Sosyalizmin
Sorunları Dosyası
I. Bölüm
|
1980'lerin sonunda başlanıp
1990'ların başında tamamlanan bu çalışma, daha
önce 1997-98 arasında çıkan Barikat Aylık Sosyalist
Dergi'de yayınlanmıştı. Bu kapsamlı araştırmayı
bu kez tam metin olarak sunmayı bütünlüklü bir
okuma açısından yararlı buluyoruz.
|
Proletarya
Enternasyonalizmi ve SSCB
Çağdaş sosyalist pratiğin en çok tartışılan yanlarından
birisi de, proletarya enternasyonalizmidir. Sosyalist
ülkelerin bu ilkeye ne ölçüde uygun davranabildikleri
ve var olan olumsuzlukların kökeninde yatan nedenler,
sosyalizmin sorunlarının belirlenmesinde can alıcı konulardan
biridir.
Birinci Enternasyonal, “İşçi sınıfının kurtuluşu, ne
yerel ne de ulusal bir görev olmayıp, modern toplumun
bulunduğu bütün ülkeleri kapsayan, çözümü de en ileri
ülkelerin pratik ve teorik alanda birlikte eylem göstermesine
bağlı olan toplumsal bir görevdir.” ilkesinin üzerinde
yükselmişti. Bu ilke, Üçüncü Enternasyonal’in de kuruluş
ilkesiydi. Lenin’in devrimci grup ve partilere yolladığı
davette geçen: “Proletarya enternasyonalizmi: 1) Tek
tek ülkelerin hareketlerinin çıkarlarının dünya çapındaki
devrimin çıkarlarına tabi kılınmasını, 2) Burjuvazisine
karşı zafer kazanan ulusun, uluslararası kapitalizmi
yıkmak için, en büyük fedakarlıkları yapmaya yetenekli
ve razı olmasını gerektirir” sözleri, enternasyonalizmin
anlamınının güzel bir tanımıydı.
Ancak, daha sonraki süreçlerde ve özellikle Emperyalistler
Arası 2. Paylaşım Savaşı günlerinde enternasyonalizmin
anlamı farklılaştırıldı. Kapitalizmi yıkmak, komünizmin
ilk evresi olan sosyalizmi, bütün sınıfların tamamıyla
ortadan kaldırılmasını sağlayacak proletarya diktatörlüğünü
ve uluslararası sovyet cumhuriyetini kurmak amacı, yerini;
dünya proletaryasının başlıca amacı olarak, tek ülkede
sosyalizmin zaferine dayanak olmak, dünya devrimini
bu olguya tabi kılmak amacına bıraktı. Stalin, 1927
yılında yaptığı bir konuşmada, bir kişiye enternasyonalist
denilebilmesi için, o kişinin dünya devrimci hareketinin
ana üssü olan SSCB’ni kayıtsız koşulsuz bir kararlılıkla
savunabilmesini ön koşul olarak savunmuştu.
Tek ülkede sosyalizm süreci boyunca Komintern’in eylemlerinin
yöneldiği bu hedef, uluslararası proletaryanın savaş
örgütünün, giderek SBKP dış politikasının bir aracına
dönüşmesi ve iki savaş arası dönemde, uluslararası işçi
hareketine büyük zararlar vermesine yol açtı. Sorunu
bir bütün olarak kavramak ve Stalin’in tutumlarının
nedenlerini de belirlemek açısından, Komintern politikalarının
üzerinde yükseldiği ortama dönerek, genel çizgileriyle
bakmak gerekiyor.
İki savaş arası dönemde, Avrupa tam bir toplumsal çalkantıya
sahne olmuştu. Emperyalistler arası çatışmanın geçici
bir çözümü olarak nitelenebilecek Birinci Dünya Savaşı,
kıtada, savaşa karşı güçlü bir kamuoyu oluşturmuştu.
Savaşa hayır tavrı, sol kesimleri kesin bir saflaşmaya
itmiş ve savaş süreci, reformizmin, sosyal şovenizmin,
büyük ölçüde teşhirini içermiş, başlangıçta azınlıkta
kalan anti-militarist, enternasyonalist görüş, Ekim
Devrimi’nin olağanüstü prestijinin de etkisiyle, savaştan
güçlenmiş olarak çıkmıştı. Lenin, savaşın başlangıcında,
2. Enternasyonal’in durumunu ve devrimci hareketin hedeflerini
şöyle saptamıştı:
“2. Enternasyonal öldü. Oportünizm yedi başını. Kahrolsun
oportünizm ve yaşasın yalnız dönekleri değil, oportünizmi
de başından defeden, 3. Enternasyonal. 19. yüzyılın
kapitalist köleliğinin uzun barış dönemi boyunca proleter
kitlelerin örgütlenmesinde, 2. Enternasyonal yararlı
bir çalışma yapmıştır. 3. Enternasyonal’in görevi ise,
proletaryayı kapitalist devletlere karşı mücadeleye,
bütün ülkelerin burjuvazilerine karşı iç savaşa hazırlamak,
siyasi iktidar için, sosyalizmin zaferi için, proletarya
güçlerini örgütlemek olacaktır.”
Savaşın bitimi, Ekim Devrimi’ni izleyen güçlü bir devrimci
dalgayı getirmişti. Faşizm, bu devrimci dalgayı bastırabilmenin
yolu ve burjuva egemenliğin son biçimi olarak doğdu,
gelişti; Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimci durumlar
ve karşı devrimler yaşandı, kıta sarsıldı.
Komintern böyle zorlu bir sürecin örgütüydü ve görevi,
bu toplumsal çalkalanmayı dünya devrimine dönüştürmek
olarak ifade edilmekteydi. Avrupa’daki toplumsal harekete
yön verme çabasının dışında, Komintern önderliğinin
ikinci önemli alanı ise, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde
yükselen ulusal kurtuluş hareketleriydi. Bu ülkelerin
başında da, Çin geliyordu.
Komintern’in işlevini ve hareket mantığını anlayabilmek,
SSCB’de yaşanan dönem koşullarını, içinde bulunduğu
uluslararası konumu anlayabilmekten geçer.
Bunu kısaca, emperyalist kapitalist güçlerin bütün enerjileriyle
sosyalizmin anayurdunu boğmaya çalışmaları ve buna gösterilen
direnç biçiminde özetleyebiliriz. Komintern’in hatalarının
ya da hatalı görünen politikalarının ardında, SSCB’nin
bu durumu; düşman sistemle çevrili bir ortamda, kendisine
yaşamsal maddi temeller yaratmaya çalışan bir ülkenin
yalnızlığı yatar.
Devrim, kapitalizmin eşit olmayan gelişme yasasının
bir ürünüydü ve emperyalizmin dünya üzerindeki denetiminin
zaafa uğradığı bir dönemde patlak vermişti. Sonrasında
emperyalizm, zaten bir yıkımın üzerinde yükselmeye çalışan
sosyalizme, olanca gücüyle saldırdı. Saldırı, SSCB’nin
dört yandan kuşatılması ve ülkedeki beşinci kolun da
yardımıyla yıkılması esasına dayanmaktaydı. Devrimin
yayılması için Kafkasya’da tampon cumhuriyetlerin kurulması
yoluna gidilmişti. Batı’da zaten böyle bir durum vardı.
Doğu’da Japonya, hem devrimi yıkmak hem de toprak ilhak
etmek için hazır bir güçtü.
Bu kuşatmayı yarmak, Bolşevik iktidarın başlıca amaçlarından
biriydi. Türkiye ve Çin ile ilişkilerin iyi bir düzeyde
tutulmaya çalışılması, özellikle Çin devrimci hareketine
zarar veren uygulamaların sık sık gündeme gelmesinin
kökeninde yatan neden, bu olguydu.
İç savaş, yalnızca emperyalizmin beşinci koluna karşı
yürütülen bir savaş değildi. Aynı zamanda doğrudan emperyalist
güçlerle savaşlar da yaşanmaktaydı. Emperyalistler,
sosyalizme karşı, aralarındaki çelişkilere rağmen birarada
olmayı başarıyordu. Hatta emperyalizmin boyunduruğu
altındaki ülkelerden de savaşa birlikler sokulmuştu.
Örneğin, Yunanistan bu savaşa fiili olarak katılmıştır.
Kuşatma ve saldırı yalnızca açık bir savaş biçiminde
sürmüyor, diğer çeşitli düzeylerde de kendisini gösteriyordu.
Sahte banknot basarak Rusya’ya sokmaktan, işletmelere
sabotaja kadar uzanan bir dizi ekonomik saldırı, iç
savaş sonrasında da sürdü. Keza, devrimci hükümeti tanımama
tavrı da uzun yıllar etkili oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nın boyutlarından birisi de, SSCB’ne
karşı savaştı. Bu, birbirleriyle savaşan emperyalist
ülkelerin ortak amacıydı. Bu nedenle, Almanya’nın yenilgisinin
kesin olarak belirlendiği bir aşamaya kadar, savaş SSCB-Almanya
savaşı olarak geçti, ve ancak bunun ardından Kızılordu’nun
ilerlemesinin kıta içlerine uzamasını engellemek çabasıyla,
Normandiya çıkarması başlatıldı. SSCB’ni İngiltere ve
ABD ile müttefik olmaya iten neden de, hiç bir zaman
SSCB’nin bu ülkeleri Almanya’dan daha tehlikeli bulması
değildi. Aynı biçimde, İngiltere ve ABD de SSCB’nin
asıl düşman olduğunu her zaman vurguluyorlardı.
Savaştan, SSCB büyük bir zaferle çıktı. Emperyalist
kuşatma yarılmış, sosyalizm dünyanın üçte birinin sistemi
olmuştu. Savaşın bittiği gün, soğuk savaş başladı. Churchill,
“Avrupa’nın ortasına demir bir perde inmiştir” diyor
ve “uygar” dediği dünyayı bu demir perdeyi yıkmaya çağırıyordu.
Bu soğuk savaş, yıllar boyu sürdü ve dünyaya verdiği
zarar, ikinci dünya savaşının verdiği zarardan daha
az olmadı. Kore’de, Yunanistan’da açık çatışmaya dönüştü
ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan katledildi.
Emperyalizm nükleer silahlanmayı tırmandırıyor, dünya
halklarını tehdit etmeyi, varlığını güvenceye almanın
bir çeşit garantisine dönüştürüyordu.
Soğuk savaşın ne zaman bittiği tartışma götürür. Kimilerine
göre, 1954 yılında Kore Savaşının sona ermesi ve Stalin’in
ölümüyle sona ermiştir. Kimilerine göre SSCB’nin çözülmesi
ve Berlin Duvarı’nın sökülmesine kadar devam etti ya
da Gorbaçov ile Reagan el sıkıştıkları an bu süreç bitmişti.
Bu nitelik bugün de sürüyor. Üstelik daha önce olmadık
biçimde evrimci bir teorik temel yaratma çabası açıkça
vardır.
Sorunu örneklemeye geçmeden önce, Komintern’in çeşitli
yanlışlıklarının kökeninde yatan nedenlerden biri olan,
dönemin komünist partilerinin niteliklerine kısaca değinelim.
Çünkü Stalin ve Komintern değerlendirilirken, her hatanın,
her zaaflı politikanın faturası Stalin’e çıkartılmakta,
Stalin’in dünya devrimini boğduğu sonucuna varılmaktadır.
Özellikle Trotçkist söylem, bu temayı çok sık işler.
Onlara göre Komintern’in ihaneti, 2. Enternasyonal’in
ihanetinden daha az kritik değildi ve ihanetin mimarı
da, Stalin’di.
Burada, sorunun önemli yanı, olumlu ya da olumsuzluklardaki
payları Komintern merkezinden daha az olmayan ve hatta
tayin edici rolün sahibi olan boyut es geçilmektedir.
Mücadele pratiğinden uzak kaygılarla, tarihi yeniden
kurgulamaya dayanan bütün yaklaşımların yazgılarıdır
bu. Hiçbir önerme, hiçbir program, yalnızca kağıt üzerinde
ifade ettikleriyle ele alınamaz. Hepsinin bir arka planı
vardır. Burada yalnızca politikayı saptayanlar değil,
aynı zamanda onun uygulanmasına uygun koşulları yaratanlar
ve uygulayanlar yer alır. Doğru ya da yanlışta, onların
payı çok daha ciddi bir biçimde saptanmalıdır.
Savaş ve Ekim Devrimi, bütün dünyada işçi hareketlerinde
de çalkalanmalara neden olmuştu. Savaşa karşı tavır
ve Ekim Devrimi’ne yaklaşım saflaşmayı açığa çıkarmış,
reformist ve devrimci saflar arasında kesin bir kopuşma
başlamıştı. Bununla birlikte saflaşmanın ayırdedici
yanı genellikle bu düzeyde kalmış ve Lenin’in tüm çabaları
ve perspektiflerine rağmen, örgütlenme anlayışı, devrim
anlayışı ve çalışma biçimi bağlamında bir saflaşmaya
dönüşmemişti. Sosyal şovenist bir nitelikten arınmak
ve proletarya diktatörlüğünü içeren bir programa sahip
olmak, kuşkusuz önemlidir ve partiyi devrimci yapan
olmazsa olmaz gerekliliklerdir. Ama bunlar yeterli olmaz.
Politik iktidar savaşının yürütülüş biçimi, bu yolda
temel alınan örgütlenme ve devrimci savaş süreci boyunca
saptanacak taktikler, bir örgütün yapısını belirleyen
olgulardır.
Bolşevik Partisi, ihtilalci bir geleneğin üzerinde yükselmişti.
19. yüzyıl boyunca gelişen işçi hareketleri ve ona koşut
olarak Rus devrimci demokrasisinin evrimi, Bolşevikleri
besleyen kaynaklar olmuş, politik iktidar savaşının
ancak profesyonel devrimcilerden oluşan illegal bir
çelik çekirdek öncülüğünde ihtilalci bir kitle çalışmasıyla
sonuca ulaşabileceği, mücadele süreci içinde saptanmış
ve sonuca ulaşılmıştı.
Avrupa’da ise, Çarlık otokrasisinin yerini burjuva demokrasisi
almakta ve ortam legal çalışmanın yaygın biçimde gündeme
gelmesini mümkün kılmaktaydı. Bu ortam parlamentarist
eğilimleri ve reformizmi güçlendirerek, 2. Enternasyonal’in
sonunu getirmişti.
Troçki, 1907 yılında şunları yazmıştı: “İşçi partilerinin
işlevleri, geçmişte olduğu gibi, günümüzde de kapitalizmin
gelişiminin toplumsal ilişkileri devrimcileştirmesi
gibi, işçi sınıfının bilincini devrimcileştirmektir.
Ancak proletaryanın saflarında yürütülen örgütlenme
ve ajitasyon çalışması, bir içsel durağanlığı da bağrında
taşır. Avrupa sosyalist partileri ve özellikle de bunların
en büyüğü olan Alman sosyal-demokrasisi, büyük kitlelerin
sosyalizmi kucaklamasıyla orantılı olarak, onların tutuculuğunu
geliştirmiş ve disiplinli olmasıyla birlikte, (bu nitelik)
artmıştır. Bunun sonucu olarak proletaryanın politik
deneyimini taşıyan Alman sosyal demokrasisi, belirli
bir anda, işçilerle burjuva gericiliği arasında çıkabilecek
açık bir çatışmanın gelişmesinin önündeki dolaysız bir
engel haline gelebilir.”
Hayat, Troçki’nin bu öngörülerini doğruladı, mücadele
içinde 2. Enternasyonal, devrimci hareket önünde dolaysız
bir engel durumuna geldi. İlginç olan, Troçki’nin bu
sözlerine rağmen daha sonra, KP’ler de bu nitelikten
pek uzaklaşmadıkları halde, olumsuzlukları bütünüyle
Stalin’e bağlaması, parlamentarizmin Avrupa sol hareketi
üzerindeki etkilerini görmek istememesiydi.
Ama Avrupa Komünist partileri, devrimci savaş süreci
içinde parlamentarizmin işlevini tam olarak değerlendiremediler.
Legal olanakları, politik iktidar savaşının bir aracı
olarak kullanmak yerine; 2. Enternasyonal ile bu düzeyde
bir hesaplaşmaya girmediler ve örgütsel işleyişleri,
çalışma biçimleriyle her zaman reformist ve parlamentarist
eğilimleri içeren ve giderek legal çalışmayı temel alan
bir noktada kaldılar. Bunun sonucu, ihtilalci kimliğin
çözülmesi ve politik iktidar savaşının evrimci bir anlayışa
terkedilmesinden başka bir şey olamazdı. Dolayısıyla
oportünizme ve pragmatizme karşı dirençli bir yapı değil,
tam tersine, bu niteliği daha baştan içeren dar pratikçi
ve dogmatik bir nitelik, Batı Avrupa Komünist Partilerinin
ortak özelliği oldu.
Bu niteliğiyle söz konusu partiler, örgütlenmenin yatay
ve dikey özelliklerini diyalektik bir bütünsellikle
yürütmekten uzaktılar. Sendikalar içinde güçlü, kitleseldiler
ama, nitelikli bir kadrolaşmadan ve faşist tırmanışa
karşı silahlı mücadele örgütleyebilmekten uzak durumdaydılar.
Bu, Komintern’in empoze ettiği ve SSCB’nin varlık ve
gelişmesini esas alan politikalarla çakışan bir nitelikti
ve sonuç; Avrupa’daki devrimci yükselişin değerlendirilememesi,
karşı devrimin üstün gelmesi oldu.
Sınıf hareketi, hiç kuşkusuz uluslararası proletaryanın
amaç ve programını kendisine temel almalıdır. Ancak,
evrensel bir başarının yerel başarıdan geçtiği de bir
gerçektir. Eşit olmayan gelişme yasasının derinleştiği
ve dünya devriminin uzun ve sancılı bir süreci içereceğinin
yeterince açığa çıktığı koşullarda, daha da önem kazanan
bir olgudur bu. Sınıf hareketi, uluslararası hareket
adına, kendi ülke gerçekliğiyle çelişen, kendi mücadelesini
baltalayan, hatta engelleyen dayatmalara boyun eğmez.
Aradaki büyük farklılığı, kendi somutunu gözeterek çözümlemek
zorundadır. Tersi durumda, kendi halkından, ulusundan
yalıtılmak ya da en azından ihanetle damgalanmak doğal
bir sonuçtur.
SBKP, Komintern’i işte bu tür partilerle birlikte ve
dünyanın tek muzaffer komünist partisi olarak kurdu.
SBKP önderleri, Komintern’e büyük umutlarla bağlıydılar.
O sıralar herkes yakın bir devrim beklentisi içindeydi.
Komintern bu büyük devrimin öncü gücü olacaktı. Dolayısıyla
bu tür bir önderliğin gerektirdiği disipline de sahip
olması gerekiyordu. 1920 yılında yapılan 2. Kongre’de
kabul edilen ve 21 maddeden oluşan üyelik koşulları,
bu amaca uygun olarak saptanmıştı.
“Enternasyonal’de Rus Partisi’nin üstünlük sağlaması
kimsenin aklından geçmemişti. Bütün partiler yürütme
kurulunda demokratik bir şekilde temsil ediliyordu.
Bir iki üyeyi geçmeyen Rusların, prensip olarak, herhangi
bir imtiyazlı durumu yoktu. Enternasyonalizm; milli
görüşlerin, bütün hareketin çıkarlarına feda edilmesi
demekti. Ama herhalde milli bir Rus görüşüne boyun eğilmesi
demek değildi. İhtilal, önemli Avrupa ülkelerinden birinde
kazanılmış olsaydı, böyle bir uluslararası önder kadro
ve disiplin gerçekleşebilecekti. Ama Avrupa’da ihtilalin
olmaması Enternasyonal’i Rus partisinin arkasından gitmeye
zorladı. Enternasyonal’daki Avrupa kollarının kendilerine
pek güvenleri yoktu.” (İ. Deutscher )
Süreç içinde Avrupa’daki devrim umutları köreldikçe,
Avrupalı partilerin Bolşevik Partisi’ne bağımlılığı
daha da arttı. Bolşevikler başlangıçta oldukça özenli
davranıyor, Komintern’in devletler politikasının bir
aracına dönüşmesini engellemeye çalışıyorlardı. Ama
bu tek yanlı çaba yeterli olmadı. Olayların gidişi ve
diğer seksiyonların siyasi kişilik oluşturma bağlamında
yetersiz olmaları, Komintern’i SBKP’nin denetimine soktu.
“Lenin bu duruma çok üzülüyordu. Engels’in 2. Enternasyonal’de
Alman Partisi’nin hakimiyeti konusunda yaptığı uyarıları
hatırlıyor ve Rus Partisi’nin üstün duruma geçmesinin
bundan daha az tehlikeli olmayacağını söylüyordu. Yabancı
komünistlerin kendisine olan güvenlerini artırmaya çalışıyordu.
Yürütme kurulunun Moskova’dan Berlin’e ya da başka bir
Avrupa başkentine götürülmesini, böylece Enternasyonal’in
Rus çıkarlarının ve konularının devamlı baskısından
kurtulmasını bile tavsiye etmişti.”(İ. Deutscher)
Aynı sakıncaya, Komintern’in kuruluş döneminde Rosa
Luksemburg da dikkat çekmişti. Komintern’in kuruluş
toplantısına gönderilen Alman temsilci Paul Levi’yi
uyaran Luksemburg, Komintern merkezinin Moskova’da olmasının,
örgütü Bolşeviklerin denetimine sokabileceğini söylemiş,
merkezin başka bir kentte bulunmasını istemişti. Ancak
bu görüş, başlangıçta da, sonradan Lenin yeniden gündeme
getirdiğinde de, özellikle yabancı delegelerin istekleriyle
kabul görmemişti. Burjuvazinin denetimindeki bir kentte
çalışmanın birçok sakıncayı içereceği düşünülüyordu.
Anlaşılacağı üzere Komintern’in SBKP’nin insiyatifine
girmesi ve giderek SSCB dış politikasının etkin bir
aracına dönüşmesi, baştan planlanmış bir sonuç değil,
koşulların ve Komintern bileşiminin farklı bir seçeneği
ortadan kaldırmasının ürünüydü. Bu tür gelişmelere karşı
güvence olarak düşünülen disiplin maddeleri ve yürütme
konseyi, zamanla SBKP’nin etkisini koruyucu bir işlev
yüklendi. Durumun Stalin’le ve onun dönemiyle bir ilgisi
yoktur. Tersine, Stalin o dönem Komintern’le en az ilgili
olan SBKP önderiydi. Komintern’in SBKP’nin insiyatifine
girmesi, ondan önce tamamlanmış bir süreçtir. Yine Deutscher’den
aktaracak olursak,
“Lenin’in söyledikleri hep çıkmıştı. Yıllar geçtikçe
Yürütme Kurulu’ndaki Rus üyelerin yabancı komünistlerin
işlerine müdahaleleri, işleri daha da karıştırmaya başlamıştı.
Zinovyev, tadını çıkara çıkara, bütün cakasıyla, anlayışsızlığıyla
ve çekinmeden Enternasyonal’e hakimdi. Troçki bile,
bu durumun yarattığı himaye sisteminin uygulanmasına,
Yürütme Kurulu’nun bir üyesi olarak katılmıştı. Komintern’deki
Fransız Komisyonu’nun başkanı olduğu için Fransız komünistlerinin
günlük çalışmalarını büyük bir yetki ile izliyordu.
Alman, İtalyan, İspanyol ve İngiliz partileri de bütün
sorunlarda, çalışmalarının bütün ayrıntıları üzerinde,
onun öğütlerini almaya koşuyorlardı, o da rahatça öğütlerini
veriyordu.”
Kurulduğu 1919’dan 1924’e kadar beş kez yapılan Komintern
Kongresi, bu tarihten, lağvedildiği 1943’e kadar geçen
süre içinde yalnızca iki kez (1928 ve 1935) toplandı.
Bu, SSCB’deki gelişmelerin bir yansımasıydı ve Komintern’i
SBKP’ye tabi kılan sürecin bir sonucuydu. Böylece, Rusların
denetimi altındaki bir enternasyonalin yol açacağı sorunlardan
yana kaygıları olan Lenin ve Rosa Luksemburg’un öngörüleri
bir yanıyla doğrulanmış oluyordu. Komintern Yürütme
Komitesi (EKKİ)’nin sürekli Moskova’da bulunmak zorunda
olması, Komintern üzerindeki denetimi kolaylaştırıyordu.
SBKP içi çatışmalara uygun biçimde, Komintern içinde
de “temizlik” yapılabiliyordu. Başta Bela Kun olmak
üzere pek çok Komintern üyesi, bu sürecin kurbanı oldu.
Komintern’i SSCB dış politikasının bir aracı olarak
kullanmanın en çarpıcı örneklerinden biri, SSCB-Almanya
anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın tartışılması, SSCB’ne getirdiklerinin
ve götürdüklerinin değerlendirilmesi ayrı bir konu.
Çarpıcı olan, sonraları zorunluluğa dayandırılan bu
anlaşmanın uluslararası proletaryanın savaş örgütü Enternasyonal’e
yansıtılmasıdır. Anlaşmadan sonra Komintern partileri,
o güne kadarki pratiklerini yadsımaya, teorilerini gözden
geçirmeye başladılar.
Faşizm, 1935 yılında, tekelci burjuvazinin en gerici
kanadının diktatörlüğü olarak tanımlanmış ve proletaryanın
baş düşmanı ilan edilmişti. Anlaşmanın ardından bu belirlemeler
gözlerden ırak tutuldu. İngiltere ve Fransa baş çelişme
olarak belirlendi; politik perspektifler yeniden düzenlendi.
SBKP, sosyalizmi savunmanın bir gereği, emperyalistler
arası çelişkilerden yararlanmanın bir örneği olarak
imzaladığı anlaşmayı, dünya devrimci hareketini kullanarak
sağlamlaştırmanın tipik bir örneğini vermişti.
Komintern’i devrimci harekete verdiği zararlar bağlamında
değerlendirirken; başlıca neden, tek ülkede sosyalizm
politikasının uzantısı olarak SSCB çıkarlarının önde
tutulması, bunun enternasyonalizmin gereği olarak kabul
edilmesi gösterilemez. Aynı zamanda tek ülkede sosyalizm
anlayışıyla hiç ilgisi olmayan yanlışlıklar, doğrudan
doğruya politik perspektifsizliğin sonucu olan ve devrimci
mücadeleye ölçülemeyecek kadar büyük zararlar veren
örnekler de vardır.
1928’de başlayan üçüncü dönemin sekter politikaları,
önemli örneklerdir. SBKP içinde sol ve sağ sapmaların
tasfiyelerinden ve Komintern içinde de buna uygun düzenlemelerin
yapılmasının ardından başlayan dönem boyunca izlenen
sekter politikalar, en iyi ifadesini Stalin’in şu sözlerinde
bulmaktadır:
“Faşizm, burjuvazinin sosyal demokrasinin aktif yardımına
dayanan savaşçı teşkilatıdır. Objektif bakımdan sosyal
demokrasi faşizmin ılımlı kanadıdır.”
Bu politikanın sonucu olarak, sosyal demokrat hareket
“sosyal faşist” ilan edildi. Avrupa işçi ve sendika
hareketi bölündü. Komintern’in faşizme ve sosyal faşizme
karşı mücadele anlayışı, sendikal hareket içinde güçlü
olan sosyal demokrasinin kaypak karakterleriyle yanyana
gelince, faşizmin doğru bir tanımlaması, Troçki’den
çok sonra, İtalya ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın
bir dizi ülkesinde faşizmin iktidara gelmesinden sonra,
ancak 1935 yılında yapılabildi. Düşmanın doğru bir tanımlamasının
yapılamaması, ona karşı mücadele anlayışının çeşitli
eksik ve yanlışlıkları içermesini kaçınılmaz kılıyordu.
Sosyal demokrasinin sosyal faşist ilan edilmesinin sonuçları
bir yana, faşizme karşı silahlı mücadelenin esas alınması
gerekliliği ve bu temelde bir örgütlenmenin olmayışı
da ciddi bir eksiklikti. Oysa faşizm engellenemez değildi.
Fransa olaylarının açığa çıkardığı bir gerçekti bu ve
Dimitrov itiraf edecekti.
1935’te, bu kez halk cephesi politikaları temel alındı.
Bu politika, faşist olmayan bütün gerici partileri içeren
geniş bir koalisyon anlamına geliyordu ve yalnızca daha
önceden faşist ilan edilen sosyal demokrasi değil, burjuvazinin
liberal kanadı da bu koalisyona dahil edilmekteydi.
Halk cephesi politikası, faşizmin tırmanış dönemine
uygun bir politikaydı. Ancak o döneme egemen olan politika
sol sekterizm olmuştu. 1935’te gündeme geldikten sonra
ise başlıca sonucu Fransa ve İspanya’da devrimci durumun
değerlendirilmemesi oldu. Fransa’da devrimden yana tercihli
kitlelerin varlığına rağmen, politik iktidar perspektifi
bir yana bırakılarak burjuvaziyle ittifak kuruldu, burjuvazinin
ekmeğine yağ sürüldü ve devrimci durum boğuldu. İspanya’da
yaşanan ise daha trajikti. Yalnızca uzlaşılarak devrim
burjuvaziye teslim edilmedi, böylelikle faşizme karşı
ciddi bir mücadelenin örgütlenmesi ve faşist yükselmenin
engellenmesi de başarılamamış oldu. Sonuçta yükselen
faşizm, Halk Cephesi iktidarını alaşağı ederek iktidara
geldi.
Komintern’in yanlış politikalarının bir diğer kurbanı
da Çin devrimci hareketiydi. Doğu sorunu, Komintern’in
ilk döneminde en yoğun tartışmalara sahne olmuş sorunlardan
biriydi. Tartışma süreci sonucunda sosyalizmi yalnızca
gelişmiş kapitalist ülkelerin gündeminde gören ve sömürge
ve yarı sömürgelerde devrimci mücadeleyi milli burjuvaziye
destek olmak biçiminde algılayan, eşit olmayan gelişmeyi
kavramaktan uzak dogmatik geleneğin karşısında, Lenin’in,
“Enternasyonal, geri kalmış ülkelerin, ileri ülkeler
proletaryasının yardımıyla sovyet üretimine geçebilecekleri
ve belirli aşamalardan sonra, kapitalist aşamadan geçmek
zorunda kalmadan komünizme varabilecekleri tezini de,
teorik gerekçesini göstererek savunmalıdır.” sözlerinde
ifadesini bulan doğru politika oluşturulmuştu.
Ancak Lenin’in ölümünden sonra, bu soyutlama ve öngörü
dikkate alınmadı ve dogmatik politikalar temel alındı.
Çin, bunun en büyük ve başlıca örneği oldu. Komintern
ve Stalin’in katkılarını, süreci iyi bilen Mao, şöyle
anlatıyor:
“Wang Ming ile 1937’den 1938 Ağustos’una kadar süren
tartışma sırasında, biz on büyük siyaseti ortaya koyduk.
Buna karşılık Wang, altmış siyaseti ortaya koydu. Eğer
Wang Ming’in ya da başka bir deyişle Stalin’in yöntemlerini
izleseydik; Çin Devrimi başarıya ulaşamazdı. Devrimimiz
başarıya ulaştığında, Stalin bunun sahte bir şey olduğunu
söylemişti. Onunla tartışmaya girmedik.”
“3. Enternasyonal’in dağılmasından önce bile, biz, 3.
Enternasyonal’in emirlerine itaat etmiyorduk. Tsunyi
Konferansı’nda itaat etmedik ve daha sonra on yıl boyunca
hiç itaat etmedik. Bu dogmatikler, Çin’in özelliklerini
hiç ama hiç incelemiyorlardı.” (Mao,Yayınlanmamış Yazılar)
Mao hiç kuşkusuz doğru söylemektedir. Zaten bütün belgeler,
dönemin sahne olduğu bütün olaylar bunu doğrulamaktadır.
İşte bir örnek:“Çin Devrimi’ni ‘sürekli’ bir devrim
olarak karakterize etmek yanlıştır (...) burjuva demokratik
devrimin atlanarak geçilmesi doğrultusunda gösterilen
eğilim, Troçki’nin 1905’te yaptığı hatanın bir benzerini
tekrarlamaktır.”(Y. Alagon)
Komintern Yürütme Komitesi’nin kararı, Troçkizm suçlaması
altında, nelerden vazgeçildiğinin, Leninist Devrim anlayışının
nasıl revize edilerek dogmatik aşamalı devrim anlayışına
teslim edildiğinin bir örneğidir. Ve bir başka örnek:1926
yılında Stalin’in , “Politik bir parti ile farklı sınıf
gruplaşmalarından oluşan sovyet benzeri bir örgüt arasında
bir geçiş, özel tipte bir örgüt” biçiminde tanımladığı
Kuomingtang’ın lideri Çang Kay-Şek, Komintern tarafından
şeref üyesi ilan edildi. Kuomingtang da kardeş parti
oluyordu. Karar, SBKP Politbürosu’nda bir red oyuna
karşılık alınmıştı. Red oyunun sahibi, Troçki’ydi.
Şeref üyesi ilan edildikten bir buçuk ay sonra Çang
Kay-Şek bir hükümet darbesiyle bütün iktidarı elinde
topladı. Grevler yasaklandı, Kanton’daki bütün sendikalar
kapatıldı, ÇKP’liler Kuomingtang bürolarından atıldı,
pek çok komünist ve sendikacı lider tutuklandı, direnenler
öldürüldü.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bunlar, sonuç olarak söylenebilecekleri
değiştirmez. Bu pratikler, büyük ölçüde enternasyonalizmin,
sosyalizmin anayurdunun korunmasıyla özdeşleştirilmesinin
bir sonucudur. Dar pratikçi ve ekonomik indirgemeci
politikaların eklenmesiyle, ortaya olumsuz bir bilanço
çıkmaktadır. İzleyen yıllarda bu politika sürdü ve günümüze
kadar uzandı. Üstelik Stalin sonrasında teorik ve kuramsal
düzeylerde, daha “sağlam” bir zemine dayandırıldı.
Diğer çeşitli sorunları incelerken de gördüğümüz gibi
olumsuzluklar kaynağını geçmişten almaktadır. SSCB dış
politikasını özellikle Stalin döneminden sonra statükocu
bir karakter belirlemiştir. Ama bu durumu, koşulların
yarattığı zaafın zamanla büyümesi ve giderek kurumsallaşması,
daha açıklayıcıdır.
Ekim Devrimi’nden sonra, Doğu Avrupa ülkelerinin tartışmalı
durumlarını bir yana bırakacak olursak, dünyanın hiç
bir ülkesinde, SBKP’nin empoze ettiği politikaların
başarıya ulaştığı görülmemiştir. Muzaffer devrimlerin
ardında, SBKP’nin iradesine karşı koyan, dar pratikçi
politikaların kendi somut gerçekliği ile çelişkisini
gören önderlerin iradeleri yatar. Çin, Vietnam, Kore,
Yugoslavya, Küba devrimleri, resmi çizgiye karşı, somut
olanı hareket noktası alarak sonuca ulaşan devrimlerdir.
Komintern’in bütün dünyada Almanya’yı baş düşman, İngiltere,
ABD ve Fransa’yı müttefik ilan ettiği bir sırada, Fransız
sömürgesi olan Vietnam’da, Fransa’yı müttefik olarak
görmeyi reddeden Ho Şi Minh’in yaptığını, birçok yerel
önder yapamamıştır. Keza, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra,
Asya’da, ABD ile savaşa yol açabileceği ve bundan SSCB
ile Doğu Avrupa halk demokrasilerinin zarar görebilecekleri
düşüncesi ile, ÇKP’den iç savaşı durdurması istendiğinde,
Mao ve ÇKP bunu dinlemeyerek, süreci tırmandırma yoluyla
sonuca gideceklerdi:
“Çin’in devrim yapmasına izin vermediler. Bu 1945’de
oldu. Stalin iç savaşa girmememizi ve Çang Kay Şek’le
barış yapmamızı, aksi halde Çin ulusunun yok olacağını
söyleyerek, Çin’in devrim yapmasını önlemek istedi.
Ama biz onun söylediğini yapmadık. Ve Devrim zafer kazandı.”(Mao,Yayınlanmamış
Yazılar)
Uzun yürüyüş sırasında, ÇKP’nin seksen bin üyesi, SBKP
yanlısı oldukları ve devrime engel oluşturdukları gerekçesiyle
tasfiye edilmişti. Çin’de, sonraki yıllarda anti sovyetizmin
resmi politikaya dönüşmesinde, devrim sürecinde yaşananların
etkisi az olmamıştır. Sonuçta Mao muzaffer olurken,
yıllarca komintern’in empoze ettiği politikalar doğrultusunda
partiyi yöneten ÇKP liderleri, Chen Thu-Haiu, Chu Chiu-Pai,
Li Bi San, Wang Ming, tarihe, “mahkum” edilerek geçtiler.
Bu örneklere rağmen, Stalin önderliğinin dış politikasının
emperyalizmle uzlaşma temelinde yükseldiği kesinlikle
söylenemez. Ancak uzlaşma politikalarına uygun zeminin
bu dönem oluştuğu da apaçık bir gerçektir. Komintern,
daha baştan SBKP’nin denetiminde olması ve bel kemiğini
oluşturan Avrupa komünist partilerinin parlamentarizme
ve reformizme eğilimli karakterleri, SBKP’ye bu yolda
geniş hareket alanı sağladı. Ancak yerel partilerin
kendi gerçeklerinin gereklerine uygun olanı yapmaları
durumunda da, özellikle kitleselleşmiş bir mücadelenin
olduğu koşullarda, Stalin ve SSCB bütün gücüyle bu hareketlerin
yanında oldu. Bu da gerçeğin öbür yüzüdür.Ve gerçekler
bütün yüzleriyle değerlendirildikleri taktirde kalıcı
anlamlar kazanırlar.
Stalin, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyanın artık kapitalizm
ve sosyalizm arasında ikiye bölündüğünü, bunun emperyalistler
arası bir çatışmanın yeniden çıkmasını engellediğini
saptayamamıştı. Ulusal kurtuluş hareketlerinin taşıdığı
olağanüstü dinamizmin, egemen olanlar için de, sömürülenler
için de taşıdığı büyük anlam da teorideki yerine gerektiği
gibi oturtulmamıştı. Oysa artık dünya devriminin sıcak
alanları, dünyanın kırları denilen yeni sömürge ülkelerdi
ve emperyalizmi sarsmanın yolu da, bu ülkelerdeki ulusal
kurtuluş hareketlerinin stratejik bir öneme sahip olduğunun
kavranmasından geçiyordu. Ancak, bunu anlamak bir yana,
SBKP’nin, bu ulusal kurtuluş hareketlerinin zaferlerini
bir devrim olarak görmezden geldiği durumlar dahi oldu.
Onlara göre, Almanya ve Japonya savaştan yıkılarak çıkmış,
pazarlarını kaybetmişlerdi. Bu ülkeler yeniden güçlenince
pazardan pay isteyeceklerdi ve 3. bir dünya savaşı kaçınılmazlaşacaktı.
(Stalin, Son Yazılar)
Dolayısıyla politikalar da bu savaşa göre saptandı.
Sosyalizmin kazanımları korunmalı, emperyalizme bu bağlamda
kesinlikle taviz verilmemeliydi. Örneğin Almanya, Avusturya
ve Kore sorunlarında kesinlikle uzlaşmaz bir politika
izliyordu Stalin. Ama bunun ötesinde strateji, kazanımları
koruma ve 3. Dünya Savaşı’na güçlü olarak hazır olma
esasına dayanmaktaydı.
Stalin’den sonra SSCB dış politikası önemli ölçüde değişikliğe
uğradı. Korunmacılık yine esastı. Ama uzlaşmazlık yerini
uzlaşmaya bıraktı. Kore ve Avusturya sorunlarının çözümü,
girilen bu tehlikeli yoldaki ilk örneklerdi. Süreç içinde
yeni örnekler izlenecek, politika açık seçik ortaya
çıkacaktı. SSCB, anayurdun korunmasından yola çıkan
süreci, emperyalizmle uzlaşmaya kadar götürmüştü. “Barış
içinde bir arada yaşama” teorisine kazandırılan uzlaşmacı
karakter, “ilerleme ve kapitalist olmayan yollardan
geçiş “ gibi revizyonist teorileri yaratacak ve uygarlık
krizi denilen reformist politikaya kadar ulaşacaktı.
Lenin ve Stalin de “barış içinde bir arada yaşama” tanımını
kullanmışlardı ama onların bu teze kazandırdakları içerik,
daha sonra izlenen revizyonist politikalarından çok
farklıydı. Onlar, herşeyden önce, olaya emek ile sermaye
arasındaki tarihsel çelişmenin uzlaşması olarak bakmıyorlardı.
Oysa SBKP daha sonra sorunu bu biçimde ele aldı.
Lenin’e göre, “Kapitalistlerin, sömürülenlerin çoğunluğunun
iradesine barışçıl bir biçimde tabi kılınmasına, sosyalizme
reformlar yoluyla barışçıl bir geçişe ilişkin her düşünce,
yalnızca burjuva dar kafalılığın en aşırı bir kanıtı
olmakla kalmaz, aynı zamanda işçilere doğrudan bir ihanet,
kapitalist ücret köleliğini şirin göstermek, gerçeği
inkar etmek” olurdu. (Lenin, Sosyalizm ve Savaş)
Burjuvazi istediği kadar aydınlanmış ve demokratik olsun,
bugün üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetini kurtarmak
için suç işlemekten, milyonlarca işçi ve köylüyü katletmekten
korkmazdı. Dolayısıyla barış içinde bir arada yaşamak
da, ancak emperyalizmle dişe diş bir mücadele ile mümkündü.
“Bu her zaman böyledir, insan rakibine darbeler indirirse
rakip barış yapmaya hazır olur. Avrupa’daki emperyalist
baylara defalarca barış yapmaya hazır olduğumuzu söyledik.
Fakat onlar Rusya’yı boyunduruk altına almanın rüyasını
görüyorlardı. Nihayet şimdi rüyalarının hiç bir zaman
gerçek olamayacağını gördüler” diyordu Lenin. Emperyalistler
arası çelişkilerden yararlanmak ve bu çelişkileri derinleştirmek,
böylece sosyalizmin hareket alanını genişletmek de mümkün
görülüyordu.
Stalin de, barış içinde yanyana yaşamayı bir görev,
bir zorunluluk olarak görmekteydi. Ama, bunun bir uzlaşma
olarak kavranmaması gerektiğini, o da özenle belirtmişti.
Ancak, sonraki yıllarda bu tanıma yüklenen anlam çok
daha başkadır. Nükleer silahlanmanın bütün insanlığı
tehdit ettiği gerçeğinden yola çıkarak insanlığın kurtuluşu
bu tehlikenin önlenmesine bağlanmakta, insanlığın ilerlemesi
ise evrimlere, tarihsel determinizme bırakılmaktadır.
“Farklı sosyo ekonomik ve politik düzene sahip devletler
arasında barış içinde bir arada yaşamaya ilişkin Leninist
ilke, savaşın olmayacağı demek değildir, ilke, tutarsız
bir ateşkes durumu anlamına da gelmez. Bu devletlerin,
birbirleri arasında dostane politik ve ekonomik ilişkilerde
bulunmaları koşulunu koyar, barış içinde uluslararası
işbirliğinin oluşturulması ve geliştirilmesinin çok
yönlü biçimlerini öngörür.” (Kruşçev) Bu perspektif,
politik mücadeleyi de doğal olarak donduracaktır. Kruşçev
devam ediyordu:
“İşleri öyle düzenlemek gerekir ki, onlar arasındaki
(iki farklı toplumsal sistem olarak kapitalizm ve sosyalizmin
arasındaki mücadele) salt ideologlar arasındaki bir
mücadele (...) durumuna gelsin”
İnsanlığın ilerlemesi ve komünizme ulaşabilmesinin yolu
ise şöyle açıklanmaktadır:
“Sovyet halkı komünizmin kazanımlarını tadar tadmaz,
dünyadaki yüz milyonlarca insan şöyle diyecektir: “Biz
komünizmden yanayız.” (SBKP Üçüncü Programı)
Görüldüğü gibi SBKP, barış içinde bir arada yaşamayı
dış politikanın temeline koymakta, bu, enternasyonalizmin
anlamı olarak kabul edilmektedir. “Bu ilkelerin tümü
günümüz toplumunun temel yaşam kanunudur” (Kruşçev)
sözlerinden de anlaşılacağı gibi, sorun emperyalist
kapitalist sisteme karşı yürütülen sınıf kavgasını ve
ulusal kurtuluş hareketlerini de kapsayacak biçimde
genişletilmektedir.
Bu perspektif, doğal olarak dönemin bütün politikalarını
belirlemiş, yön vermiştir. İlerleme ve kapitalist olmayan
yol tezleri, bu yolda öne çıkan başlıca politikalar
olmuştur.
Toplumsal ilerleme tezinin kökeninde çok çıplak bir
reformizm yatar. Devrimin gerekliliği ve zorun kaçınılmazlığı,
yerini toplumsal ilerleme ile barışçıl yollarla sosyalizme
geçilebileceği yaklaşımına bırakmıştır. Emperyalist
kapitalist sistemle barış içinde bir arada yaşanabileceğine
göre, kapitalist bir toplumun şiddete gerek kalmadan
sosyalizme geçmesi de mümkün görülmektedir. Bilimsel
ve teknolojik devrim bu mantığın dayanakları arasında
yer alacaktır, ve zamanla militarist tekellerin teşhiri
ile, toplumsal ilerleme ve uzlaşmanın önündeki engellerin
kalkacağına inanılmış, çabalar bu yönde yoğunlaştırılmıştır.
Kapitalist olmayan yoldan geçiş tezinin kökeninde ise,
tarihsel gelişme içinde, farklı sosyo-ekonomik yapıların
bir arada yaşadığı ve sınıfsal güçlerin yeni baştan
gruplaşabilecekleri bir ara dönem düşüncesi vardır.
Özellikle Afrika’daki anti-sömürgeci hareketlerin sonuca
ulaşmaları ve siyasal bağımsızlığı elde etmelerinden
sonra başlayacak süreci tanımlama ihtiyacının ürünü
olarak doğan bu tez de, ciddi bir yenilgidir. Çağımızda
sosyalizmin dışında kapitalist olmayan bir yol olamaz.
Tersi her yol, kaçınılmaz biçimde kapitalizme çıkar.
SSCB, anlayışı gereği, anti sömürgeciliği siyasal bağımsızlık
talebiyle özdeşleştirince, sosyalistlikle hiç bir ilgisi
olmayan iktidarları destekleyerek, bu ülkelerin sosyalizme
kazanılabileceği yanılgısına düştü ve çoğu kez sosyalist
değerlerin o ülke halklarına yabancılaşmasına yol açtı.
Mısır, Somali, Etiyopya gibi örnekleri izleyen Afganistan,
bu politikanın son ve en trajik örneği oldu.
Sonuç olarak, başlangıcından bugüne SSCB ve proletarya
enternasyonalizmi sorununu şöyle özetleyebiliriz:
- Devrimi izleyen ilk yıllarda, herkeste yakın bir dünya
devrimi beklentisi vardı ve bütün çabalar bu amaca mal
edilmişti. Komintern de bu sürece önderlik edecek dinamik
ve disiplinli örgüt olarak düşünülmüştü.
- Süreç içinde yakın bir devrimin olanaksızlığı anlaşılınca,
enternasyonalizm anayurdun savunulmasıyla özdeşleşti
ve Komintern bu politikanın bir aracına dönüştü. Yapılan
hatalara rağmen, uzlaşmazlık esas olmayı sürdürüyordu.
- Stalin’in ölümünden sonra enternasyonalizm, barış
içinde bir arada yaşamakla özdeşleştirildi ve devrimci
kavga, bu çabaya engel olacağı kaygısıyla reddedilirken,
evrimci yollar ağırlık kazandı. Devrimci mücadelenin
desteklenmesi, ancak büyük ölçüde kitleselleşmesiyle
mümkün olmaktaydı. Onun dışında SBKP’nin müttefiki KP’ler,
bulundukları yerlerde sınıflar savaşının yükseltilmesine
engel oldular.
- İlerleme ve kapitalist olmayan yol anlayışları, bu
reformist yaklaşımların sonucu olarak benimsendi ve
reformlar yoluyla kapitalizmin düzeltilebileceğine,
yine reformlar yoluyla emperyalizme karşı siyasal bağımsızlık
kazanmış burjuva milliyetçi iktidarların sosyalizme
kazandırılabileceğine inanıldı. Ancak dünyanın hiç bir
yerinde KP’ler barışçıl yollarla ilerleyemedi. Tersine,
dinamiklerini baştan yitirdikleri için hızla çözülmeye
yüz tuttular. Öte yandan desteklenen burjuva iktidarların
tamamı süreç içinde emperyalizmin işbirlikçisi oldu
ya da bir süre sonra yerlerini bu tür iktidarlara bıraktı
ve bu ülkeler emperyalist kapitalist sistemin parçaları
durumuna geldi.
Sistem içi kamplaşmalar
Sosyalist sistemin en önemli sorunlarından birini de
sistem içi sorunların ulaştığı boyutlar oluşturmuştur.
Özellikle 1980’li yıllara kadar sosyalist sistemin başlıca
sorunu, daha doğrusu dünya kamuoyuna yansıyış bağlamında
başlıca sorunu, bu kamplaşmalardır. Destalinizasyon
ve SBKP 3. Programını izleyen süreç, dünya sol hareketinin
daha önceden az çok var olan irade birliğinin büyük
ölçüde çökmesine neden oldu. Olay yalnızca SBKP-ÇKP
kamplaşmasıyla sınırlı kalmayacak ve çeşitli ülkelerde,
bu kampların ikisinde de yer almayan marksizmin bir
eylem kılavuzu olarak ele alınması temelinde yükselen
hareketler, sol potansiyelin diğer önemli bir kesimini
oluşturacaklardı. Sürece Arnavutluk Emek Partisi’nin
de katılmasıyla kamplaşma daha fazla çeşitlilik kazandı.
Ancak, 1980’lere gelindiğinde, sosyalizmin gündeminde
daha önemli sorunların yer aldığı ortaya çıktı. Bu on
yıl içinde, ÇKP ve SBKP arasındaki farklılıklar tümüyle
ortadan kalkmamakla birlikte, eski etkisini yitirdi.
Örneğin, sosyal emperyalizm tezi popülaritesini yitirdi,
dayandığı sanılan temellerin kof olduğu açığa çıktı.
Çünkü sosyalizmin sorunlarını dar pratikçi bir yöntemle
ele almak ve günlük politikaya tabi kılmak gibi bir
karaktere sahipti.
Ancak bu durum, sosyalist sistem içindeki farklılaşmaların
ortadan kalktığı anlamına da gelmedi. İleyen süreçte
daha büyük bir dağılma yaşandı ve sosyalist ülkeler
arası dayanışma, ekonomik ve siyasal eylem birliği,
büyük ölçüde askıya alındı. Perestroyka ile başlayan
sürecin yol açtığı sonuçlardan birisi de, kendi sorunlarını
masaya yatıran ülkelerin çözüm yollarının da birbirlerinden
farklılaşması sonucunda, ortak hareketin koşullarının
daralmasıdır.
Bir zamanlar, 1980’li yıllarda birlikte komünizme geçileceğine
inanan ülkelerin yolları, 1980’li yıllarda ayrıldı.
Yolları yeniden birleştirecek neden, ancak yaşanan çalkantıdan
sosyalizmi temel alarak çıkacak olanların varlığıdır.
Polonya ve Macaristan, geriye dönüşün ilk örnekleri
olmuşlardır ve kapitalizme kapılarını ardına kadar açtılar.
Bu ülkeler bir zamanlar kendilerini ileri sosyalist
ilan etmişler ve geriye dönüşün koşullarının ortadan
kalktığını varsaymışlardı; 1980’li yıllarda komünizme
geçecek ülkeler arasındaydılar. Ancak hayat böyle olmadığını
açığa çıkardı. . Ama sürece damgasını vuran gerçek,
sosyalizmin 1917’den sonra gerçekleşen pratiklerinin
çözülmesi ve dağılması, dünya halklarının tamamına yakının
bir süre emperyalist kapitalist sistemin her türlü çirkinliği
ile başbaşa kalmasıdır.
Çöken, sosyalizm değildir, bu gerçek iyi bilinmeli,
bir insanlık prensibi gibi bütün düşünselliklerin zemininde
korunmalıdır.Çöken, sosyalizm pratiklerinin, sosyalizm
adına yapılan yanlışlıklarda ve daha sonraları ihanetlerde
boğulmasıdır.
Şimdi artık devrimcilerin ve dünya halklarının görevleri,
sosyalizmin zengin birikimlerinden de aldıkları derslerle,
onu yeniden zafer günlerine kavuşturmaktır.
Sosyalist inşa süreci ve zorun rolü
Engels, 1891 yılında, “bir savaş herşeyi değiştirebilir”
diyordu. “Eğer savaş patlak verirse, kesin olan tek
şey şu olacak: Daha önce benzeri görülmemiş biçimde
bütün Avrupa’yı yakıp yıkacak, onbeş-yirmi milyon silahlanmış
insan birbirlerini gırtlaklayacak ve bu savaş, ya anında
sosyalizmin zaferine yol açacak ya da eski düzenin temellerini
öylesine sarsacak ve arkasında öyle bir enkaz yığını
bırakacak ki, eski kapitalist toplumun varlığını sürdürmesi,
her zamankinden daha saçma görülecektir. Bu durumda
sosyalist devrim belki on-onbeş yıl daha gerileyecek
ama sadece daha hızlı ve köklü bir zafere ulaşmanın
yolu açılacaktır.”
Engels, gözlemlerinden yola çıkarak böyle bir öngörüde
bulunmuş, ufuktaki Emperyalistler Arası 1. Paylaşım
Savaşı’nı ve bu savaşın karşısında alınması gereken
tavrın ne olduğunu yeterince açık biçimde tanımlamıştı.
Hayat, Engels’i büyük ölçüde haklı çıkardı. I. Paylaşım
Savaşı’nda milyonlarca silahlanmış insan birbirini gırtlakladı,
Rusya’da sosyalist devrim gerçekleşti ve izleyen yıllarda
Almanya, Macaristan-Bulgaristan, İngiltere, Fransa ve
İspanya’da sosyalizmin zaferiyle sonuçlanan devrimler
olmasa da, devrimci durumlar yaşandı.
Engels, yeterince uyarıcıydı, ama uluslararası işçi
hareketi bu öngörülere gerçeklik kazandıracak, savaş
ile başgösteren durumu, sosyalist mücadele lehine kullanacak
dinamizmden çok uzaklardaydı. İkinci Enternasyonal,
verdiği parlak görüntüye karşılık hantal bir yapıya
dönüşmüş, ve giderek artan biçimde reformizmin etkisine
girmişti. Savaşı engelleme yolunda mücadele ve bu savaştan
sosyalizmi dünya sistemi haline getirerek çıkma yolunda
ön hazırlık; yerini teslimiyetçiliğe, uzlaşmacı ve sosyal-şovenist
karakterli savaşla birlikte iyice açığa çıkacak sakat
bir önderliğe ve çalışma biçimine bırakmıştı.
Oysa, emperyalist güçlerin birbirleriyle topyekûn savaşa
tutuştukları ve dünyanın büyük bölümünü bu savaşa ortak
ettikleri ortam, dünyayı saran emperyalist zincirin
zayıflaması anlamına gelecek, devrimci durumu olgunlaştırmanın
koşulları oluşacaktı.
Engels’in öngörülerinden onbir yıl sonra, 1902 yılında,
bu kez Lenin bir öngörüde bulundu. Lenin’e göre, Rusya
sosyalist devrime sahne olacak ilk ülke olabilirdi.
Rusya proletaryası da uluslararası proletaryanın öncüsü
olmaya adaydı:
“Rusya bir devrime gebedir. Bu devrim, hazırlanması
ve zafere ulaştırılması gereken sosyalist bir devrimdir.
Çarlığın düşmesi, sosyalist devrimin önündeki engelleri
kaldıracaktır. Çünkü Rusya’nın özgün koşullarında Burjuva
Demokratik Devrim, çok kısa bir süre içinde devrime
dönüşebilir. Rusya’nın sanayideki gelişmesi, büyük oranda
yabancı sermayeye bağlıdır. Ulusal burjuvazinin görece
zayıflığının nedeni de budur. İşçi sınıfı sayıca azdır,
ama birkaç büyük kentte ve büyük fabrikalarda yoğunlaşması
yüzünden büyük bir özgül ağırlığı vardır. O halde bu
sınıf öncü bir rol oynayabilir. İşçi sınıfı, çalışkan
köylüler ve Çarlığın ezdiği halklarla ittifak halinde,
gelecekteki büyük toplumsal değişimleri hazırlamalıdır.”(Ne
Yapmalı)
Olayların gidişi Lenin’i doğruladı. Çünkü Rusya emperyalizm
sürecinin çelişki ve ilişkilerinin açık bir çatışma
alanıydı. Bir yandan batılı emperyalistler tarafından
sömürülürken, aynı zamanda bu ülkelerle birlikte dünyanın
ekonomik ve siyasal paylaşılmasında rekabet halindeydi.
Ardarda gelen savaşlar ülke ekonomisini çökertmiş, Çarlık
Otokrasisi büyük ölçüde yıpranmıştı. Yoksul halkın düzenden
yana hoşnutsuzluğu giderek artan biçimde yoğunlaşıyor,
kitleler yönetilemez duruma geliyorlardı. İşçi sınıfı
dinamik bir güç olarak ufuktaki demokratik devrime önderlik
edecek ve onu ileriye götürecek yetenek ve kapasiteye
sahipti. Bu sınıfın, tarihin en nitelikli partisine
ve Lenin gibi uzak görüşlü, ne yapması gerektiğini çok
iyi bilen bir öndere sahip olmak gibi büyük bir avantajı
vardı.
Öte yandan ülkenin kırsal alanları derin çelişkilere
sahne oluyor, geniş bir köylü kitlesini açlık ve yoksulluğa
mahkum kılan ilişkilerin aşılması, ancak toplumsal bir
devrimle mümkün hale geliyordu. Bu kesim, devrimin gereksineceği
kitle temelini oluşturma yolunda işçi sınıfının müttefiki
olacaktı. Toplumsal panaromanın önemli bir unsuru da,
ülkenin tam bir uluslar ve halklar mozaiğini andıran
ulusal dokusuydu.
Devrim, diğer çeşitli etkenlerin de tamamlayıcılığıyla,
kitlelerin bir talebi, demokratik hedefleri ilerletmenin
ve sosyalist devrime dönüştürmenin bir örneği olarak
gerçeklik kazandı. Bu, dünyayı sarsan bir devrimdi ve
etkisi bütün bir yüzyılı kaplayacak, insanlığın ilerlemesinin
dönüm noktalarından biri olacaktı.
Ekim Devrimi’ni izleyen yıllarda, koşulların ne kadar
zorlu olduğu yeterince bilinmektedir. Lenin’in, yürekler
acısı dediği bir durumdur bu... Yedi yıl süren kıtlığa,
yirmi milyon dolayında insanın ölümüne neden olduğu
sanılmaktadır. Savaş kurbanlarının sayısı, (dünya savaşı
ve iç savaş) on milyonun üzerindedir. Salgınların boyutunu
ise, Lenin’in “ya bit sosyalizmi mağlup edecek, ya da
sosyalizm biti” sözleri yeterince açıklamaktadır. Bu
dönemde Petrograd’ın nüfusu iki milyondan yediyüzbine
düşmüştür. Sanayi üretimi, Birinci Paylaşım Savaşı öncesinin
yedide biri oranındadır. Üstüste gelen savaşlar, doğru
dürüst işleyen tek bir büyük sanayi işletmesi bile bırakmamıştır.
Halkın en temel ihtiyaçlarının karşılanması, günlük
hayatın en sıradan sorunlarının çözülmesi bile, büyük
çabaları gerektirmektedir.
Lenin’in ifadesiyle iktidarı sürdürmek, ele geçirmekten
daha zordur. Devrilen burjuvazi, emperyalist ülkelerle
birlikte devrimci iktidara saldırmaktadır. Bu haçlı
seferi, yerleşmeye çalışan iktidarı deviremeyecektir
ama en azından ülkedeki ekonomik gerilemeyi bir çöküntüye
dönüştürecek sonuçlara neden olacaktır.
Sosyalist bir düzeni örgütleyebilmek için, üretici güçleri
zaten yeterince gelişmemiş olan ülke, daha da gerilere,
çoğu kez “ortaçağ koşulları” olarak tanımlanan bir düzeye
düşmüş, sosyalist sistemi inşa çabası, bu köylü toplumunun
üzerinde yükselmek zorunda kalmıştır.
Devrimci iktidar, bir yandan bu sorunlara çözüm bulma,
sosyalizmi inşa yolunda ilerleme çabalarını proletarya
demokrasisi kurallarına uygun yürütmek ve öte yandan
da bu “mütevazi devrimci görevler” yerine getirilirken,
dünya devrimine gerçeklik kazandırmak yolunda çalışmaları
yoğunlaştırmak gibi sorunlarla karşı karşıyadır. İktidarın
en büyük beklentisi, ileri kapitalist ülkelerde devrimin
bir an önce patlak vermesi ve uluslararası proletaryanın
desteğidir.
“Savaş komünizmi”, bu zorlu yıllarda izlenen ekonomi
politikasının adıdır. Asıl olarak iç savaş süreciyle
özdeşleşmiş olan bu politika, sürecin gereklerinin bir
karşılığı durumundaydı. Lenin’in “ilkbaharda bir milyon
kişilik bir orduya ihtiyaç duyuyorduk, bu orduyu hazırlamaya
karar vermiştik. Şimdi ise, üç milyon kişilik bir orduya
ihtiyaç duyuyoruz. Bu orduyu kurmak bizim elimizde ve
kuracağız da” sözleri, savaş komünizmi uygulamalarını
en temelde açıklar.
Dönem boyunca iktidar yalnızca büyük sanayiyi değil,
orta ve küçük çaplı işletmeleri de sıkı biçimde denetimi
altında tutmuş, tüketim maddelerinin üretimi vesikaya
bağlanmıştı. Köylü, bütün gıda ve ürün fazlalığını devlete
devretmek zorunluluğundaydı.
Sözkonusu uygulamalar, ekonominin askerileştirilmesi
anlamını taşıyordu ve bu yönüyle, iktidarın yerleşmesi
süreci olarak nitelenebilecek iç savaşın gereklerini
karşılamaya ancak yetiyordu. İşsizlik oranı yüzde altmışı
bulmuş, kentli nüfusun yaklaşık dörtte biri kırlara
göçmüştü. Ayni ücretin toplam ücret içindeki payı, 1918’in
ikinci yarısında yüzde 27,9 iken, 1921’in ilk üç ayında
yüzde 93,7’ye çıkmıştı. Var olan bu sorunlar, parti
içinde çözümler arama yolunda gerçekleştirilen tartışmaları
yoğunlaştırmıştı.
Troçki, çözüm olarak savaş komünizminin teorik ifadesi
diyebileceğimiz görüşler ileri sürüyordu. Buna göre,
çalışma komiserliği savaş komiserliğine bağlanmalı,
işçilerin çalışmaları, askeri esaslara dayanmalıydı.
Devletin, işçileri zorla çalıştırma hakkına, ceza müfrezelerine,
çalışma kamplarına sahip olması gerekirdi. Bu militarizasyonun,
aynı zamanda işçi ve köylünün örgütlenmesi sorununu
çözeceği düşünülüyordu.
Troçki’nin önerdiği politika, askeri bir proletarya
diktatörlüğü anlamına gelmekteydi, parti yalnızca öncü
değil aynı zamanda devlet mekanizmasının denetleyicisi
ve yönlendiricisi olacaktı. Sendikalar ise, işçi sınıfının
devlet önündeki temsilciliği olmaktan çıkarılmalı, devletin
sınıf içindeki denetleyicileri haline gelmeliydiler.
Troçki’ye benzer görüşler savunan Buharin, kaleme aldığı
“Geçiş Dönemi Ekonomisi” adlı broşürde, askeri proletarya
diktatörlüğünün çerçevesini etraflıca çizmiştir.
Bu “sol” görüşün karşı ucunu oluşturan işçi muhalefeti
ise, askeri proletarya diktatörlüğü görüşüne ve sendikalara
biçilen role karşı çıkmaktaydı. İkna, tek geçerli ilke
olmalıydı. Parti içinde temizlik yapılmalı, küçük burjuva
yaklaşımlara karşı önlem alınmalıydı. İşçiler arasında
parçalanmayı ve rekabeti körükleyen Taylorculuk türünden
çalışma yöntemlerinden uzak durulmalıydı. İşçi sınıfının
atomizasyonu ve depolitizasyonu ile sonuçlanacak uygulamalar
değil, demokratik temellerde oluşturulan komitelerin
sağlayacağı iç disiplin ve üretkenlik tercih edilmeliydi.
Başlangıçta Troçki ve Buharin’e yakın görünen Lenin,
bu önerilerin giderek açığa çıkan militarist niteliği
karşısında kendi görüşlerini “Yaklaşan Felaket” adlı
broşürde açıklayarak, NEP Döneminin perspektiflerini
oluşturdu. Lenin’e göre sosyalizm, tekelci devlet kapitalizmini
hemen izleyen bir evre, ya da sosyalizm, kapitalist
tekel olmaktan çıkmış, halka hizmet eden bir devlet
kapitalizmiydi. Rusya’nın üretici güçleri, sosyalizmi
örgütleyebilecek durumda değildi. Bir köylü ülkesinde
yaşandığı sürece, Rusya’da kapitalizmin komünizmden
daha sağlam bir tabanı var demekti. Kırlardaki hayatı
kentlerdekiyle dikkatli şekilde karşılaştıran herhangi
biri, kapitalizmin henüz kökünün kazınmamış olduğunu,
iç düşmanın temelinin, onu yaşatan zeminin henüz çökertilemediğini
görebilirdi. Tek yol, üretici güçleri geliştirmenin
bir aracı olarak, devlet kapitalizmi uygulamalarına
yönelmekti. Böylece kapitalizmin direnci kırılacak,
proletarya diktatörlüğü ayakta kalacaktı.
Ancak Lenin’in bu çıkışı, tersi yöndeki görüşlerin bir
anda çözülmesi anlamına gelmedi. Önce Buharin’e göre,
devlet kapitalizmi kitlelerin bir oligarşi tarafından
sömürülmesiydi ve proletarya diktatörlüğü ile devlet
kapitalizmi arasındaki benzerlik ancak biçimsel olabilirdi.
Gerçekte ise tam bir karşıtlık sözkonusuydu.
Lenin, “sosyalizm ile savaş halinde olan devlet kapitalizmi
değildir” diyordu, “hem devlet kapitalizmine hem de
sosyalizme karşı mücadele edenler, küçük burjuvazi artı
devlet kapitalizmidir. Küçük burjuvazi kapitalist olsun,
sosyalist olsun, her türlü devlet müdahalesine karşıdır.”
Lenin’in burada kullandığı anlamıyla devlet kapitalizmi,
devletin üretici güçlerin tamamını kendi denetiminde
tutması ve tekelci burjuvazinin yararına girişimleri
yönlendirmesi biçiminde tanımlanabilecek ve daha önceden
açılımını yaptığı tekelci devlet kapitalizmi kavramından
farklı özelliklere sahipti. Sosyalizmin inşası, devlet
gücünün proletarya tarafından sıkıca denetlenmesi koşuluyla,
devlet kapitalizmi yoluyla da olanaklı görünüyordu ve
Lenin bu durumu “tırnak içinde devlet kapitalizmi” biçiminde
ifade etmekteydi.
Sonraları Troçki’nin de saptayacağı gibi devlet kapitalizminden,
kelimenin dar anlamıyla, burjuva devletinin sınai ve
diğer girişimleri kendi hesabına idare etmesini ya da
burjuva devletinin özel kapitalist girişimleri “düzenleyici”
müdahalesini, ve “tırnak içinde devlet kapitalizmi”
ile Lenin, proletarya devletinin özel kapitalist girişimler
ve ilişkiler üzerindeki denetimini kastetmişti. (Troçki,
Sovyet Devletinin Sınıf Karakteri)
1921 yılında toplanan Onuncu Parti Kongresi’nde alınan
kararla; Lenin’in saptamaları doğrultusunda, NEP uygulamaları
başladı. Bunlar, savaş komünizminin tersi uygulamalardı.
Köylüden ürün fazlasını almanın yerine ayni vergi getirilmişti.
(Bu, sonradan nakdi vergiye dönüşecekti.) Böylelikle
küçük ve orta köylülüğün refah düzeylerini yükseltebilmesinin
koşulları oluşmuştu. Bu niteliği, NEP’e, köylülüğe verilmiş
bir ödün görüntüsü kazandırıyordu. Çünkü, üretici güçleri
geliştirmenin başlıca yolu, kırlardaki ekonomik potansiyelin,
üretim araçları imalatına aktarılmasından geçiyordu.
NEP’le birlikte ekonomik canlanma başladı. Üretici güçler,
gelişmeye yüz tutmuş , Lenin’in sosyalist alt yapıyı
oluşturmanın önkoşulu saydığı elektrifikasyona gerçeklik
kazandırma yolunda ilk adımlar atılmaya başlanmıştır.
NEP, başlıca iki amaç taşıyordu: SSCB’nin ekonomik kaynaklarını
geliştirmek ve bu gelişmeyi sosyalist kanallara yöneltmek.
Lenin, NEP için, “Ciddi olarak ve uzun süre düşünmeliyiz”
diyordu.
Ne var ki, bu geri çekilmenin çeşitli sakıncalı yanları
da vardı. 1927-28’e gelindiğinde, ortalama gerçek ücret,
1913’e oranla % 90 artmıştı. Herşeyden önce sınai ürünlerinin
fiyatları yükselirken, tarım ürünleri fiyatları düşük
bir düzeyde kalıyordu. Yani arada ters bir orantı vardı.
Makas bunalımı deniyordu buna ve smiçka (işçi-köylü
ittifakı)’yı bozma tehlikesini içeriyordu. Çünkü, yüksek
fiyatlar nedeniyle, köylü tarım araçları talebine karşılık
bulamıyordu. Yani bir arz-talep dengesizliği sözkonusuydu.
Köylüler sanayi malları alamadıklarına göre, ürünlerini
satmaları için bir neden kalmıyordu. Bu makas bunalımı,
tarımda oluşan ekonomik potansiyelin sanayiye aktarılmasının
önünde engel durumuna gelmişti. Yatırımlar azalıyor,
ihracat düşük düzeyde kalıyor, işsizliğin önü alınamıyordu.
Öte yandan kırsal kesimde verimlilik düşüktü, büyük
toprak sahipleri (kulaklar) ve orta köylülük güçlenirken,
küçük üretici sarsılmıştı. Oluşturulan serbest ticaret
piyasası, Nepman (NEP zengini)’ların işine yaramıştı.
Köylü, elde ettiği ürünü, devlete satmak yerine Nepman’lara
satmayı ya da stoklamayı tercih ediyordu. 1926 yılında
ticari örgütlerle satış mağazalarının %80’i özel girişimcilerin
elindeydi. Geçen yıllar özellikle tahıl spekülasyonunu
yoğunlaştırdı, kulaklarla yoksul köylülük arasındaki
çelişki derinleşti. Köylülüğün kentlere doğu giderek
büyüyen göçü, onların istihdamı sorununu getiriyor,
sanayi istenilen düzeyde gelişmediği için, sözkonusu
durum geçen yıllar içinde daha fazla önem kazanıyordu.
1927 yılında vergi oranlarının arttırılması ve toprak
alım-satımının yasaklanması da yeterli bir çözüm olmadı.
Kollektivizasyon, Sanayiileşme Ve Zor
Gelişmeler, parti içinde alternatif politika tartışmalarına
koşut gitmekteydi. Troçki, daha 1923 yılında hızlandırılmış
bir sanayileşmeyi savunmuştu. Ardından sol muhalefetin
önemli teorisyeni Preobrajenski, 1924 yılında, ünlü
“Yeni Ekonomi” kitabını yazdı. Preobrajenski, yazdıklarıyla,
kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin başlıca özelliklerini
öngörmüş, planlı ekonomi ile değer yasası arasındaki
çelişkiyi, gün ışığına çıkarmıştı. “Sosyalist İlk Birikim”
tezi de ona aittir.
“Sosyalist ilk birikim, tamamen ya da kısmen devlet
ekonomisi kompleksi dışındaki kaynakların, devlet elinde
birikmesi demektir. Bu birikim, devlet ekonomisinin
teknik ve bilimsel yönlerden yepyeni bir biçimde kuruluşunun
başlayacağı ve bu ekonominin sonunda kapitalizme karşı
ekonomik yönden tam bir üstünlük sağlayacağı günün bir
an önce gelmesini çok büyük ölçüde kolaylaştırarak,
geri kalmış bir köylü ekonomisinde son derece önemli
bir rol oynayacaktır.” (Preobrajenski, Sosyalist Siyasal
Düşünüş Tarihi, Mete Tunçay)
Bu ilk birikim, hızlı bir sanayileşme yolunda değerlendirilmeliydi.
Sosyalist devletin görevi, küçük burjuva üreticilerinden
daha az almak değil, ülkenin sanayileşmesi ve tarımın
yoğunlaştırılması sayesinde büyüyen gelirlerden daha
çok almaktı. Bunun smiçkayı zedeleyeceği de doğru değildi.
Preobrajenski , “Sanayileşme, hem tarım kesiminin ülkenin
toplam üretimi içindeki payının artması hem de bu kesimde
çalışan işçi sınıfının gelişmesi anlamına gelir” diyordu.
Böylece devlet sektörünün özel sektör karşısında güçlenmesi
ve üretim araçları sanayinin gelişmesi sağlanabilecekti.
Sağ kanat ise, tam karşıt yönde görüşler savunuyordu.
Devrimi izleyen yıllarda sol görüşlerin sözcüsü olan
Buharin, bu kez sağ kanadın liderliğini üstlenmişti:
“Ağır sanayiye maksimum yatırım yapılmasını isteyen
formül tam doğru değil, hatta bütünüyle hatalıdır. Esas
olarak ağır sanayinin geliştirilmesi üzerinde durulurken,
bunu hafif sanayinin gelişmesi ile birleştirmeliyiz.
Hafif sanayide sermaye devri daha hızlıdır ve kâr daha
çabuk elde edilir, tahsis edilen gider daha kısa zamanda
geri ödenir.”(Buharin, aynı eser)
Sağ kanada göre, ağır sanayileşme smiçkayı bozacak,
kırlardaki üretim artışını durduracaktı. Rikov, tarım
kesimindeki kapitalist gelişmenin önündeki engelleri
kaldırma çağrısında bulundu. Buharin, “işgüçlerini satmak
zorunda bulunan küçük köylüyü ve gündelikçileri ilgilendiren
bir dizi kısıtlamayı artık bertaraf etmek zorundayız”
diyordu. “Hangi tabakadan olursa olsunlar, toplu olarak
köylülüğe şu çağrıyı yapmalıyız: Zenginleşin! Birleşin!
Çiftliklerinizi geliştirin!”
Stalin ve parti merkezinin görüşleri ise, tartışma süreci
içinde biçimlendi. Sanayileşmenin zorunluluğu kabul
edilmekle birlikte, bu sürecin smiçkayı bozacağı kaygısı
engelleyici olmaktaydı. Sanayileşme yolunda başarı,
tüketimle ara malları sanayinin gelişmesini kısmak pahasına,
oluşturulan kaynakların büyük bölümünün ağır sanayiye
aktarılmasını gerektirmekteydi. Diğer bir deyişle, tarımsal
üretim sanayileşmenin aracı olarak kullanılacaktı. Ancak,
küçük üretimin yaygınlığı böyle bir girişimin yaratacağı
sonuçları engelliyordu.
Stalin, 1928’de, kırsal alanda önem kazanan sağcı yönelime
dikkat çekmiş ve “kapitalizmin köklerini henüz kurutamadık”
demişti. Yine aynı yıl, sanayide büyüme hızının düşmesinin,
işçi sınıfının güçsüzleşmesi anlamına geleceğini belirtmişti.
Burada kastedilen, kuşkusuz yalnızca ekonomik zayıflık
değil, aynı zamanda siyasal iktidarın da zayıflayabileceği
endişesiydi. Buharin ve çevresindekilerin görüşleri,
bu yolda bir başlangıç olsa da önemli bir göstergeydi.
Stalin’in amacı, tek ülkede sosyalizm tartışmaları sonucu
tasfiye edilen sol muhalefetin ardından, sağ kanadı
da tasfiye etmek ve kollektivizasyonu başlatmaktı. Çünkü
artık, kollektivizasyonu başlatmak için gerekli koşullar
olgunlaşmış sayılırdı. İhtiyaç duyulan kitle temeli
yeterince sağlanmış, içerdiği çeşitli olumsuzluklara
rağmen, NEP dönemi, üretici güçlerin asgari düzeyde
gelişmesi, sanayi tesislerinin işletmeye açılması, elektirifikasyon,
açlık ve halkın günlük sorunlarının asgari düzeylerde
de olsa çözümünü sağlamıştı. Sosyalist bir alt yapıyı
oluşturmanın ve ilk adım olarak kollektivizasyonu başlatmanın
yolu açılmıştı.
Başlıca engel, böyle zorlu bir sürecin bağışlatılmasının
bin engeli olarak, parti içi saflaşmada sağ kanadı oluşturanların
durumuydu. Buharin, “kurtuluşumuz köylülükle bir uzlaşmaya
varmamıza bağlıdır. Bunu gerçekleştirmek mümkündür ve
bu sayede batıdaki devrim çok gecikse bile durumumuzu
korumamız mümkün olacaktır” diyordu. Yani NEP’in sona
erdirilmesi bir yana, genişletilerek sürdürülmesinin
doğru olduğuna inanıyorlardı ve parti üst düzeyinde
oldukça güçlüydüler. Bu kanadın da 1929’da parti yönetiminden
uzaklaştırılmasıyla, parti, iç çatışmalardan büyük ölçüde
arınmış olarak kollektivizasyonu başlattı.
İlk beş yıllık plan, dünyada daha önceden rastlanılmayan
boyutlarda bir sanayileşmeyi öngörmekteydi. Stalin,
“İleri ülkelerin elli-yüz yıl gerisindeyiz. Bu mesafeyi
on yılda kapamak zorundayız. Ya bunu başaracağız, ya
da yok olup gideceğiz” diyordu. Ulusal gelirin üçte
biri sanayi yatırımlarına ayrılmıştı. Bu oran, Çarlık
Rusya’sındaki yatırım miktarının iki buçuk katı, aynı
dönem İngiltere’sinin yatırım miktarının iki katıydı.
Bütün yatırımların üçte ikisi sanayiye ayrılmıştı. Dünya
savaşının yaklaştığı dönemde bu oran, % 86’ya ulaşacaktı.
(P. Baran, Büyümenin Ekonomi Politiği)
SSCB’de, İkinci Dünya Savaşı dönemi dışında kalan sanayileşme
yıllarında toplam sanayi üretiminin artış hızı, yılda
ortalama %18, toplam ulusal üretim (gelir) artış hızı
da % 18 olmuştu. Böyle bir hız, ulusal üretimin, her
beş yılda bir, iki katına ulaşması anlamına gelir. Kapitalist
dünyanın en parlak dönemlerinde elde edilen üretim artış
hızlarının iki katına yakın bir gelişmedir bu...
SSCB’nin, her defasında plan hedeflerini fersah fersah
geride bırakan atılımı hiç kuşkusuz, partinin saptadığı
hedefleri proletaryaya mal edebilmesinin, perspektifini
maddi güce dönüştürebilmesinin bir sonucudur. SBKP ve
Stalin, kollektivizasyon ve sanayileşme sürecine önderlikleriyle,
tarihin en büyük atılımlarından birine, kitlelerin sahip
oldukları gücün boyutlarını açığa çıkaran önemli bir
örneğe damgalarını vurmuşlardır.
Kollektivizasyon ve sanayileşme atılımı daha baştan
itibaren eleştirilmiş ve özellikle “destalinizasyon”la
birlikte bu eleştiriler yoğunlaşmış, Stalin’e yönelik
değerlendirmelerde en fazla kullanılan argümanlardan
biri olmuştur. Eleştirilerde genellikle kollektivizasyon
ve sanayileşme doğru bulunulmakla birlikte, bunun yürütülüş
biçimine yönelinmektedir. Gerçekten de kollektivizasyon
boyunca ülke adeta bir iç savaşa sahne olmuş, çok sayıda
insan ölmüştür.
Birçoklarına göre, Stalin’in en büyük hatası kollektivizasyon
ve sanayileşmeyi geç başlatmasıdır. Troçki ve Preobrajenski’nin
önerdikleri dönem bu düşünceye karşı çıkan Stalin, gecikince
bu kez hızlı ve aceleci davranmak zorunda kalmış, böylece
sonuç başarılı olsa da şiddet kullanılmış, smiçka bozulmuş,
milyonlarca insan ölmüştür. Preobrajenski, 1924’te;
“Bu geçiş sürecini olabildiği kadar çabuk bitirmeliyiz,
ilk birikim yasasının demir pençesi altındayız” demiş
ve hayatın kendisini haklı çıkaracağını, başta Buharin
olmak üzere karşı çıkanların yüzlerinin kızaracağını
vurgulamıştı. “Eşitsiz değişim politikası, eğer üretim
maliyetleri daha hızlı olarak azaltılabilirse, fiyat
düşürücü politika ile birlikte kullanılabilir”di. “Böylece
zorun kullanımına gerek kalmayacak”tı. (Sosyalist Siyasal
Düşünüş Tarihi)
Ancak Stalin’in zamanında uygulamaya geçmemesi, sorunun
boyutlarını değiştirmiş ve “zor” gündeme gelmişti. Troçkist
çizginin günümüzdeki önderlerinden Mandel şöyle diyor:
“Stalin hizbinin SSCB’de yaptığı vahim hata hem tarımın
adım adım kollektivizasyonunu, hem de sanayinin, tarımın
kollektivizasyonu için vazgeçilmez olan mekanizasyonunu
yaratacak olan hızlandırılmasını ertelemek olmuştur.
Kulak tehdidine karşı alınan tedbir, hem aceleci biçimde
hem de telaş içinde alındı. Çünkü tehlike öngörülememişti.
Geliştirilen bu hareket, zorla kollektivizasyon biçimini
aldı. O anda var olan traktör ve tarım araçları, kollektivizasyon
için yeterli değildi. Bu durum, otuz yıllık Stalinist
tarım politikasının vahim sonuçlarının kaynağı oldu.”(Mandel,
Sosyalizme Geçiş)
Bu sözlerdeki mantık, tarihi olayların yeniden kurgulanması,
böylece de tarihi olgunun çarpıtılmasının mantığıdır.
Olayları koşulları içinde eleştirmek yerine, baştan
saptanmış bir yargıya uygun sonuç çıkarmaya dayanan
bir eklektisizm vardır. Troçki’ye yakın olan tarihçi
Deutscher’in sözleri de bu kurgucu yaklaşımın bir başka
örneğidir:
“Eğer kollektif çiftlikler gerekli alet edevatla donatılmış
olsaydı, eğer bu çiftliklere devlet kredisi ve teknik
danışmanlık sağlanmış olsaydı, kollektif çiftliklerde
yaşayan köylülerin yaşam koşulları daha iyi olurdu.
O zaman da orta köylülük bu deneyime katılmaya ikna
edilebilinirdi”
Eleştiri, diğer çevrelerde de farklı nedenlere dayanarak
sürmektedir. SBKP’nin son döneminin ideologları ve bunların
diğer ülkelerdeki versiyonları, kollektivizasyonun erken
başlatıldığını söylemekte ve dönemin doğruları ifade
eden adı olarak, Buharin gösterilmektedir.
Örneğin Gorbaçov’a göre, devrimden sonra parti, köylülüğün
bir sınıf olarak radikal biçimde değiştiğini tam olarak
görememişti. Bunun sonucu olarak çalışan köylülüğün
çıkarlarına dikkat gösteren anlayışta tavır eksikliği
vardı ve buna Lenin de dahildi. Çünkü, “ana unsur, orta
köylüydü. Devrimden aldığı toprağı işleyen bir çiftçi
olarak kendisini ortaya koymuştu. Yani bir temel müttefik,
pratik olarak da yaşamının giderek daha iyiye doğru
gittiğine inanmıştı.”(Gorbaçov, Ekim ve Pereistroika)
Kollektivizasyon öncesindeki köylülüğün böyle gerçeğe
uymayan biçimde değerlendirilmesi, kuşkusuz perestroikanın
meta üretimini teşvik eden uygulamalarına meşru temel
oluşturma çabasından kaynaklanmaktadır. Lenin çok açık
biçimde, küçük üreticiliği kapitalizmin gelişim yatağı
olarak tanımlamıştı ve kollektivizasyon öncesi durum
bu yaklaşımı doğrulamaktadır. Orta köylülüğün iktidarın
müttefiki olması bir yana, mülkünü korumaya dirençli,
geliştiği oranda sistem için tehlikeli olan özellikleri
ağır basıyordu. Örneğin, 1927 yılında tahıl üretimindeki
payları ancak %1,7 olan solhoz ve kolhozların, pazarlanan
tarım içindeki payları %17,2’yi buluyordu. Çünkü üretim
içindeki payları %85,3 olan orta ve küçük köylülüğün
pazar içindeki payı ancak %15,2’ydi.Bu rakamlar, spekülasyonun
boyutlarını açığa çıkarmaktadır. Orta ve küçük köylülük,
ürünlerini pazarlamak yerine, spekülasyonu ve stokçuluğu
tercih etmekte, devlete değil Nepmanlara satmaktadır.
Gorbaçov’a göre:“Eğer, nesnel iktisadi yasalara daha
fazla önem verilseydi (...) eğer genel olarak, bu muazzam
çalışan köylü kitlesine karşı tavır (...) daha mantıklı
olsaydı, eğer, kulağa ve köy zenginine karşı, orta köylülükle
ittifak daha tutarlı bir çizgide geliştirilseydi, o
zaman kollektifleştirmeyi yürütürken meydana gelen bütün
o aşırılıklar olmazdı.”(a.g.y.)
Tarihi olguları yeniden kurgulama yoluyla değerlendirmek
belki zor değil, ama ortaya çıkan yargı, olguların gücü
karşısında kalıcı olma şansını bulamaz. Geçmişi koşulları
içinde değerlendirmeye çalışmak elbette geçmişi hatalarıyla
birlikte savunmak anlamına gelmemektedir. O geçmişin
yol açtığı sonuçlar hareket noktası alınacak ve geçmiş,
üzerinde yükseldiği koşullardan yalıtılmadan yargılanacaktır.
Hatalar ancak böyle bir yaklaşımla açığa çıkar. Troçkistlerin,
kollektivizasyonu geç bulmaları da, Gorbaçov’un sert
ve erken bulması da, aynı kurguculuğun, yani baştan
saptanmış amaca uygun olarak, tarihi olguların ayıklanmasının
örnekleridir.
Kollektivizasyonun çeşitli hataları olduğu ve zorun
aşırı kullanımını içerdiği doğrudur. Ama bu, köylülüğe
yapılmış bir haksızlık ya da gecikme değil, köylülüğün
tutucu ve heterojen niteliğinden kaynaklanan direncinin
ve partinin proletarya demokrasisine yaklaşımındaki
çarpıklığın bir sonucu olmuştur. Kollektivizasyon aynı
sonuca daha az kayıpla da ulaşabilirdi. Ne var ki yaşanan
an içinde dikkate alınmayan, gözden kaçırılan detayların
tamamlayıcılığı, yürütmenin kararname ve buyrultularla
sürdürülmesi gibi nedenler faturayı ağırlaştırdı.
Stalin’i Pereobrajenski’nin önerilerinden beş yıl sonra
harekete geçiren neden, varsayıldığı gibi, önce Buharin’e
yaslanarak sol muhalefeti, ardından da Buharin’i tasfiye
etmek ve nihayet iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra
harekete geçmek olamaz. Bu elbette bir etkendir. Ama
sözkonusu saflaşmaların kökenlerinde yatan nedenler,
bizi sonuçta, başladığımız yere götürür. Bu insanlar,
temelde sosyalizmin inşaası sorununa yaklaşımlarının
bir sonucu olarak farklılıklara düşmüşlerdi. Tek ülkede
sosyalizm, askeri proletarya diktatörlüğü, kollektivizasyon,
sanayileşme, planlama gibi sorunlara verilen karşılıklar,
sağ, sol ve merkez hiziplerini oluşturmuştu. Dolayısıyla
kendi politikasının haklılığına inanan parti merkezinin,
programını yürütmesinin önünde engel olarak duran kanatları
etkisizleştirmesi, dönemin koşullarına uygun düşen tek
yoldur ve bu süreç, yani parti içi saflaşmalar ve tasfiyeler,
baştan planlanmış bir süreç değil, koşulların ve sorunların
zorlayıcılığı ile olayların gidişi içinde oluşmuş, iktidarın
yerleşmesi ve kurumlaşması çabasına koşut bir nitelik
taşımıştır.
Stalin önderliğini kollektivizasyon için 1929’a kadar
bekleten ancak iki neden düşünülebilir. İlki bu konuda
perspektifin net olmayışıdır. Gerçekten de, özellikle
Preobrajenski’nin tezlerine yaklaşımlarından ve dönemin
diğer çeşitli sorunlarını çözmek için yaptıklarından
hareketle, Parti merkezinin bu konuda net bir perspektife
sahip olmadığı, bu perspektifin zamanla, koşulların
diğer seçenekleri olanaksızlaştırmasıyla kollektivizasyonu
başlatma zamanının geldiğine inandıkları sonucu çıkabilir.
Ne var ki, bu büyük ölçüde somut dayanaklardan yoksun
bir görüş olur. Çünkü objektif verilerin ortaya koyduğu
sonuç, partiyi harekete geçmekten alıkoyan nedenin,
üretici güçleri geliştirme çabası olduğudur. Çünkü kollektivizasyon,
bu yönde asgari düzeyde de olsa bir yeterliliği gerektirir.
Bunun sağlanması da 1929’u bulmuştur. Sözkonusu döneme
kadar net bir politikanın, yani zamanlama bağlamında
mutlak bir belirlemenin olmaması da, bu noktada önemli
olmaktan çıkar. Çünkü başlangıçta net görüşler olmasa
da, parti, kollektivizasyonu başlatabilmenin objektif
koşullarının oluştuğu döneme, politikasını da netleştirerek
girmiştir.
Preobrajenski, “Yeni Ekonomi”yi kaleme aldığında, henüz
NEP politikalarının iki yıllık bir geçmişi vardı. Sürecin
yönelimi belirmekle birlikte, NEP gibi bir geri çekilmeyi
zorunlu kılan nedenler aşılmamış, üretici güçler, daha
değişik bir ekonomik politikayı mümkün kılacak düzeyde
gelişmemişti. Yani, NEP perspektifi içinde saptanan
amaçlara ulaşılamamıştı.
1929 yılında başlatılan hamle, NEP boyunca sürdürülen
elektirifikasyonun üzerinde yükseldi. Oysa 1923-24 yıllarında,
ülke elektrifikasyonun daha başlarındaydı. Öte yandan
kollektivizasyonun ön koşullarından biri, solhoz ve
kolhozların gereksindiği tarım aletlerinin mekanizasyonunun
minimum düzeyde çözümü, ancak 1929’a gelindiğinde tamamlanabilmişti.
Erken bir çözüm smiçkayı bozacak ve parti bir sarsıntıyla
karşılaşacaktı. 1923’de, Parti, kollektivizasyon gibi
geniş çaplı bir girişimin gereksineceği kitle temelini
bulmakta güçlük çekebilirdi. Açlıktan, kırımlardan milyonlarca
insanın öldüğü bir ülkede başlıca görev, ilk elde bu
sorunun çözümüydü. İç savaşı izleyecek ikinci bir iç
savaş, altından kalkılamayacak bir bedeli mutlaka doğuracaktı.
Bu etkenlerin bir sonucu olarak, üretici güçlerin gelişmesi
ve kollektivizasyon için koşulların olgunlaşması beklendi.
Troçkistlerin paternalizmi için bunlar elbette anlaşılmaz
olmaktadır.
Stalin’i ve SBKP’ni erken harekete geçmekten alıkoyan
nedenler kısaca bunlardı. Kollektivizasyonun yaygın
biçimde kullandığı zor unsurunu değerlendirebilmek,
köylülüğün toprağa bağlı ve heterojen karakterini kavrayabilmekle
büyük ölçüde bağlantılıdır. Buna Rus köylüsünün niteliklerini
de eklemek gerekir. Tarihi boyunca toprağını mülk edinme
olanağını pek bulamamış olan Rus köylüsü için, mülkiyet
özellikle cazipti. Bolşeviklerin köylülüğü kazanmalarında,
toprak reformu sloganının payı büyüktür. Smiçkanın temelinde
yatan olgulardan birisi de buydu.
Ancak bugüne kadar yaşananların açığa çıkardığı bir
gerçek olarak, toprak reformu hiçbir uygulamada köylü
kitlelerini eşit düzeyde tutmaya yetmemiştir. Reformu
izleyen dönem, aynı zamanda köylülüğün farklılaşrma
eğilimini açığa çıkarmış, arazi alışverişi ve merkezileşme
hızlanmıştır. NEP dönemi boyunca bu yaşanmış ve toprak
alımının yasaklanması da bir çözüm olmamıştır.
Öte yandan, yine NEP döneminin açığa çıkardığı bir gerçek
de; eşitsiz değişim politikasının kollektivizasyon için
olmadığıdır. Preobrajenski, kollektivizasyon programının
temeline bunu almış ve bu yolla zorun gerekli olmadığını
düşünmüştü. Ama makas bunalımı olarak adlandırılan ve
sanayi ürünlerinin pahalılığı ile tarım ürünlerinin
ucuzluğu biçiminde kendisini gösteren eşitsiz değişim,
hem üretimi hızlandıramamış ve hem de düşük bir fiyat
mekanizması oluşmamıştı. Başlangıçta sanayi ürünlerinin
fiyatları düşürülmüş, vergiler indirilmişti. Bunlar
köylülüğe verilmiş tavizlerdi. Ancak ne bu, ne de sonradan
tarım ürünleri fiyatlarının düşük tutulması, Preobrajenski’yi
doğrulamadı. Köylü bu kez ürünleri stokluyor ve spekülatif
bir piyasa oluşuyordu.
Partinin çabaları ve açtığı kampanyalar, orta ve küçük
köylülüğü kollektivizasyona ikna etmeye yetmemişti.
Köylü mülkünü korumakta dirençliydi. Lenin’in 1919’da
söyledikleri yeterince açıklayıcıdır:
“Proletarya devrimden yana, burjuvazi ise devrime karşı.
Bu iki sınıf arasındaki ilişkileri belirlemek kolay.
Ancak küçük köylülüğün oluşturduğu sınıf kaypaktır.
Küçük köylü, kısmen mülk sahibidir, kısmen de çalışan
sınıftandır. Öteki çalışanları sömürmez. Yıllar boyunca
küçük köylü büyük güçlüklerle konumunu korumuş, kapitalistlerin
ve toprak sahiplerinin sömürüsünden yakınmış ve herşeye
dayanmıştır. Gene de mülk sahibidir. Öyleyse bu kaypak
sınıfa karşı tutum belirlememiz çok güç olacaktır.”
(Lenin, Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı)
Kulakların ve Nepmanların giderek güçlendikleri koşullarda,
büyük tehlikedir bu. Kapitalizm gücünü onlardan almaktadır.
“Ne yazık ki, dünyada hala çok, pek çok miktarda küçük
üretim vardır. Oysa küçük üretim durmadan, hergün, her
saat kendiliğinden ve geniş ölçülerde kapitalizmi ve
burjuvaziyi doğurmaktadır.” (Lenin, a.g.y.)
Rusya, bir küçük üreticiler ülkesi olmaktan kurtulamadıkça,
sosyalizmin inşaası olanaksızdır. Bu, kapitalizmin sosyalizmden
daha sağlam bir zemine sahip olmasını getirmektedir.
“İç düşman, küçük işletmelerde tutunmaktadır.” Onun
üstesinden gelmenin tek yolu, ülkenin ekonomisini, tarım
da dahil olmak üzere yeni bir teknik temele, modern
büyük üretimin teknik temeline oturtmaktır. “Yoksa ülke
bir küçük üreticiler ülkesi” olarak kalacak ve süreç
, kapitalizmi egemen kılacaktır. Küçük üreticiliğin
dirençli karakteri ise, “zor”u kollektivizasyonun bir
parçası, etkin bir unsuru yapacaktır.
Devrimden sonra, büyük toprak sahiplerinin tasfiyesi
ve toprağın köylüye eşit olarak dağıtılması, zaten toprağa
bağlı tutucu bir sınıf olan köylülüğe, mülk sahibi olarak
sosyalizmle çelişen bir karakter kazandırmıştı. Gerçi
köylülük, eşit toprak dağıtımı nedeniyle iktidarı desteklemiş
ve iç savaşın kazanılmasında bu desteğin büyük payı
olmuştu. Ama NEP dönemi boyunca köylü kitleleri arasında
sınıfsal farklılaşmaların derinleşmesi ve kulakların
iktidarla çatışmayı göze alabilecek bir güce ulaşmaları,
rahatsız edici boyutlar kazanmıştı. Sanayi-tarım ilişkisinin
niteliği, bir bütün olarak tarımın kollektivizasyonu
ve planlı sanayi için gereken birikimin ancak sağlanabilecek
olması gibi nedenlerle birleşince, kulakların tasfiyesi
ve bu yolda “zor”un kullanılması gecikmişti.
Dolayısıyla, kollektivizasyona kulaklar oldukça güçlenmiş
olarak girecek ve bu da sürece zorlu bir nitelik kazandıracaktı.
Nitekim kollektivizasyon süreci, birçok kaynakta bir
iç savaş olarak geçer. Sürecin bağışlamayan niteliği,
sık sık ikna ilkesinin yerine “zor” unsurunu gündeme
getirmiştir. Önemi ve sonuçları gözetildiğinde diyebiliriz
ki; devrimi izleyen iç savaş, partinin siyasal hakimiyetini
ülkeye yerleştirmesini ve kollektivizasyon ile onu izleyen
sanayileşme süreçleri de, bu siyasal iktidarın, üretici
güçlerin asgari yeterliliğinin sağlanmasına bağlı olarak,
sosyalizmin gereksindiği ekonomik alt yapının en temelde
inşa edilmesini içermiştir.
Ayrıca, gerek kollektivizasyonun ve gerekse sanayileşmenin,
kitle desteği olmadan başarıldığı söylenemez. Bu, herşeyden
önce bu çapta girişimlerin niteliği ve özellikleri açısından
saçma olur. Bugün, Stalin’e yönelik eleştiriler arasında
önemli yer tutan kollektivizasyonun yürütülüş biçimi,
o dönem işçi sınıfının geniş çaplı desteğine sahip olmuştu.
Kıtlık çekilen bir ülkede, kapitalizmi geliştirmeye
uygun bir zemin olan küçük üreticilerin yaşaması ve
spekülasyon, özellikle kentlerde büyük tepkiye yol açıyordu.
Parti, önderliğinin başlattığı hareketi, büyük çoğunlukla
onayladı. Kollektivizasyonun başlangıcında Kalinin’in
söyledikleri oldukça aydınlatıcıdır:
“Politbüro, parti MK ve OGPU’nun uzun süredir köylülüğe
karşı sert önlemler alınması gerektiğini söylemelerine
rağmen ben sürekli beklemeyi ve kesin bir tutum almaktan
kaçınmayı savunuyorum. Ancak bugün bu kararsız tutumun
doğru olmadığı sonucuna varmış bulunuyorum. Benim sürekli
tavsiye ettiğim hoşgörü ve sabır, köylülüğün pasif direnişi
karşısında artık bütün geçerliliğini yitirmiştir. Bu
nedenle ve özellikle yoğunlaşan krizi dikkate alarak,
bugüne kadar savunduğum görüşleri terkediyor ve politbüronun
görüşlerine katılıyorum.”
Partinin 1924 yılında 472. 000 olan üye sayısı, 1926
yılında 1 milyon 305 bine, 1932 yılında 3 milyon 605
bine yükselmişti. Bu üyeler arasında işçi oranı, 1926’da
%56,8’e, 1930’da %65’e çıkmıştı. Kollektivizasyon ve
sanayileşme, bu güce dayanarak, bu gücün kullanımıyla
başarıya ulaştı. Parti merkezi ve Stalin, sorunları
kitleye maletme ve kitleyi bu sorunlar çerçevesinde
mücadeleye seferber etmede büyük başarı gösteriyordu.
Sol ve sağ kanatların tasfiyelerinde de başlıca dayanak
bu güçtü. Örneğin sol kanadın tasfiye edildiği 12. Kongrede,
Troçki, Zinoviyev ve Kamaniev’in birleşik muhalefetleriyle,
oy oranı ancak %0,5 olmuştu.
Stalin’e yönelik eleştirilerde sık sık vurgulanan bir
sav vardı. Buna göre Stalin, yeterli ölçüler aramadan
parti üye sayısını artırarak, muhalefete karşı koz olarak
kullanmıştır. Gerçekte ise, parti üye sayısının bu tür
iddiaları yadsıyan özellikleri vardır.
1929 yılında yapılan ve üçyüz seksen ikibin sanayi işçisini
kapsayan bir araştırmaya göre, bu işçilerin %50,7’si
Ekim Devrimi’nden önce (hatta %21,3’ü 1905 Devriminden
önce) üretim sürecine katılmışlardı.
Yani bilinçsiz bir işçi kitlesi değil, mücadele geleneği
içinde yetişmiş, partinin sorunlarını sahiplenebilecek
ve kırla bağları ortadan kalkmış bir işçi kitlesi sözkonusuydu.
Stalin’in iktidar sahibi olarak parti içi çatışmalarda
kendi yararına sonuçlar verecek düzenlemeler yaptığı,
kendisiyle birlikte hareket edecek unsurları kilit noktalara
getirdiği doğrudur. Ancak, buradan, bilinçsiz bir kitlenin
partiye doldurulduğu sonucuna varılamaz. Stalin her
zaman, diğer Bolşevik önderlere oranla kadrolara daha
yakın olmuş, yüklendiği görevler gereği partinin yerel
kadro ve örgütlerini yakından tanımış, genel sekreterlik
görevi ona bu bağlamda geniş bir hareket olanağı tanımıştı.
Bu noktada kimse önemli görevlere muhaliflerini, rakiplerini
getirmez. Kaldı ki muhalif gruplar, eski Bolşevik kuşak
içindeki etkilerine ve geniş hareket alanlarına karşılık,
belli merkezlerin dışında etkili olamamışlardı. Sessiz
çoğunluk her zaman merkezin yanındaydı ve parti merkezi
de, sorunlarına onları ortak etmede başarılıydı.
Partinin denetimindeki bilinçli ve deneyimli kitle,
kollektivizasyon ve sanayileşme atılımları boyunca Stalin’in
yanında oldu. Bu, onu başarılı yapan gerçek güçtü. Kollektivizasyon,
daha başlamadan önce özellikle işçi sınıfı ve partinin
çoğunluğu için güçlü bir talep durumuna gelmişti. Parti,
işçiye, topraksız köylü kitlelerine dayanarak, arama,
el koyma, mülksüzleştirme gibi ekonomi-dışı zor yöntemleriyle
sonuca ulaştı. Köylünün bu yöntemlere gerek kalmadan,
gönüllü biçimde mülkünden vazgeçerek kollektif çiftliklere
katılmasını beklemek ve bu yapılmadığı için eleştirmek,
eğer aşırı bir subjektivizm yoksa, ham bir ütopyacılıktan
başka birşey olamaz.
Geçiş sürecinde “zor”un rolüne ilişkin tutarlı yaklaşımlardan
birinin sahibi de Buharin’dir. Buharin, sağ kanadın
liderliğini üstlenmediği dönemde, 1920’de şunları söylemişti:
“Bir üretim yapısının yerini bir başkasına bıraktığı
geçiş döneminde, bu geçişin ebeliğini devrimci şiddet
yapar. Bu devrimci şiddet, toplumun gelişmesinin önündeki
engelleri, yani geçmişe karşı devrimci bir faktör haline
gelmiş olan yoğunlaşmış şiddeti, eski devleti ve eski
üretim ilişkileri modelini yok etmek zorundadır. Diğer
yandan devrimci şiddet, yeni bir yoğunlaşmış şiddet,
toplumun iktisadi yapısını değiştirerek iktisadi hayatın
alt-üst olmasının aracı olarak, yeni sınıfın devletini
yaratarak, yeni üretim ilişkilerinin oluşmasına aktif
olarak katkıda bulunmalıdır.”(Buharin, Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’den)
Buharin’e göre, toplumsal şiddet ve zor unsurunun ekonomiyle
iki yönlü ilişkisi vardır. Zor unsuru, öncelikle ekonominin
bir işlevidir ama ikinci olarak, o da ekonomiyi etkiler.
Bu etki ise, iki biçimde görülebilir, ya objektif olarak,
gelişen ekonomik ilişkiler doğrultusunda hareket edebilir
ki burada zor toplumsal ihtiyaca karşılık verir, ekonomik
gelişmeyi hızlandırır ve ilerici bir rol oynar. Ya da
zor tersi yönde, ekonomik evrime karşı bir pranga yerine
kullanılır ki böyle bir durumda da, yerini “zor”un ilerici
biçimine bırakmak durumundadır.
“Karşımızda işçi sınıfının çeşitli kategorilerinin”
hayat tarzlarından ve toplumsal bilinçliliklerinden
de oluşan oldukça “alaca bir resim var” der, Buharin.
Çünkü proletaryanın sınıf olarak iktidarı, bu sınıfın
her üyesinin ideal bir ortalamayı temsil ettiği tutarlı
bir bütünün varolduğu anlamına gelmemektedir. Proletarya
öncüsü, aktif olarak diğerlerini peşinden sürükler ve
gelişme süreci içinde öncü ile diğer geniş kesim arasında
kesin bir ayrım çizgisi de yoktur. Tersine ileri kesime
sürekli biçimde yeni güçler katılır. Proletaryayı sınıf
yapan onun içsel kaynaşma sürecidir ve onu oluşturan
gruplar arasında kapitalizm tarafından tamamen yozlaştırılmış
olanlar da vardır. İşçi sınıfının geniş katmanları bile
meta dünyasının damgasını taşır.
Dolayısıyla, zorlayıcı disiplin asla kaçınamayacağımız
birşeydir ve iç disiplin ne kadar gönülsüzse, yani proletaryanın
belli bir kesim ya da grubu ne kadar az devrimcileştirilmişse,
disiplinin zorlayıcı niteliği o kadar güçlü biçimde
hissedilir. Devrimin partisi, komünist parti şeklinde
örgütlenmiş olan proletaryanın öncüsü ile, kendi saflarında
böylesi zorlayıcı bir öz disiplin kurar. Bu, öncünün
çeşitli bileşkeleri tarafından az çok hissedilir, çünkü
söz konusu zorlayıcı disiplin, onların en derin eğilimlerine
denk düşer ama yine de ortadadır. Ancak başka bir güç
tarafından yerleştirilmemiştir. Herkesin herkes üzerindeki
bağlayıcı iradesinin ifadesidir.”(Buharin)
Buharin, devrimi izleyen günlerin sahip olduğu koşullardan
yola çıkarak ve ölçü olarak proletaryanın içerdiği eğilimleri
alarak, zorun kullanımını kaçınılmaz bulmaktadır. Bu
görüş, SBKP içinde hakim olamamıştır ama, “zor”un ekonominin
gelişmesine hizmet edecek toplumsal bir ihtiyaç olduğu
yolundaki görüşü, SSCB’nde sosyalist inşa sürecinde
gündeme gelen zor unsurunun dayandığı temeli, özünde
açıklamaktadır. Kollektivizasyon, üstelik işçi sınıfının
alaca bir resim olarak tanımlandığı bir ülkede, tercihlerin,
amaç ve beklentilerin bir sonucu olarak kapitalizmden
yana biçimlenen kesimlere, kulaklara, orta ve küçük
köylülüğe yönelmiş ve sosyalizmi inşa edebilmenin bir
gereği olarak zor, ilerici bir işlev yüklenmiştir.
Zor tek başına gerici bir eylem değildir, ona gerici
ya da ilerici niteliğini veren, hizmet ettiği amaç,
nedenler, yürütülüş biçimi ve bir seçenek olarak “zor”u
gündeme getiren nedenlerin haklılığıdır. Toplumsal kullanımın
nesnel gerekleri ile bireylerin bu gereklilikleri değerlendiriş
biçimleri arasında bir çatışmanın yer aldığı bütün durumlarda
olduğu gibi, bireysel değerlendirme ve tavırlar, tarihsel
süreci engelleyebilir ya da geciktirebilir. Ama sonsuza
kadar durduramaz.
Ayrıca, bireylerin olayların gidişi karşısındaki tavırları
değişmez ve kaçınılmaz şeyler olamaz. Zaman içinde,
nesnel olanla uzlaşılacaktır. Böyle bir uzlaşmada esas
alınacak olan, sözkonusu dönüşümün son çözümlemede toplumun
yararına olup olmayacağıdır. Tarımın kollektivizasyonu,
sonrasının ileri sanayi ülkesini yaratmıştır. Dolayısıyla,
Stalin önderliğinin yaptığı, köylüye rağmen onun tutucu
ve heterojen niteliğini de aşarak, toplumu ve köylüyü
ilerletme çabasıdır ve bu yolda “zor”, devrimci bir
eylemdir.
Devam etmek
için tıklayınız
|