ve göstermeye devam etmektedirler. İş güvencesi
düzenlemelerini erteletmek ve etkisiz kılmak için
her şeyi yapmaktadırlar.
Diğer yandan iş güvencesi yasası çıkarıldıktan
sonra, üç yasanın bir paket halinde ve eş zamanlı
olarak ele alınması önerisinin de isabetli bir
öneri olduğunu aradan geçen zaman ortaya çıkarmıştır.
Çünkü yasa tasarısı metni ortaya çıktığında, işçilerin
haklarında önemli gerilemeler olduğu ve çalışanları
koruyucu bir felsefeden tasarının uzak olduğu
görülmüştür.
Ayrıca tasarı, işveren konfederasyonu tarafından
da köklü biçimde eleştirilmiştir. TİSK'in bu eleştirileri
gerek iş güvencesi yasasını gerekse sendikalar
ve grev yasalarını pazarlık etmek ve tıkamak amacındadır.
Birbiriyle doğrudan bağlantılı yasalardan birinde
yapılan değişiklik diğerlerindeki olumsuzlukları
kat kat artırmaktadır. Basit bir örnek vermek
gerekirse, iş tasarısı sözleşme türlerinin sayısını
artırmış dolayısıyla bu sözleşmelerle çalışan
işçi sayısında bir artışı öngörmüştür. Bunların
sendika üyeliği sorunu ise cevapsızdır.
Bütün bunlara rağmen DİSK, üç yasanın bir paket
halinde ve eş zamanlı olarak ele alınması konusunda
ısrarını sürdürmüş ve diğer işçi konfederasyonları
da bu görüşe katılır noktaya gelmişlerdir.
DİSK'in İş Yasası Tasarısı'na ilişkin görüşlerini
belirleyen esas olarak bu yaklaşımıdır. Sendikalar
Yasası ve Toplu Sözleşme Grev yasalarında demokratik,
özgürlükçü düzenlemeler yapılmadan ve bu üçü birbiriyle
uyumlu hale getirilmeden İş Yasası Tasarısı ele
alınmamalıdır.
Bu üçlü yaklaşım çerçevesinde DİSK'in İş Yasası
Tasarısına yaklaşımı iki ana başlıktan oluşmaktadır.
1. Kabul edilemez düzenlemeler,
2. Yapılacak düzeltmelerle kabul edilebilecek
düzeltmeler.
Kabul edilemez düzenlemeler, iş yeri ve iş sözleşmesi
devri; ödünç iş ilişkisi; takım sözleşmesi; kıdem
tazminatı fonu; fazla mesai ödemeleri; denkleştirme
süresi; özel istihdam büroları gibi başlıkları
kapsamaktadır.
Yapılacak düzenlemelerle kabul edilebilecek düzenlemeler
ise alt işveren, iş sözleşmesi türleri, ihbar
önelleri, iş güvencesi düzenlemeleri, çalışma
koşullarını değiştirme hükümleri, toplu işçi çıkarma,
ücretin günüde ödenmemesi, asgari ücret komisyonuna
katılacak işçi temsilcileri, fazla sürelerle çalışma,
çalışılmış sayılan haller, çalışma süreleri, telafi
çalışması, kısa çalışma, ara dinlenmeleri, gece
süresi ve gece çalışması gibi düzenlemelerdir.
|