Ekonomik büyümede belli bir orana
ulaşılarak her yıl işsizliğin azaltılacağı söylemi
ne yazık ki kapitalist sistemin işleyiş yasalarına
uygun değildir. Kapitalizmde esas olan herkese
iş olanağı yaratmak değil, tam tersine mümkün
olduğunca önemli oranda bir işsiz kitlesinin varlığını
her zaman yedekte tutmaktadır. Çünkü, kapitalizmin
temel kurallarından biri işsizliğin mutlaka olması
gerekliliği üzerine inşa edilmiştir. Nedeni ise
oldukça basittir. Çünkü, yedek işgücü olan bu
işsizler, kapitalizmin duraklama ve ortalama refah
dönemlerinde işçi sınıfını baskı altında tutar,
aşırı üretim ve refah dönemlerinde onların isteklerini
dizginler. Sadece bu nedenle, işsizler, emeğin
arz ve talep yasasının geçerlilik alanını, sermayenin
sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde
uyan sınırlar içerisinde tutar. Emek arzı ve talebi
yasasının sermaye birikim sürecinde de yeni işsizliğe
yol açan esas üzerinde işlemesi ise sermayenin
tahakkümünü tamamlar. Bir yandan, işçi sınıfının
çalışan kesiminin aşırı çalışması, fazla mesai
yapması, yedek işçi ordusunun yani işsizlerin
saflarını şişirirken, öte yandan da bu yedek işgücü
olan işsizlerin rekabet yolu ile çalışanlar üzerinde
artan baskısı, bunları, aşırı çalışmaya boyun
eğmek ve sermayenin diktası altına girmek zorunda
bırakır. Bu süreçte, kapitalistler daha da zenginleşirken,
çalışanların reel ücretleri düştüğünden daha da
yoksullaşırlar. Ancak, kapitalistin daha da zenginleştiği,
sermayesinin arttığı bu dönemde aynı oranda yeni
iş olanakları yaratılmaz, işsizlik aynı oranda
ve hızda azalmaz. Çünkü, teknikte ve yönetim biçimindeki
her yenilik daha az işçi çalışmayı gerektirir,
kapitalist ise tercihini hep yeni teknik ve yeni
yönetim biçimlerinden yana yapar. İşte bu nedenle,
emekçiler daha fazla çalıştıkları, başkaları için
daha fazla servet ürettikleri ölçüde kendi mezarlarını
da kazarlar, işsizliğe davetiye çıkarırlar. Son
yirmi yıldır sanayileşmiş ülkelerdeki işsizliğin
kronikleşmesinin arkasında yatan gerçek kapitalizmin
bu kuralının hayatta somutlaşmasından başka bir
şey değildir. Yani pasta büyüdükçe, buradan herkese
pay düşmemekte, tam tersine bu pastadan yararlanan
işçilerin hem sayısı azalmakta, hem de payı düşmektedir.
Demek ki işçi sınıfının bu oyunda attığı zarlar
hileli. Hileli zarlarla oynandıkça kazanma şansı
sıfırdır. Öyleyse, hileli zarlarla oynanan oyun
bozulmalıdır. Bu oyunu bozmak için, kapitalist
üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları
üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak
ya da azaltmak için, işçi sınıfı ile işsizler
arasında düzenli bir işbirliği kurmak gerekmektedir,
işsizliği ortadan kaldıracağını vaat eden partilere
oy vermek değil. Sermayenin dalkavukluğunu yapan,
vaatte sınır tanımayanlara karşı işçi sınıfı ile
işsizler arasındaki her yakınlaşma, kapitalist
yasaları uygulama isteği taşıyanların ve kapitalist
sistemin uyumunu bozar. İşsizlerin geleceğinin
aydınlığı da burada yatar.
Bir ülke ekonomisinde ekonomik büyümeye rağmen
işsizlik oranlarının kaygı verecek düzeyde yüksek
boyutlara ulaşması pek açıklanabilir bir durum
olarak görünmese de bilim de tesadüflere, açıklanamaz
olgulara yer yok. Tersi durumda bilimin de bir
anlamı kalmaz. Bugün gelişmiş ülkelerden gelişmekte
olan ülkelere kadar pek çok yerde ekonomik büyümeye
rağmen istihdam artmamakta, işsizlik oranı artmaktadır.
Kuşkusuz her ülkenin kendine özgü açıklanabilir
pek çok nedeni bulunmaktadır.
Son yirmi yıldaki ekonomik gelişmeler ekonomik
büyüme ile istihdam arasında doğrusal bir ilişki
olmadığını göstermektedir. En azından kimi veriler
her iki olgu arasında anlamlı bir ilişki olmadığını
göstermektedir. Aslında bu anlamsızlığın da açıklanabilir
yanları bulunmaktadır. Örneğin gelişmiş ülkelerde
teknolojik yenilenmeler, emek yoğun yatırımlar
yerine, sermaye yoğun yatırımlar ve esnekliğe
dayalı yönetim biçimlerindeki gelişmelerin düzeyine
bağlı olarak ekonomik büyüme sağlansa da bu durum
istihdamın otomatik olarak artırıp, işsizliği
azaltmadığı görülmektedir. Çünkü, teknolojideki
yenilik emek gücünün yerine ikame edilecek bir
süreci başlatmakta, işletmelerin yönetim biçimindeki
değişiklikler yıkıcı bir rekabet ortamında maliyetleri
düşürmek için çok sayıda işçi çalıştırmak yerine
az sayıda işçi ile aynı üretimi gerçekleştirmeyi
ön plana çıkarmaktadır. Böyle olduğu içinde işçi
başına verimliği artıracak her yeni yöneliş yeni
işçi istihdamını artırmak yerine daha az işçi
ile aynı üretimi yapacak arayışları pekiştirmektedir.
Bu nedenle son yıllarda gelişmiş ülkelerde işletmelerin
yönetim biçimlerindeki bu değişiklik yeni iş olanakları
yaratmak yerine işsizliğe yol açmıştır. Ülkeden
ülkeye değişmekle birlikte, işletmelerde, böylesi
bir yaklaşım yüzde 10 ile 15 arasında değişen
bir işsizliğe yol açmıştır.
Gelişmiş, sanayileşmiş ülkeler büyük ölçüde kentleşmiş,
kırsal nüfusu azalmış ülkelerdir. Bu nedenle bir
kırsal göç, ve bunu yol açacağı bir işsizlik baskısı
ile karşı karşıya değildir. Ancak, hala nüfusunun
önemli bir bölümü kırsal kesimde olan ülkeler
için yukarıda belirtilen yaklaşımlar işsizlik
açısında ciddi sorunlar yaratmaya aday görünmektedir.
Türkiye de bu sorunlarla karşı karşıya kalan ülkelerden
biridir.
Türkiye 1980 öncesi ekonomik büyüme oranlarına
bağlı olarak doğrusal bir ilişki içinde önemli
istihdam olanaklar da yaratmaktaydı. Ancak 1980
sonrasında izlenen iktisat politikaları ekonomik
büyüme ile istihdam arasındaki bu pozitif ilişkiyi
sona erdirmiştir. 1980 sonrasının izlene politikaları
istihdam açısından çok farklı baskılar altında
bırakmıştır. Bu baskılardan ilki iç pazarın göz
ardı edilerek dış pazarlara yönelik üretim yapılmasıdır.
Dış pazarlara yönelik yapılan üretim iç pazarları
önemsiz kılmış, bu nedenle de maliyetleri düşürmek
uğruna az işgücü ile daha fazla üretmeyi gündeme
getirmiştir. Atıl kapasitenin artırılmasına yol
açan bu süreç, ne yazık ki yeni yatırımları teşvik
etmemiş, daha çok çalışan işçileri daha fazla
sürelerde çalıştırarak üretimi sürdürmesi yönünde
bir politika izlemesine yol açmıştır. Böyle bir
tutumun ise istihdam ve işsizlik üzerinde olumlu
bir etkisi olmamıştır. Bu olumsuzluğa olarak,
kırsal kesimdeki mülksüzlüşmeğe bağlı olarak,
eksik istihdam içinde yer alan, aile ekonomisi
içinde çalışıyor görünen nüfusu da kentlere göçe
zorlamış, kırdan kente olan bu göç işsizliğin
artmasına yol açmıştır. Nüfusunun yaklaşık yüzde
kırkı hala kırsal kesimde yaşayan Türkiye'de tarım
kesimindeki mülksüzleşmeğe buna bağlı olarak da
kente göçü ekonomik büyümeğe rağmen işsizliğe
yol açacak gibi görünmektedir. Bu sürecin İşsizliğe
yol açmaması için kente göç eden nüfus ile kent
işsizlerini emek bir ekonomik büyüme oranına ve
özelliğine sahip olmak gerekmektedir. Ancak, dünya
pazarları ile bütünleşmeğe çalışan, bu nedenle
de rekabet gücünü yükseltmek için daha az işçi
ile daha verimli üretimi amaçlayan bir ülkede,
çok büyük boyutlara ulaşmayan bir yatırı kapasitesine
sahip olmayacak bir ülkede işsizliğin azaltılması
mümkün görünmemektedir. Bu olumsuz baskılara ek
olarak, son yıllarda, bir de işletmelerin rekabet
gücünü artırmak için yöneldikleri teknolojik yenilenme
baskısı vardır. Teknoloji yenileyen her şirket
mevcudundan daha az işçi ile üretimini sürdürmek
için yönetim politikaları hayata geçirmektedir.
Emek yoğun yatırımlarda teknoloji yoğun yatırımlara
yönelik bu yöneliş ekonomik büyümeye rağmen istihdamı
artırmamakta, tersine yeni işsizliklere yol açmaktadır.
Böylesi olumsuz bir süreç yaşayan Türkiye gibi
ülkelerde işsizliği azaltmak için çalışma sürelerini
kısaltmak gerekmektedir. Fransa haftada 35 çalışma
süresi ile küçümsenmeyecek bir oranda yeni bir
istihdam olanağı yaratmıştır. Bu yeni istihdam
sahip olduğu gelir ve tüketim düzeyi ile iç pazarı
beslemiş, bunun sonucunda yatırımları canlandırarak
yeni iş olanaklarına yol açmıştır. Fransa bu yaklaşımı
ile yeni istihdam olanağı yaratamadığı sektörlerde
hiç değilse yeni işsizlikler yol açmamıştır.
Türkiye'de istihdam yaratacak yatırımların yapıldığı
dönem iç pazara yönelik politikaların izlendiği
dönemlerdir. Bu dönemlerde özellikle özel kesimde
atıl kapasiteden daha yüksek kapasiteye geçiş,
artan istihdama bağlı olarak da iç pazardaki tüketim
hacminin genişlemesine bağlı olarak istihdamın
düzeyi artmıştır. Son yirmi yıldaki istatistiki
veriler bunu açık bir kanıtı olarak ortada durmamaktadır.
Bunun açık kanıtı olarak da iç pazarın önemli
olduğu ama ekonomik büyümenin olmadığı bir dönemde
işsizliğin daha düşük olduğuna, öte yandan iç
pazarın önemli olmadığı ama ekonomik büyümeye
rağmen bir önceki döneme rağmen işsizlik oranındaki
artışa bakmakta yarar vardır.
Bu veriler dış pazarlarda tıkanmış olan bir ekonominin
iç pazarda talebi büyük ölçüde canlandıracak politikalara
yönelmediği sürece, kırdan kente yönelen göçün
düzeyine bağlı olarak da, işsizliği azaltamayacağını,
tersine artıracağına yönelik düşünceleri desteklemektedir.
Üstelik böylesi bir süreçte gelir düzeyi düşen
ailelerde kadınların ve çocukların emek piyasasına
dahil olması işsiz sayısını ve doğal olarak işsizlik
oranını artırmaktadır. Türkiye'nin 2003 yılında
yaşadığı ekonomik büyümeğe rağmen işsizlik oranındaki
artış da yukarıda belirtilen nedenlerin doğal
sonucundan başka bir şey değildir. Önümüzdeki
yıllar dış piyasalarla, zaman zaman iç piyasadaki
rakip firmalarla, rekabete girecek olan Türkiye
ekonomisine işsizliği azaltmak açısından umut
verici bir perspektif sunmamaktadır. Kırdan kente
yönelik göçün yoğunlaşma derecesine, gelir dağılımındaki
bozulmaya, aile gelirlerindeki düşüşe bağlı olarak
da kent nüfusu içindeki kadın ve çocuk emeğinin
emek piyasasına girişine bağlı olarak bu olumsuz
tablo daha da derinleşecektir. Böylesi bir süreç
TÜSİAD'ın ön gördüğü yüzde altılık bir büyüme
bile işsizliği önlemede bile yetersiz olacaktır.
Üstelik hem iç pazarda hem de dış pazarda yıkıcı
bir rekabetin yaşandığı bir ekonomide nüfusunu
yaklaşık yüzde kırkı kırda yaşayan bir ülkede
kente olan göç de bütün hızı ile sürecek, bu durum
kaçınılmaz olarak işsizliği besleyecektir.
Yukarıda belirtilen olumsuzlukları yaşayan bir
ülkede işsizliği önlemek, istihdamı artırmak,
iç talebi canlandırarak yatırımları teşvik etmek
için mevcut yapı ile Fransa da olduğu gibi çalışma
sürelerini düşürmekten başka çare görünmemektedir.
Türkiye, işsizliği azaltmak için, iç talebi azaltacak
yeni gelir olanakları ve tüketici yaratmak için
istihdamı artırmaya mahkum görünmektedir. Mevcut
ekonomik, sosyal ve demografik yapı bunun da en
önemli aracı olarak çalışma süreçlerine yönelik
bir politikanın hayata geçirilerek yeni iş olanaklarının
yaratılmasına işaret etmektedir.
|