Açıklayıcı
Bir Kavram
Olarak Suni Denge
Aşağıdaki Yazı 1994
yılında Barikat Dergisinin 15-16-17'inci
sayılarında dizi olarak yayınlanmııştır.
|
|
Giriş:
Kavramsal Çerçeve
"Elbette hayat hiç bir zaman şu ya da bu şemalandırmaya
harfiyen uygun olamaz. Her soyutlama ve şemalandırma
gerçeğin bir kısmını ihmal eder, bir kısmını ise ister
istemez abartır. Fakat teorik tahlil, hayatın giriftliğini
ve çok yanlılığını kolay anlaşılır hale getirerek eylem
kılavuzluğu görevini yerine getirir."
Evrim ve devrim aşamaları konusundaki Marksist tezleri
özetlerken bir yerde böyle bir uyarıda bulunma gereğini
duyar M. Çayan yoldaş. Ve sonra sürdürür: "Bu yüzden,
bu şemalandırmamızdaki dönemleri mekanik bir biçimde
birbirinden ayrı şekilde değil de, tek bir sürecin birbiri
içine girmiş halkaları olarak görmek gerekir"
(Kesintisiz Devrim I)
Gerçekten de böyle bir uyarı teorik metin yazımı sırasında
sık sık gerekli olur. Çünkü, işin doğrusu, teorik soyutlama
ile onun içinden üretilmiş bulunduğu canlı hayat arasındaki
ilişki, her zaman bir açıyı kendi bünyesinde barındırır.
Engels'in Anti-Dühring'te söyledikleri de bu bakımdan
bir uyarıyı içerir: "Bütün tanımlar, bilimsel
bakımdan az bir değer taşırlar. Hayatın ne olduğunu
gerçekten eksiksiz bir biçimde bilebilmek için, en aşağısından
en yükseğine, onun kendini gösterdiği bütün biçimleri
gözden geçirmemiz gerekirdi. Gene de günlük kullanım
için, bu türlü tanımlar çok elverişlidir. Ve bazen de
vazgeçilmesi çok güçtür; kaçınılmaz eksiklikleri unutulmadıkça,
zararlı da olmazlar." (Anti Dühring / Sf: 152)
Yani, kavramlar, tanımlar ya da adına ne derseniz deyin
nihayetinde teorik çözümlemenin sonucu olan soyutlamalar,
bütün bu sayılan riskleri içlerinde taşırlar, bu risklere
karşın kullanılırlar. Esasen bu, teorik bilgi edinme
sürecinin kendisinden kaynaklanan bir durumdur. Bilgi
süreci bir açıdan çok da karmaşık değildir aslında;
insanoğlu, önündeki somut olgunun en azından temel noktalarının
belirli bir andaki somut verilerini ele alarak bizim
çoğu kez pratikte "sonuç çıkarmak" dediğimiz
şeyi gerçekleştirir. Fakat o bunu bir boşlukta da yapmaz;
kuşkusuz her veriyi kendisinde önceden birikmiş bulunan
bilginin süzgecinden geçirir, verilere bakışının yöntemi
de sözkonusu bilgi birikimi tarafından belirlenir. Tanımlar
ya da kavramlar böyle bir zemin üzerinde oluşurlar ve
gözlem kapsamına alınan verilerin yeterince çok cepheli
olup olmadığı ya da onların doğru yorumlanışına imkan
veren bir donanımın varolup varolmadığı gibi bir dizi
etkene bağlı olarak gerçeğin belirli bir ölçüde ifadesi
olurlar ya da bütünüyle gerçekten uzak olurlar. Somutun
yalnızca belirli cephelerini ele alan eksik verilerle
işe başlamak ya da çeşitli önyargılarla belli verilerin
baştan yok sayılması çözümlemenin gücünü sakatlar; aynı
şekilde mevcut verilerin yanlış yorumlanması belirli
bir düşünme tarzından yoksunluk sonucu da meydana gelebilir.
Bir düşünme tarzı olarak diyalektik yöntemle davranmıyorsanız,
doğru noktaları, esas halkaları tutabilmeniz de çok
mümkün değildir.
Ve bu süreç, basit bir döngü olarak değil de, sarmal
bir yükseliş olarak işler. Yani, somut verilerden yola
çıkarak teorik birikim ölçüsünde yorumladığınız ve ürettiğiniz
tanımlar, öngörüler, yeniden yaşama döner, yaşamdaki
gereksinmeyi karşılamaya çalışırlar. Sonra, oradan çatışma
içinde çıkıp yeniden ve bu kez daha yüksek bir kavrayışı
doğurur. Bilgi süreci böylece akıp gider.
Elbette böyle bir süreç, içinde her zaman bilimsel bir
"kuşku"yu barındırır. Çünkü, her teorik çözümleme
çabası, belirli bir anda ele aldığı veriler toplumunu
o moment için sabit kabul etmek zorundadır. Yani bu,
yaşamın belirli bir anda durdurulması, o andaki durumun
ve geçmiş bağlantıların ele alınmasıdır. Oysa yaşam,
bizim henüz o teorik çıkarsamaları yaptığımız anda bile
gerçekte durmaz, o yine de kendi seyrinde akıp gider
ve hem bizim belirli bir moment için veri aldığımız
olgular, hem de kendi düşünsel yetimiz değişikliklere
uğrar, gelişir. Böylece yeniden dönüp yaşama iradi müdahalede
bulunmayı deneyen teorik soyutlama, orada karşılamakta
yetersiz kaldığı yeni olgular bulabilir, böyle bir risk
varsayımı her zaman vardır.
Ama bütün bunlara karşın yine de kavramlara ihtiyacımız
vardır, onları kullanırız. Yaşamın kesiksiz akışını
bütünüyle ifade edebilmenin fiili imkânsızlığı, bizi,
bütün teorik çabayı reddeden bir bilinemezciliğe ya
da çoğu kez onunla aynı kapıya çıkan basit rölativizme
götürmez. Böyle bir yanılsama ile bir adım olsun ilerlememiz
mümkün olmazdı. "Bilgi teorisinin temeli olarak
görecilik, yalnızca bilgilerimizin göreciliğinin kabul
edilmesi demek değildir; aynı zamanda her türlü ölçünün,
insandan bağımsız olarak varolan ve bizim göreceli bilgimizin
gittikçe daha çok yaklaştığı her türlü nesnel modelin
de yadsınması demektir." Materyalizm ve Ampriokritisizm
(sf:144/İNTER yay) Oysa "Marks ve Engels'in diyalektik
materyalizmi, elbette ki göreciliği kapsar, ama ona
indirgenemez; yani diyalektik materyalizm, bütün bilgilerimizin
göreliliğini nesnel gerçekliğin yadsınması anlamında
değil, ama bilgilerimizin bu gerçeğe yaklaşmasının sınırlarının
tarihsel göreceliliği anlamında kabul eder." (age/sf:144)
Yani burada sözkonusu olan, teorinin gri-yaşamın yeşil
olduğu deyişinden hareketle, soyutlamanın imkansızlığı
ya da anlamsızlığı düşüncesi değildir. Gerçeği ifade
etmekteki bütün eksiklik riskine karşın, yaşamda teorik
çıkarımlarla yürürüz; çünkü yeni ve daha yüksek bir
bilgi düzeyine ulaşmamızın bilinebilen tek yolu, daha
önceden kazanıp sınıflandırdığımız bilgi ve soyutlamaların
yaşam içinde yeni verilerle zenginleşmesinden başka
bir şey değildir. Marksist diyalektiğin tavrı, yaşamın
akışını hiç bir konsantrasyon kaygısı taşımaksızın rastgele
bir yanından bakarak izlemek ve bununla yetinmek değil,
eksiklik riski taşıyan saptamalarla da olsa, kavramlar
üretmek, saptamalara ulaşmak ve fiile dönüşen öngörülerle
yaşama müdahale etmektir. Anlama ve değiştirme eylemleri
arasındaki setin Marksizm tarafından yıkılmış olmasının
anlamı budur. Çünkü insan ancak bir değiştirme eyleminin
içinde değiştirmeye çalıştığı olguyu anlayabilir ya
da olgu üzerine varolan fikirlerini geliştirebilir.
Özellikle siyasal süreçlerde, değiştirme eylemine soyunan
insanlar ve onların örgütsel bileşimi olan yapılar,
içinde yaşadıkları sosyal-siyasal-iktisadi-kültürel
çerçeveyi anlamak, bu çerçevenin bugünkü ve geçmiş verilerini
yorumlayarak somut programlar, stratejiler, taktikler
üretmek zorundadırlar. Bu programların yaşam içersinde
sürecin bütün cephelerini ifade edebilme yeteneğinin
varolan sınırları, programların önemini ortadan kaldırmaz.
Çünkü toplumsal süreçte, iradi müdahale ancak belirli
bir hedefler-yöntemler sistemi ile mümkündür, bu hedef
ve yöntemlerin gerçekçiliği ise ancak iradi müdahalelerin
sürecinde algılanabilir.
Öte yandan, salt sözcükler ya da isim-sıfat tamlamaları
olarak siyasal kavramlar da vazgeçilmez değildirler;
daha doğrusu aslolan onların açıklamakla görevlendirildikleri
olguların kendisidir. Bir sözcük yerine bir diğerini
tercih ediyor olmanızdan öte olgunun kendisine nasıl
baktığınız önemlidir. Kuşkusuz teorik çaba, ele aldığı
somut durumu anlaşılır hale getiren açıklayıcı kavramlara
kaçınılmaz olarak ulaşır; ama tam bu noktada da kavramları
oluşturan sözcükler kendi teknik ya da lügat anlamlarından
sıyrılıp artık yeni bir anlam kazanırlar; sözcükler
birbirleriyle yeni bir ilişkiye girerler ve ortaya yeni
bir şey çıkar. Sözgelimi "Emperyalizm" kavramının
dilsel kökeni ne olursa olsun, artık o, kapitalizmin
tekelci çağının ifadesidir. Ya da "slogan"
sözcüğünün karşılığı olarak Meydan Larusse'da "İskoç
klanlarının savaş çığlığı" yazıyor olması, kavramın
bugünkü siyasal anlamını değiştirmez.
Siyasal süreçlerde sorun, kavramların altını dolduran
çözümlemeler dizisiyle ilgilidir; bu çözümlemelerin
ait oldukları süreci kavrayıp kavrayamaması önemlidir.
Bu anlamda "kitabi" bir tavırla yeni kavramlara
tepki duymak da sağlıklı değildir. Örneğin, "yeni-sömürgecilik"
bir emperyalist politikanın adı olarak bir dizi somut
göstergenin çözümlenmesine dayanırken, bütün bu göstergeleri
yok sayıp kavramın kendisine takılmak sonuç üretici
bir tavır değildir. Zaten, Marksist teori de yazılıp
bitirilmiş bir kusal kitap değildir.
Ve tabii bol alıntılı hamasi edebiyat da teorik sorunlarda
pek anlamlı sayılamaz. Sorun, olguyu anlama çabasıdır
ve bu çabanın bilimsel dayanaklara oturup oturmadığı
sorunudur. Sözgelimi, "III. Bunalım Dönemi"
kavramını tartışırken, tutup Stalin'den bir dizi alıntıyla
III. Bunalım denilen dönemin "aslında II. Bunalım
Dönemi olduğunu" kanıtlamaya uğraşmak polemikçilik
açısından neye yarar bilinmez ama böyle bir kanıtlama
uğraşının 1945 sonrası sürecin ekonomik-siyasal göstergelerini
değiştirmesinin mümkün olmadığı kesindir. Yani siz ne
gibi bir adlandırma yaparsanız yapın, tanıklığa kimi
çağırırsanız çağırın, II. Dünya savaşı sonrasının somut
verileri değişmez ve esas sorun da zaten bu verilerin
algılanıp siyasal sonuçlar çıkarılmasıdır. Gerçekten
devrim perspektifi olan insanların derdi, bu devrimin
içinde gelişeceği koşulların çözümlenmesidir; bu çözümlemenin
sonuçlarının nasıl adlandırıldığı değil. (1)
Aynı şekilde "suni denge" konusu her açıldığında
hemen Engels'e dönüp "denge-dengesizlik" üzerine
alıntı dizileri sıralamak da çok anlamlı değildir. Yazının
ilerki bölümlerinde değineceğimiz gibi "suni-denge"
kavram bütünlüğü içinde "denge" sözcüğünün
kullanımı çok farklıdır ve ortalığı alıntıya boğup işin
ABC'si üzerine ders verir pozları takınmak tartışmanın
seviyesinin de düşürülmesi anlamına gelmektedir. Üstelik
işin kötüsü alıntıları sıralayıp "suni-denge"
kavramının "anti-diyalektik"(!) olduğunu kanıtladığınızda,
böylece Türkiye'nin 1950'ler sonrasında oluşan sosyo-ekonomik
özellikleri de ortadan kalkmaz! Sosyal olgular-biz de
dahil-kimsenin keyfine bağlı değildir. Suni-denge kavramı,
gözlenen bir sosyo-ekonomik durumun ifadesi olarak anlamlıdır,
bir "açıklayıcı kavram"dır, soruna ancak çözümlemeye
tabi tutulan veriler ve olgular açısından bakılabilir.
Oysa sorunun özünden, yani gerçekten içten bir anlama
ve çözüm üretme kaygısından uzaklaşıldığında ve polemik
dünyasının skorboard'ının çekiciliğine kapılındığında,
bolca tanıklık gereksinimi duyulur ve çoğu kez de bu
alıntılar bastığınız toprağın gerçekliğini anlamanıza
çok yardımcı olmaz.
Yani asıl önemli olan, önünüze gerçek bir devrim perspektifi
ve devrim isteği koyup koymadığınızdır. Eğer durumunuz
böyleyse, o noktada kolay polemik zaferleriyle daha
az ilgilenip üstünde durulan toprağı anlama çabasına
daha çok önem verirsiniz. Çünkü bu toprağın özelliklerini
anlamak, ona nasıl yaklaşacağınızın anahtarını verir
ve ancak bu anahtarla kapıları zorlamak mümkündür.
Toprağı Anlama Çabası:
Kesintisiz Devrim Broşürü...
İşte 1970'lerin başında M. Çayan yoldaş'ın karşı karşıya
kaldığı sorun tam da buydu: doğru halkayı arayıp bulma
sorunu...
Yaşanan teorik keşmekeş içinde Türkiye devrimi için
bir yol bulma ve bunun için üzerinde hareket edilen
zemini kavrama çabası özellikle o dönemde artık gerçek
bir ihtiyaç haline gelmişti.
60'ların ikinci yarısından sonra, emperyalizmin krizlerinin
yansımasından da etkilenen yeni-sömürgeci ekonomik yapı
tıkandığında ortaya çıkan toplumsal kaynaşma, artık
yeni devrimci alternatiflerin çıkışı için uygun ortamı
sağlamış ve bu büyük kaynaşma içinden süzülen insanlar
biraraya gelmişlerdi. Bu hem kadrosal, hem de ideolojik
bir
süzülmeydi. Ülkenin her yanında yükselen toplumsal muhalefet,
fabrikalardan köylere, okullara dek her yanı sarıyor
ve her gün insanları daha fazla eğiterek bir iradi müdahale
bilincine ulaştırıyor ve bu insanlar gösterilerin, işgallerin
içinden belirli bir elit biçiminde ortaya çıkıyorlardı.
Diğer yandan ise, bu bir ideolojik süzülmeydi. Türkiye
sosyalizminin geçmiş 50 yılından dişe dokunur bir teorik
miras devralma şansı olmayan insanlar, marksist klasiklerle
tanışıyorlar, edindikleri her yeni teorik bilgi ile
ortamı yeniden kavramaya, durumu çözümlemeye çalışıyorlardı.
Bu durumu bir keşmekeşe dönüştüren koşulları anlamaktan
çok uluslararası kamplaşmanın hazır şablonlarına bu
koşulları sığdırma eğilimiydi.
Bir teorik belge olarak "Kesintisiz Devrim"
broşürü, işte tam bu şabloncu tarza karşın bir özgünlük
arayışı olarak doğdu. Gerçekten de bu, Türkiye için
özgün olanın arayışıydı. Sağa yaslanma geleneğinden
sıyrılıp gerçek bir devrim isteğiyle yola çıkan insanar
nasıl yürüyeceklerini saptamaya çalışıyorlar, bunun
için de nerede yürüdükleri sorusuna yanıt bulmak için
çabalıyorlardı. M. Çayan'ın ilk yazıları incelendiğinde,
bu arayışın hep varolduğu ama henüz daha çok ÇKP kaynaklı
genel tezlerin ağır bastığı görülür. Bu yazılarda da
halk savaşı anlayışı geliştirilir ve demokratik devrim
daha çok "yarı-feodal ülke" çözümlemesine
uygun olarak Milli Demokratik Devrim çerçevesinde yorumlanır.
(2)
Oysa, M. Çayan yoldaş'ın teorik gelişiminin-maalesef-son
halkası olmak zorunda kalan "Kesintisiz Devrim
II-III" karşımıza daha özgün bir belge olarak çıkar.
Bu kez artık daha net olarak, polemikler fırtınasından
sıyrılma, 60'ların sonundaki Türkiye'yi anlama isteği
gözlenir. Eksikleriyle, (Kemalizm sorununda olduğu gibi)
yanlış çözümlemleriyle "Kesintisiz Devrim"
böyle gerçekten içten bir devrimci anlayışın belgesidir.
M. Çayan yoldaş, bu belgede, Marksizim-Leninizmin evrensel
tezlerini ve belli başlı devrimler sürecini irdeledikten
sonra Türkiye'ye gelir ve işe özellikle emperyalizmin
dönemsel özelliklerini saptamakla başlar. Şüphesiz yaptığı,
herşeyin yeniden keşfi değildir. Sözgelimi yeni-sömürgecilik
kavramı, savaş sonrası emperyalist işleyişi tanımlamak
için kullanılan genel-geçer bir kavramdır. Başka bazı
kavramlar için de aynı şey söylenebilir. Zaten M. Çayan'ın
orijinal olma gibi bir kaygısı da yoktur. Onun esas
kaygısı, Türkiye'de devrimci sürecin önünü açmak ve
bunun için de yaşanan koşulların temel noktalarını saptamaktır.
Bu açıdan onun esas yaptığı bütün bu kavramların, durumların
akademik bir incelenmesi değil, mücadele ve hareket
formülasyonlarına varacak bir tarzda ele alınmasıdır.
Yeni-sömürgeciliği ele alan M. Çayan, bu anlayışla onun
Türkiye'ye yansımasını, bu yansımanın yarattığı sosyo-ekonomik-politik
etkileri incelemiş, iktidar sisteminin yapısı ve kitlelerin
politik tutumları üzerine tezler ortaya koymuş ve bütün
bunlardan halk savaşı anlayışının yeni bir yorumunu
soyutlamıştır. Politikleşmiş Askeri Savaş anlayışı ve
silahlı mücadeleyi politik mücadelenin eksenine yerleştiren
mücadele çizgisi, kırları-şehirleri bütünlük içinde
kavrayan Birleşik Devrimci Savaş saptaması aynı zincirin
halkalarıdır. Bu zincir, sonucu itibarıyla yeni bir
örgütsel anlayışa dek ulaşmıştır.
Kesintisiz Devrim'in olağanüstü sade bir metin olması
zaten onun bu pratiğe dönük yanından kaynaklanır. Salt
yazıldığı koşullardaki zaman sıkışması değil, bizzat
M. Çayan yoldaş'ın sadelik isteği de bu durumu belirlemiştir.
Sayfalar dolusu inceleme ve tahlillerden özellikle uzak
durulmuş, daha çok iradi müdahalenin önünü açacak bir
tezler yazısı, bir programatik belge hedeflenmiştir.
Böylece metin, özellikle son bölümlerinde tezleri ortaya
koyan ama bunların herbirinin dayandığı açılımları uzun
uzun ele almayan bir tür manifesto halinde ortaya çıkmıştır.
Sonraki süreçte THKP-C kökenli politik akımların bir
bölümünün devrimci çizgiden savrulmaları, devrimci çizgiyi
savunanların da tezleri ele alıp geliştirme konusundaki
eksiklikleri sonucu Kesintisiz Devrim belgesi savunulan
ya da saldırılan bir metin haline gelmiş, bu sade metinden
hayal gücü zorlamalarıyla türlü-çeşitli anlamlar çıkarılabilmiştir.
metindeki kavramlar üzerinde keyfi oynamalar gerçekleştirilmiş,
tezlerin yönü çarpıtılmaya çalışılmıştır. (3)
Belge bir yandan netliği ve sadeliğiyle bu tür çarpıtmalara
imkan tanımazken, diğer yandan da yoğunlaştırılmış kısa
soyutlamalardan oluşması nedeniyle zaman zaman cımbızlamaların
konusu olabilmiştir.
Oysa, THKP-C tezleri kendi içinde dengesi olan bir zincirin
halkaları gibi birbirine bağlı soyutlamalardır. Ve ancak
böyle bir zincir üzerinden giderek algılanabilirler.
Bir tanım olarak suni-denge de, bir dizi çözümleme ve
saptamanın içinde, onlarla bağlantılı halde anlamlıdır.
Onun için biz de aynı zorunlu yolu izleyecek ve suni-denge
kavramını, içine oturduğu teorik zemin üzerinde yakalayıp
açmaya çalışacağız.
Sürece Bakış ve III. Bunalım Dönemi Kavramı Üzerine
Esasında "Bunalım Dönemleri" kavramı THKP-C'nin
teorik zincirinde bir noktaya oturmakla birlikte, salt
ona özgü bir kavram değildir. Bir tür saplantı da değildir.
Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, burada da sorun, olguları
anlaşılır hale getirme sorunudur.
Kapitalist sistemin tekelci çağla birlikte sürekli ve
genel bir bunalıma girdiği ve böylece bütün ülkeler
açısından bir devrimler çağının açıldığı biliniyor.
Serbest rekabet döneminin hızlı gelişme sürecini tüketen
kapitalizm, tekeller ve mali oligarşiler dönemine geçtiğinde
artık sürekli bir bunalımın da içine girmiştir. Artık
sözkonusu olan, bilinen devrevi krizlerin de ötesinde,
onları da kapsayan sürekli bir çürüme halidir. Bir üretim
biçimi olarak ve onu sarmalayan politik çerçevesiyle
kapitalizm artık toplumsal üretici güçlerin ciddi bir
engeli halindedir.
Öte yandan, artık "tek bir zincirin halkaları"ndan
oluşan dünya açısından bunalım geneldir de; Sistem bir
bütün olarak bunalımı yaşamaktadır ve her parça bu genel
çöküntü durumunu kendi sürecinde yeniden üretmektedir.
Böylece tekelci kapitalizm sistemin temel çelişmesini
de öne çıkarıp, ancak tek bir yolla, devrim yoluyla
çözülebilir hale getirmiş ve bütün ülkeler açısından
proletarya devrimlerinin objektif koşullarını mümkün
kılmıştır.
Ancak, doğal ya da toplumsal her süreç gibi, bu sürekli-genel
bunalım süreci de tekdüze ve her aşaması birbirinin
aynı olan düz bir çizgi izlememiştir. Sistemin bunalımı,
kendi iç dinamiklerinin ve bu dinamikleri etkileyen
konjonktürel durumların baskısı altında, zaman içersinde
biçimsel evrimler geçirmiştir. Sistem olarak emperyalizmin
özünün ve temel niteliklerinin aynı kaldığını söylemeye
bile gerek yok. Ama emperyalizm, süreç içinde, sömürü
ve işgal biçimleri, metropoller arasındaki ilişkiler
ve karşıt güçle ilişkiler gibi bir dizi faktörün etkisiyle
değişimler geçirmekte ve bu değişim noktalarından hareketle
belirli dönemleri ayırdedebilmek mümkün olmaktadır.
Yani sonuçta yapılan şey, çok karmaşık bir işlem değildir.
Sorun, somut durumların ve ayrım noktalarının tesbit
edilmesi, pratiğe yararlı soyutlamalara dönüştürülmesidir.
Sözgelimi; Ekim devrimi ile dünyada açılan süreç yeni
bir konjonktürü ve ilişki-çelişkileri ifade eder. Artık
ortada yeni bir dünya manzarası vardır ve en azından
bu manzarada kapitalizm ilk kez ete-kemiğe bürünmüş
net bir alternatifle karşı karşıyadır. Şüphesiz bu durum
yüzyılın hemen başındaki durumdan farklıdır, dolayısıyla
dönemsel ayrım noktaları bulma şansı vardır.
3. Bunalım dönemi kavramı da, 2. Paylaşım savaşı sonunda
oluşan yeni dünya manzarasının açıklanma çabasının bir
ürünüdür.
Gerçekten, bu döneme salt yüzeysel olarak baktığımızda
bile, geçmişe oranla farklı bir şeylerin olduğu net
olarak görülür.
Öncelikle, 2. Paylaşım savaşı sonrasında sosyalizmi
seçmiş ülkelerin sayısı ve gücü artık çok farklı bir
noktadadır. Dünya yüzeyinde sosyalizm, somut yüzölçümü
anlamında olsun, politik etkinlik açısından olsun çok
yaygın bir haldedir ve dünyanın hatırı sayılır bir bölümü
emperyalizmin egemenlik alanı dışına çıkmıştır. Sosyalist
ülkelerin nitelikleri, zaafları, kendi aralarındaki
derin çelişkiler ve bu çelişkilere rağmen sosyalizmin
bir "blok" oluşturup oluşturmadığı çok tartışılabilir.
Geçmişte de tartışılmıştır ama herşeye karşın görmezlikten
gelinemeyecek olan, bu ülkelerin toplamının o konjonktürde
emperyalist kontrolün dışında olduğu ve politik-askeri-ekonomik
bir güç olarak yer aldığıdır. Yani, ortada, kendi içinde
nasıl bölünmüş olursa olsun, emperyalizmin her davranışı
sırasında hesapladığı, dolayısıyla da bu davranışları
sınırlayan bir somut güç vardır. Bu konumlanış, sahnede
yalnız SSCB'nin yer aldığı geçmiş döneme göre yeni bir
durumdur ve kuşkusuz bu emperyalizm açısından politik-ekonomik
bir daralma anlamına gelmiştir.
Kontrol alanının daralması salt yüzölçümsel bir olgu
da değildir. Salt pazar daralması değildir. Sosyalizm,
bu süreçte, sosyalist ülkelerin bütün iç zaaflarına
karşın olağanüstü bir etki ve prestij kazanmıştır. Dolayısıyla
bu prestij ve dönem boyunca yükselerek süren halk savaşları
da aynı hesap hanesine eklenmelidir. Üstelik bu savaşların,
emperyalist pazarı ve kontrol alanını daraltmaları için
mutlaka zafer kazanmış olmaları da gerekmiyordu. Halk
savaşlarının bizzat varlığı ve sürdürülüyor olmaları
bile, bağımlı/yeni sömürge ülkelerin bir çoğunu yatırımlar
açısından öyle bir "güvenilmezlik" noktasına
sürüklemiştir ki, sonuçta "parayı sokağa atmayı"
rasyonel bulmayan tekeller açısından bu ülkeler "fiilen"
pazar olmaktan çıkmışlardır.
Öte yandan aynı süreç, dıştaki daralmayı içe, metropollere
de taşımış, pazarları genelde daralan emperyalizm, kendi
metropollerinde de refah ve esneklik payını düşüren,
krizleri sıklaştırıp derinleştiren etkiler yaşamıştır.
Dönem bir bütün olarak incelendiğinde, dıştaki yaralar
ile içteki toplumsal hareketliliği kronolojik olarak
izlemek mümkündür ve bu denk düşmeyi "Metropol
gençliğinin ulusal kurtuluş savaşlarından ideolojik
etkilenişi" faktöründen çok ( ya da onunla birlikte
) esas olarak ekonomik kökenler açısından ele almak
gerekmektedir.
Yani bu dönem, ciddi bir nüfuz daralması dönemidir.
Ve hatta bu "daraltıcı" faktörler arasında,
sosyalizmle hiç ilgisi olmayan önderlikler altında gelişen
ulusal-dinsel hareketleri bile saymak gerekir.
Öte yandan aynı dönem, emperyalizmin normal çözüm yolu
olan "genel paylaşım savaşı" yolunun da tıkalı
olduğu bir dönemdir. Şüphesiz böyle saptamalar hiç bir
zaman tam bir kesinlikle ortaya konamaz ama o konjonktürde
pazar sorununun yeni bir dünya savaşıyla çözülmesi gerçekten
de pek kolay değildir. Artık ortada başka alternatif
ve potansiyel güçler vardır ve dünya üzerinde pervasızca
savaşılmasına izin vermeyecek bir ilişkiler zemini üzerinde
dönmektedir. Karşılıklı konumlanış, durmadan yükselen
olağanüstü bir silahlanma seviyesine yol açmış, Amerikan
politikacılarının pek sevgili atom bombalarıyla öğündükleri
40'lı yıllar çabuk geçmiş, ortaya bir denge çıkmıştır.
Böyle bir manzarada artık "cihan harbi" ile
sorunları çözmek bir yana, savaşın ortada "cihan"
diye bir şey bırakıp bırakmayacağı kuşkulu hale gelmiştir.
Bütün bu koşullar, dönem boyunca emperyalistleri, bir
yandan "sıcak savaş" çığırtkanlığını sürdürürken,
öte yandan aslında "soğuk savaş" ve "bölgesel
çatışmalar" ile yetinmeye zorlamıştır. Emperyalistler
açısından pazar sorunu çözmek için kendi aralarında
ya da sosyalizme karşı bir dünya savaşı açmanın imkanları
daralıp sınırlanmıştır. (4)
Yine aynı dönemde, aynı koşulların ürünü olarak "entegrasyon"
dediğimiz olgu da meydana gelmiştir. Emperyalistler
bir yandan daralan egemenlik alanları üzerinde alttan
alta boğazlaşırken, öte yandan sosyalizmin ve ezilen
halkların tehdidi altında "ittifak"lara zorlanmışlardır.
Bu durum, bir paradoks gibi görünse de, onların iç çelişkilerinin
zayıflamasının değil, şiddetlenmesinin bir sonucu olmuştur.
Yani, çelişkiler şiddetlenmiş ama yaşanan koşullar sonucunda
bu çelişkiler farklı boyutta bir kapışma şeklinde sürmüş,
zaman içersinde bu kapışmanın kurumsal zeminleri de
oluşmuştur. Bu dönem boyunca gözlenen olgu, eski günlerin
(ittifak-itilaf ya da mihver-müttefik gibi) karşılıklı
politik-askeri kamplaşma örgütlerinden çok, bütün belli
başlı emperyalist devletleri kapsayan NATO türü bütünsel
askeri teşkilatlar ve emperyalist zincirin bütünü üzerinde
etkileri olan IMF, OECD, Dünya Bankası gibi politik-ekonomik
kurumlardır. Ve artık kapitalist devler arasındaki çıkar
savaşımları bu tür örgütler bünyesinde kızışmaktadır.
Süreç boyunca Avrupa ve Japon kökenli çıkışlar, ciddi
çelişmeler görülse de, bunlar doğrudan kapışma seviyesine
varmamaktadır. (5)
Sonuçta görülen manzara, özetlersek; yeni dönemde emperyalist
pazarların ve kontrol alanlarının olağanüstü daralışı
karşısında, bu tıkanıklığın aşılmasının "normal"
şartlarının oldukça kısıtlı olmasıdır, ki işte tam bu
nokta, emperyalizm açısından çok öldürücü bir noktadır.
Gerçekten de, emperyalizm, tarihindeki en ağır koşulları
bu dönemde yaşamıştır.
Ve emperyalizm, kendisi açısından ölümcül nitelik taşıyan
bu çelişkileri başlıca iki yolla aşmaya çalışmıştır:
Bir soğuk savaş dalgasıyla birlikte ekonominin uç noktaya
varan militarizasyonu ve yüzölçümsel olarak daralan
pazarın derinlemesine büyütülmesinin bir yöntemi olarak
yeni-sömürgecilik... III. Bunalım dönemi olarak adlandırılan
sürecin en belirgin özellikleri bunlar olmuştur. (6)
Gerçekten, emperyalist ekonomi bu dönemde bütün tarihi
boyunca ulaşamadığı bir militarizasyon seviyesine ulaşmıştır.
Nükleer yarışa bağlı olarak olağanüstü düzeyde geliştirilen
askeri üretim teknolojileri ile bölgesel kışkırtmaların
çakışması bu açıdan bir rastlantı sayılamaz. Böylece
kapitalist ekonomi daralan pazarlar çıkmazında kavrulurken,
normal yollarla yaratamayacağı bir pazar ve üretim kapasitesini
yakalayıp sürdürebilmiştir. Sözgelimi bir Pershing füzesinin
çeşitli parçalarının 600 civarında ayrı şirket tarafından
siparişlerle yapıldığını düşünürsek, manzara kolayca
ortaya çıkar. Öyle ki, zaman içerisinde ekonominin ritmi
askeri programlara bağlı hale gelmiş, kriz devreleri
ile askeri sorunlar arasındaki ilişki kronolojik şekilde
izlenebilir olmuştur. Emperyalist ekonomi giderek kendisine
ilaç diye bulduğu olgunun "bağımlısı" haline
gelmiştir.
Emperyalizmin her zaman savaşlar ve savaş için harcamalar
demek olduğu kuşkusuz doğrudur. Ama bu kez sözkonusu
olan şey, yukarıda sözünü ettiğimiz daralma ve bu daralmanın
geniş çaplı bir savaşla açılamıyor oluşuyla ilgilidir.
Bu kez açmaz ölümcül şekilde büyüktür ve askeri ekonomi
bu tıkanıklığı açmak için devasa bir araç halinde kullanılmaktadır.
Öte yandan, yeni-sömürgecilik de basit bir siyasal tercih
sorunu değildir; aynı tıkanıklığı aşma sorunu ile ilgilidir.
Politikanın özü, pazarın "derinliğine" geliştirilmesi
ve egemenliğin yeni bir boyutta pekiştirilmesidir. Eski
sömürgeciliğin kaba yöntemleri (birden değil, zaman
içersinde) terkedilmiş, sermaye ihracının bileşiminde
kısmi değişiklikler yaratılarak, çok uluslu şirketlerin
yerli birikimle içiçe geçmeleri ve "birlikte"
üretim yapmaları sonucu nisbi bir gelişme yaratılmıştır.
Borçlandırmayla desteklenen bu program, bir "sanayileşme
hamlesi" havası oluşturarak bu ülkelerin sosyal-ekonomik
çehresini değiştirmiş, bu arada feodal güçlerin "zenginleştirilerek"
çözülmesinin kısmi gerçekleşmesi de pazar ilişkilerini
en uç köşelere dek yaymıştır, ki bu, pratikte yüzölçümü
değişmeyen eski "pazar"ın giderek daha fazla
sermaye ve ürünü emebilecek duruma getirilmesi, yani
kapasitesinin ve hacminin arttırılması anlamına geliyordu.
Olgu, salt iktisadi sonuçlar yaratmakla kalmadı. Öncelikle
emperyalizme nisbeten yeni bir egemenlik biçiminin imkanlarını
sağladı. Eski CIA patronlarından J.F.Dulles'in deyimleriyle;
"Eğer batı, sömürgeciliğin, statükonun devamıyla
sonsuza dek sürüp gitmesini isteseydi, şiddetli bir
devrimi kaçınılmaz kılacak ve kaçınılmaz bir yenilgiye
uğrayacaktı." (akt..: Avcıoğlu) Şüphesiz bu bütünüyle
Dulles'in paranoyasından ibaret değildi ve tam böyle
bir noktada yeni-sömürgeci egemenlik biçimi eski biçimlerden
farklı avantajlar sunuyor, ikili anlaşmaları, borçlandırmalar
ve uluslararası finansal-askeri kurumların etkinlikleriyle
sahte bağımsızlık biçimlerine denk düşen yeni bir hegamonyaya
yol açıyordu. Böylece aslında egemenlik bir yandan biçimsel
olarak gizlenirken, diğer yandan da güçlendirilmiş oluyordu.
Doğrudan işgalin ya da kaba sömürgeciliğin iğreti yapıları
yerine, kollarını "modernleşme" yoluyla ülkenin
her yanına uzatabilen güçlü bir merkezi otorite geçiyor,
baskı mekanizmalarının etkinliği daha tam ve yaygın
hale geliyordu. Koruma şartlarında geliştirilen tekelci
burjuvazinin ağırlığı altında ama ülkedeki diğer gerici
güçleri de gözeten bir yönetim tarzı olan "oligarşik
diktatörlük"ler bu dönemin karakteristik unsurudur.
Ve tabii pazar ilişkilerinin genişlemesi, hızlı (ve
çarpık) kentleşme, yaşam standartlarındaki boyut değişiklikleri,
sosyal kademelerin çeşitlenmesi gibi bir dizi faktör
de bütün bunlara ekleniyor ve halkın, çalışan sınıfların
siyasal tutumlarını etkileyen sonuçlar yaratıyordu.
Kısaca, yeni-sömürgecilik bir dizi iktisadi ve politik
amacı birarada gerçekleştiren zorunlu bir uygulama halinde
gündeme geliyor ve bütün bir süreç boyunca etkili oluyordu.
(7)
Yeni-Sömürgeci İlişkiler ve Türkiye
A) Sürecin Başlangıcında,
Yerli Birikim ve Bütünleşme Potansiyeli
II. Savaş sonrası Türkiye'ye şöyle bir baktığımızda,
herhalde o dönem için yapılabilecek en anlamlı saptama,
onun bir "muz cumhuriyeti" olmadığıdır. Yani
Türkiye sıfır noktasında değildir.
Burjuva bir önderlikle gelişen ya da başlangıçtaki kendiliğinden
direnişler döneminden hemen sonra burjuva önderliğin
hegemonyasına giren 1919-23 savaşı bittiğinde, ortada
artık bir burjuva cumhuriyet vardır. Kürdistan'ı da
bölge ülkeleriyle cetvel hesabı paylaşan ve bir parçayı
sömürgesi kılan Kemalist cumhuriyettir bu. Daha doğru
bir deyimle söylenirse, aslında olan şey, yeni bir "sömürgeleştirme"
fiilinden çok, var olan imparatorluk sömürgelerinden
elde kalan son bir parçanın "muhafazası"dır.
Ama bu kez daha farklı bir biçimde: Varlığını da yadsıyarak....
Böylece Kuzey Kürdistan açısından ortaya klasik sömürgeciliktende
farklı olarak bir tür iç-sömürge tarzı çıkmış ve üniter
mantığın içinde, bir dizi başka faktörün de etkisiyle
ilişkinin sömürgeci niteliği bulanıklaştırılmış, uzun
süre gizlenebilimiştir.
Öte yandan, burjuva cumhuriyetin seçtiği yol bellidir.
Seçilen yol; kapitalizmdir. Ve 1920'lerin "tek
bir zincirin halkalarından oluşan" dünyasında bu
yol seçildiğinde, emperyalizmden bağımsız olmak mümkün
değildir. Ve zaten bu objektif gerçek bir yana Kemalist
kadronun böyle bir derdi de yoktur. Henüz savaş sürerken
bile hem sözel düzeyde, hem de pratik uygulamalarda
emperyalizme ilişki isteği net olarak gözlenir.
Zaten bir ölçüde sonraki süreç, bir ikilem içine sıkışmışlıkla
karakterize olur. Bir yanda seçilen kapitalist yol vardır,
diğer yandan da bu yolun bağımsız gelişiminin (yönetici
kadronun bu istekte olduğunu varsaysak bile) önünün
baştan tıkalı oluşu...
Yani, sözgelimi 18. ve 19. yüzyıl Avrupasında olduğu
gibi feodalizmin tasfiyesiyle yeni üretim ilişkilerinin
önünü radikal biçimde açmak, bu yolla yoğun birikimler
yaratmak imkânı fiilen bulunmamaktadır. 1920'lerde böyle
bir yalıtılmış ada yeryüzünde bulunmamaktadır ve zaten
Kemalist kadro böyle istek ve kararlılık içinde değildir.
Kadro, başından itibaren ülkedeki en geri kesimlerle
işbirliği içine girmiş, statükoları çok sarsmamaya özen
göstermiştir.
Böylece yaşanan süreç, başta "yüce kurtarıcı"nın
kendisi olmak üzere eski "savaşçı" kadronun
zenginleşerek belli birikimlere ulaştığı, ticaret burjuvazisinin
palazlandığı bir süreç olmuş, ama baştan beri emperyalizmle
temas halinde olmasına karşın bu birikim yine de sınırlı
kalmıştır. Emperyalizmle ekonomik ilişki ise daha çok
"acenta"lık düzeyini aşamamıştır.
Ama her şeye karşın 45'lere gelindiğinde ortada varolan
birikimi çok küçümsememek gerekir. Özellikle "devletçilik"
sürecinde palazlandırılan "ticaret erbabı"
artık daha "büyük işler"in hevesi içindedir.
Ortalık bir Afrika sömürgesi toprağı gibi bomboş değildir,
yani; emperyalizm bugünkü işbirlikçi güçleri yoktan
varetmemiştir; Zaten öteden beri kendisiyle temas içinde
gelişmiş bir güç vardır.
Bu nokta 1945'lerde tıkanma ve açılım noktasıdır. Emperyalizm,
artık yeni bağımlılık ilişkileri isteği içindedir ve
Türkiye -coğrafi konumu da dahil olmak üzere- her açıdan
bu yeni ilişkilerin modeli olarak düşünülmektedir.
Artık sözkonusu olan, mevcut potansiyel ile emperyalist
yatırım kanallarının içiçe geçmesi ve böylece zaten
varolan işbirliğinin yeni bir boyuta sıçramasıdır. Bunun
için, bütün teslimiyetçiliğine karşın yine de emperyalizmle
hizmette hantal kalan bir yönetim kuşağı tasfiye edilmiş,
bütünleşmenin önünü en büyük hızla açabilecek olan bir
popülizm yakalayabilmiştir. "Çok partili demokrasi"
aşkının aynı döneme denk düşmesi bu açıdan bir rastlantı
değilidir, ki aynı sürece kırk yıllık bunaltıdan bezgin
düşmüş yığınların gelişme isteği de denk düşmüş ve bu
noktada TC tarihinin en işbirlikçi ve en halk düşmanı
kadroları, en büyük kitlesel desteği yakalayabilmişlerdir.
Böylece yol düzlenmiş ve Türkiye yeni-sömürgeciliğin
uygulandığı başka ülkelere oranla daha hızlı bir tempoyu
yakalayabilmiştir. Bu fark önemlidir; çünkü böylece
süreç hızlanırken, bir yandan düzene daha yüksek bir
yedekleme kapasitesi sağlanabilmiş, öte yandanda "işgalin
gizlenişi" daha elverişli bir zemine oturmuştur.
B) Bir Özet..."Kalkınma Hamlesi"
Ve Çarpık Tekelleşme
Bu noktada "emperyalizmin ülkeye girişi" gibi
kavramlar ve tanımlamalar kuşkusuz yersizdir. Sözkonusu
olan şey, aslında emperyalizmle ilişkiler açısından
kesintisiz bir sürecin devamıdır.
Dönemin koşulları içinde Türkiye'ye yüklenen rol, hem
bölgesel düzeyde bir "ileri karakol" olma
durumu, hem de "derinleşen bir pazar" konumudur.
Rockefeller'in o günlerde Eisenhower'e sunduğu rapor
durumu anlatmak açısında aslında oldukça yeterlidir.
"Hükümet (ABD hükümeti), özel sermaye yatırımlarını
cesaretlendirmeli ve onlardan akıllıca yararlanmayı
bilmelidir. Bu yatırımlar yardımıyla birçok siyasal
amaca ulaşabilir. Bu tip özel sermaye yatırımları, zamanla
bütün gayri-meşru muhalefeti ve politikamıza karşı direnişi
ortadan kaldırabilmeli ya da nötralize edebilmelidir.
Ayrıca bizi desteklemekte kararsız ve sallantılı olan
bütün özel girişim ve çıkar çevrelerini etkilemelidir.
Aynı zamanda, ABD ile işbirliğine hazır yerli işadamlarına
yardım arttırılmalı ve böylece bu işadamlarının ilgili
ülkelerin ekonomisinde kilit noktaları ele geçirmeleri,
buna dayanarak politik etkilerinin artması sağlanmalıdır."
(Avcıoğlu)
Olağanüstü bir kibarlıkla söylenen bu sözler aslında
bir dönemin temel politikalarıdır. İkili Anlaşmalar,
NATO'ya giriş, ODTÜ'den MTA'ya, Planlama'ya dek her
köşeye yayılan "uzman"lar, askeri ünitelerin
yeniden düzenlenişi ve bağımlılığın her yönden derinleştirilip
pekiştirilmesi süreçleri birbirini izler.
Bu arada kredilerle desteklenen ve pazarı bütünselleştiren
(ABD uzmanı Thornburg'un deyişiyle "küçük küçük
Türkiye'leri birbirine bağlayan") ulaşım-iletişim
projeleri gelişirken, öte yandan yerli işbirlikçilerin
birikimi ile çok uluslu şirketlerin yatırımları "ithal
ikameciliği" diye nitelenen bir süreçte buluşup
kaynaşmaktadır. Marshall yardımından, askeri fonlardan
aktarılan "hibe" lere kadar hatırı sayılır
kaynaklar bu işe koşulur. Kredilerin dağılımı TSKB gibi
araçlarla uygun şekilde düzenlenir; daha doğrusu aslında
"para parayı çeker" ve bu dağılım belirli
noktalarda yoğunlaşır. Yabancı sermaye yasaları ve bütün
mevzuat "Batı'da hayranlık uyandıran" bir
şekle sokulurken miktar olarak çok fazla olmayan ama
çeşitli anlaşma biçimleriyle bağımlılık ilişkisini pekiştiren
bir sermaye akışı hızlanır; sınırsız kâr transferi,
kredi-vergi-kota kolaylıkları, teşvik yasaları ve devlet
işletmelerinden sağlanan ucuz girdiler... Hepsi, çarpık
ve suni şekilde büyüyüp tekelleşen bir sanayi yapısının
oluşturulmasına hizmet ederler.
Sonuçta, gerçekten bu dönemde yaratılan, sözgelimi 30'lu
yıllarla kıyaslanamayacak bir "büyüme" ve
"kalkınma" görünümüdür. Bu, baştan sakatlanmış
ve bir süre sonra tıkanacak olan yapay bir sanayileşme
atmosferidir ama yine de varlığı inkâr edilemez.
Böyle normal olmayan, emperyalizme bağımlılığıyla kendi
dinamiği sakatlanmış bir "gelişme", emperyalizmin
işbirlikçisi durumundaki burjuva kesimler açısından
da "normal olmayan" büyüme biçimleri yaratmış
ve Batı'daki tarihsel evrime pek benzemeyen bir yoldan
olağanüstü hızlı bir tekelleşmeye yol açmıştır. Kredilerin
dağılımından kolaylıkların binbir çeşidine dek uzanan
bir korunma ortamında emperyalizmle bağımlılık ilişkileri
içinde büyüyen yerli birikim, kısa sürede ve sıçramalar
yoluyla tekelleri yaratmıştır. Ve kuşkusuz bu süreç,
serbest rekabet koşullarındaki merkezileşme ve yoğunlaşma
eğiliminin bir ürünü olan bilinen tekelleşme tarzına
oranla daha zayıf ve yapay bir olgu yaratmıştır. Zaten
emperyalizm çağında herhangi bir ülkede, bilinen (deyim
yerindeyse "doğal") yoldan bir kapitalist
gelişme ve tekelleşme de mümkün değildir ve mevcut birikim
ancak bir dışa bağımlılık ilişkisi çerçevesinde, bir
"oksijen çadırı" mantığı içersinde tekelleşme
şansına sahiptir.
Dolayısıyla ortaya çıkan durum, batıdaki finans kapital
olgusundan oldukça farklı, zayıf ve kendi dinamiklerinden
büyük ölçüde yoksun bir tür tekelleşmedir.
C) Politik Biçimleniş Ve Oligarşi
Böylece oluşan işbirlikçi tekelci katmanların ise politik
düzeyde bütün yapı üzerinde tam hakimiyeti, dolayısıyla
bir finans oligarşisi manzarası göstermesi beklenemezdi.
Feodal yapı ile karşılıklı konumlanış böyle bir zayıflığın
üzerinde oluşmuştur. Geri üretim yapılarını tümden tasfiye
eden köklü (ve bu anlamda "normal") bir süreç
yaşanamazken, buna parelel olarak politik düzeyde de
ülkedeki en geri güçlerle ittifak kendini bir zorunluluk
olarak dayatmıştır. Bütün bu süreç bir çelişkiler-ittifaklar
yumağı halindedir; geri adımlar, ileri doğru ataklar
yapmak ama hiçbir zaman tam cepheden karşılaşmamak,
süreç boyunca tekelci burjuvazinin tavrını karakterize
etmiştir; daha doğrusu tekelci burjuvazi böyle bir tavra
mahkumdur.
Ancak, feodal ilişkilerin zaman içerisinde uğradığı
"çözülme" de yadsınamaz bir gerçekliktir.
Zaman içerisinde, ülkede bağımlı kapitalistleşmenin
gelişimiyle birlikte, feodal ilişkilerin salt kendine
yeterli, su sızdırmaz- dışa kapalı yapısı önemli ölçülerde
çözülmeye uğramış, kapitalist pazar ilişkileri uç noktalarına
dek yayılma göstermiştir. Süreç boyunca tarım-sanayi
dengesinin sürekli tarım aleyhine bozulması yanında,
değişikliğe uğratılan ve merkezi iletişim-ulaşım mekanizmasıyla
metropole bağlanan tarımsal yapı, kapitalist pazar ilişkilerinin
girebileceği önemli gediklerle parçalanmış, sonuçta
kapitalist üretim ilişkileri ülkenin hakim biçimi haline
gelmiştir.
Üstelik, bütün bunlar, statükoyu fazla sarsmadan, politik
dengeleri (mecburen) koruyarak, bağımlı kapitalistleşme
sürecinin seyri içinde gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu
olan, bir üretim ilişkisinin güçlerinin bir diğerini
kendi gelişim dinamiğiyle tasfiye etmesi, yani bir yüzey
üzerinde bir şeyin genişleyip diğerini yok etmesi değil,
yeni-sömürgeci ilişkilerin daha karmaşık bir açılımıdır.
Feodalizmin bağrında gelişip serpilip nitel bir sıçramayla
onu tüketen bir kapitalist gelişmeden çok, yeni-sömürgeciliğin
temel mantığı içinde geliştirilen bir yapı vardır ve
burada derinleştirilen kapitalist ilişkiler, ülkedeki
en geri güçlere de çıkarlar sağlayan bir yapı göstermiştir.
Devrimci bir tasfiyenin tam aksine, yöntemin temel unsuru,
mevcut güçlü tarım kesimlerinin çıkarlarının mümkün
olduğunca korunması, hatta bu kesimlerin hem nakdi kazanç,
hem de mülkiyet açısından daha da zenginleştirilmesi
olmuştur. "Gerilerken zenginleşme" ve çoğu
durumlarda da bu zenginliğin ticarete ve yatırımlara
akması dönemi karekterize etmiştir.
Böylece tarımda ortaya "kısmen geçişli" ve
"daha fazla kademeli" bir yapı çıkmış, kırda
(katı feodal düzenin serf-senyör ilişkisinden farklı
olarak) sosyal tabakalaşma çeşitlenmiş, eski usül büyük
toprak sahiplerinden, kapitalist işletmelere, küçük
üretimden, tarım işçilerine dek uzanan daha renkli bir
yapı çıkmıştır. Tarımdaki atıl birikimlerden sanayiye
kaymalar gözlendiği gibi, kapitalist şirketlerin de
tarımın belli dallarına sıçramalar yaptığı görülebilmiştir.
Her halükârda sözkonusu olan şey, tarımın zaman içerisinde
eski kendi içinde dönen sisteminden uzaklaştırılıp merkezi
pazara bağlandığı ve yeni-parasal ilişkilere giderek
daha fazla angaje edildiğidir. (8)
Bütün bu gelişmelerle, nüfusu atıl halde bünyesinde
tutan kapalı feodal yapılar yıprandıkça ve makineleşmenin
de etkisiyle toprağın temerküzü yeni bir boyutta gerçekleştikçe,
hergün artan sayıda insan kırdaki köklerinden sökülüp
fırlatılmış ve çarpık kapitalist sanayinin emme kapasitesiyle
orantısız şekilde kentlere yığılmıştır. Son kırk yılda
kentlerin nüfus oranları adım adım yükselmiş ve ortaya
daha sonra açacağımız marjinal yerleşim biçimleri ve
marjinal geçim sağlama yöntemleri büyük bir hızla çıkmıştır.
Yeni-sömürge tarzı kapitalistleşmenin bir başka sosyal
sonucu da merkezi devlet otoritesinin ve iletişim-ulaşım
ağının ülkenin en uç köşelerine dek -bir klasik sömürge
ülkeyle kıyaslanmayacak ölçüde-yayılması, her köşede
hissedilir olmasıdır. Kapitalist pazar ilişkileri yayılırken
belirli bir alt yapıya dayanarak devlet kurumları da
kendini önceden ulaşmadığı bölgelere yaymış, idari-hukuki
etkinliği ve zor güçleri anlamında daha kesin egemenlik
biçimlerine varmıştır, ki bu durum "içsel olgu"
konumundan ötürü aynı zamanda emperyalist hakimiyetin
yayılması anlamına gelmektedir. Ve tabii aynı kapıdan
yeni değerler, ideolojik araçların etkinliği ve politik
dalavereler de girmiş ve yerel güç sahiplerinin de sürece
katılımıyla bütün ülkeye yayılmıştır.
Sonuçta ortaya ülkenin yönetimi anlamında da batıdaki
örneklerinden farklı, yeni sömürgeye özgü ilişkiler
ve bu ilişkilerin karmaşık bir bileşimi çıkmıştır. Kırdaki
hakim güçlerle doğrudan hesaplaşmayan ama alttan alta
kapışırken bir yandanda işbirliğine giden tekelci burjuvazi,
böylece onları da içine alan bir yönetim tarzı yaratmışıtr.
İşbirlikçi tekelci güçler ile diğer gerici sınıfların
en elit tabakalarının bu eşitsiz ve çatışmalı ittifakı,
kendisini bir oligarşik yönetim olarak ortaya koymuştur.
Oligarşik yönetim, gelip geçen hükümetlerin ötesinde,
ülke yönetiminin tam kendisi olarak belirmiştir. Ülke,
görünüşte politik kadrolar (daha çok da politik-askeri
kadrolar!) tarafından yönetilmektedir ama bu görünüm
esas yapının gözden kaçırılması için gerekçe değildir.
Esas yapı, sürekli ve kalıcı olan devlet mekanizmasıdır.
Egemen sınıfların güç ilişkileri -ve çatışmaları- bu
oligarşik mekanizma içinde somutlaşıp kurumlaşmıştır.
Şüphesiz oligarşi kavramı çatışmasız-durağan bir güçler
ilişkisini ifade etmemektedir. Oligarşi, tekelci burjuvazi
açısından zorunlu bir iktidar paylaşma durumu olmuştur
ve zaman içerisinde bu paylaşımın oranları hiç de sabit
kalmamıştır. Başından beri burjuvazinin belirgin üstünlüğüyle
yürüyen devlet gemisinde, bu kesim her geçen gün daha
fazla güç kazanmış, daha belirleyici hale gelmiştir.
Hatta aynı süreçte burjuvazinin çeşitli klanları arasında
da güç dengeleri değişmiştir.
Öte yandan bu yönetim tarzı, emperyalizmle ilişkiler
açısından da yeni bir durumu ortaya çıkarmış, artık
işbirlikçi burjuvaziyle bir bütün hale gelen emperyalist
çıkarlar dıştan dayatılan bir şey olmaktan çıkmış, gelip
ittifakın odak noktasına oturmuştur. Oligarşik Blok'un
bir parçası olarak emperyalizm bu kez daha üstü örtülü
ama daha sağlam biçimde ülkeye hakim olabilmiştir. (9)
D) Kriz, Faşizm Ve Devrimci Durum...
Böyle bir başından sakatlanmış gelişim, doğası gereği,
yapısal bir olgu olarak krizi barındırmakta, onu dönemsel
bir olgu olmanın ötesine taşıyarak sürekli kılmaktadır.
Yeni-sömürgelere özgü bu durum, teorik düzeyde "Milli
Kriz" ya da "Devrimci Durum" kavramlarını
zorlamış ve yeniden yorumlama gereğini doğurmuştur.
Kabaca, toplumun bütününü sarsan bir politik-iktisadi-sosyal
buhran sonucunda artık ezenlerin eskisi gibi yönetemediği,
ezilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir
durumun ortaya çıkması demek olan milli kriz, klasik
biçimiyle; yani gelişmiş kapitalist ülkelerde, sistemin
genel bunalımının derinleşme noktalarına bağlı olarak
belirli dönemlerde oluşabilmektedir. Belirli dönemlerde,
düzen her alanda çıkmaza sürüklenmekte, bütün çiviler
çıkmakta ve proletaryanın iktidara el koyması için (Subjektif
durumun yaratılması koşuluyla) uygun koşullar çıkmaktadır
ki subjektif faktörle tamamlanan bu durum marksist terminolojide
"devrim aşaması" olarak tanımlanmıştır.
Yani burada, uzunca bir evrim süreci sonunda ulaşılan
ve nisbeten kısa sayılabilecek bir esas vuruş momenti
sözkonusudur.
Oysa, ülkemizde ve benzeri ülkelerde çivi daha başından
çıkmış durumdadır. Bağımlı gelişme başından beri ülkeyi
ekonomik-politik-sosyal olarak hastalıklı bir sürece
itmiş ve genel istikrarsızlık, hızlanarak yaşanan çürüme-çöküntü
durumu zamana yayılmış, karakteristik bir çizgi olmuştur.
Nisbeten kısa dönemlerde varlığını duyuran milli kriz
yerine, sürecin bütününü kapsayan, giderek derinleşen
(ve derinleştirilmesi devrimci iradenin müdahelesine
bağlı olan) bir süreklilik vardır.
Aynı hastalıklı yapı ve bu yapının bir burjuva demokratik
devrim sürecinden geçmemiş olması, faşizm konusunda
da koşulları dikkate alan değerlendirmeleri gerektirmiştir.
Yalnızca Alman ve İtalyan örneklerini dikkate alarak
orada takılıp kalan, faşizmin "tekelci sermayenin
en azgın yönetimi" olduğunu yinelemek, onun bağımlı
ve yeni-sömürge ülkelerde aldığı yeni biçimleri görmezlikten
gelmek zaten sağlıklı bir durum değildir. Bilinen demokratik
yoldan geçmeden gelişen ve sürekli istikrarsızlık çukurunda
boğulan yeni-sömürge düzeni, faşizmi içinde sürekli
ve yapısal bir unsur halinde barındırmakta ve çeşitli
biçimler altında kendini göstermektedir. Çürümüş bir
parlamentonun varlığı çoğu kez oligarşik yönetimin faşist
niteliğini gizleyen bir örtü olmakta ve zaten çok sık
olarak bu örtü de ortadan kaybolmaktadır.
Dolayısıyla, hükümetlere ya da sivil faşist çetelerin
güçlenip-zayıflamasına takılıp kalan bir faşizm anlayışı,
ağaçların ardındaki asıl ormanı gözden kaçırmak anlamına
gelmektedir, ki bu durum özellikle geçmişte bir dizi
hatalı mücadele çizgisinin de kaynağını oluşturmuştur.
Aynı şekilde, yeni-sömürge özgünlüğünün sağlıklı kavranamaması
genel olarak solda "devrimci durum" ve "kriz"
konusunda doğru olmayan anlayışları geliştirmiş, bu
durum evrimci aşama ya da devrim süreci üzerine kafa
karışıklığını da üretmiştir. Belirli "kriz"
anlarına yönelik beklenti ve temel mücadele biçimi konusuna
"dönemsel" bakılması, bu konudaki en ciddi
yanlış olmuştur.
Oysa, krizin zamana yayılarak, giderek derinleşen bir
süreklilik hali göstermesi evrim ve devrim kavramlarını
da klasik tanımlanışlarından farklı bir noktaya sürüklemiş,
onları birbirini izleyen ayrı süreçler olmaktan çıkarmıştır.
İki aşama, ya da iki aşamanın temel unsurları birlikte
yaşanmakta ve bu durum iki aşamaya özgü devrimci yöntemlerin
bir yeni harmanlanışını gerekli kılmaktadır.
Zaten, böyle bir irdeleme ile THKP-C anlayışında varılan
en özlü nokta bu yeni harmanlanış biçimidir. Kuşkusuz
klasik biçimde de, sözgelimi Rus Devriminde aşamalar
birbirinden bıçakla kesilir gibi ayrılmaz, ama bu kez
sözkonusu olan "hazırlık ve saldırı" unsurlarının
ve yöntemlerinin daha grift bir ilişkisidir, yani iki
aşamanın çalışma biçimlerinin birlikte ve yeni bir oranla
kullanımı vardır. Siyasi güç ile maddi-askeri gücün
birlikte büyütülmesi bu mantığın temel noktasıdır. Devrimci
mücadelenin ilk anından başlayarak silahlı devrim mücadelesinin
bütün sürecin eksenine oturması ve daha en baştan silahlı
eylemin salt bir politik açıklayıcı olmanın ötesinde
bir halk ordusunun günbegün yaratılması işlevini yüklenmesidir.
Uzun bir hazırlık sonucu gerçekleşecek Ekim momentini
değil de sürece yayılan bir uzun savaşı önüne koyan,
bu anlamda silahlı mücadeleyi dönemsel değil bütün devrim
sürecine özgü olarak kavrayan mantık, özünde bu "sürekli
kriz" gerçeğinin saptanmasına dayanır. Bu mantık,
krizin derinleşmesine yapılan iradi müdahale ile kitlelerin
örgütlenip organize edilmesini bir bütünün parçası olarak
algılar.
Ve suni-denge kavramı da işte tam bu noktada bir açıklayıcı
kavram olarak temel bir yer tutar.
Suni-Denge Kavramının Açılımı
"...Bu yeni-sömürgecilik metodu, bir yandan emperyalizmin
ülkeye iyice yerleşmesi (yani emperyalizmin dışsal bir
olgu değil, aynı zamanda içsel bir olgu haline gelmesi)
sonucunu doğururken, öte yandan, geri bıraktırılmış
ülkelerde geçmiş döneme kıyasla belli ölçülerde pazarın
genişlemesine paralel olarak toplumsal üretim ve nisbi
refahı artırmıştır.
Bunun sonucu olarak, geri-bıraktırılmış ülke içindeki
çelişkiler görünüşte yumuşamış, (feodal döneme kıyasla)
halk kitlelerinin düzene karşı tepkisi ile oligarşi
arasında bir suni-denge kurulmuştur." (Kesintisiz
Devrim)
71'de sorunun M. Çayan tarafından konuluşu böyleydi
ve yine oradan başlamakta yarar var.
Sonradan, konu üzerine çok şey söylendi. THKP-C sistematiğinde
en çok kurcalanan, polemiklere yol açan halkalardan
biri suni-denge oldu. İşin doğrusu, THKP-C tezlerinin
bütünü için sözkonusu olan talihsizlik, bu halka içinde
geçerliydi biraz. THKP-C izleyicileri, suni-denge saptaması
konusunda da geniş açılımlar gerçekleştiremediler ve
çoğu kez mevcut metinleri savunup- yineleme yolunu seçtiler.
Tezlere eleştiri yönelten cephede ise, ipin ucu çoğu
kez, hatta her zaman kaçtı. Yazı içinde örneklerini
vereceğimiz çok garip noktalara varıldı. Bir düşünceyi
önce hiç haketmediği çok saçma bir noktaya itmek ve
sonra artık rahatça "eleştirmek" klasik bir
polemik tarzıydı. Kimileri, "doğada ve toplumda
denge durumunun olamayacağı" gibi bütün pozitif
bilimlerin ABC'si olan bir gerçeği yeniden ve yeniden
keşfettiler, kimileri ise "hareketsizlik-sessizlik"
durumu ile suni-denge'yi karıştırarak yaygın toplumsal
çalkantılar ortamında böyle bir şeyin nasıl olabileceği
türünden sorular sordular. Ortada, halkla oligarşi arasında
hasbelkader oluşmuş bir "denge" vardı ve bir
avuç öncü eline silahları alıp ortaya atılınca bu durum
"bozulacak" ve kitleler ayaklanacaklardı...
Böyle bir karikatür sık sık çizildi. Karikatürize etmek,
eleştiriyi kolaylaştıran bir yoldu ve bu yoldan sık
sık gidildi.
Ama, üzüntü vericidir, polemik hırsına bulanmış bir
toz duman içersinde, bu saptamaların bir arayış, bir
Türkiye'yi anlama çabası olabileceği çoğu kez unutuldu.
Bu yazılı metinlerin arkasında, Türkiye devriminin yolunu
arayan, üstelik bunu savaşırken yapan pırıl pırıl zihinlerin
olduğu unutuldu ve tabii bu arada politikada bütün insaf
ölçüleri de zorlandı.
Oysa, gerçek buydu. Tam tamına buydu.
60'lı yılların sonunda bir devrimci kuşak dünyaya ve
ülkesine, yaşadığı toprağa bakıyor ve onu anlamaya çalışıyordu.
Devrimci iktidar için savaşmaya kararlı bu insanlar,
bu işi kendi başlarına yapacaklarını da hiç düşünmediler.
Bu insanlar devrimin öncü ve motor güçleri üzerine yeterince
net fikirlere sahiptiler. İşçi sınıfı ve ezilen halkın
örgütlenmesini önüne hedef olarak koyan bu insanlar,
doğal olarak da devrim cephesine çekmeyi düşündükleri
bu yığınların politik durumunu kavramayı bir görev olarak
algılıyorlardı.
M.Çayan'ın derdi de buydu.
Onun kurduğu zincir böyle bir kaygıyla gelişmiştir.
Emperyalizmin konjonktürel durumundan, bu durumun Türkiye'ye
hangi sömürü ve egemenlik biçimleriyle yansıdığı sorularına
ulaşılırken, oradan da kriz, devrimci durum, sınıflar
kombinezonu vb. gibi çözümlemelere varılmıştır. Savaş
içinde ve savaşa yön çizmek için yazılmış bir metin
olarak "Kesintisiz"in bütün mantığı, akademizme
zerre kadar kaymadan, hiç bir şekilde doktora tezi havasına
girmeden, doğrudan devrimin rotasına ilişkin öngörülere
ulaşma kaygısına dayanır. Ve bu mantık içinde, suni-denge
kavramı da, genel olarak halkın politik davranış biçimlerini,
daha doğrusu sosyo-ekonomik yapının bu biçimleri nasıl
etkilediğini anlama isteğinin bir ifadesidir.
Aslında, M. Çayan'ın o çok kısa geçilmiş saptaması da
konuya bir netlik getirmektedir. Sorun, yeni-sömürgeleşme
sürecinde yaşanan dışa bağımlı kapitalistleşme ve onun
siyasal formuyla ilgilidir. Emperyalizmle bütünleşme
halinde, onun güdümünde yaratılan kapitalistleşme- sanayileşme
süreci, bir yandan tarımdaki eski ilişkileri- statükoları
çok bozmadan- tedrici olarak çözer ve pazar/para ilişkilerini
derinlemesine yayarken, öte yandan da geçmişe oranla
yaşam standartlarında bir farklılaşma, kategoriler arasında
sahte bir geçişlilik hali yaratmış, böylece üretici
güçler açısından bir "gelişme havası" yanılsamasına
yol açmıştır. Buna, yayılan kapitalist ilişkilere bağlı
olarak zor gücünün de yaşamın/ ülkenin her köşesine
ulaşması ve böylece merkezi otoritenin sağlamlaşması
eklenince, ortaya hakın düzene olan muhalefeti açısından
karmaşık bir durum çıkmıştır. Kapitalistleşme hamlesinin
yarattığı yanılsamalı "gelişme" atmosferi
ile zorun kendini her alanda duyuran varlığının bileşkesi,
sonuç olarak halkın devrim cephesine, düzen dışına çekilmesi
çabasını zorlaştıran bir sürtünme faktörü yaratmıştır.
Halkın tepkilerinin düzen dışı bir arayışa kaymasını
güçleştiren, henüz mevcut düzen içersinde yaşayabilmenin
mümkün olduğu (ya da başka türlüsünün mümkün olmadığı)
fikrini canlı tutan bir sürtünme ya da denge halidir
bu.
Böyle bir sürtünmenin her zaman, her ülkede, her konjonktürde
varolduğu, zaten devrimci öncünün de bunun için gerekli
olduğu söylenebilir ama her şey de bu kadar basit değildir.
Burada sözü edilen olgu, bu genel geçer durumdan farklı
olarak, özelde yeni-sömürge ilişkisinin doğasında var
olan bir olgudur. Yeni-sömürgeci ilişki, bağımlı ülkedeki
pazarı yeni tarzda geliştiren ve emperyalist egemenliği
her köşeye yayan niteliğiyle ülkenin çehresini değiştirirken,
insanı ve onun düşünme tarzını da değiştirir, tepkilerini
düzen sınırlarına çeken geriletici faktörler yaratır.
Sorun bu faktörlerin tesbitidir. Sözkonusu olan şey,
ne bir sessizlik halidir ne de salt zor yoluyla sağlanmış
bir basit pasifikasyondur. Bir sosyal-siyasal olgudan
sözedilmektedir ve bu olguyu karikatürler çizerek anlamanın
imkânı yoktur.
Bir Sürece Bakmak
Biraz Geriye Dönüş
Anlamak için, biraz geriye, mantığın kökenlerine gitmek
gerekiyor.
"Üretim ilişkileri" ve "üretici güçler"
kavramlarının toplumların gelişiminin anlaşılmasında
temel kavramlar olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki,
üretici güçler -ki bu kategori, teknoloji vb. gibi "cansız"
unsurların yanında, esas olarak insanoğlunun üretkenliğini
ve etkinliğini içerir- durağan değil, sınırsız gelişme
eğilimindeki güçlerdir. İnsanın yaşamsal gelişme isteğinin
sosuzluğu üretici güçlerin gelişim çizgisinin temelini
oluşturur.
Oysa, üretim araçlarının kimin elinde olduğuna, üretimin
nasıl gerçekleştiğine (ve dolayısıyla üretimin biçimine)
bağlı olan üretim ilişkileri ise şimdiye dek tarihte
görülen biçimleri itibariyla durağan nitelikteki formlardır.Tarihin
belirli bir döneminde bir üretim tarzının toplumsal
üretici güçlerin önünü açması mümkün olduğu gibi, aynı
üretim ilişkisinin daha sonra yaşamın önünde bir engel
haline gelmesi, onu saran bir ölü kabuğa dönüşmesi de
mümkündür. Ve bu noktada, tarihin diyalektik akışı içersinde,
bu ölü kabuk, az ya da çok bir hızla parçalanmaya, yerini
toplumsal gelişmeye daha uygun bir üretim ilişkisine
bırakmaya mahkumdur.
Feodalizmin son dönemi de böyle bir süreci sergiler.
Feodal üretim ilişkilerin bağrında kapitalist üretimin
nüveleri belirmeye başlar, paraya dayalı ilişkiler yaygınlaşır
ve zanaatçı kesimlerin yükselişi yaşanırken özellikle
ticari kesimde belirli birikimler oluşur. Öte yandan
istikrarını yitirmeye başlayan toprak düzeni, her gün
artan sayıda insanı işgücü olarak boşa çıkarmakta ve
kapitalist gelişimin bir başka zeminini yaratmaktadır.
Süreçler birbirini etkiler ve üretir, uzatmak istemiyoruz.
Sonuçta, belirli kesimlerde biriken sermaye ile bu sermayenin
gereksinim duyduğu işgücü kaynakları buluştuğunda, artık
ortaya el zanaatlarının ötesinde, manifaktüre ve fabrikalara
giden bir süreç çıkar.
Bu noktada artık yavaş yavaş ikili bir yapı oluşmuştur.
Bir yanda feodal biçim sürmektedir ve genelde egemendir;
öte yanda ise bu biçimin içinde kapitalist ilişkiler
filizlenmekte, güçlenmektedir.
Elbette bu iki tarzın bir denge durumu oluşturup bunu
sürdürmesi düşünülemez. Toplumsal gelişimin önünü açan
kapitalizmin karşısında, feodal sömürü tarzı artık yenilmeye
mahkumdur. Feodal ilişkiler artık toplumun üretici güçlerinin
ciddi şekilde engelidir, içe kapalı malikane tarzıyla
üretken/gelişmeci her şeyi daha kaynağında kurutmaktadır.
O, artık bir cendere, dar gelen bir giysi gibidir.
Bu dönemde siyasal zor artık feodalizmin elinde tam
bir gerici araç konumundadır. Onun gerici niteliğini
belirleyen de, iktisadi evrime karşı oynadığı roldür.
Feodal zorbalık bir yandan bilimi/teknolojiyi engellerken
diğer yandan da kapitalist gelişim için çok önemli olan
özgür meta ve işgücü dolaşımını kesmektedir.
Ama siyasal zor, ne ölçüde şiddetli kullanılırsa kullanılsın
yapı artık çatlamıştır. İktisadi evrimin karşısına dikilen
ekonomik/siyasal yapıların kaderi böyledir. Feodalizmin
bağrından doğan burjuvazi giderek süreci siyasal olarak
da daha fazla zorlamaya başlar.
Artık ikili bir durumun daha fazla sürmesi mümkün değildir
ve toplumun ilerletici gücü olarak burjuvazi, "eşitlik,
özgürlük ve kardeşlik" bayrağını eline almıştır.
Çeşitli ülkelerde farklı biçimlerde de olsa, çoğu kez
gerçekleşen, burjuvazinin geniş bir kentliler ve köylüler
yığınını bu bayrağın arkasına toplaması ve mevcut devlet
cihazına yönelik bir atak yapmasıdır.
Ve bir kez politik iktidara ulaşıldığında, artık bu
araç yoluyla eski ilişkilerin tasfiyesi ve kapitalizmin
içinde gelişip serpilebileceği çerçevenin oluşturulması,
kurumlaştırılması kaçınılmaz olarak birbirini izler.
Ayrıca, aynı süreç, burjuvazinin sloganlarının gerçek
anlamlarının da yavaş yavaş netleştiği bir süreç olur.
Kısa zamanda, herkesin ancak kendi sınıfından olanlarla
"kardeş" olabileceği görülür. "Özgürlük"
ise burjuva liberalizmi çerçevesinde işçi sınıfı tarafından
yaratılmış bulunan değerlerin gasbedilmesi özgürlüğüdür.
Ve "eşitlik", ancak aynı sınıftan olanlar
için geçerli bir normdur... Sloganlar artık "yüce"
niteliklerini yitirmiş, "dünyevi"leşmişlerdir.
Kendisiyle birlikte zorunlu olarak proletaryayı yaratıp
bir sınıf haline getiren burjuvazi artık yeni bir tarihsel
sürecin kapısını açmıştır.
Ama yine de bunun bir tarihsel gelişim olduğu bu götürmez.
Artık feodal zorbalık düzenine göre çok farklı bir atmosferde
yaşanmaktadır. Artık yasalarla ve kırbaçla toprağa bağlanmış
köylüler değil, işgücünü pazarda "serbestçe"
satan proleterler sözkonusudur. Toprak köleliğinin yerin
ücret köleliği almıştır. İnsanlar, sopa zoruyla değil,
yarattıkları değerin bir bölümü gaspedilerek sömürülmektedirler.
Yani, özgürdürler! İster işgüçlerini satarak yaşamalarına
ancak yetecek asgari bir gelir elde ederler, isterlerse
çalışmayıp açlıktan ölürler!... Bu, tamamen onların
"özgür" iradelerine bağlıdır... Ve doğaldır
ki, böyle bir iktisadi düzen, kendi siyasal çerçevesini
de monarşik despotlukta değil, özünde bir burjuva diktatörlük
olan demokratik cumhuriyette bulur.
İşte feodal yapının devrilmesiyle böyle bir ortama kavuşan
kapitalizm, serbest rekabet koşullarında altın çağını
yaşar. Feodal zincirden yakasını kurtaran üretici güçler
olağanüstü bir hızla gelişirler, bilimsel buluşlar üretkenliği
üst noktalara sıçratır ve öte yandan da çözülen tarımsal
yapı kentlerdeki sanayi potansiyeline oluk oluk insan
akıtır. Engels'in parlak betimlemeleriyle söylenebilir:
"Burjuvaziye özgü, Marks'tan bu yana kapitalist
üretim biçimi olarak adlandırılan üretim biçimi, feodal
rejimin karşılıklı kişisel bağlılıkları ile olduğu gibi,
yer ve zümre ayrıcalıkları ile de bağdaşmaz birşeydi.
Burjuvazi feodal rejimi paramparça etti ve onun yıkıntıları
üzerine serbest rekabetin, gitme-gelme özgürlüğünün,
emtia sahiplerinin hukuki eşitliğinin ve öbür burjuva
parlaklıklarının imparatorluğu olan burjuva toplum düzenini
kurdu. Kapitalist üretim biçimi artık özgürce gelişebilirdi.
Burjuvazinin yönetimi altında yetkinleştirilen üretici
güçler, buhar ve yeni maşinizm, eski manifaktürü büyük
sanayi haline dönüştürdükten sonra, o zamana dek görülmemiş
bir hızlılık ve genişlikte gelişti." (Anti-Dühring)
Bu gelişme, ortaya -siyasal sonuçları da olan- son derece
ilginç bir durumu çıkarır. Kapitalizm, kendi mezar kazıcısı
olacak sınıfı yaratıp yığınlar halinde birleştirmekte
ve mücadele olanaklarına kavuşturmaktadır. Fabrika üretimi
proleteryanın sınıf savaşımının zemini olmaktadır. Üstelik
üretim genişledikçe, üretimin toplumsal karekteri ile
üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki temel çelişme
de her geçen gün derinleşmektedir. Üretimin anarşik
karakteri de sık sık derin krizlere yol açmakta, dönemsel
nitelikteki bu krizlerden sonra kapitalizm kendisini
zor toparlayabilmektedir.
İşçi sınıfı tarihinin en sert ve en kanlı mücadeleleri
bu dönemde yaşanmıştır; öyle ki, bu mücadeleler zaman
zaman Paris Komünü'nde olduğu gibi kısa süreli politik
devrimlere bile yol açmıştır.
Ama öte yandan, yine de serbest rekabetçi dönem, genel
olarak toplumsal üretici güçlerin gelişme dönemidir.
Kapitalizmin temel çelişmesi derinleşse de, sınıf mücadelesi
gitgide boyutlansa da, tarihsel planda serbest rekabetçi
dönem, hala "ilerici" bir konumdadır. Krizlerle
kesintiye uğrayarak da olsa üretici güçlerin gelişimi
sürmekte, her krizi bir canlanma ve refah dönemi izlemekte,
böylece düzen kendisini henüz tam ve kesin bir yıkımdan
koruyabilmetedir. Dönem boyunca süren politik hareketlenmelerin
bir sosyal devrime yol açamamış olması sürecin bu özelliği
ile ilgilidir. Yani sistem henüz genel ve sürekli bir
bunalıma girmemiştir ve dünyanın tek bir zincirin halkaları
gibi mali sermaye işlemleriyle birbirine bağlanması
tamamlanmamıştır.
Ancak daha sonradır ki, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle
birlikte kapitalist üretim artık tekellere doğru evrilmiş
ve "tıpkı zamanında manifaktür ve onun etkisi altında
gelişmiş bulunan zanaatçılığın, loncaların feodal köstekleri
ile çatışmaya girmiş oldukları gibi, büyük sanayi de
bir kez tam olarak geliştikten sonra, kapitalist üretim
biçiminin onu içine sardığı engeller ile çatışmaya"
girmiştir. (Engels) Bu nokta, artık kapitalizmin üretici
güçleri "parlak bir hızla" geliştirdiği konumun
bir adım ötesi, onun iktisadi evrimin karşısına, yaşamı
tıkayan bir olgu olarak dikildiği noktadır. Engels'in
bu aşama üzerine yaptığı saptama çok özlüdür: "Ve
(kapitalizm) kendisi için yaratılmış bu siyasal ve hukuki
atmosfer içinde parlak bir biçimde gelişti; öyle parlak
bir biçimde ki, bundan böyle artık soyluluğun l789'daki
konumundan uzakta değildir: gitgide sadece daha büyük
bir toplumsal gereksizlik haline değil, ama daha büyük
bir toplumsal engel haline de gelir; üretici eylemden
gitgide daha çok ayrılır ve kendi çağındaki soyluluk
gibi, gitgide daha çok gelirini cebine indirmekten başka
birşey yapmayan bir sınıf olur; ve burjuvazi kendi öz
konumundaki bu devrimi ve yeni bir sınıfın, proleteryanın
meydana getirilmesini, en küçük bir zor hokkabazlığı
olmaksızın, salt iktisadi bir biçimde gerçekleştirmiştir.
Dahası var; o kendi öz gidişatının bu sonucunu hiçbir
zaman istemedi; tersine, bu sonuç, onun isteğine, onun
niyetine karşın kendini karşı konulmaz bir güç olarak
zorla kabul ettirdi; kendi öz üretim güçleri onun yönetimine
boyun eğmeyecek kadar güçlü bir duruma gelmişlerdir
ve bir doğal zorunluluk etkisi altındaymış gibi, bütün
burjuva toplumu ya yıkıma, ya da devrime doğru götürürler..."
(Anti-Dühring)
Burada, yani serbest rekabetin bir adım ötesinde gördüğümüz
şey, artık tekelleşme olayıdır. Sermayenin merkezileşmesi
ve yoğunlaşması, sonunda tekellerin oluşumuna varmış,
önceleri ürkeklikle ve tek tük istisnalar halinde beliren
tekeller, artan bir hızla büyük birikimlere hakim olabilmişler
ve ekonominin tümünü yönlendirebilir hale gelmişlerdir.
Bu arada banka sermayesi geleneksel konumunu zaman içinde
değiştirerek etkinliğini arttırmış ve bu süreç, sonuçta,
tekelci sanayi sermayesi ile tekelci banka sermayesinin
üst düzeyde içiçe geçmesine yol açmıştır.
Tekelleşme, mali sermaye ve bir egemenlik biçimi olarak
mali oligarşi... Gerisi biliniyor: bunalımın sürekli
ve genel hale gelişi ve artık bütünüyle asalaklaşan
kapitalist üretim ilişkisinin genel olarak bütün insanlığın
yaşamsal çıkarlarının, üretken gücünün önüne zorba bir
güç olarak çıkışı... Artık kapitalizmin geliştirici
yanı tükenmiş ve yeni bir devrimle alaşağı edilmesi
kaçınılmaz ve zorunlu hale gelmiştir. Bu işi yapacak
güç de bellidir, bizzat kapitalizm tarafından yaratılıp
geliştirilmiş bulunan proletarya...
Kapitalizm tarihsel gelişiminin kaba bir özeti böyledir.
Biraz Daha Derine...
Ama bu yetmiyor... Biraz daha derine inmek ve insana
daha çok yaklaşmak, akademik kavramların insanın durumuna
denk düşen karşılıklarını aramak gerekiyor.
Yinelemek pahasına da olsa, serbest rekabetçi döneme
dönüp bir daha bakacağız.
Serbest rekabetçi kapitalizm, bilindiği gibi, toplumun
genel üretici güçlerini geliştirmekte ve insanları eski
kalıpsal ilişkilerinden kurtarmaktır. Böylece o, bütün
toplum açısından genel bir ilerlemeyi gerçekleştirir,
tarihin önünü açar. O zaman diliminde, burjuvazi, toplumsal
gelişmenin motor gücü olarak bütün "yurttaş"ların
genel çıkarlarına uygun davranmaktadır. Bir yandan sınıf
çelişmesi en kanlı çatışmalara yol açacak keskinliklere
varmakta ama herşeye karşın yine de tarihsel bakış açısından
henüz kapitalizmin gelişimi ile toplumun genel yaşamsal
çıkarları arasındaki göreli "uyum" sürmektedir.
Esasen demokratik devrimin bir burjuva devrimi olduğu
söylenirken de, gerçekte kastedilen onun muhtevası ve
önderliğidir; yoksa her büyük burjuva demokratik devrimi,
halkın geniş kesimlerinin hareketine dayanmıştır. Tarihin
belirli bir dönemecinde, iktisadi evrimin lokomotifi
olma fırsatını elde eden burjuvazi, programıyla, sloganlarıyla
bütün kitlelerin yaşamsal çıkarlarını temsil etmiş,
onları arkasına alarak feodal kabuğu parçalamıştır.
Göreli bir uyum, göreli bir denge... Durum budur.
Ama öte yandan, eğer sorun, esas olarak "üretici
güçlerin gelişmesi" gibi bir fiile dayanıyorsa,
bu kavramı da daha somuta indirmek zorundayız.
"Üretici güçlerin gelişmesi" ne demektir?
Üretim araçlarının teknolojik ilerlemesi, emeğin verimliliğinin
yükselmesi, doğa üzerindeki egemenliğin artışı... gibi
sayılabilecek bir çok unsur bu sorunun yanıtı içine
giriyor. Ama daha pratik ve somut bir yanıta ulaşmak
istersek şöyle diyebiliriz: Üretici güçlerin gelişmesi,
genel olarak insanoğlunun verimliliğinin, yaratıcılığının
gelişmesi, toplumun maddi ve manevi anlamda kendini
"üretebilir" halde olmasıdır.
Ancak, aslında bu tanım da çok yeterli değildir. Bu
genel kavramı, insana, onun gündelik yaşamına daha çok
yaklaştırmalıyız. Yani, üretici güçlerin gelişmesinin,
sıradan insanlar, geniş yığınlar nezdindeki maddi-pratik
anlamı nedir? Onları, artı-değerlerini çalan sistemi
bütünüyle devirmekten geri durduran, ya da buna objektif
olarak şans tanımayan, bıçağı kemikten uzak tutan ve
belirli bir geçici-göreli "uyum" halini yaratan
şey nedir?
Burada, karşımıza daha somut bir olgu çıkıyor: insanın
doğal gelişme güdüsü... Yani, çok pratik ve basit söylersek,
insanoğlu, daha iyi yaşamak, daha iyi koşullarda varlığını
sürdürmek, üretmek ister. Üretici güçlerin gelişiminin
onun açısından pratik anlamı da budur. İnsanlar isterler
ki doğanın kendilerine verdiği fiziksel ve zihinsel
üretici güçlerini yeterince kullanabilsinler ve böylece
yaşamlarını daha iyi kılabilsinler. Ve onlar, içinde
yaşadıkları üretim tarzının buna uygun olmasını, kendi
ilerlemelerinin yolunu açmasını arzularlar. Sistem,
tek tek her bireye, maddi ve manevi anlamda zenginleşme,
daha üretken bir seviyeye ulaşma olanağı tanıyacak esneklikte
olmalı ve kimsenin önünü tıkamamalıdır. Bu, basit bir
parasal sorun da değildir, aynı zamanda insanın gelişkinliği
ve yaratma özgürlüğüdür. Gelişme ufkunun açık olmasından
söz ediyoruz.
Çok daha basite inersek, "üretici güçlerin gelişmesi"
denilen ortam, sıradan insan için "yarın daha iyi
yaşayabileceği" ve öbür gün "çocuklarının
daha iyi yaşayabilmesinin mümkün göründüğü" bir
umudu ifade eder ve bu umudun canlı kalmasının koşulları
mevcuttur.
Feodal sistem, yapısı itibarıyla, böyle bir esnekliğe,
geliştiriciliğe sahip değildir. Feodal rejim, birbirini
atlamayı olanaksız kılan kesin kategorilerden oluşur.
Bir üst yaşam düzeyine sıçramak için en ufak bir şans
bile yoktur. İnsanlar bulundukları yerde çakılıp kalmak
zorundadırlar. Toprak köleliği, daha çok üretme fiilinin
anlamını gerçek içeriğinden kaydırmıştır. En çok yapabileceğiniz,
toplam ürün miktarını bir parça yükseltmek ve böylece
rant çıktıktan sonra size kalan ürünü -ne kalırsa!-
nisbi olarak biraz fazlalaştırmaktır. Bunun dışında,
üretimi ve kendi üretkenliğinizi yükseltmenin hem olanağı
yoktur, hem de anlamı yoktur. Deyim yerindeyse, feodal
rejim - bugünkü tekelci aşamaya benzer biçimde- insan
emeği ve maddi/manevi gelişkinliğinin "atıl bir
kapasitede" çakılıp kalmasını sağlar; onu geliştirmez,
aksine duvarlarla kapatıp boğar.
Böyle olunca, tek insan açısından daha iyi bir yaşam
düzeyine ait hiçbir umut sözkonusu değildir. Dün işlediğin
toprağı bugün de işlersin, oğlun da yarın yalnızca ve
yalnızca bunu yapar. "Diyardan gitmek" diye
birşey yoktur, daha doğrusu "deveyi gütme"
dışında bir alternatif mevcut değildir.
İşte, üretici güçlerin tıkanmasının feodal rejimdeki
pratik, insana ilişkin somut anlamı budur.
Serbest rekabetçi kapitalizm ise feodalizme oranla bu
esnekliğe sahiptir. Onun "üretici güçlerin önünü
açmasının" insani anlamı budur. Gelişen bu süreçte
insanın yeteneklerini ve üretkenliğini arttırarak daha
iyi bir konuma geçebilmesinin maddi koşulları "kural
olarak" vardır. Bu, yalnızca fabrika ölçeğindeki
büyük üretimin emek verimliliğini (ve tabii sömürüsünü)
arttırmasıyla ilgili değildir. Burada artık ekonomi-dışı
bağlılık faktörlerinden kurtulmuş "özgür"
insan vardır. Sorun, dünden daha yoksul ya da daha zengin
olma sorunu değildir, belki feodalizmin şatafatlı günlerinde
daha mutlu ve tok günler yaşanmış, himayeci ilişkiler
sayesinde zor dönemler de atlatılabilmiştir ama kapitalizmde
söz konusu olan, toprağın zincirlerinden kurtulmuş bireyin
yükselişidir ki, bu, insanın gelişme arzusu açısından
herşeyin üstündedir.
Maden işçiliğinden otomobil krallığına, ayakkabı boyacılığından
banka imparatorluğuna geçenler hakkında çoğu bayatlamış,
çoğu kirli-karanlık öyküler anlatılır. Belki palavrası
boldur bu öykülerin ve eksik anlatılırlar ama çoğu da
doğrudur. Gerçekten serbest rekabet kapitalizmi bu sıçramalara
en azından kural olarak izin verebilen bir geçirgenliğe
sahiptir. Zaten burjuvazi doğası gereği pıtrak gibi
yerden bitmedir. Soyluların yüzyıllar öncesine giden
soy kütükleri ve tozlu albümleri ile onun hiç bir ilgisi
yoktur. O, gayrımeşrudur, köksüz ve soysuzdur. Soy-sop
merakına çok sonraları, emperyalizm çağında düşmüş ve
yoğun sermaye birikimlerine sahip olmaktan kaynaklanan
üstünlüğünü kendi klanlarını-kabilelerini (siz tekellerini
diye anlayın) kurarak başkalarına karşı koruma yoluna
gitmiştir.
Oysa, serbest rekabet çağı, henüz fırsatlar çağıdır.
"Bu ülke fırsatlar ülkesidir" türünden beylik
şişinmeler bu dönemden miras kalmıştır. Yani, düzensiz
ve karmaşık bir biçimde "yerden biten" yüzlerce,
binlerce işletmenin arasında siz de "kendi küçük
tezgahınızı açıp" işe başlayabilir, kurtlar sofrasına
atılabilirsiniz. İşi büyütüp yürümeniz mümkündür ya
da krizler duvarına çarpıp yine eski köşenize dönebilirsiniz.
Tamamen ekonomik olaylardır bunlar.
Ve tabii ki, her şey herkes için mümkün değildir. Ama
ne hukuksal olarak, ne de üretim ilişkilerinin temel
mantığı açısından bunu engelleyebilecek bir faktör yoktur,
fiilen bunu yapamıyor olsanız da, yapabilme umudunuz
vardır. İnsanların bir ilden diğerine gidip bile yerleşmesini
bile engelleyen feodal rejimin aksine, bu yol açıktır.
Herkes geçemez belki ama yol açıktır ve geçmek isteyeni
ekonomi dışı engellerle tutan yoktur.
Sonuçta denilebilir ki, serbest rekabet kapitalizmi,
birbirine sıçranabilen kısmen geçişli bir toplumsal
yapıyı henüz koruyabilir durumdadır. Ve işte bu geçişli
ve gelişmeye henüz izin veren yapı, dönem için göreli
bir "denge" ya da göreli bir uyum halinden
sözedebilmemizi olanaklı kılmaktadır. Henüz insanların
geleceği ile düzenin geleceği arasındaki bütün bağlar
tamir edilemez ölçüde kopmamıştır. Genel düzeydeki gelişme
atmosferi, bu kopuşun tam ve kesin biçimlerine izin
vermemektedir.
Tekel olgusunun ortaya çıkmasıyladır ki, durum köklü
şekilde değişikliğe uğrar. Büyük tekeller piyasayı süreç
içerisinde kaplayıp toplumun bütün gelişme gözeneklerini
bir katran tabakası gibi tıkarlar. Kapitalist üretim
biçimiyle toplumsal gelişme arasındaki göreli uyum artık
geri dönülmez şekilde sona ermiştir. Artık, bir avuç
tekelci kapitalist dışında toplumun bütününün kapitalizimden
bekleyebileceği birşey yoktur. Toplumun genel anlamda
geleceği ile kapitalizmin onu sürüklediği yer arasındaki
çatışmalı parallellik bitmiş, herşeyi "ya devrime
ya da yıkıma" götüren yeni bir süreç açılmıştır.
Tekel, o karmaşık eski liberalizmi bitirirken, geleceğe
ilişkin umutları da bitirmiştir.
Tekel piyasasına "tezgahını açma" olanağı
yoktur artık. İnsanın üretici güçlerini geliştirerek,
kafasını işleterek varabileceği bir yer yoktur. Aynen
soyluluğun son döneminde olduğu gibi ufuk kapanmıştır.
Artık yalnızca çılgınlık düzeyinde mekanikleşmiş büyük
üretimin bir parçası olarak "vida sıkıştırmanız"
mümkündür, başka hiçbir şey değil. Ne "dükkanı
büyütüp" o görkemli kabilelere katılmanız mümkündür,
ne de emeğinizi pazara çıkarmakta eskisi kadar özgür
olursunuz. Tekel her yanı kaplamıştır ve size soluk
alıp, adım atacak yer bırakmaz. Üretimin şöyle ya da
böyle olmasının tekelin iradesi dışında gerçekleşebilmesi
mümkün değildir. Bu durum, yine şu ele aldığımız sıradan
insan açısından "yolların tıkanması" ve umut
edilebilecek somut birşeyin kalmaması anlamına gelir.
Yine de düzen demogojik planda özgürlükçü-liberal havayı
canlı tutmaya, kitleleri yedeklemeye çalışır ve bunda
yeni yöntemler bularak başarılı da olur. Ama bir kez
ipler kopmuştur artık ve toplumun belirli bir elit dışında
kalan kesimleri yavaş yavaş bu düzen sınırları içinde
kendilerine hayat olmadığını farketmeye başlarlar.
Bu, henüz bir devrim durumu değildir; ama objektif olarak
bir zemindir.
Gerçeklik ve Yanılsama
Artık, Türkiye'ye gelinebilir ve bu noktada arayış daha
somutlaşabilir.
Burada, karşımıza gerçeklik ve yanılsama arasındaki
o bildiğimiz fark çıkar. Daha doğrusu, karşımıza çıkan
soru aslında şudur: bir ülke, yeni sömürge mantığı içinde
emperyalizme bağımlı olarak çarpık ama hızlı bir kapitalistleşme
sürecini yaşarsa, böyle çalkantılı bir sürecin, toplumun
geniş yığınları üzerinde yaratacağı genel siyasal-psikolojik
etki nasıl olur?
İşte bu soru önemlidir ve öyle kolay basma kalıp yanıtlarla
geçiştirilemez. Serbest rekabetçi kapitalizmin altın
yıllarında yaşanan o göreli "uyum" haline
özellikle belirli bir yer ayırmamızın nedeni, genel
bir fikir oluşturmak içindi. Kuşkusuz arada ne tarihsel
ne de biçimsel bir benzerlik filan bulunmuyor. Ama nihayetinde,
dışa bağımlı da olsa bir hızlı kapitalistleşme hamlesinden
sözediyorsak, böyle bir sürecin yarattığı "gelişme"
havasının yığınların yaşamı ve düşünceleri üzerinde
bir etki yaratmaması mümkün görünmüyor. Bu geriye çekici
etki, 1800'lerin gerçekliğinden farklıdır, zaten o yüzden
doğal değil, çok yapay ve çok eğreti özellikler taşımaktadır.
Biri gerçekliği, gerçek bir gelişmeyi yansıtırken, diğeri
yanılsamayı, yanıltıcı bir "gelişme havası"nı
yansıtmaktadır. Ve tabii ikincisi, bu yanılsamayı-yapaylığı
ayakta tutmakla görevli zor'u temel bir unsur olarak
içerir, zor'la bir bileşke halinde işini yürütür.
Ama her ne olursa olsun, neticede, insana ilişkin, akademik
düzeyden inip ona yakınlaşan saptamalar yapılırken bir
temel soru aynı kalır: İnsanın belirli bir süreçteki
tavrı ve bilinci nasıl oluşur ve insan yaşadığı ortam
ile kendi kaderi arasındaki bağı nasıl kurar? Burada,
yanıt da çok değişken değildir; insanlar, ortama bakarlar
ve koşulların kendi yaşamlarını sürdürmelerine izin
verip vermediğini, bu koşullarda üretici güçlerini geliştirip
daha iyiye gitmelerinin mümkün olup olmadığını kestirmeye
çalışırlar. Sözgelimi, 1800'lerin şatafatlı kapitalist
gelişme yıllarında böylece çevresine bakan insan, yoğun
sınıf çelişmelerine karşın yine de tarihsel planda bir
genel gelişim atmosferini görür, onu algılar ve bu genel
gelişme atmosferi içinde kendi önünün de açık olduğunu
düşünür.
Yeni-sömürge Türkiye'nin insanı da çevresine aynı biçimde,
içindeki daha çok gelişip üretme isteğinin etkisi altında
bakar. Ve gördüğü, ama bu kez daha çok gördüğünü sandığı,
düne oranla ülkenin ve yaşam koşullarının bir "gelişme"
gösterdiği, böylece kendisinin de bu ortamda ilerlemesinin
yolunun henüz tümüyle kapalı olmadığıdır. Ama salt bu
değil, aynı zamanda gördüğü, hatta her an hissettiği
bir başka olgu daha vardır: sözkonusu yanılsamayı her
gün gitgide artan bir dozda tamamlayıp pekiştiren zor'un
sopası... Bu ikisi birlikte onun düşüncelerine ve ortaya
koyduğu tepkilerin düzeyine etkide bulunurlar.
Sürece biraz daha geniş bir çerçeveden bakabiliriz.
Çok ayrıntılara boğulmadan ve özü yitirmeden...
Türkiye'nin, özellikle 1950'ler sonrasında emperyalizmin
yeni sömürgeleştirme politikasının bir sonucu olarak
dışa bağımlı bir kapitalistleşme süreci yaşadığı ve
zaten bu sürecin öncesinde de, böylesi bir gelişmi oldukça
hazır bir noktada bulunduğu önceki bölümlerde anlatılmıştı.
Bu süreç, içinden çarpılmış, saptırılmış bir süreçtir.
Ve bundan ötürü, yaşanan, kısa sürede -koruma koşullarında-
garip bir tekelleşmeye varan sağlıksız bir gelişme ve
"sanayileşme" türüdür. Aynı zamanda bu sağlıksız
gelişme -sağlıksızlığın hem nedeni hem de sonucu olarak-
demokratik dönüşümleri gerçekleştirmeden, geri ilişkilerle
cepheden hesaplaşmadan (ki bu mümkün de değildir) yaşanmış,
"tarımsal kalkınma" adı altında bir yandan
çözücü, öte yandan tutucu unsurları hep bir arada barındırmıştır.
Statükoyu bozmak, köklü devrimci dönüşümlerle feodlizmi
çözmek yerine, "emperyalizmin girdiği ülkede en
gerici kesimlerle işbirliği yapması" esprisine
uygun olarak, bu ilişkileri tedricen ve kısmi adımlarla
çözüntüye uğratma, iç pazarı buna rağmen yapay şekilde
geliştirme yoluna gidilmiştir. Yani, aynı yüzey üzerinde
duran kapitalizm ve feodalizm gibi iki olgudan birinin
hızlı gelişmesi mantıksal olarak diğerinin aynı oranda
küçülüp gerilemesini getirirken, durum tamamen böyle
olmamış, kapitalizmin gelişimiyle feodal ilişkilerde,
özellikle üst yapılar açısından radikal bir dönüşüm
yaşanmamıştır.
Ama yine de her gün artan oranda yaşanan çözülme, hem
kırda hem de kentte yaşayan toplumsal kategorilerin
konumları açısından siyasal sonuçları olan değişimler
yaratmıştır.
Feodal yapı bel vermiştir. Başka bir tabirle "delinmiştir".
Yokolmamıştır ama yine de insanları olduğu yere çivileyen
ve frenleyen o ilişkiler zinciri ciddi ve geri dönülmez
biçimde zaafa uğramıştır. Bütün süreç boyunca Türkiye
kent ve kır nüfus oranlarının gözle görülür şekilde
değişmesini yaşamış, küçük yerleşim birimlerinin gitgide
erimesine ve bu arada içe kapalı hukuk töre karışımlarının
etkinliğini her geçen gün daha fazla yitirmesine tanık
olmuştur.
1960'ların sonuna varıldığında, artık Türkiye'nin kırsal
yapısı otuz yıl öncesinden çok ciddi farklılıklar göstermektedir.
Politik makyajını ve popüler desteğini "çok partili
hayat" sürecinde bulan "kalkınma hamlesi"
önemli sonuçlara yol açmıştır. Thornburg'un "yüzlerce
küçük Türkiye'nin birleştirilmesi" olarak nitelediği
projelerle ulaşım ve taşıma alanında küçümsenmeyecek
adımlar atılmış, pazar ilişkileri ve mekanizasyonun
yayılmasına tanık olunmuştur. Beş-on yıl içinde ekilen
toprak miktarının iki misline çıktığı bir süreçtir bu.
1940'ta 1000 olan traktör sayısından 1955'te 40 bine
varıldığını ve traktörlerle işlenen toprağın oranın
1950 ile 1976 arasında %9'dan %88'e ulaştığını kaydetmek
belki birçok şeyin anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Aynı süreçte, içe dönük feodal yapıya en uygun ürün
olan buğday karşısında pazar ürünü olan pamuk-tütün
gibi sınai bitkilerin yükselişi de son derece önemlidir.
1938-1968 arasında buğday ekiminin artış oranı %78 iken
tütün için aynı oran %196, pamuk için %138'dir.
Rakamlar arasında boğulmak doğru değil, gerekli de değil.
Şöyle bir değinip geçiyoruz yalnızca. Ayrıca herşey
mekanizasyon sorunuyla birebir bağlı da değildir. Ama
çok basit bir bakışla bile Türkiye'nin 1950'lardan sonraki
süreçte tarımsal yapıda tedrici ama ciddi değişimler
yaşadığı görülebilmektedir.
Feodal yapı bel vermiştir. Ve bu süreç içerisinde önemli
değişiklikler gerçekleşmiş, tarımsal yapı göreceli olarak
geçişli ve çok tabakalı hale gelmiştir. geleneksel yapıdan
farklı olarak sosyal kategoriler çeşitlenmiş, kademeler
oluşmuştur. Pazar ilişkileri her köşeye sızmış, kır
yaşamı hem ürünleri, hem de tüketimi anlamında kapitalist
pazara bağlanmış, parasal ilişkilerin geliştiği ortamda
eski "su sızdırmaz" klasik yapılar zaafa uğramıştır.
Bir yandan mekanizasyon yoluyla da artan toprak temerküzü
yaşanırken, diğer yandan bir kategori olarak tarım işçiliği
yaygınlaşmış, ama bu aynı süreç henüz küçük üretime
de şans tanıyan ortamları koruyabilmiştir. Kırsal nüfus
bu kargaşa içerisinde büyük bir parçalanmaya uğramış,
her gün artan parçalarını kentlere yığarken öte yandan
kırda da katı aile biçimleri çözülmüş, küçük üretimde
tutunmaya çalışan ya da tarım işçiliğine yönelen kesimler
çok daha renkli bir kır manzarasına yol açmışlardır.
En önemlisi, kırda kapitalist pazara bağlı ilişkilerin
yayılması ve sosyal hayatın çeşitlenip renklenmesidir.
"Köylünün eli para gördü" sözü, o zamanların
DP kodamanlarının çok beylik sloganıdır, ama büyük ölçüde
de doğrudur. Gerçekten genel pazar için üretim yaygınlaşması
ve para ilişkilerinin kırsal kesimde yaygınlaşması kır
bünyesinde nakit paranın dolaşım hacmini artırmıştır.
Bu, nispeten özgürleştirici bir olaydır. Kırda yeni
geçim yollarının oluşması da bu dolaşım hacminin artışı
ileyakından ilgilidir.
Doğal olarak meta pazarı genişlemiştir. Kır kesiminde
gelişen sosyal hayat ve parasal ilişkiler, nüfusta sanayi
mallarına yönelik belli bir talebi giderecek tüketim
alışkanlıklarını yaratmıştır. Bu tüketim eğilimi giderek
kasaba tüccarından alınan basma-fistan ve incik boncuğun
ötesine geçmiş, gelişkin sanayi malları kır bünyesine
girmiştir. Bunda kuşkusuz haberleşme ulaşım ağının yayılmasının
ve iletişim araçlarının köye dek uzanmasının kışkırtıcı
etkileri de vardır. Bir yandan kentlerle çeşitli biçimlerde
sosyal-iktisadi ilişkiye geçen, hatta çoğu kez bir ayağını
oraya atan kır insanı, öte yandan burjuva iletişim araçlarının
da izleyicisi olmuş, böylece hem genel propaganda-demogoji
sistematiğine dahil edilirken hem de tüketime kışkırtan
yeni bir dünyayla sığmıştır.
Gariplikler sürecidir bu. Tezek damların üzerinde antenlerin
yükselişi, köyde ne işe yaradığı bilinmeyen binek otomobilleri
hep bu döneme uğramıştır.
Burada asıl önemli olan, herkesin bu malları alabilecek
durumda olması da değildir. Önemli olan -feodal ilişkiler
ilişkiler cenderesinden farklı olarak- bu malların "alınabilir"
olması, buna imkan sağlayan nakit paranın ortalıkta
dolanmasıdır. Bu dolanmanın varlığı önemlidir. Çünkü
bu dolaşım sürdükçe sizin de "devreye girip"
kazanma olasılığınız vardır! İnsanları doğumdan ölüme
aynı düzeyde yaşamaya mahkum eden feodalizmden farklıdır
bu. Feodalizm insanda daha çok üretme ve daha çok kazanma
güdüsünü geliştiren, onu tatmin eden hiç bir itici mekanizmaya
sahip değildir. Yalnızca toplam ürün miktarını çoğaltmak
için uğraşırsınız. Uğraşırsınız, çünkü ağaya giden ranttan
sonra size kalan ürün payının bir parçacık yükselebilmesi
ancak böyle mümkündür. Yani insanın üretici gücünü ve
iyi şeylere sahip olup iyi yaşama duygusunu tatmin edecek
hiçbir faktörü feodalizmde bulamayız.
Oysa, parasal ilişki ve parasal değişim, siz bu değişilen
şeylere sahip olmasanız bile en azından "bir gün"
sahip olabileceğiniz fikrini dışlamaz. "Çalışan
kazanır" biçimindeki kapitalist özdeyişin kırda
benimsenmesinin zeminini yaratır. Sorun, çalışanın gerçekten
kazanıp kazanamayacağı değildir, önemli olan şudur:
Feodal zorbalık koşullarında çalışan da kazanamamaktadır!
En insanüstü çalışma bile eski düzende insana hiçbir
şey sağlamamaktadır.
Bu anlamda, kırda "sosyal standartların yükseldiği"
yanılsaması, tek tek kişilerin maddi durumlarından bağımsız
olarak düşünülmelidir. Bu, genel olarak bütün toplumsal
kesimler için de böyledir ama en çok da köy için geçerlidir.
Paranın döndüğü, malların girip çıktığı bir kır ekonomisi
manzarasında oluşan "gelişme" yanılsaması
çok önemlidir.
Sonuçta, görüntüsel olarak ortaya çıkan, "daha
iyi bir yaşam umudu"dur. Geleneksel yapının katılığından
farklı olarak, yeni süreçte geniş kırsal kesimde ve
kırsal kesimin kentlere savurduğu insanlarda, yaygın
deyimle "günün birinde" daha iyi koşullara
sahip olabilme umudunu ya da yanılsamasını henüz canlı
tutan mekanizmalar oluşmuştur. Kendi bugünkü konumunu,
her zaman düne göre değerlendiren geniş yığınlarda,
bu "gelişim" süreci geleceğe ilişkin düzen-içi
iyimserlik biçimleri yaratmış, beslemiştir. Birbirine
atlamayı imkansız kılan toplumsal kutuplaşma yerine
nispeten daha çok basamaklı bir yapı oluşmuş bu sosyal
karmaşa içinde üste sıçramak aslında yine fiilen olanaksız
olduğu halde buna karşın yanılsama zemini olarak etkili
olmayı sürdürmüştür. Kapalı yapılardaki çatlamayla,
"esas meşguliyet değişimi" dediğimiz farklı
alanlara yönelerek gelişme umudu en azından teorik olarak
canlılık kazanmış, bir sıçrama olasılığı ufukta belirmiştir.
Bu bir çalkantıdır... Deformasyondur... Gelişen kapitalist
ilişkiler her gün eski yapının gövdesinde gedikler açarken,
dönüp geriye bakan yığınların bilincinde, "düne
göre daha farklı bir ortamda yaşandığı" ve ilerde
de "kafayı işletenin bir şeyler yapabileceği"
yolunda "suni" bir görünüm oluşmuştur. Böylece,
"bıçağın kemiğe dayandığı sınır" geriye itilmekte,
düzen dışı kesin arayış çağrıları henüz pek itibar edilebilir
noktada olmamaktadır. Yani, henüz mevcut düzen içinde
gelişme umudu bütünüyle ve geri dönülmez olarak yitirilmemiştir.
Bütün bunlar kır insanının siyasal düşünüşünde zaten
var olan dar düşünme ve teslimiyet eğiliminin üzerine
binmiş, onu yeniden ve bu kez bir başka açıdan çarpıtmıştır.
Gündelik yaşamda sıradan bireye doğrudan yansımayan,
hatta çoğu kez hiç yansımayan parça parça gelişme görüntüleri,
halkın düşünme tarzında genel bir "iyileşme"
hali yaşandığı yanılgısını beslemiştir. Bu noktada,
yukarıda rekabetçi kapitalizmin parlak çağları için
sözünü ettiğimiz göreceli "uyum" hali ile
hiç ilgisi olmayan çarpık bir görünüm, demokratik devrimin
"D"sini yaşamamış yeni-sömürge Türkiye'de
yapay biçimde oluşmuştur ve bu durum kendini politik
bir pasiflik, eğreti bir yedekleniş biçiminde ortaya
koymuştur. Bir başka deyimle "üretici güçlerin
gelişmesinin sıradan insan açısından pratik anlamı"
diye tanımladığımız durum, aslında somut olarak varolmadığı
halde, düne yönelik kıyaslamalarla hep beslenerek var
gibi görünmüş, bir deformasyon sürecinde kır insanıyla
düzenin geleceği arasındaki bağın kesin kopuş noktasına
kayma imkânı törpülenmiştir.
Tabii ki aynı sürece, ötedenberi özenle korunan feodal
ideolojiler ve politik dalevereler de girmiştir. Geleneksel
köylü darkafalılığının üstüne orta çağ dogmatizmi ve
"yeni çağ" palavraları binmiş, katlanan bir
politik kısırlık oluşmuştur. Ve tabii artık en önemli
olan da kırın eski ıssızlığından sıyrılmış olması, merkezi
otoritenin kollarını en uç köşelere dek uzatabilir hale
gelmesidir. Pazar ilişkileriyle birlikte kendi kurumsallaşmasını
kırın her tarafına taşıyan devlet, bu şekilde yerel
kurumları ve hukuk biçimlerini de süreç içinde çözüntüye
uğratarak kendi kesin egemenliğini kurmuş, böylece yedeklenme
mekanizmalarının doğrudan bir parçası olmuştur.
Elbette, yalnızca kırda değil... Kentte ve kentlerde
yaşayan diğer ezilen sınıflar bazında da benzeri süreçler
yaşanmıştır. Sınai emme kapasitesinin çok üstünde bir
insan kitlesini büyük bir hızla kentlere savuran kır,
sonuçta milyonlarca insanı yeni bir ufka itip bırakmıştır.
Kökeninden kopamayan ama kopmaya da zorunlu olan milyonlarca
insan karmaşık bir "yeni" yaşama atılmak zorunda
kalmış ve çoğu kez düne yönelik kıyaslamalarla beslenen
iyimser gelecek umudu bu insanların da düşünsel yapısına
hakim olmuş ve "henüz vaziyetin idare edilebileceği"
fikri gecekondularda yeniden canlılık kazanmıştır. Kendi
mekansal sorunlarını bütün göçmenlerde varolan o tanımsız
hırsla "gecekondu" zemininde çözümleyen bu
geniş kesimler gerçekten de kentlerde tutunabilmenin
-bazen mucizevi- yolların bulabilmişlerdir. Çarpık/koruma
altında orantısız şekilde gelişip-tekelleşmiş olan sanayi
yapısı buna imkân sağlamıştır. Herşeyi yarım yamalak
olan ve doğal olmayan biçimde gelişmiş sınai yapı (bağlı
olarak kent yapısı) öyle çok yan alanı boşlukta bırakmıştır
ki bu boşluklara marjinal işler dediğimiz bir sektörün
bünyesinde milyonlarca insan sığabilmiştir. 1985'te
yapılan bir çalışmaya göre 2.5 milyon insanın bu türden
"belirsiz işler"den geçimini sağlıyor oluşu
ekonominin kıyısında duran bu alanın genişliği hakkında
bir fikir verebilir.(Ş. Ketenci/Cumhuriyet/24.9.1985)
Milyonlarca insan, yüzlerce çarpık-sağlıksız meslek
dalıyla buralara sığabilmiş ve "uyanık olanın oyunu
kazanabileceği" yanılgısı böylece yeni bir pasifikasyonun
kaynağı olmuştur. Ayrıca, şimdilerde çok yakınılan devasa
hizmet sektörü de aynı süreçte zaman zaman imalat sanayiini
geride bırakan bir büyümeyle bir başka düzen-içi iyimserlik
nedeni olabilmiştir. Artık, kendisini doyuramayan kırsal
yaşam ile kent varoşundaki berbat gecekondusunu ve ailecek
kazanılan parayı kıyaslayan insanın dünyasıdır bu. Geride
kısır ve yavan bir serflik, ileride ise belirsiz ama
çok çalışılması halinde umut veren bir gelecek vardır.
Bu, bir ölçüde küçük dükkancı için de böyledir. Çoğu
kez marjinal sektörden, yani dış çeperden içe sıçrayarak
varılan bu aşama yine çarpık ekonominin boşluklarında
kendisine yaşam alanları bulabilmiş, bu alanları uzun
süre koruyabilmiştir.
Ayrıca uzun bir süreçte toplumun genel gelir seviyesinde
de belirgin bir oran yükselmesi yaşanmıştır. Kuşkusuz
aynı süreç gelir dağılımı dengesinin gitgide bozulduğu,
sömürü oranlarının yükseldiği bir süreçtir. Yani bazılarının
astronomik ölçüde kazandığı bir süreçtir bu; ama aynı
zaman diliminde herkes de (düne oranla) biraz fazla
kazanabilir olmuştur. Genel hava tekil düzeyde bireylere
çok adaletsiz şekilde yansıyor olsa da çok genel açıdan
bir "büyüme" havasıdır. Buna çok da şaşırmamak
gerekiyor; çünkü gerçekten uzunca bir süre, sistem 70'lerin
ortalarında tıkanana dek ücretlerde ve tarım ürünleri
fiyatlarında sefalet düşüşleri yaşanmamış, sanayiin
kaldırabileceği sınırları çok zorlamadıkça bu eğrilerde
sınırlı yükselişler sürmüştür. Ayrıca buna bağlı olarak
yaşam standartlarında, normal yaşam ölçülerinde ciddi
değişiklikler yaşanmıştır. Özellikle elektrikli ev araçları
ve binek otomobilleri üretimindeki patlama yaşam biçimlerinde
dönüşümler yaratmış, böylece ücretler ve tarım fiyatları
bir anlamda salt "maliyet" unsuru olarak değil,
bir tüketim-talep unsuru olarak da işlev görmüştür.
Korunan iç piyasaya üretim yapan sanayii böylece kendisini
de canlı tutabilmiştir. Ancak daha sonraları sistemin
hazmedebileceği ölçüler daralmış, zor yoluyla kesinleştirilen
sınırlar noktasına varılmıştır.
Yani, Demirel'in bugün kendi geçmişine dönük olarak
sözünü edip şişindiği %7'lik büyüme hızları gerçekten
de öyle çok palavra değildir. Gerçekten bağımlı ekonomik
gelişme süreci böylesi hızlara ulaşmış ve bu hızlar
yığınlar üzerinde düzene yönelik ciddi iyimserlik eğilimleri
yaratmıştır.
Ama tabii ki her şey bu ölçüde de basit değildir. Aynı
dönemde, kapitalist ilişkilerin yayılmasının her adımıyla
birlikte devlet otoritesi de uç köşelere dek yaygınlaşmış
ve etkinliğini artırmıştır. "Küçük Türkiye"ler
birbirine merkezi otoritenin hakimiyeti anlamında da
bağlanmış, özellikle kırsal alana kendini ulaşımıyla,
iletişimiyle yayan devlet her yerde hazır bulunabilen
bir zor örgütü olarak toplumsal yaşamın üzerine bütün
ağırlığıyla abanmıştır. Daha büyük yerleşim birimlerine
doğru insan akıtan kapitalistleşme süreci ile birlikte
anormal biçimde denetim gücünü artıran devlet, zaman
içerisinde önceleri korunabilen yöresel hukuk işleyişlerini
de çözmüş, en önemlisi de yerel enformasyonu törpüleyip
yerine merkezi-resmi enformasyon araçlarının hakimiyetini
geçirmiştir. Böylece toplumsal yapı içindeki her tek
birey politik-kültürel bir bilinç çarpıtmasına her geçen
gün daha fazla açık hale gelmiş, demogoji araçları da
daha etkin bir zemin üzerine oturabilmişlerdir.
Daha doğrusu, zor örgütü açısından bakıldığında burada
"olağandışı" bir büyümeyi tesbit etmek gerekir.
Burada sözü edilen durum, demokratik bir devrim sonucu
"ulusal devlet" esprisi içinde gelişen ve
tarihsel seyir açısından "normal" denilebilecek
bir "merkezi otorite güçlenişi"nden farklıdır.
Zayıf bir iktisadi zemine dayanan ve toplumun gelişme
arzusunu tatmin edebilme imkanları çok sınırlı olan
düzen, içinde yapısal olarak barındırdığı baskıcı-faşist
zeminin bir sonucu olarak, "bastırılması gereken"
ile orantısız ölçüde büyük bir zor aygıtını üretmiştir.
Genel çarpıklığın bir parçası olarak zor aygıtı da garip
bir yaratık gibi bütün ölçülerin ötesinde bir büyüme
ve yayılmayı sergilemiştir. Bu, önemlidir; çünkü tarihsel
olarak güçlü bir merkezi devlet geleneği içinde yoğrulan
toplumsal yapıda, bu durum, tarihsel-kültürel-psikolojik
faktörlerle birleşerek katlanan bir etki yaratmış, düzen-dışı
arayışlara kayma eğilimleri önünde "yıkılmaz devlet"
imajını daha fazla sağlamlaştırmıştır.
Sonuçta, bütün bu unsurlar birbirine eklendiğinde zayıf
yedekleme mekanizmalarını her gün artan ölçüde takviye
eden zor bir asli unsur olmuş; böylece oluşuna bileşkeler
toplumsal tepkilerin devrimci çizgiye dek uzanmasını
güçleştiren, uzandığı noktada da törpüleyen bir süreç
yaratmışlardır.
Şüphesiz yeni sömürge sürecinin o parlak sayılabilir
günleri sona erdikçe, belirli bir zaman hatırı sayılır
kıpırdanışlarla yükselen eğriler duraklayıp gerilemeye
başladıkça, sistem gitgide tıkanmış ve yedekleyici mekanizmalar
zayıflamıştır. Her zayıflama noktasında ise zor'un daha
çok çıplak biçimlerle devreye girdiğine, daha çok çatlak
kapadığına tanık olunmuştur. "Büyüme" tıkandıkça
ve sistem insanlara sunduğu yanıltıcı "idare edilebilir"
görünümünü yitirdikçe, zor, bir "ikna edici"
olarak artan ölçülerde devreye girmiş, süreci restore
etme görevini üstlenmiştir. Ki bu durum her geçen gün
daha yoğun bir terörü gerekli kılmış, tepkilerin çizmeyi
aştığı noktalarda çok çıplak zor gemi azıya alsa da,
bu daha "normal" görünen zamanlara yayılan
bir özellik göstermiştir. Böylece kitlelerin düzen içine
çekilmesi için sistemin yedekleyici atmosferi ile zor
arasında oluşan bileşkede gitgide gözle görülür oran
değişiklikleri gerçekleşmiştir ve zor her geçen gün
daha belirleyici bir konum kazanmıştır. Düzenin esnekliğinin
ekonomik-siyasal olarak azaldığı her noktada bu oran
daha çok zor lehine doğru evrilmiştir. Geçen zaman içerisinde
düzen kendini yeni iktisadi-siyasal açılımlarla onarmaya
ve insanları yedekleyebilme yeteneklerini güçlendirmeye
çalışırken, öte yandan esas unsur olarak devasa bir
zor mekanizmasını büyütmüştür. Toplumda "bu düzen
içinde de henüz gelecekten bir şeyler beklenebileceği"
yolundaki yanılsama ve onu üreten ekonomik-siyasal zeminler
zayıfladıkça bu yanılsamanın başka biçimlerde üretilebilmesinin
yolları da aranmakta ama artık "çivisi çıkmış"
bir noktaya ulaşmış olmaktan kaynaklanan bir çürüme
ortamında bu yolların çok daralması, her gün daha fazla
çıplak zoru gerekli kılmaktadır. Özellikle 1970'lerin
ikinci yarısından sonra, her gün fazlalaşan tıkanıklık,
bu süreci hızlandırmıştır.
Bir Sonuca Doğru Gitmek İstersek...
Eğer bir sonuca ve bir tanıma doğru gitmek istersek,
aslında önümüzdeki olgunun bir açıdan çok karmaşık ve
bir başka açıdan da çok basit olduğunu farkederiz. Esas
olarak, emperyalizme bağımlı olarak geliştirilen kapitalistleşme
sürecinn ülkede yarattığı "gelişme" yanılsamasının
toplumun geniş kesimleri üzerinde oluşturduğu "geriye
çeken", düzen sınırları içinde tutan ve yığınları
"henüz bu düzen içinde birşeyler umulabileceği"
noktasına bağlayan etkilerinden sözediyoruz.Ve bu etkilerle,
merkezi zor otoritesinin her gün artan güçlenişi arasındaki
bileşke sorunun canalıcı noktasını oluşturmaktadır.
Böylece oluşan, halkın geniş kesimlerinin devrimci bir
arayışa kaymasındaki bir güçlük, bir sürtünme-zorlanma
durumudur. Suni-denge diye tanımlanan durum, işte böyle
bir çerçevenin içine sığan sosyal-politik bir olgudur.Ve
tam da kavramın kendisinde ifade edildiği gibi "yapay"
bir olgudur. Yapaydır, ama altı boş değildir. Bir sosyo-ekonomik,
siyasal sürecin ürünüdür.
Tabii ki bu olguyu tanımlamak için şöyle ya da böyle
bir kavram kullanabilirsiniz, bu bir tercih sorunudur;
ama esas sorun, ülkenin bu sürecini ve onun toplumsal
doku üzerindeki etkilerini anlamak, devrimci öncü olarak
nasıl bir toprak üzerinde hareket edildiğini bilmek
sorunudur.
Devrimci Kaygı ve Ötesi...
Diyalektik Dersleri Üzerine
Bu bir devrimci kaygı sorunudur; nasıl bir toprağın
üzerinde, hangi etki ve çarpıklıklar altında yaşayan
bir halkla karşı karşıya olduğunuzu bilmek istersiniz.
Terminolojik tavrınız ne olursa olsun nihayetinde bu
zemini yoklar, ölçer-biçer ve hareket noktaları ararsınız...
Bulunan, çok da orjinal değildir aslında. Sözü edilen
olgu, aynı durumdaki geri-bıraktırılmış ülkelerin geneli
için geçerlidir; çünkü bu ülkelerin hemen tümünde çok
benzer süreçler yaşanmış, aynı dönüşümlere tanık olunmuştur.
Yani burada, kavramın daha önce örneğin Che Guevara
tarafından kullanılmış olması, çok şeyi etkilemez, değiştirmez.
Bu yoldaki bir terminolojik tartışma çok yararlı da
olmaz; çünkü sonuçta bu durum ülkenin son kırk yılına
sığan sürecin verilerinde herhangi bir farklılık yaratmaz.
M.Çayan tarafından yoğunlaşmış bir ifadeyle sunulan
THKP-C tezlerinin zincirine bakılırken işin bu yanı
genellikle pek az görülmüştür. Nihayetinde, bu insanın
ve bu örgütlenmenin devrim diye bir derdi olduğu, devrimin
yolunu açmayı teorik çabanın esas itici faktörü olarak
algıladığı çoğu kez unutulabilmiştir. Tezlerin, nasıl
birbirine bağlı şekilde bir halk savaşı planına doğru
akıp gittiği unutulabilmiştir.
Tabii ki tanrı kelamı olmayan bu devrimci metinler eleştirilebilirdi,
eleştirilmeliydi. Hatta uzun süre bu eleştirel açılımları
THKP-C izleyicilerinin yapmaması ya da sözel planda
tartıştıkları düşünsel açılımları yazılı metinler haline
dönüştürmemeleri bir eksiklik olarak kaydedilebilir.
Ama öte yandan, "eleştiri" adı altın sığdırılan
şeylerin çoğu kez gerçek bir içtenlik noktasından çok
uzaklara kaydığı da bilinmektedir. Gerçekten de, "eleştiri"nin
aynı zamanda bir anlama çabası olduğu, çoğu kez polemik
hırslarının içinde unutulup gitmiştir.
Örneğin, suni-denge'yi toplumun genel sessizliği olarak
algılayan ve sonra da son otuz yılın sosyal hareketlilik
örneklerini ardarda sıralayıp, "bu ne biçim denge?"
diye garip sorular üreten mantığı, gerçekten de iyi
niyet çerçevesi sınırlarına sığdırabilmek mümkün olmamaktadır.
Bütün insaf ölçülerini zorlayan bir artniyet vardır
burada. Yapılan şey hep aynıdır. Önce, sosyal gerçeklikten
habersiz, kör, sağır ve karacahil bir M. Çayan tipi
çizilmekte ve sonra artık saldırılması çok kolaylaşmış
bu tip hedef noktasına konularak ateşe başlanmaktadır.
Engels'ten alıntı hazırdır: "her hareketsizlik,
her denge, sadece görelidir."
Ve tabii, M.Çayan bu kadarcık bir gerçeği bile bilmemektedir...
Zaten, örneğin F.Ali' ye sorarsanız, o (yani, M. Çayan),
"marksist felsefenin kenarından bile geçmemiştir!
" (Yeni Demokrasi/sayı 19)
Şüphesiz, bu yalnızca insafsızlık değil, aynı zamanda
tartışma seviyesinin de düşürülmesidir. Yaşını başını
almış ciddi insanların bilimsel tartışmasında, birden
durup "dalından kopan elmalar yere düşer!"
diye basit bir gerçeği yinelemek, gerçekten ciddi şekilde
düzey düşürmek ve aynı zamanda çevrenizdeki insanları
fena halde küçümsemektir. (10)
Şöyle söyleniyor özet olarak: "Bu tez (Suni-denge),
objektif realite üzerinde yükselen sınıf çelişmelerini,
ölü bir noktada, sıfırla dondurmak..."tır ve "bu
tez, şeyleri, fenomenleri dondurmak, öldürmek, edilgenliğe,
durağanlığa mahkum etmektir." (Yeni Demokrasi/sayı:
19)
Devam ediliyor: "Düşünün ki; feodalizmle halk yığınları,
emperyalizmle ülke halkı arasında; hakim sınıfların
kendi aralarındaki çelişme ve burjuvazi ile proleterya
arasındaki ülkemiz toplumunun başlıca çelişmeleri sanki
hep aynı düzeyde seyrediyor ve bunlar arasında ve bunların
ana ve tali yönleri arsında ilerleyen sürecin gelişen
herhangi bir aşamasında hiç bir değişiklik, hiç bir
ilerleme ya da gerileme yokmuş gibi sorun ele alınıyor
Mahir'de ..." (a. g.y.)
Ciddi ciddi söyleniyor bunlar. Ve arkadan sorular geliyor:
"Sormak isterdik; madem ki, emperyalizmin içsel
olgu halini aldığı "III. Bunalım" döneminde
eğer halkın tepkileri ile oligarşi arasında "suni
denge" kurulmuşsa, nasıl oluyor da, ülke, 15-16
Haziran gibi şanlı işçi direnişlerine tanık olabiliyor?
Ve nasıl oluyor da, 12 Mart'lar, 12 Eylül'ler vb. gibi
birkaç darbe birden, hem de on yılda bir gündeme gelebiliyor?
Eğer denge varsa, her şey bu dengeye tabiyse, 15-16
Haziran'lar bu dengeyi bozmada bir etki yaratmıyormu?
Darbeler dengeyi bozmuyor mu? Yoksa bu mevcut gelişmeler,
uç noktasna varıp patlamayla sonuçlanan mevcut çelişmeler
ve halkın tepkileri değil de, Merihlilerin tepkileri
mi? Etkinin tepkiyi doğurduğu, bunun da dengeyi bozduğu
bilinmeyen bir şey mi? İtim ve çekim denen şeyler nedir
acaba?
"Dahası, daha yakın zamanda, 12 Eylül öncesinde,
bir ülkede günde otuz insan mücadale içinde öldürülüyorsa,
nasıl oluyor da hâlâ, halkın tepkileri ile oligarşi
arasında suni bir dengeden sözedilebiliyor? " (a.g.y.)
Sorular bittiğinde ise, sıra ajitasyona geliyor: "yüzlerce,
binlerce insanın kanıyla sulanan toplumsal çıkışlar,
her günkü pratikte bu"suni denge"yi defalarca
bozdu, bozuyor, bozacak da!.." (a.g.y.)
İşte böyle sürüyor...
Aslında, F. Ali yalnızca bir örnektir; bunlar yeni söylenmiyor,
benzeri "eleştiri" yazılarında daha önceleri
çizilen manzara da aşağı yukarı böyledir.
Ama, sormak gerekiyor: ne anlamı var bütün bunların?
Bir kavrama, önce kendinizce karikatürize bir karşılık
uydurup, sonra da bu kendi yüklediğiniz anlamı yerden
yere vurmak devrimci bir eleştiri yöntemi midir? Yani,
biraz soğukkanlı düşünüp yanıtlayalım; 60'ların sonunda
Türkiye'yi bir baştan bir başa sarsan toplumsal hareketlilikleri,
"şanlı" eylemleri bu insanlar değil de, yalnızca
F. Ali mi görmüştür? Dahası, dönemin insanları ve bizzat
M. Çayan sözkonusu eylemlerin bir çoğunun içinde fiilen
yer almamış mıdır? 15-16 Haziran'a işçiler katılmıştır
da, dönemin devrimcileri olayları gazetelerden mi öğrenmişlerdir?
Her şeyi basitleştirp , işin içine bir de "Merihliler"i
katarak soruna komik bir "Galaksilerarası"
boyut da ekleyen F. Ali, Çayan'ın nerede ve ne zaman
yaşamış olduğunu nasıl unutulabiliyor?
Ciddiyetten uzaklaşır ve sorunu basitleştirirseniz,
çözümleriniz de basitleşir... Ve artık, anlamak diye
bir derdiniz kalmaz.
Oysa, biraz derinlikli bakıldığında suni-denge kavramının
bütün bunlarla hiç bir ilgisi olmadığı görülür. Suni-denge
kavramı, "yaprak kımıldamayan" bir ortamı
ya da sessizliği ne öngörür, ne de veri olarak alır.
Kavram tepkilerin yokluğu ile değil, onların hangi kanallarda
nasıl boğulduğu ile ve bu boğulmanın ekonomik-siyasal
zeminleri ile ilgilidir. Gerçekten de burası Merih değildir;
Türkiye, bizzat M. Çayan'ın da tesbit ettiği gibi milli
krizin sürekli olarak derinleştiği, evrim ve devrim
aşamalarının kendi klasik formlarından sıyrılıp içiçe
yaşandığı bir ülkedir. Bu ülke, basit bir grevin bile
zayıf politik renklere bulanmak zorunda kaldığı bir
ülkedir ve bu topraklar üzerinde ne grevler eksik olur,
ne direnişler, ne de katliamlar... Cuntaların birbirini
izlediği bir Türkiye'dir bu. Bütün bunlar bilinir ve
bütün bunları ilk keşfeden de F. Ali değildir.
Ama, sözkonusu olan şey tepkisizlik-hareketsizlik değil,
bu tepkilerin nasıl dengelendiği ve düzen sınırlarına
nasıl çekilebildiği sorunudur. Bu, salt politik demogojiyle
becerilen bir iş değildir. Ülkenin son kırk yıllık sürecinde
kökleri olan bir sosyal- politik olgudan sözedilmektedir.
Bir süreç yaşanmıştır ve bu süreç çeşitli sosyal tabakaların
düzenle bağlarını kesmesini güçleştiren faktörler üretmiş,
tırmanan tepkilerin belirli sınırlara doğru törpülenmesini
getirmiştir. Bu mekanizmalar ile gitgide büyüyen zor,
değişen oranlarda içiçe geçerek toplumsal yapıyı etkilemişlerdir.
Olay bundan ibarettir. Ve devrimci insanların bu faktörleri
kavrayıp, onları kıracak, kitleleri düzen-dışı alternatiflere
çekecek politikalar üretme gibi çok anlaşılır bir kaygıları
vardır.
Tabii ki, siz, bir yerlerden doğada-toplumda denge olamayacağını,
esas olanın çelişme ve hareket olduğunu duymuş olabilirsiniz.
Ve bu kadar basit bir gerçeği başkalarının bilmiyor
oluşuna da şaşırabilirsiniz. Ama her şey de bu ölçüde
basit değildir. Her şeyden önce, kimsenin çelişme ve
hareketi reddetme gibi bir derdi yoktur. Ama, politikada
sözcüklerin lügat karşılıkları hükümsüzdür. Politikada
belli durumları karşılamak için kavramlar üretilir ve
o kavramlar ifade ettikleri durumla birlikte anlamlı
olurlar. Çelişme ve hareket, bütün yaşamın esas olgusudur;
ama salt bunu söyler bırakırsanız hiç bir şeyi anlayamazsınız.
Çünkü, hayatın içinde, o genel akışın yönünü, sınırlarını
ve ileriye-geriye doğru hızlanışlarını-duraklamalarını
belirleyen nedenselllikler vardır. Sonuçta nasıl bir
kavrama ulaşırsanız ulaşın, hareket dediğiniz o şey,
yani Türkiye'deki toplumsal hareketin son 40 yılının
özellikleri üzerine düşünmeniz, bu hareketin karekterini,
sınırlarını ve bu sınırların nasıl oluştuğunu anlamak
zorundasınızdır.
Ve bir şey daha: çelişkinin ve hareketin varlığı, hayatın
esas unsuru oluşu, denge durumunu hiç dışlamaz. Yalnızca
onu "göreli" hale, bu esas unsurlara bağlı
olarak degişebilen bir hale sokar. Kaldı ki, bizim sözünü
ettiğimiz şey, böyle bir "göreli"lik unsurunun
da çok ötesinde, bir yapaylık halidir, yanılsama durumudur.
"Ne lüzumu var böylesi karışık sorunlara girmenin"
diyebilirsiniz; uvrriyerizmle-popülizmi harmanlayıp
"halkımızın" kahramanlıkları üzerine destansı
yazılar yazabilirsiniz. Kimse bunlara itiraz etmez;
ama bunlar yine de o kahraman halkın devrimci cepheye
çekilmesinde karşılaşılan güçlükleri çok fazla açıklamaz.
Devrimcilerin, halk ve işçi sınıfı üzerine iman tazelemeye
çok ihtiyacı yoktur; asıl ihtiyaç duyulan, onu her yanıyla
bir bütün olarak algılamaktır. Onun, halk dediğimiz
o karmaşık yığının, pek "sevimli" olmayan
bir yanı vardır: onun, toplam hareketi-maalesef!- tek
tek milyonlarca insanın davranış ve tepkilerinin bileşkesidir
ve o bileşke bir dizi sosyal- ekonomik- kültürel çarkın
içinden geçerek oluşur. Devrimciler, o şanlı işçi hareketlerini,
bizzat kendilerinin de katıldığı o görkemli hareketleri
sorumlu bir ciddiyetle elealırlar; görkemini olduğu
kadar, sınırlarını da ve bu sınırların nasıl kırılabileceğini
de tartışırlar. Bu, onların işidir ve bu iş edebiyatı
hiç kaldırmaz. Büyük tarihsel direnişlerin yıldönümlerinde
resim altlarına bir kaç cümle yazmak ayrı şeydir; onları
her yönüyle ele alıp düşünmek ayrı şey... Her ikisi
de yapılır; ama bir birine karıştırmadan...
Durağanlık ve İniş Çıkışlar
Suni-denge kavramı aynı zamanda bir durağanlığı da içermez.
Yani, suni- denge denildiğinde, vaktiyle bir kez kurulmuş
ve artık hep aynı minval lüzre devam eden bir olgudan
sözedilmemektedir.
Sözgelimi bir 1965 ile 1979 yılının sonunu çok basit
göstergeler açısından kıyasladığımızda bile bir şeyleri
görebiliriz; arada, sistemin büyüme kapasitesinden,
iktisadi-siyasal mekanizmaların işleyişine dek bir dizi
konuda ciddi farklar vardır. Bunlar, çok gözle görülebilir,
basit olgulardır.
Ve biraz dikkatle bakılırsa görülür ki, sistemin dengeleyici
mekanizmalarının çapı ve işlerliği, milli krizin derinleşmesiyle
ritmik bir ilişki halindedir. Ekonomik- siyasal yapının
çarpıklığının sonucu olarak sürekli bir nitelik arzeden
krizin her derinleşme noktası, istikrarsızlığın her
yeni aşaması, sistemin çalışan uzuvlarının artan ölçüde
sakatlanmasına yol açar ve doğal olarak tepkileri düzen
içine çeken mekanizmaları zayıflatır. Sözgelimi, en
basitinden sistemin iktisadi düzeyde tıkanışı reel ücretlerin
daha fazla göze batmasına neden olurken, her türden
orta ve alt kategoriyi de zararlara sokar. Tekellerle
tekel-dışı unsurlar arasında "iyi günlerde"
oluşan bağlar kısmen zayıflar; yine öte yandan geçimlik
işler sektörü daralır ya da bu alanın sağladığı boşuklar
daha az insanı doyurur hale gelir; tarımda ise farklı
türden sıkıntılar yaşanır, her derinleşme noktası tarımsal
ürün fiyatlarına yansıdığı gibi, toprağın temerküzünü
de hızlandırıp daha fazla sayıda insanı kentlere savurur...vb.
vb...
Tabii ki bunlar ciddi siyasal sonuçlar yaratır. Toplumun
bütün kesimlerinde daha fazla sosyal hareketlilik, sert
direnişler gözlenir, toplumsal muhalefetin uç noktalara
kaymasına tanık olunur. Ve giderek mevcut yasal- siyasal
çerçeveler değişir, daha dar elbiseler dikilir, daha
çok baskı-terör gelip herşeyin üstünü örter...
Yani, 1950'lerin "Menderes Mucizesi" günleriyle,
1980'i ya da bugünü bir tutamazsınız, arada önemli farklar
vardır.
En bariz fark, toplumun tepkilerinin bastırılması sürecinde
zaman içersinde düzenin kendi dengeleyici mekanizmalarının
giderek zayıflaması ve zorun her geçen gün daha fazla
etkinlik kazanmasıdır. Düzen, yine de her zaman imkânlarını
bütünüyle tüketmemekte, kendine çıkış yolları aramaktadır.
Örneğin klasik ithal ikameciliğinin yerine aynı tarzın
yeni versiyonları konulmakta ve başka soluk boruları
açarak umutsuzca bir yeni hamle arayışına girilmektedir.
Ve zaman içersinde görülmüştür ki, Türkiye'nin şu çarpık
iktisadi-siyasi düzeni bile herşeye karşın yine de bütün
imkânlarını sonuna dek tüketmemiştir. Ne var ki, bu
imkânların ve esnekliklerin sınırları günden güne daralmaktadır.
Metropol ülkelerden farklı olarak bu esneklikler zaten
çok zayıf temellere oturduğu için durum iyice zordur.
Eğer bir benzetme yapmak gerekirse, artık iyice yıpranmış
bir arabadan sözedilebilir. Öyle ki, yoldaki en küçük
bir çukur bile büyük sarsıntılar yaratmakta ve yolcular
için gerçek bir eziyet sözkonusu olmaktadır. Ve tabii,
tam burada, homurdanan yolcuları "teskin etmek"
için daha fazla tehdit ve baskı zorunlu olmaktadır.
Zaman böyle işlemektedir ve giderek zor bütün süreç
üzerindeki egemenliğini pekiştirmektedir. Bir yandan
kurulan her hükümetin yıpranma ömrü gitgide daha kısalırken,
öte yandan " nisbi-demokrasi" diye nitelendirdiğimiz
düzenin temel kurumları birer birer çökmekte ve her
şeyin üstünü daha hergün fazla zor aygıtı örtmektedir.
Herkes İçin Aynı mı?
Ayrıca, geriye çekici mekanizmaların her toplumsal kesim
için aynı etki gücüne sahip olduğu da söylenemez; böylesi,
fazlasıyla genelleştirilmiş bir tanımlama olur. Her
iktisadi-sosyal süreç, şüphe yok ki farklı toplumsal
sınıf ve tabakaları farklı biçimlerde ve farklı ölçülerde
etkiler.
Bu bağlamda, eğer bir örtüye benzetilirse, suni-denge'nin
de her kesim için aynı "kalınlık"ta olmadığı
söylenebilir. Her yerde aynı dayanıklılık ve sağlamlık
sözkonusu değildir.
Aslında zaten herkes iktisadi-sosyal süreçlerden kendi
durumuna göre etkilenir. Günlük iktisadi politikalar
nasıl farklı kesimlerde farklı tepkiler üretiyorsa,
yeni-sömürgeci politikanın genel gelişim süreci de her
kesimde farklı etkiler yaratmıştır. Sözgelimi küçük
dükkancı genel olarak "işlerin açık olması"
ile ilgiliyken, küçük üretici ürün fiyatlarına özel
bir ilgi duyar ve öte yandan işçi sınıfı da kendi yaşam
koşullarıyla ilgilidir. vb. vb... Doğal olarak her toplumsal
tabaka önüne kendi gelişme koşullarını koyar ve mevcut
durum üzerine, gelecek üzerine politik değerlendirmelerinde
bütün bunlar etkili olur. Ama "genel atmosfer"
olayı da vardır. Üretici güçlerin o ilk zamanlardaki
"gelişme" görünümü genel olarak da bütün topluma
yönelik etkiler yaratır. Elbette bazılarını daha çok,
bazılarını daha az hoşnut eder, ya da süreç tıkanmaya
başladığında bazıları daha ilk elde bu tıkanıklıktan
etkilenir, bazılarıysa güverteye daha yakındır... Sözgelimi
bir sanayi işçisi ile dükkan sahibinin durumu arasında
ciddi farklar vardır. Dengeleyici etkiler birincisi
üzerinde daha az iz bırakırken, gözü sıçramaya dönük
olan ve elindeki (şu ya da bu büyüklükte) mülk sayesinde
bu konuda daha fazla şansı olan dükkancı için durum
farklıdır. Ve yine mülk, tıkanma noktalarında bir ölçüde
esneyebilme imkanı sağlar; dalayısıyla düzen ile dükkancı
arasındaki "kader bağları" daha sağlamdır.
Oysa, düzenin ilk tıkanıklığında dibe batan proleter
için temelde bir duruş yeri farklılığı vardır.
Demek ki, genel bir durumdan sözederken, bu genel olgunun
çeşitli kategorilerdeki değişik yansımalarını dışlamıyoruz.
Esasen, böyle bir dışlama mantıklı da değildir; toplumsal
yapının fazlasıyla genel ölçütlere sığdırılması anlamına
gelir.
Kırılma... Karikatür ve Gerçek
Yanlış anımsamıyorsak, geçtiğimiz yıllarda "Tezler"
kitaplarından birinde suni-denge konusunu da "ele
alan" ya da çoğu kez yaptığı gibi şöyle bir değinip
geçen Yalçın Küçük, suni-denge durumunu, ters döndürülmüş
bir yuvarlak kabın tepe noktasında bir bilyanın durmasına
benzetiyordu. Böyle hassas noktada duran bilya, bir
"ilk itme"yi bekler...Ve ondan sonra artık
yuvarlanabilir ve durmaksızın yuvarlanabilir...
Bunun biraz garip bir şey olduğunu biliyoruz. Ama zaten
Y. Küçük'ün keyfi yorumlamaları artık solda kimsenin
yabancısı değildir. Bu açıdan çok önemli değil. Hatta,
solda temkinli bir ortalamadan uzak böylesi söylemlerin
bulunmasının yararlı olduğu bile söylenebilir.
Ama, Y. Küçük'ün bu konuda söyledikleri bir başka açıdan,
sorunun ne kadar az anlaşıldığını ortaya koyması bakımından
önemlidir. Çünkü bu yaklaşım aslında oldukça geneldir.
THKP-C anlayışı genel olarak böyle kavranılmaktadır.
Ortada, hasbelkader oluşmuş bir denge vardır... Ve bu,
aslında halkın önüne konulmuş uyduruk bir set, bir çerçöp
yığınıdır...
Ve sonra... sonra, öncüler gelirler... silahlarını patlatırlar
ve silah sesleri herkesi uyandırır... Bir ayaklanma
başlar, ortalık dümdüz olur!..
F. Ali'nin tarzıyla söyleyelim: "....Öncüler, halkın
devrimci öncüleri, bir kez dengeyi bozan yolu açtı mı,
halk bu tünelden akın akın akmaya başlayacak ve o tarihi
an gelmiş olarak şafak sökecek!" (Y. Demokrasi/Sayı:20)
İşte, aynen böyle!
Önce bir karikatür çiziliyor... sonra, atış serbest!
Ama kimse sormuyor, acaba bütün bunlar gerçek mi?
Gerçek nedir?
Toparlamaya çalışalım... Suni-denge, siyasal-sosyal
bir olgudur. Ve siyasal-sosyal olgular silah sesiyle
filan yıkılmazlar, halk dediğimiz yığın da hipnotize
edilmiş bir sürü değildir. "Suni-denge"nin
kırılması" olarak THKP-C terminolojisinde yer tutan
bu hiç de bu kadar basit değildir. Esasen toplumsal
süreçlerde kesin sınır çizgileri koyabilmek de zordur.
özellikle sürekli kriz halinin yaşandığı bir ülkede
durum karmaşıklık daha da fazladır.
Devrimci süreç, tek bir darbede, bir kriz anında iktidarın
ele geçirilmesi yolundan gitmeyecek, uzun bir savaş
süreci yaşanacaktır. Dolayısıyla, içiçe geçmiş bir dizi
sürecin içinde "suni-denge" konusunda çok
net momentler saptamak mümkün değildir. Ama bir şey
kesindir; politik-sosyal bir olgu olarak suni-denge
halinin verlığı, onu vareden koşulların ömrüyle sınırlı
olacaktır.
Eğer, suni-denge kavramı çerçevesinde ifade edilen durum,
halkın düzene karşı tepkilerinin iktisadi-sosyal faktörlerin
etkisiyle-ve artan dozda zor ile- törpülenmesine denk
düşüyorsa, "kırılma" halinin neyi ifade ettiği
de buradan çıkarılabilir. Suni-dengenin kırılması, toplumun
ezilen tabakalarının genel çoğunluğunun mevcut düzenle
ilgili umutlarının artık bitmesi ve yeni bir yönelime
doğru başlayan arayışın artık zor yoluyla da önlenemez
oluşudur; ki bu, kuşkusuz iradi bir müdahele sürecine
denk düşer. Daha bildik deyimler kullanırsak; bu iradi
müdahale birbirine bağlı başlıca iki unsuru içerir:
varolan krizin en dip noktaya dek derinleştirilmesi
ve sistem dışı çözümün somut ifadesi olarak devrimci
alternatifin aynı süreçte odak noktasına oturması...
Bu, basit olarak silah sorunu değildir. Ama burada söz
konusu olan, silahlı mücadele eksenine bütün diğer mücadele
biçimlerini sarmalayan bir politik atılımdır. Yani,
"Suni-denge bir kez bozuldu muydu..." türünden
anlamsız cümleler soyuttur. Uzun bir süreçten yürünür,
gerillayı büyüten devrimci parti, sendikal alandan gençliğe,
kırlara dek uzanan yaygın bir yelpazede çalışır. Bu
çalışma sırısında kimsenin de çok özel olarak "suni-dengenin
kırıldığı aşama"yı saptamak gibi bir derdi olmaz.
Ama, şu söylenebilir: devrimci öncü, bütün mücadele
biçimleri zenginliğiyle yüklenerek süreç boyunca derinleşen
krize bir kama gibi girer, kaosu büyütür ve bununla
eşzamanlı olarak devrimci alternatifi, kendisini, pollitik-askeri
açıdan geliştirir. Kitleleri aşama aşama kendi çevresine-legal
açılımlardan yasadışı yapılara kadar çok zengin bir
yüzey üzerinde-toparlar. Ve işte bu süreç, aynı zamanda
düzenin yedekleyici mekanizmalarının artan oranda yıprandığı,
geniş yığınların düzen-içi çözümlere yönelik umutlarının
da tükendiği bir süreç olur. Ve nihayet, halkın tepkilerini
bastırmanın onların devrimci alternatife kaymasını önlemenin
aşağı yukarı tek yolu olarak çıplak zor'un kaldığı bir
noktaya ulaşılır.
Sözü edilen şey, devrimci insanların ya da proletaryanın
çok ileri bazı unsurlarının bu noktaya ulaşması değil,
genel olarak bir avuç azınlık dışında toplumun geniş
kesimlerinin düzene yönelik beklentilerinin tükenişi
ve yeni bir beklenti kaynağının varlığını güçlendirmesidir.
Yaygın bir atmosfer olacak bir umutsuzluktan ve bir
umuttan sözediyoruz. Bu, bir sınır çizgisidir, iyice
elitleşmiş kesim dışında kalan insanların kaosun ortasında
yeni arayışa doğru açılmasıdır. Bu anlamda zaten devrimci
mücadele, esasında bir yönüyle, hakim blok'un elitleştirilmesi,
onu milyonlarca ilmikle orta ve alt sınıflara bağlayan
bağların zayıflatılıp koparılması mücadelesidir.
İşte böyle bir durumdansözediyoruz. Ve bu, gerçekten
geriye zor'un kaldığı bir noktadır, ki artık zor da
zora girer... Düzeni sürdürmenin aşağı yukarı tek biçimi
haline geldiği andan sonra zor, hem "toplumsal
çıkar" gibi bir sığınma noktasını yitirir, hem
de caydırıcı gücünü yitirir. Düzenin esneme kapasitesinin
henüz şu ya da bu ölçüde güçlü olduğu zamanlarda insanları
zor yoluyla düzenin içine itelemek daha çok mümkündür;
çünkü bütünüyle bir yol ayrımı henüz yoktur, ağır baskı
yoluyla toplumsal hareket ezildiğinde yine de insanlar
mevcut düzen içinde şöyle ya da böyle bir yaşam sürdürürler,
boşluklara sığarlar. Ama artık bütün bu sınırlar aşılmışsa
ve en önemlisi artık zoru da cepheden karşılayabilen
bir yeni güç devrede bulunuyorsa, bu noktada zor, sindirme
özelliği büyük ölçüde yitirir.
Bu, aynı zamanda, zorun çıplaklaştığı; ama çırılçıplak
hale geldiği noktadır. Oligarşinin yönetiminin temeli,
esasta, devlet makinesinin kime hizmet ettiğinin bulanık
kalmasına, "toplumsal fayda-ulusun savunulması"
gibi palavraların yürürlükte olmasına dayanır. Yeni-sömürgeci
kalkınma görüntüsü de zaten bu illizyona zemin hazırlar.
Devlet yönetimi, uzun süre, geniş bir çoğunluğa, bir
sömürge yönetimi gibi haysiyetsiz ve yabancı değil,
doğal ve ulusal görünür. Evimizde uyurken ordunun ve
polisin bizim için "ayakta" olduğunu düşünürüz.
Polis düdüğünün huzur simgesi gibi algılandığı bir dönem
olur. Öte yandan görkemli ordumuz da, sınırlarımızı
etkin şekilde "korumakta", "toprağımızda
gözü olan gafillere" korku salmaktadır!...
Düzen, kapasitesi yettiği ve yetmediğinde de tırnaklarını
gösterip herkesi "ikna" edebildiği sürece
bu böyle sürer.
Ama sistem, yıprandıkça, frenlerinden kurtulan tepkiler
zor'un duvarına çarpar. Yavaş yavaş böylece onun niteliği
de netleşir. Düzen gücünü yitirdikçe zor aygıtları devasa
boyutlara ulaştırılır; ama teknik olarak, askeri güç
olarak büyüyen zor, siyasal olarak güç yitirir. "Normal
" ve "doğal" kabul edilen devlet, had
safhada bir yabancılaşma noktasına gelir dayanır. Ve
artık, dünden farklı olarak, karşısında bir başka zor
gücü, tarihsel evrim doğrultusunda yığınların iradesini
temsil eden devrimci zor'un gücü vardır. Programıyla,
kitlesel yapılarının emme kapasitesiyle ve bütün varlığıyla
devreye giren devrimci parti, halkın kendi gücü olarak
yığınları yanına çekebilme şansına hergün daha fazla
sahip olur.
"İyi zamanlar"da, komünistlerin ilerlemeyi
önleyen gürültücü bir grup olarak gösterilmesi mümkün
olabilirken, giderek işler değişir. Silahla savunularak
ortaya konulan devrimci program daha anlaşılır hale
gelir. Ya da en azından bu gerçekliğin algılanabilir
oluşunun koşulları doğar.
Tabii ki, bunlar, birdenbire ve hızla olmaz. Uzun bir
savaş süreci içinde herşey tedrici olarak birikir ve
çoğu kez kritik noktalarda büyük sıçramalarla mesafe
alınır. Proletaryadan başlayarak bütün ezilen sınıf
ve tabakalar, hatta çoğu kez örneklerde görüldüğü gibi
orta işletme sahiplerinin bir bölümü bile, artık mevcut
cendere içinde soluk alıp vermelerinin imkansız olduğunu
düşünürler. Yeni bir çözüm yoluyla karşılanmadığında,
bu düşünce yoğun bir çürümeye-apolitizme varır, ama
bu yapılabilirse artık her şeyin mümkün olduğu bir vadinin
kapıları açılmış demektir.
Görüldüğü gibi, "suni dengenin kırılması"
tanımlaması, kitlelerin ayaklanması sürecine birebir
denk düşen bir olgu değildir. Olgu, daha çok, krizin
had safhada derinleştiği noktada, oligarşinin kendi
içinde elitleşmesini ve yaşamını-artık gitgide karekteri
netleşen ve etkisizleşen - zor yoluyla sürdürebilir
konuma itilmesine denk düşer. Kuşkusuz bu artık kitlelerin
devrimci öncüye daha yakın durdukları, geriye çekici
faktörlerin etkisinden daha fazla kurtuldukları bir
noktadır. Ama bu, karikatürize THKP-C "eleştirileri"nde
gösterilmek istendiği gibi insanların gürül gürül aktığı
bir ayaklanma noktası değildir. Zaten uzun süreli bir
halk savaşını benimseyen THKP-C mantığında da böyle
bir toplu ayaklanma momenti yoktur; uzun bir süreç ve
onun sıçrama noktaları sözkonusudur.
Tercih Konusu Olan Nedir?
Kavramlar mı? Yol mu?
THKP-C, devrimci mücadeleye kitlelerin örgütlenip ayağa
kaldırılmasını içeren uzun bir süreç olarak bakar. Ve
bu bakışının sonucunda gerillayı bir anlık çarpıcı sansasyon
aracı olarak değil, bütün devrim sürecine yayılan bir
mücdele biçimi olarak algılar. Basit bir propaganda
aracı değildir silahlı mücadele, birkaç vuruşla birşeyleri
kırmak gibi bir hayalle ilgisi yoktur. O, silahlı devrim
hareketinin ilk adımıdır. İlk küçük eylemden iktidarın
fethine dek uzanan uzun bir sürecin, bir halkın ordulaştırılması
sürecinin bir parçasıdır. Bu anlamda da o, bugün kullanılıp
yarın terkedilebilecek ya da yalnızca bazı koşullarda
işlevli olabilecek basit bir araç degil, bütün sürecin
ekseni, temelidir.
Öncü savaşı, bu mantığa uygun yürütülen çok kapsamlı
ve çok zengin araçları-biçimleri olan politik bir savaşın
adıdır. Bu, silahlı insanların kendisini kitlelerin
yerine ikame etmesi değildir; çok daha genel ve derin
bir şeyden sözediyoruz. Ve, silahlı gücün kitlesel güçle
eş zamanlı olarak geliştirilmesini hedefleyen bu anlayışı,
Foko ile aynı kefeye koyabilmek -eğer açık bir artniyetiniz
yoksa- mümkün değildir.
Bu, seçilen bir yoldur ve bize göre kitleleri devrimci
tarzda örgütleyip devrime çekmenin tek mümkün yoludur.
Ve bu yol, tabii ki geleneksel-klasik "kitle çalışması"ndan
farklıdır. Burada ciddi bir ayrılığımız sözkonusudur.
Kitleleri gelecekteki bir ayaklanma momenti için örgütlenmeye
çalışan ve süreçte silahlı bir yapılanışa dayanmayan
bu tarzın sonuç olarak gerçek bir savaş noktasına varabilmesi
mümkün değildir. Bu yolla, halkın tepkilerinin kalıcı
olarak düzen dışına kaydırılması ve orada bir örgütlenmeye
dönüştürülmesi mümkün değildir. Ve dolayısıyla böyle
yüründüğünde devrimci örgütün de düzen içinde kalması
kaçınılmazdır. Şüphesiz, bu yoldan gidildiğinde de başarılar
kazanılacaktır ama silahlı mücadeleyi belirli momentlere
erteleyen ya da bir tür yan aygıt olarak gören yapı,
böylece kendini ezilmeye mahkum edecek, politikada ise
kısa sürede çok bilinen gerçekleri her gün yineleyen
bir gevezeliğe düşecektir. Ve nihayetinde o, geniş yığınlar
nezdinde, diğer düzen-içi örgütlerden çok farklı bir
konum tutamayacaktır. Gelmeyen bir savaş günü hayali
giderek herşeyin üstünü örtecek, niye örgütlenildiği
sorusu da sonunda net yanıtlardan uzaklaşacaktır.
"Suni-denge" kavramı işte burada önemli bir
anlam sahiptir. Çünkü, geleneksel çalışma tarzıyla,
düzenin kendini onaran mekanizmalarını güçlendirme,
klasik muhalefetin bir parçası olarak kalma riski vardır.
İşin vahim noktası burasıdır.
THKP-C'nin mücadele ve örgütlenme tarzının bütün ayrıntılarını
şüphesiz bu yazının içine sığdırmak durumunda değiliz.
Ama yine de son kez olarak, şimdilik, şu söylenebilir:
Sorun, bir kavramı ya da kavramları beğenip beğenmeme
sorunu değildir. Böyle bir tercih sorunu ile karşı karşıya
değiliz. Burada, şu ya da bu terminolojik isimlendirmenin
ötesinde, bir sorumluluk sözkonusudur.
Ya bir yoldan gidersiniz; ya da öbüründen...
Ya, kitlelerin düzenden kopuşunu geciktiren, hatta bu
eğilimi körelten bir çalışma tarzını seçersiniz; ya
da politikleşmiş bir askeri savaşı temel alarak işe
başlar ve bütün yapılanışınızı buna göre şekillendirirsiniz.
Eğer bir tercih sözkonusuysa, işte tam buradadır.
Yoksa, kullanılan kavramlarda değil!..
-----------------------------------------------------------------------------------------------
DİPNOTLAR
(1) Yazı içersinde "Yeni Demokrasi" dergisinde
geçmişte yayınlanmış bir Mahir Çayan "eleştirisi"ne
sık sık döneceğiz. Ama işin en başında, bu "eleştiri"nin
insan sabrını çok zorlayan bir düzeysizlik örneği olduğunu
sölemeden edemeyiz. "Yeni Demokrasi"nin 17.
sayısında başlayıp devam eden bu dizi, herşeyden önce
Türkiye'de artık terkedilmesi gereketiğine inandığımız
kötü bir üslübun örneğidir. Kalemden kan damlatan bir
pokemikçilik hırsıyla yazı, saygı sınırlarını zorlamakta,
"pusulayı şaşıran şaşkın kaptan" ya da "Che
Guevera'nın eteklerine yapışan (Mahir)" gibi bir
çok örneği verilebilecek seviyesiz bir yazı üslubuyla
sürmektedir. Biz, insanların teorik yazı yazarlarken,
"edebiyatlı söz söyleme" arzularını sınırlayıp
ciddi ve ağır başlı olmaları gerektiğine inanıyor, bu
kötü müsamere tarzını günümüzün "ansiklopedi savaşçılarına"
bırakmanın daha doğru olacağını düşünüyoruz.
(2) Ferhat Ali (Yeni Demokrasi/sayı: 17), M. Çayan'ın
ilk yazılarında Mao Zedung anlayışına uygun tahliller
yaptığını ve "yarı-sömürge/yarı-feodal Türkiye"
çözümlemeleriyle o dönemde "doğru yolda" olduğunu
söylüyor. Ferhat Ali'ye göre teorik kayma Kesintisiz
II-III'ten sonra gerçekleşiyor ve M.Çayan revizyonist-Gueveracı-Troçkist
vs... sularda "kulaç atmaya" başlıyor!
Doğrusu bu söylenenleri tersinden düşünüp daha çok bir
"iltifat" olarak algılamak mümkündür. Gerçekten
de bu zaman diliminde M. Çayan yoldaş, teorik gelişimi
itibarıyla bir yerden bir yere gelmiş, emperyalizmin
ve ülkenin durumu üzerine düşüncelerini geliştirip daha
net kavramlara varmış, sözgelimi "anti-emperyalist
/anti-feodal" MDD tezinden, "anti-emperyalist
anti-oligarşik demokratik halk devrimi" gibi daha
sağlıklı kavramlara ulaşmıştır. Arayışının bir sonucu
olarak devrimci durum ve kriz üzerine, faşizm üzerine
düşünceleri, silahlı mücadele üzerine saptamaları bu
süreçte olgunlaşmıştır. Mahir Çayan'ın gerçekten hızılı
bir gelişim gösterdiği doğrudur ve bu anlamda onun "eksik
olanda ısrar etmek" gibi bir "özel yeteneğe"
sahip olmadığı söylenebilir. Yirmi küsur yıldır dönüp
dönüp aynı şeyleri söyleme "tutarlılığı" ise
Türkiye'de ancak Ferhat Ali'nin ekolüne nasip olmuştur
ki, doğrusu biz bunun çok özenilesi bir beceri olduğunu
düşünmüyoruz.
(3) Sözgelimi, şöyle bir paragraf yazılabilmektedir:
"... silahlı propagandayı temel alan, politik,
ekonomik, demokratik mücadele biçimlerini bu biçime
tabi kılan devrimci strateji de Mahir'e göre, politikleşmiş
askeri savaş stratejisidir. Silahlı siyaseti kumanda
edecektir bu strateji. Zira, politik mücadele, silahlı
mücadeleye tabidir Mahir'de" (Y.D./ sayı 17)
Bilerek uç bir örneği seçiyoruz; öyle ki insan bu söylenenlerin
neresini düzelteceğini şaşırıyor! M. Çayan'ın metinde
silahlı propagandayı "politik mücadelenin en üst
biçimi" olarak algıladığı ve temel-tali ilişkisinde
de "silahlı propagandanın dışındaki öteki politik,
ekonomik, demokratik mücadele biçimleri silahlı propagandaya
tabidir..." vurgusunu özenle yaptığı biliniyor.
Yani sözkonusu olan, politik mücadelenin bir biçimi
olan silahlı mücadelenin, diğer zengin politik, ekonomik
vb. mücadele biçimleri arasında eksen durumunda olmasıdır.
Bu kadar basit bir gerçeği, metinde yazılanlara göre
göre (ki normal şartlarda F.Ali'nin "eleştirdiği"
metni okumuş olması gerekiyor, daha doğrusu biz okumuş
olduğunu varsayıyoruz; eğer okumamışsa bu, F. Ali için
"bilgi eksikliği"ne denk düşen bir "hafifletici
sebep" sayılabilir. Ama bu gerçekten, her anlamda
bir "hafifletici" sebeptir!) keyfi unutmalarla
karmaşık hale getirmek açıklanamaz bir durumdur. Üstelik
daha sonra, Çayan'ın fokocu anlayışa yönelttiği bütün
eleştirileri ve politik vurguları yok sayıp, metinden
"politik mücadele silahlı mücadeleye tabidir"
gibi bir sonuç türetmek, doğrusu gerçeğin bütün sınırlarının
fena halde zorlanması anlamına gelir.
Bütün bunlar tezlerde öylesine nettir ki, bu netlik
karşısında insan F. Ali'nin bu çarpıtmalarını ancak
bir şekilde açıklayabiliyor: Bilgi eksikliğine güvenmek!
Yani, F. Ali, özellikle genç kuşakların bu metinleri
fazla bilmediğine güvenip şansını deniyor! Metni okuma
imkanı bulamamış insanların, işin aslını araştırma konusunda
bir tembellik edebileceğini varsayıp (ki bu az rastlanan
bir durum da değildir) "eleştiri" rotasını
böyle şekillendiriyor.
Böyle bir rotanın tek sakıncası var: sözkonusu varsayım
herkes için geçerli değil! Yani bütün bunları yutmayanlar
da çıkabiliyor!
Ama burada sorun şu: M. Çayan'ı Marksist felsefenin
yalnızca "kenarından geçmek"le suçlayan F.
Ali, bunun bile bir "kazanç" olduğunu unutmamalıdır.
Marksist felsefenin temeli gerçeğe karşı dürüstlükse
eğer, insan onun "kenarından" bile geçse bir
şeyler kazanabilir. Zaten, "kenarından geçmek"
ile "çok uzaktan bakmak" arasındaki fark da
budur.
(4) M.Çayan yoldaş bütün bunları söylediğinde, bu fikrin
Kautskizmin hangi versiyonuna uyduğu ya da Kruşçev'in
ne bakımdan etkisi altında kaldığı çok tartışıldı; ama
doğrusu bugün dönüp o konjonktüre bakıldığında görülen
olgu, tarihin akışının en azından bu bakımdan söylenenleri
haksız çıkarmadığıdır. Tabii ki bunlar yine tartışılabilir.
Herhalde en kolayı da F.Ali gibi Lenin'den "özel
mülkiyet düzeni varolduğu sürece, bu iktisadi temel
üzerinde, emperyalist savaşlar mutlak biçimde kaçınılmaz
olacaktır." biçiminde alıntılar yapıp daha sonra
"savaşların kaçınılmazlığını yok etmek için emperyalizmi
yıkmak gerekir" (Stalin) gibi başka alıntılarla
pekiştirmek ve en sonra da "işte bütün bunlar Mahir'in
suratına bangır bangır bağırıyor!" türünden edebiyatlı
sözler söylemektir. Ama böylece, herhangi bir şeyi anlamak
ve çözmek bir yana, yalnızca sorunu hafifletmiş olursunuz.
Sözcüklerle oynamaya hiç gerek yoktur. M.Çayan'ın işin
temelini oluşturan bu zeminleri reddetmek gibi bir derdi
olmadığı açıktır; yapılan şey, belirli bir konjonktürdeki
görünen olguların tesbiti ve bu tesbitin devrimci çıkarımlara
dayanak yapılmasından ibarettir. Sorun, düşmanın genel
durumunun kavranması sorunudur.
Savaş, emperyalizmin yapısal unsuru, karakteridir. Ama
bunun böyle olması, dönemsel koşullardan bağımsız olarak
sabahtan akşama her an bir savaş olasılığının varolduğu
anlamına gelmez. Yaşanan somut olgular, iç ve dış dinamikler
ve başkabir dizi faktör bu olasılığın yaşamdaki karşılığını
belirler. Genel-geçer olgunun yaşamda nasıl bir varoluş
sunacağı bunlarla belirlenir. Çayan'ın yaptığı, bu yaşamdaki
karşılık üzerine düşünmektir. İşin alfabesiyle yetinip,
bu budur deyip bırakan bir tavra ise teorik çaba değil,
olsa olsa yineleme denebilir. Oysa teorik çaba, varolan
temel çıkarımların yinelenmesi değil, bu çıkarımların
da yardımıyla yeni olguların anlaşılması çabasıdır.
Burada sözkonusu olan şey, F.Ali'nin dediği gibi "ipe
sapa gelmez teorik didintiler" ya da "biraz
ondan biraz bundan" eklektisizmi değilidir. Kruşçev'in
nükleer paranoyası ve ondan üretilen "barış içinde
yarış" tezleriyle Çayan'ın teorik yolu arasında
bir bağ kurmak ise en azından insafsızlıktır. Kruşçev'le
temelleri atılan SBKP tezlerinin temelinde, "savaşın
emperyalizm yıkılmadan da bir tehlike olmaktan çıkarılabileceği",
"barış mücadelesi"nin sonucu olacak bir uzlaşma
ile artık genel olarak "barışçıl dönüşümler"
yolunun açılabileceği fikri vardır. Modern Revizyonizmin
teorik zeminini oluşturan bu tezlerle, elinde silahı
iktidar için savaşan bir insanın ne ilgisi olduğu, boşlukta
kalan kocaman bir sorudur. Aynı şekilde, daha sonra,
'70'ler boyunca THKP-C ekolünden yürüyen insanların
niye bu teorilerin ürünü olan "UDC-Barışçıl Geçiş"
saçmalıklarıyla değil de, devrim mücadelesiyle ilgilendikleri
yine bir soru işaretidir.
Yani, aklın sınırlarını zorlamaya hiç gerek yok! Hiç
bir zorlama, İ.Bilen ile M.Çayan arasındaki binlerce
kilometrelik uzaklığı bir milimetre olsun azaltmaz.
Çayan'ın yaptığı şey bir dönemin karakteristik özelliklerini
saptama çabasından ibarettir. Bu saptamalar bir zincirdir
ve sağda solda benzerlikler aramak, garip garip yorumlar
çıkarmak yerine, zinciri izlemek, ne söylendiğini iyi
anlamak daha doğrudur.
Üzüm yemenin bağcı dövmekten daha az heyecan verici
olduğu doğrudur; ama daha yararlı olduğu da kesindir.
(5) THKP-C eleştiricilerinin bu konuda kopardıkları
Kautskizm gürültüsünü de doğrusu çok ciddiye almak mümkün
değilidir. Entegrasyon, M.Çayan'ın özel bir keşfi değil,
yaşanan, herkesin çıplak gözle görebildiği bir olgudur.
Burada, eşitsiz gelişme yasasının reddi filan sözkonusu
olmadığı gibi, tam tersine bu olgu eşitsiz gelişme yasasının
temeline oturur. Eşitsiz gelişim, emperyalizmin temel
yasasıdır ve emperyalistler arası çelişkilerin hergün
derinleşmesinin zeminini teşkil eder. Emperyalizmin
tek bir bütüne ulaşması, gerçekten Lenin'in dediği gibi
ancak "teorik olarak tasavvur edilebilir"
bir olgudur. Oysa en başta kapitalizmin doğası bunun
engelidir.
Entegrasyon dediğimizde sözkonusu olan ise, yumuşama
değil, bütün bu temel olgulara rağmen katlanılan bir
zorunluluktur. Hatta tam tersine, düşman kardeşlerin
bir süre aynı evde yaşamak zorunda kalmalarına benzer
biçimde bu hırlaşma çok daha boyutludur.
Bu bir saptamadır. Saptamalar eleştirilir vb... ama
teorik çaba da böyle saptamalarla yürür. Tek bir yanlış
yapma riskine girmeden sizden önce söylenmişleri alt
alta sıralamanız da tabii ki mümkündür ama yararlı değildir.
Oysa, teorik üretim, öngörüler çıkarma çabasıdır, risklidir
ama gereklidir.
(6) F.Ali bu konuda işin kolayını bulmuştur. Bir dizi
alıntı sonucu bize Çayan'ın III. Bunalım dediği sürecin,
aslında II. Bunalım olduğunu kanıtlar. Peki, bizce de
bunun bir mahzuru yok. Tutalım ki öyle olsun ve bir
rakam yerine diğerini koyalım. Neyi değiştirir bu? Olguları
bir milimetre yerinden oynatır mı? iki ya da üç, ya
da başka herhangi bir şey; burada sözkonusu olan bir
sürecin özgün niteliklerini yakalamak, bunların ülke
toprağına nasıl yansıdığını anlamaktır. Çayan'ın derdi
budur. Yani, "III. Bunalım gibi bir dönemi, Marks'tan
Mao'ya uzanan ML klasikleri zincirinde bulmak mümkün
değildir" dediğinizde çok şey değişmez. Marks'ta
bunun nasıl "bulunabileceği" bir yana (ki
bu F.Ali'ye özgü bir espri olabilir, bilemiyoruz) genel
olarak herhangi bir kavram herhangi bir klasikte bulunmayabilir,
bulunması da şart değildir. Sorun, sizin kavram aracılığıyla
neyi ifade ettiğinizdir. Gerisi -herhalde yaşasaydı
Stalin'in de çok canını sıkacak olan- boş bir tartışmadır.
Öte yandan F.Ali kavramın içeriği konusunda da rahat
bir pozisyondadır. Bunalım dediğiniz şey zaten kapitalist
temellük ile toplumsal üretim arasındaki çelişkinin
ve üretim anarşisinin bir ürünüdür... Sermayenin yoğunlaşması,
temerküzü zaten vardır... Dünyanın 1/3'ünün emperyalist
kontrol dışına çıkması, pazarların daralması zaten Stalin'in
de tesbit ettiği şeylerdir... Yeni-sömürgecilik ise
zaten yarı-sömürgecilikten farklı değildir...
Zaten... Zaten... Zaten
Yani ortada konuşacak bir şey yok! Herkes huzur içinde
olabilir!
M.Çayan'ın yaptığı ise, bütün bu zaten varolan şeyleri
bir özgünlükmüş gibi, "egzotik kategorilerle"
sunmaktır. (geçerken belirtelim, "egzotik kategori"
kavramının bu fasılda ne anlam ifade ettiği henüz tarafımızdan
anlaşılabilmiş değildir!) Oysa, Stalin'in 1952'de söyledikleriyle
pekala yetinebilirdi! 1970'te durup nasıl bir ortamda
yaşıyoruz diye çevreye bakınması hiç gerekmezdi! Aslında
bugün bile böyle bir çaba gereksizdir, bakıp gördüğünüz
şey -ya da gördüğünüzü sandığınız şey- zaten orada vardır!
Bir sosyal-politik konjonktürel olguyu incelemek için
kafa patlatmak yerine kütüphanenizle yetinebilirsiniz
ya da daha iyisi biraz zahmet edip F. Ali'den sorabilirsiniz.
O da size "bunun kalübeladan beri varolduğunu",
"ortada telaş edilecek bir durum olmadığını"
söyler..
Bu karışıklıkta en kötü olan şey, Stalin'in de küçümseniyor
oluşudur. "Dünyanın 1/3'nin kapitalist sömürü dışına
çıkmış olması Mahir'in keşfi değil, Stalince saptanan
bir özelliktir" demek, gerçekten çok gariptir.
Çünkü ortada bir "keşif" filan yoktur. 1950'lerde
önüne dünya haritasını alan her ilkokul çocuğunun görebileceği
bir gerçeği "keşif" diye sunmanın da gereği
yoktur. Sorun, bu manzaranın somut süreçler açısından
ne türden sonuçlar yarattığının ve bu sonuçlar üzerinde
nasıl stratejik-taktik politikalar üretebileceğinin
tesbitidir. Stalin'in ve sonra M. Çayan'ın kafasını
yoran sorun budur. Burada tutup şunu önce kim keşfetti
diye sormak son derece anlamsızdır. Stalin 1952'de bir
sürece bakmış, saptamalar yapmıştır. M.Çayan ve başkaları
ise 1970'te yeniden sürece bakmaya, öngörüler üretmeye
çalışırlar. Ve daha sonraları başkaları da başka duruş
noktalarından süreci irdelerler, Marksizm-Leninizmin
çözümleme zinciri böylece akıp gider.
(7) F.Ali'nin yeni-sömürgecilik kavramına neden ve nasıl
itiraz ettiğini anlamak pek mümkün görünmüyor. Fakat,
bütün karmaşa içinden anlayabildiğimiz şey, F.Ali'nin
yine "bunlar zaten vardı" noktasında durup
"Mahir'in orijinalitesinin olmadığını" gösterme
kaygısıdır. İşin başından beri F.Ali, M.Çayan'a bir
"orijinal olma sevdası" yükleyip sonra da
bunu çürütme derdindedir. Ve tabii bunu da polemik dünyasının
yaldızlı laflarıyla yapmayı seviyor: "Leninizm,
onda (M.Çayan'da) bir yün yumağına dolanmış al bir iplikten
başka bir şey değildir. Ama koca bir yün yumağındaki
tek bir iplik nedir ki?" (Yeni Demokrasi/sayı 18
)
F.Ali böylece biraz edebi zevkimize hitabettikten sonra,
esas (ve artık alıştığımız) açıklamasına geliyor: "Yeni-sömürgecilik
ile yarı-sömürgecilik arasında herhangi bir farklılığın
olduğu söylenemez. Her iki ifade de aynı muhtevanın
iki farklı söylem biçimidir." (a.g.y)
İşte bu kadar basit! F.Ali, herkese sesleniyor: "Durup
durup başımıza yeni şeyler çıkarmayın! "
Yeni-sömürgecilik denilen olgu kırk yıldır bir yığın
incelemenin, tezin konusu olmuş, F.Ali için bunların
hiçbir önemi yoktur. Herşey, ta Ekim Devriminden beri
vardır... Bütün bunlar II. Paylaşım savaşı sonrasına
değil, tüm sürece özgü şeylerdir...
Ama işte tam böyle de diyemiyoruz... F.Ali herşeyi iyice
karıştırınca rahata ermemiz mümkün olmuyor. "Belirtmeliyiz
ki -diyor F.Ali- II. paylaşım savaşından sonra, dünya
proletaryası ve ezilen yığınların vede mazlum milletlerin
zorlamasıyla yeni-sömürgecilik denilen yarı-sömürge
biçim daha da yaygınlaştı ve hemen hemen tüm alanlarda
klasik sömürgeciliğin yerini aldı." (a.g.y.)
Böyle olunca da al ipliği-boz ipliği ayırmak iyice zorlaşıyor.
Çünkü F.Ali'nin itirazını anlamak zorlaşıyor. Bütün
yazı boyunca (ki okurlarımız yazıyı mutlaka okumalıdır)
yeni-sömürgecilik üzerine hiç de fena olmayan yorumlar
yapılıyor ve bu noktaya geliniyor. Ve bütüne bakılınca
geriye esas itiraz noktası olarak yalnızca F.Ali'nin
"yeni" sözcüğüne olan takıntısı kalıyor.
Ama F.Ali bir kez "bağcı dövmek" için kolları
sıvamıştır ve bunun için en akla gelmedik zorlamaları
yapabiliyor. "İçsel olgu" sorununda böyle
yapıyor örneğin.
F.Ali, emperyalizmin "asıl klasik sömürgecilik
döneminde" içsel olgu olduğunu; çünkü ülkeyi fiilen
emperyalistlerin yönettiğini; yarı (ya da yeni) sömürgecilikte
ise emperyalizmin varlığını "dayandığı sınıflar
vasıtasıyla" duyurduğuna söyleyip sürdürüyor: "Emperyalizm
artık İÇSEL değil DIŞSAL bir olgudur. Bir İÇ çelişme
değil, DIŞ bir çelişmedir..." Ve kuşkusuz, bunun
tersini söyleyen Mahir, bir küçük burjuva yorumcudur...
İnsanın kendisini ve kavramları bu ölçüde zorlaması,
bunun için enerji ve kağıt harcaması gerçekten üzücüdür.
Çayan'ın söylediği şey gayet nettir ve iç-dış sözcüklerinin
fiziksel-lügat anlamlarıyla hiç bir ilgisi yoktur. Klasik
sömürge tarzında ülkenin temel noktalarının fiili işgal
altında oluşu ve fiilen dış bir güç tarafından yönetiliyor
oluşu, sömürgeci olan gücün toplumsal yapıya dışsallığıdır.
Oysa, yeni sömürgecilik olgusunda sözkonusu olan şey,
emperyalizmin ülkede oluşturduğu ekonomik-siyasal bir
yeni bağımlılık biçimidir ve bu biçimde o artık dış
bir unsur değil ülke yönetiminde, ekonomisinde vb. bir
güçtür. Bizzat hakim sınıflar bloku içinde yer alan
emperyalizm, ülke için artık iç bir olgudur.
Bu kadar kolay kavranabilir, bu kadar basit bir anlatımı
karmakarışık edebilmek öyle zordur ki, insan bunu ancak
büyük bir polemikçilik hırsıyla deneyebilir.
Aslında F.Ali'de temel sorun, onun politik itirazları
ya da doğru bulmadığı şeyleri söylemesi değildir; F.Ali
de sorun olan şey, kendi itiraz noktalarını ortaya koyarken
gerçeği zorlaması ve üstelik hiç de mütevazi olmayan
bir tutumla zaman zaman seviyesiz bir şatafatlı üslubu
benimsemesidir.
Yün yumağındaki al iplik!... İşte bütün yazıyı okuduktan
sonra akılda bir tek bu kalıyor!
Oysa bir polemik yazısı bu denli hafif olmalıdır.
(8) Bütün bunların Türkiye'nin somut gerçekleri olması
hatta bugün artık çok terorik çaba da gerektirmeden
çıplak gözle görülebilmesi, yine de F. Ali için çok
fazla önemli değildir. O, somut durum her ne olursa
olsun, feodalizmin tasfiyesi sorununu ille de "köylü
usulü hal tarzı" ve "Prusya usulü hal tarzı"
denilen iki biçimden birine mutlaka sokmak derdindedir.
Yaşam, bu iki tarzın önceden çizilmiş sınırlarına sığar
mı çok önemli değildir.
Türkiye'de yeni-sömürgeleşme sürecinde gerçekleşen ve
bugüne dek gelen şeyin, "köylü usülü" denilen
tarz olmadığı, yani bir demokratik devrim sonucu feodal
ilişkilerin tasfiye edilmediği yeterince açıktır. Zaten
kimsenin de böyle bir iddiası bulunmamaktadır.
Ama yine de salt bunu yinelemek, ülkenin 1940'lardan
bugüne değişen manzarasını bize pek açıklamaz. Türkiye,
son 50 yılda gözle görünür şekilde bir yerlerden bir
yerlere gelmiştir. Tarımsal ilişkilerin tümden değil
ama önemli oranda çözülüşü, dengelerin gitgide burjuvazi
lehine değişmesi, yaşamın her alanına kapitalist pazar
ilişkilerinin girmesi ve bu arada kent ve kır nüfus
oranlarının da değişmesi... vb. gibi bir dizi süreç
rahatça izlenebilir durumdadır. İsimlendirmeler bir
yana olguların kendisi ortadadır.
Burada, köylü usülü "aşağıdan devrim" ya da
prusya tarzı "yukarıdan devrim" gibi bir ikilem
çok anlamlı değildir. Zaten sözkonusu olan "yukarıdan"
yada "aşağıdan" (ya da başka herhangi bir
biçimde!) bir devrim değildir. Olan şey, yeni-sömürgeci
kapitalistleştirme tarzının ülkede emperyalist pazarı
kerte kerte genişletmesidir. Ve bu genişletmede bütün
çarpıklığıyla gelişmiş, hesaplaşma bir yana işbirlikleriyle
gerçekleştirilmiştir. Yani ortada iradi bir süreç de
yoktur. Bağımlı kapitalistleşme kendi sonuçlarını yaratmıştır.
Tabii siz yine de "ülkemizde emeğin sömürülüş biçimi
ya da sömürünün egemen şekli, yarı-feodal biçimidir"
diyebilir, ülkede "yarı-feodal bir iktisat egemendir"
(Yeni Demokrasi/19) türünden iddialarda bulunabilirsiniz.
O güzel "sarı pabuç"larınızı sevebilir, onların
hep aynı "sarı pabuçlar" olduğunda ısrarlı
olabilirsiniz. Ama insanlar yine de, yazılanları okuduktan
sonra durup çevrelerine bakarlar ve yazılı metinler
ile gördüklerini karşılaştırırlar. Doğrusu insanoğlunun
böyle bir "kötü" huyu olmasaydı, gerçekten
teorisyenlerin de işi çok daha kolay olurdu...
(9) "İki yılda, üç yılda bir hükümet değişikliklerinin
olduğu bir ülkede Özal, İnönü, Ecevit vb. ..'lerinin
oligarşisinden sözedilebilir mi?..." (Y.D./19)
diyorsanız eğer, doğrusu bizim işimiz epey zorlaşır.
Böylesi bir söylemin neresinden düzeltilebileceğini
saptamak için bile uzun çabalar gerekir ve sanıyoruz
bu durumda en doğrusu M. Çayan'ın yeniden okumasını
tavsiye etmektir. Gerçektende bu söylem Çayan'ın ifade
ettiği düşüncelerin hiç anlaşılmaması demektir. Özallar,
İnönüler vb. ile, gelip geçen hükümetler ile ilgili
olmayan temel bir yönetim yapısından, bir hakim sınıflar
blokundan bahsedilmektedir. Bu sınıflar bloku ile onların
politik sahnedeki aktörlerini karıştırmak, parlementer
istikrarsızlıkla blokun sürekliliğini karıştırmak gerçekten
kavramdan hiç bir şey anlamamaktır.
Öte yandan, "... emperyalizmin koltuk değneklerine
yaslanarak zar-zor ancak ayakta durabilen ve onun toplumsal
dayanağı bir sınıf, nasıl oluyorda finans-oligarşik
oluşumla aynı kefeye konulabiliyor?" diye sorulduğunda
da aynı tavsiyeyi yinelemek gerekecektir. M. Çayan'ın
ısrarla batıdaki finans-oligarşisinden ayrı bir şeyden
sözettiğini, sözü edilen şeyin çarpık yeni-sömürge toprağındaki
işbirlikçi tekellerle diğer gerici güçler arasındaki
ittifak olduğu yeterince nettir. Burada yeni-sömürgelere
özgü bir durum vardır ve zaten bu ayrımı vurgulamak
bütün teorik çabası boyunca M. Çayan'ın en büyük derdi
olmuştur.
Kaldı ki, yine en başa dönüp kavramlar-olgular tartışmasından
hareketle kavramın değil olgunun önemli olduğu yinelenebilir.
Yani, burada "oligarşi" sözcüğünü sevip sevmeme
gibi bir sorunla karşı karşıya değiliz. Temel sorun,
bu ülkedeki sınıflar kombinezonunun nasıl oluştuğu ve
hangi sınıfsal güçlerin nasıl bir yapı ile yaşama egemen
oldukları sorunudur. Adına ne derseniz deyin, sonuçta
bu güçler işbirlikçi-tekelci burjuvaziyle birlikte,
onun ağırlığı altında ülkedeki diğer gerici tabakaların
üst kesimlerinden oluşmaktadır. Çin'in 1930'lardaki
fotoğrafına ya da o fotoğraftan kaynaklı tahlillere
sığsa da sığmasa da gerçeklik budur.
Ama siz hâlâ "Emperyalizmin cephe gerisi konumundaki,
cılız sanayiye sahip, geri tarım ülkeleri olan yarı-sömürge,
yarı-feodal yapıdaki ülkelerde...", "burjuvazinin
tekelci karekterde olmadığını" söylüyorsanız, artık
yapılacak bir şey kalmaz. Bu durumda, en doğrusu, Türkiye
sanayi ve ticaret yaşamı üzerine son kırk yılın verilerini
F.Ali'ye sunup aradan çekilmektir.
Gerçektende bu konuda başka bir şey yapabilmek mümkün
değildir.
(10) Önümüze örnekleri çıkınca, yeniden dipnot yoluyla
değinmek zorunda kalıyoruz... Gerçekten, eleştiri, devrimciler
arasında düzey ve sevgi gerektiren, hatta bunları zorunlu
kılan bir iş olarak algılanmalıdır.
Yani, biri tutup "Mahir'in ne idüğü belirsiz, uyduruk
III. Bunalım dönemi..." ya da "Guevara'nın
eteklerine yapışmak" gibi laflar ettiğinde, biz
bunu anlamakla çok zorlanıyoruz. En çok anlamadığımız
şey de, böylesi satırların her sözcüğünde açıkca hissedilen
korkunç sevgisizliktir. Eleştirinin sertliği ya da yumuşaklığından
sözetmediğimize dikkat edilsin; eleştiri çok sert de
olabilir ama sorun yöntem sorunudur, kendi dışınızda
söz söyleyen ve çalışan insanlara duyduğunuz saygı sorunudur.
En önemlisi de sevgi sorunudur. M. Çayan, bu ülkenin
devrimci sürecine damgasını vurmuş bir kuşağın en yetkin
önderlerinden biridir ve ona duyulan sevgi-saygı , bizim
açımızdan bir görev ifası değil, bir hakkın teslimidir.
Bunlar basit ama yazık ki unutulan gerçeklerdir. Yalnızca
Çayan değil, somut olsun diye örneklenebilir: örneğin
bizim THKP-C ekolünden gelen insanlar olarak, Kaypakkaya'nın
siyasi görüşlerine yönelik bir dizi önemli itirazımız
mevcuttur. Ama yine de, bütün itiraz ve eleştirilerimiz,
Kaypakkaya gibi harika insanlara olan sevgimizi şu kadarcık
olsun azaltmaz ve onlarla ilgili olarak konuşurken her
sözcüğümüzü seçme gereği duyarız. Bugün bu ülkede, sorguya
giren her genç insanın, "İbo gibi davranmak"
diye bir sağlıklı mirasa sahip olduğunu nasıl unutabiliriz
ki? İdam sehpasına yürüyen her insanımızın yüzünde biraz
Deniz ışıltısı yokmudur? Biz kısa pantolonla dolaşırken,
bu ülkede hepimizi vareden temelleri, gelenekleri inşa
etmiş bu insanlar üzerine konuşurken, nasıl kendimizi
polemik dünyasının hırslarına kaptırabilriz?
Bu sözler, duygusallık eseri değildir. Ayrıca, bunların
devrimciler arasındaki her tartışma için geçerli olduğunu
da düşünüyoruz; ama özel olarak bu insanlar sözkonusuysa
herkesin çok özenli olmasında büyük yarar vardır. Bir
ülkenin tarihinde böyle devrimci kişilikler her gün
çıkıp yetişmez, bunu anlamak zorundayız.
Burada F. Ali'ye yönelik özel bir eleştirimiz olduğu
sanılmasın. Aslında bir vesile oluyor ve bunları BARİKAT
okuruna söylüyoruz. Kendi geleneğimizin insanlarına
sağlıklı bir kültür aktarmak, onları saygılı insanlar
olarak yetiştirmek istiyoruz. Bizim geleneğimizin her
insanı, siyasette sözünü esirgemeyen, kavgacı ama farklı
siyasi akımlara da saygı duyan bir insan tipi olmalıdır.
Bu, zorlama bir nitelik değildir; devrimciliğin yalnızca
bize özgü bir marifet olmadığını birazcık gördüğümüzde,
yeterlidir. Biz, Türkiye Devrimi'nin rotasını doğru
saptadığımız, doğru bir yolda yürüdüğümüze inanırız;
ama bu, canı pahasına mücadele eden diğer insanların
değerleriyle ilgili bir tartışma değildir. Sorun bu
ölçüde basittir; ama öte yandan çok önemlidir, çünkü
bir kültür sorunudur.
|