Emperyalizmin
Suç Dosyası
|
EMPERYALİZM:
İNSANLIĞIN BAŞ DÜŞMANI
Bugünlerde dünya tarihinin belki de en önemli günlerini
yaşıyoruz. 90’lı yılların başındaki “Körfez Savaşı”
sırasında izlediğimiz “naklen haydutluk” senaryosu tarihin
bu diliminde her seferinde daha azgın bir biçimde önümüze
geliyor... 11 Eylül eylemini bahane ederek dünya halklarına
ve özellikle Ortadoğu’ya yeni bir saldırı dalgası başlatan
Amerikan emperyalizmi, daha Afganistan yıkımının külleri
soğumadan, Irak halkının üzerine bombalar yağdırdı ve
sonuçta Ortadoğu’da kalıcı işgal günleri başladı. Diğer
yandan ise taşeron kontr-gerilla devleti İsrail aracılığıyla
Filistin halkına kan kusturuyor. Öte yandan ise bu genel
saldırının Ortadoğu ile sınırlı olmadığı, dünyanın öteki
köşesindeki olaylardan anlaşılıyor. Örneğin, hiç de
rastlantısal olmayan bir biçimde birden Kolombiya ordusu
yanına yarı-askeri faşist çeteleri de alarak gerilla
denetim bölgesine giriyor, bir süredir çıban başı olarak
görülen Venezuela’daki “ulusalcı” Chavez hükümetine
karşı darbe örgütleniyor, vb... Küba ve Kore Demokratik
Halk Cumhuriyeti gibi “aykırı” ülkelere karşı yürütülen
provokasyon ve abluka çemberi ise daraltılıyor.
“Bu, iyilerle kötülerin savaşıdır” diyor, ABD başkanı
Bush; böylece dünya haritası üzerine kalın bir çizgi
çekiyor ve bir tarafa emperyalist ülkeleri ve işbirlikçilerini
diğer tarafa da “terörizm”le damgaladığı dünyanın yoksullarını,
ezilenlerini, kendisine karşı direnen herkesi koyuyor.
Bu haydutluk gösterileri şimdilik Ortadoğu ve Latin
Amerika ağırlıklı olarak yürütülse de asıl hedef daha
geniştir. Emperyalizm bu noktadan hareketle bütün dünyadaki
her türden muhalif harekete, devrimci yükselişlere müdahale
edebilecek bir uluslararası jandarma gücü yaratmaya
çalışıyor. Böylece emperyalist kamptaki çatlakları da
onarmaya, dünyayı kendi hegemonyasında tutmaya çalışan
ABD emperyalizmi, Körfez Savaşı ile başlattığı ve Somali,
Ruanda gibi örneklerle devam ettirdiği yeni bir hegemonya
tarzını inşa etmeye calışıyor.
Bu arada kan kokusuna karşı son derece duyarlı olan
Türkiye’nin işbirlikçileri de -bazen beceriksizlce hesap
yanlışları yapsalar da- bu kirli savaşlara katılmak
için can atıyorlar. İşbirlikçi oligarşi ve CIA güdümlü
medya her fırsatta savaş çığlıkları atıyor ve bu kanlı
oyunlardan ne kapabilecekleri üzerine hesaplar yapıyorlar.
Bütün bu karmaşa arasında herkes ABD’ye yapılan saldırıda
kaç kişinin öldüğünü ve böyle bir noktada ABD’nin intikam
almakta haklı olup olmadığını tartışırken, emperyalizmin
dünya halkları için ne anlama geldiği unutuluyor ya
da Amerikancı medya tarafından bilerek unutturuluyor.
Dünyanın dört bir yanında milyonlarca insanın ve genel
olarak insanlığın katili olan emperyalizm aklanmaya
çalışılıyor.
EMPERYALİZM TARİH
KARŞISINDA SUÇLUDUR
Emperyalizm, kapitalizmin tekelci ve asalak aşamasıdır.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine dayanan sınıflı
toplum düzenlerinin en sonuncusu ve en gelişkini olan
kapitalizm, esas olarak bir avuç sermaye sahibi kapitalistin
işçi sınıfını ve dolaylı olarak bütün toplumsal yapıyı
sömürdüğü ve buradan sağladığı kârlarla servetini atırdığı
bir düzendir. İçinde en küçük bir insani kaygı barındırmayan,
yalnızca daha yüksek kâr güdüsüyle davranan bu sistem,
emek sömürüsünün, artı değerin üzerine kuruludur. İşçinin
yalnızca işgücünü satın alan ve ona çalışmasına devam
edebilecek kadar ücret veren kapitalistin kârı, bu karşılığı
ödenmemiş emekten kaynaklanır ve kapitalizmin her aşaması
bu artı-değerin çoğaltılmasının ve işçi sınıfının artan
yoksullaşmasının tarihini oluşturur.
Emperyalizm ise bu emek hırsızlığı düzeninin en son
ve tekelcileşmiş aşamasıdır. Dünyanın büyük bankalarla
bütünleşmiş bir avuç tekel tarafından paylaşıldığı emperyalist
aşama, artık insanlığın tüm gelişmesinin önünün kesildiği,
tüm ülkelerin yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin tekeller
tarafından yağmalandığı bir sürekli haydutluk aşamasıdır.
Artık dünyanın hiçbir köşesi büyük emperyalist tekellerin
ve onların çıkarlarını koruyan emperyalist devletlerin
sömürü ve baskısından uzakta değildir. Emperyalist sistem
yaklaşık yüz yıldır bütün dünyayı bir kan gölüne çevirmiş,
daha çok sömürü ve daha çok kâr için yirminci yüzyılı
cinayetler ve katliamlar yüzyılı yapmış, şimdi de yeni
binyılı kana bulamaya başlamıştır. Bu onun kaçınılmaz
doğasıdır; çünkü emperyalizm, tarihin işleyişine ve
insanlığın en temel özelliklerine karşı suç anlamına
gelmektedir; çünkü o doğrudan doğruya insanın gelişme
dinamiğinin önünün kesilmesidir.
EMPERYALİZM SAVAŞ
VE YIKIM DEMEKTİR
Emperyalizm, savaşa mahkûmdur. Yirminci yüzyılın başında
dünyanın belli başlı emperyalist ülkeler tarafından
paylaşılmasından sonra her yeniden paylaşım girişimi
mutlaka savaşlarla sonuçlanmıştır ve sonuçlanacaktır.
Kapitalizmin doğası gereği eşitsiz gelişen ve sık sık
birbirlerinin egemenlik alanlarına göz diken emperyalist
ülkeler, pazarlar ve sömürü alanları daraldıkça kendi
aralarında yeniden kavgaya tutuşmakta ve bu kavga milyonlarca
insanın ölümüne neden olan kanlı savaşlarla sonuçlanmaktadır.
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı bunun en açık örneğidir.
Özellikle o dönemde palazlanarak İngiliz hegemonyasını
tehdit eden Almanya’nın önünü kesmek için başlatılan
bu kan banyosunun maddi sonucu 10 milyon ölü, 20 milyon
sakattır. Toplam asker sayısı 70 milyonu bulan orduların
kapıştığı bu savaşın sadece Avrupa’daki mali bilançosu
ise 350 milyar dolarlık yıkımdır. Silah sanayiin patlama
yaptığı ama milyonlarca çocuğun açlıktan can verdiği
bu büyük katliam emperyalizmin en ağır suçlarından biri
olarak tarihte durmaktadır.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ise birincisinin çok
çok üzerinde bir kanlı katliamdır. İnsanlığa verilen
manevi zararları bir tarafa koyarsak, bu korkunç boğazlaşmanın
sadece can kaybı olarak bilançosu tahminen 35 ile 60
milyon insanın ölümüdür. Yalnızca faşizmin kesin yenilgisini
sağlayan kahraman Sovyet halkından 11 milyonu asker
olmak üzere toplam 20 milyon insan hayatını kaybetmiştir.
Ne zaman ki bütün emperyalist kampın sosyalizme saldırsın
diye tasmasını gevşek bıraktığı Alman faşizmi Stalingrad
önlerinde Sovyet halkının direnişiyle bozguna uğratılmıştır,
ancak o zaman Kızılordu’nun ilerleyişinden korku duyan
müttefikler duruma müdahale etmişlerdir.
Bu savaşta Polonya’nın insan kaybı, 5 milyon 800 bin,
Almanya’nınki ise 4 milyon civarındadır. Japonya’nın
kaybı ise 2 milyon insandır, ki bu katliamın önemli
bölümü atom bombasının atıldığı Hiroşima ve Nagasaki’de
gerçekleşmiştir. 1945’te yapılan bu nükleer katliamda
birkaç saniye içinde 250 bin kişi birden öldürülmüş,
iki şehir ve onların toplam halkı bir anda haritadan
silinmiştir. Bugünkü durum ise özellikle siviller açısından
çok daha vahimdir. Örneğin, II. Emperyalist Paylaşım
Savaşı’nda ölen sivillerin askerlere oranı %50 iken
1990’lı yıllardaki çatışmalarda bu oran %90’a ulaşmıştır.
1986-1996 arasındaki savaşlarda ise 2 milyon çocuk ölmüş,
5 milyon çocuk sakat kalmıştır. Ve bugün dünyada 50
milyon insan mültecidir. İşte emperyalizmin militarist
yüzünün insani maliyeti budur.
EMPERYALİZM, FAŞİZM,
IRKÇILIK ve SOYKIRIM DEMEKTİR
Üstelik bu savaşın en kirli yanı milyonlarca insanın
sadece savaş alanlarında değil toplama kampları ve gaz
odalarında da can vermesi, dünyanın en büyük soykırımının
gerçekleştirilmiş olmasıdır.
Almanya’da tekelci sermayenin terörist yönetimi faşizm
iktidara gelir gelmez önce komünistleri, ilericileri
ve yahudileri topladığı kamplara daha sonra faşizmle
çelişkisi olan ve hatta iktidara gelmesine hizmet edenleri
bile göndermiş ve dünyanın en büyük katliamını gerçekleştirmiştir.
Günde 6 bin insanın yakıldığı ve kurşuna dizildiği ünlü
Auschwitz başta olmak üzere bu kamplarda beş-altı yılda
yaklaşık 25 milyon insanın öldürüldüğü, yarım milyon
insanın ise açlıktan ve hastalıklardan öldüğü tahminen
bilinmektedir. Bütün bu cinayetlerin birkaç SS subayının
işi olmadığı, Krupp ve I.C. Farber başta olmak üzere
Alman tekellerinin tümünün işin içinde olduğu Nürnberg
yargılamalarında tamamen açığa çıkmıştır.
Sanıldığı gibi faşizm, ırkçılık ve soykırım salt Alman
ya da İtalyan faşizmine özgü bir durum değildir. Nazi
Almanyası’nda görülen işin küçük bir bölümüdür. Pazar
kavgası ve saldırganlık anlamına gelen emperyalizm,
tarihinin her aşamasında ırkçılığa ve faşizme ihtiyaç
duymuştur. Sömürge ülkelerin ve halkların aşağılanması,
emperyalist ülke insanlarının ve beyaz ırkın üstün ırk
olarak sunulması, kapitalist sistemin idelojik temelidir.
Amerika’daki büyük Kızılderili katliamlarından, siyahların
köleleştirilmesine ve Uzakdoğu’daki soykırımlara dek
her ırkçı olayın arkasında, her faşist cuntanın tezgahlanmasında
emperyalizm vardır. Esasen emperyalist ülkelerdeki yaygın
kültür ve düşünme biçiminin kendisi de Alman faşizminden
farklı değildir. Dolayısıyla bizzat emperyalist ülkelerin
devlet yönetimlerindeki ırkçı-faşist unsurlar bir yana
Neo-Nazi katillerini besleyen zemin de kapitalist sistemin
yapısal özellikleridir.
EMPERYALİZM, MİLİTARİZM
VE KAN TÜCCARLIĞI DEMEKTİR
Emperyalizmin tarihe ve insanlığa karşı işlediği en
ağır suçlardan biri, pazar kavgasına bağlı olarak geliştirdiği
militarizm ve silah ticaretidir. Silahlanma elbette
dünya tarihinde yeni bir olay değildir; ama emperyalist
aşama tarihin en büyük toplu katliam araçlarını geliştirmiş
ve ekonomisinin büyük bölümünü bu sektör üzerine kurmuştur.
Her şeyi tekellerin ihtiyaçlarına bağlayan bu sistem,
bilimi ve teknolojiyi kitle imha araçlarının yapımı
için seferber etmiş, üretime ve toplumsal refahın arttırılmasına
hizmet edebilecek milyonlarca dolar şişirilmiş bir askeri
bürokrasinin ayakta tutulmasına, milyarlık orduların
beslenmesine ve silah üretimine kaydırılmıştır. Özellikle
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ekonominin
askerileştirilmesi hızlandırılmış, militarizm adım adım
yeni bir noktaya doğru geliştirilmiştir. Birbiri ardına
geliştirilen yeni savaş araçları ve yeni modeller, büyük
tekeller için yağlı kapı olmuş, silah siparişleri bir
noktadan sonra kapitalist ekonominin ritmini belirler
olmuştur. Bir Pershing füzesinin yapımında 500’ün üzerinde
çokuluslu şirketin görev aldığı düşünülürse, emperyalist
ekonomi açısından askeri harcamaların önemi anlaşılabilir.
Ayrıca bugün dünyada “Araştırma-Geliştirme” harcamalarının
önemli bir bölümü de silahlanmaya ayrılmaktadır.
Öte yandan, metropol ülkelerde tezgahlanan silahlanma
planları, savaş rüzgarlarının sürekli estirildiği dünyanın
bağımlı ülkelerinde bir sistematik içinde uygulanmaya
başlanmış, dolayısıyla silahlanma uluslararası yeni
işbölümünün bir işlevi haline gelmiştir. Örneğin, Brezilya,
Arjantin, İsrail, G. Afrika, G. Kore ve Türkiye uluslararası
yeni işbölümüne uygun olarak montaj teknolojisi ile
silah üretmektedirler. Bu durumun en açık kanıtı ise,
bağımlı ülkelerde genel harcamalarının yarıdan fazla
bir kısmının silahlanma harcamalarına gitmesidir. Bağımlı
ülkelerde bir yandan emperyalizmin patentleri ve lisansları
ile silah üretimi yapılırken, öte yandan her yıl yeni
silah ithalatı yapılmaktadır. 1980’li yılların başında
20 -25 milyar dolar olarak hesaplanan uluslararası silah
ticaretinin dörtte üçü bağımlı ülkeleri kapsamaktadır.
Bu satın almaların önemlice bir bölümü ise şüphesiz
kirli bir savaş yürütmekte olan Türkiye tarafından yapılmaktadır.
Silah tekellerinin artan önemi süreç içinde öyle bir
hale gelmiştir ki, metropol ülkelerde finans oligarşilerinin
yürütme kuvvetini tamamen silah tekelleri ellerinde
tutar olmuş, silah tekelleri hükümet kurar, hükümet
düşürür hale gelmiş, hegamonik devlet mekanizmaları
tüm olanaklarını bu tekellere açar olmuştur.
EMPERYALİZM, SÖMÜRGECİLİK,
KÖLELİK VE SEFALET DEMEKTİR
Emperyalizm, bağımlı ülkelerin bütün yeraltı/yerüstü
zenginliklerinin vahşice sömürülmesi, kaynaklarının
tüketilmesi, halkların kişiliksizleştirilerek kültürlerinin
yokedilmesi demektir. 1945’lerden sonra başlattığı yeni-sömürgecilik
uygulaması da esasen aynı sonuca yol açmaktadır.
Yeni-sömürgecilik uygulaması, emperyalist işgalin gizlenmesi,
geri bıraktırılmış ülkelerdeki işbirlikçiler aracılığıyla
patent ve askeri anlaşmalarla, sermaye yatırımları ile
borç ve "yardım" ilişkileri ile bağımlılık
yaratılması, bu ülkelerin ekonomisinden kültürüne bütün
güçlerinin iç dinamiğinin çökertilmesidir. Bu ülkelerin
ordularını kendi genelkurmayına bağlayarak ordu ve polisi
iç savaş ordusu haline getiren emperyalizm, bu ülkelerdeki
ekonomik, siyasi ve kültürel yapıyı kendi ihtiyaçlarına
uygun hale getirmiştir.
Bu politikaya bağlı olarak çeşitli ülkelerdeki ABD üsleri
yaygınlaştırılmış ve saldırı odakları haline getirilmiştir.
ABD askeri güçleri. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda
ülke dışında yalnızca üç, II. Emperyalist Paylaşım savaşında
39 ülkede bulunurken, 1968 itibarıyla 64 ülkede bulunmaktadır
ve bu sayı bundan sonra da artmıştır.
Buna karşılık emperyalizm halklara açlık ve sefalet
vermiştir.
Bugün dünyanın en zengin üç adamının varlığı 48 yoksul
ülkenin ulusal gelirinden yüksektir. Aynı üç adamın
varlığı Afrika’nın bütün ülkelerinin ulusal gelirinden
yüksektir. Öte yandan, dünyanın en zengin 225 kişisinin
varlığı ise bütün dünya nüfusunun sosyal gereksinmelerini
karşılayabilecek miktardadır. Uçurum bu denli derindir.
Buna karşılık Dünya Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre
1960-1970 arasında 13, 1970-80’de 15, 1980-85 arasında
ise 40 milyon kişi açlıktan ölmüştür. 1990’da toplanan
Dünya Çocuk Zirvesi raporuna göre her yıl 12 milyon
çocuk önlenebilir hastalıklardan ölmektedir ve UNICEF
tahminlerine göre 2000’li yıllarda 175 milyon çocuk
5 yaşına gelmeden ölecektir. Tamamen yasak olduğu halde
bugün Asya’da çalıştırılan çocukların sayısı 250 milyondur.
Ve tabii ki bunlar, şanslı olanlarıdır; bu ülkelerdeki
2 milyon çocuk ise doğrudan fuhuş pazarındadır. Aynı
yıllarda, yani 1980-1994 arasında yoksul ülkelerin borçlarının
artış oranı %400’dür; 1980-1998 arasında bu borçlar
600 milyar dolardan 2.2 trilyon dolara yükselmiştir.
Yalnızca yoksul ülkelerde değil, Avrupa’da da nüfusun
%17’si yoksulluk sınırındadır. ABD’de 12 yaş altındaki
13 milyon çocuğun aç olduğu BM verileriyle sabittir.
Çünkü, ABD’nin maddi varlığının %68’ini nüfusun %1’i
almaktadır. Buna karşın aynı ülkede nüfusun 7 milyonu
evsizdir, 26 milyon kişi uyuşturucu kullanmaktadır.
Emperyalizmin varlığının doğurduğu sonuçlardan biri
de, sağlık konusundaki vahim durumdur.
Örneğin, emperyalist metropollerde ortalama ömür 72-74
arasında değişirken, bağımlı ülkelerde 55 yılı geçmemektedir.
Salgın hastalıklar bağımlı ülkelerde çok yaygındır.
Örneğin, iyot eksikliğinden kaynaklanan endemik guatr,
tahminlere göre 200 milyon insanı etkilemektedir. 70
ülkede, 180 - 200 milyon insanda parazit hastalığı görülmekte,
sıtma Afrika’da her yıl milyonlarca çocuğu öldümektedir.
UNİCEF’e göre, gelişmiş ülkelerde beş kişiye bir doktor
düşerken, bağımlı ülkelerde 2700 kişiye bir doktor düşmekte,
oran bazılarında ise 20 bine çıkmaktadır. Bağımlı ülkelerde,
birbuçuk milyar insan ve 6 yaşından küçük 400 milyon
çocuk her türlü tıbbi bakımdan yoksundur. Bağımlı ülkelerde,
1980 verilerine göre, kişi başına sağlık hizmetleri
için harcanan yılda yalnızca 1.7 dolardır. Bu, emperyalist
metropollerde 144 kat daha fazladır.
EMPERYALİZM
ASKERİ DARBELER
VE İŞKENCE DEMEKTİR
1950’lerden bu yana, yalnızca ABD tarafından tezgahlanan
darbeler bile bunun en açık kanıtıdır. O kadar ki, bu
darbelerin sayılması bile mümkün değildir. Yalnızca
Türkiye’de 1971 ve 1980’de olmak üzere iki darbe tezgahlayan
ABD, dünyadaki bütün gerici-faşist yönetimlerin başdestekçisidir.
1945’ten 1977’ye kadar ABD’nin tüm ülkelere yaptığı
140 milyar dolarlık "yardım"ın üçte ikisi,
faşist cuntalara gönderilmiştir. Bunun 13.5 milyarı
G. Kore’ye, 5.5 milyarı Brezilya’ya, 3 milyarı İran
Şahı’na gitmiştir. 1979’da dünyanın en baskıcı yönetimlerinden
15’ i, patronluğunu ABD’nin yaptığı Dünya Bankası’ndan
2,9 milyar dolar ya da yaklaşık tüm kredilerin 1/3’ünü
almışlardır. Rakamlardan bile faşist diktaların nasıl
himaye edildiği, ayakta tutulduğu görülmektedir. Öte
yandan Uluslararası Af Örgütü 1998 verilerine göre 193
devletin yaklaşık üçte ikisinde, yani ABD’nin “sevgisi”ne
layık görülen ülkelerde, yılda en az 500 bin kişi sistematik
işkenceye uğramaktadır.
EMPERYALİZM DOĞANIN
MAHVEDİLMESİ VE TALAN EDİLMESİDİR
Kapitalizm, kâr hırsı demektir ve bu gözü dönmüş hırs,
yüz yıldan fazladır dünyanın ekolojik dengesini mahvetmekte,
özellikle bağımlı ülkeleri çöplüğe çevirmektedir. Bağımlı
ülkelere akıtılan eski teknolojiler ve doğrudan sınai
atıklar bu ülkelerdeki doğal hayatı katletmekle kalmayıp
bazen binlerce insanın ölümüne neden olmaktadır. Union
Carbide isimli çokuluslu şirketin Hindistan’da yarattığı
Bhopal faciası bunun en çarpıcı örneğidir. 1984’teki
bu olayda gaz sızıntısı yüzünden gerçekleşen patlamada
16 bin Hintli yaşamını yitirmiştir ki, bu sayı 11 Eylül
saldırısındaki ölü sayısının birkaç mislidir. Yine Fransa’nın
Pasifik’teki nükleer denemelerinin yarattığı sonuçlar
ve bu sırada Fransız Gizli Servisi’nin Greenpeace gemisine
yaptıkları bombalı saldırı hâlâ hafızalardadır.
Ama asıl facia bunların da ötesinde, aç gözlü kapitalizmin
genel düzeyde dünyaya verdiği zarardır. Bir bütün olarak
dünyanın dengesini bozan ve atmosferin bileşimini değiştiren
teknolojileri üretim maliyeti yüzünden değiştirmeyen,
üstelik durmadan benzeri teknolojilerle dünyayı zehirleyen
emperyalizm, alternatif enerji kaynaklarının kullanılmasını
kasıtlı olarak engellemekte, kendisiyle birlikte dünyayı
da bir felakete doğru sürüklemektedir.
EMPERYALİZM
BÜTÜN DÜNYAYA
ZULÜM VE FELAKET GETİRMİŞTİR
A) Avrupa
l İki
büyük savaş sırasında Avrupa’yı kan gölüne çeviren emperyalizm,
bölgesel düzeyde de kirli savaşlara imza atmıştır. İSPANYA
bunların en önemlisidir. Alman ve İtalyan faşizminin
desteğiyle İspanya Cumhuriyeti’ne karşı 1936’da ayaklanan
General Franko’nun faşist ordusu 1939’un Mart ayında
gösterilen insanüstü direnişe rağmen Madrit’i ele geçirdiğinde
bir milyondan fazla insanın kanına girmişti bile. Guernica
katliamı gibi yüzlerce katliama imza atarak iktidara
gelen Franko’nun en büyük desteği ise ABD’ydi ve bu
destek sayesinde Franko 80’li yıllara dek ayakta kalabildi.
Dünyanın en uzun süren diktatörlüklerinden biri olan
Franko diktası, bu dönem boyunca binlerce sendikacı,
devrimci ve Bask savaşçısının kanına girdi. Bask ülkesinin
işgali bugün de devam ettirilmektedir.
l PORTEKİZ’deki
45 yıl hüküm süren Salazar diktası da aynı güçlerin
ürünüdür. 1930’da bütün siyasi faaliyetleri, sendikaları
yasaklayarak işe başlayan Salazar, CIA tarafından desteklenen
gizli servisi PİDE’nin baskısıyla Portekiz’i cehenneme
çevirdi. Binlerce gencin, işçinin katili olan bu diktatör
ancak 1974 yılında bir ayaklanma ile devrilebildi. Portekiz’in
bu sürede sömürgelerinde yaptığı katliamlar bir yana
kendi askeri kaybı bile 10 bin ölü ve 50 bin yaralıydı.
l 1943
yılında devrilene kadar Mussolini faşizminin İTALYA’da
yaptıkları ve özellikle Afrika’daki katliamları ise
tarihe kaydolmuştur. İktidar olur olmaz bütün işçi örgütlerini,
grevleri yasaklayan Mussolini yıllarca demir yumrukla
yönettiği İtalya’yı Hitler’in emrinde bir bekçi köpeğine
dönüştürdü. Sonraki süreçte de İtalyan faşizmi kendisini
farklı biçimlerde devam ettirmiştir. Örneğin, İtalyan
kontr-gerilla örgütü Gladio Avrupa’nın en kanlı devlet
terörü örgütlerinden biridir. CIA denetiminde kurulan
ve gazetecilerden adli suçlulara dek yüzlerce insanı
kullanan, milyarlarca dolarlık servetleri elinde tutan
bu örgüt, yüzlerce cinayete imza atmış, birçok ülkede
neo-nazi çetelerin kurulmasına önayak olmuştur. Ünlü
Bologna istasyonu katliamı dahil birçok kanlı olaya
imza atan Gladio, bugün hâlâ varlığını sürdürmekte ve
Türk özel timleri dahil birçok kontr-gerilla örgütüne
eğitim kamplarında hizmet vermektedir.
l YUGOSLAVYA’nın
çektiği acılar ise yüzyılın en trajik olayıdır. 1944’te
Alman işgalini sona erdiren Yugoslavya, onyıllar sonra
1990’larda bu kez ABD işgaline uğramıştır. CIA tarafından
kışkırtılarak kendi aralarında boğazlaşmaya itilen Yugoslavya
halkları, tam bir etnik kargaşa yaşamışlar, bu arada
binlerce kişinin öldürüldüğü, tecavüze uğradığı kirli
bir savaş sırasında korkunç acılar çekmişlerdir. Sonunda
ABD’nin öncülüğünde bölgeyi işgal eden NATO güçleri,
Yugoslavya’nın varlığını tamamen sona erdirerek, kukla
devletçiklerin yer aldığı bir kaos yaratmışlardır. ABD
destekli bir “ayaklanma”(!) ile yıkılan Miloseviç’in
yerine onun kadar sağcı ve katliamcı birinin getirilmesi
de ABD’nin amacını gözler önüne sermiştir. Bu arada
besleme bir örgüt olarak kurulan UÇK bahane edilerek
KOSOVA ve MAKEDONYA’nın işgali de tamamlanmıştır.
Bu ülkelere karşı düzenlenen NATO operasyonlarında sadece
“yanlışlıkla” öldürülen sivillerin sayısı bile net olarak
saptanamamaktadır.
l YUNANİSTAN’da
olup bitenleri anlamak için ise yalnızca 1947 yılını
hatırlamak yeterlidir. 1941’den beri Alman işgaline
karşı yiğitçe savaşan Yunan komünistleri, 1947’de emperyalizm
için ciddi bir tehlike oluşturduklarında tarihin en
büyük katliamlarından birini yaşadılar. “ABD yardım
etmezse Yunanistan komünistlerin eline geçecek” çığırtkanlığı
yapan Başkan Truman’ın desteğiyle başlayan katliam süresince
50 binden fazla komünist öldürüldü. İç savaşın bütünü
sırasında ise 185 bin partizan ölürken, açlıktan ölenlerin
sayısı 260 bindi. Yunanistan’ın toplam nüfusunun yüzde
onu böylece katledilmişti; ayrıca yüzbinlerce insan
toplama kamplarında tutuldu. Daha sonra 1960’larda CIA’nın
tezgahladığı Albaylar cuntası ise aynı türden katliamlar
konusunda bir emperyalist geleneği devam ettirmiştir.
Yüzlerce devrimci öğrenci başta olmak üzere çok sayıda
ilerici insan bu dönemde katledilmiş, Yunanistan baştan
başa bir işkencehaneye çevrilmiştir.
l ALMANYA’nın
sabıkaları sanıldığı gibi Hitler’le başlamamaktadır.
Çok daha öncesinde 1918-19 Alman devriminin bastırılması
sırasında yapılan kitlesel işçi katliamlarını, Spartakist
önderler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in kurşuna
dizilmesini hatırlamak bile bunu kavramak için yeterlidir.
Daha sonraki 1923 ayaklanması ve Hamburg barikatlarında
akıtılan işçi kanı da Alman emperyalizminin en bilinen
sabıkalarıdır. Nazi katliamlarından, toplama kamplarından
ise daha önce söz etmiştik. Ama sanıldığı gibi Hitler’in
yenilgisi de faşizmin bitmesi anlamına gelmemiştir.
Daha 1945 yılı bitmeden Hitler’in eski kadroları işbaşına
dönmüşlerdi bile. Nazi partisinin gizli servis şefi
Gehlen, Federal Almanya’nın da gizli servisini yönetiyordu.
Sosyalizme yönelik komploların hemen tümü bu dönemde
Almanya üzerinden yürütüldü. Bütün Neo-Nazi örgütleri
böylece kuruldu ve güçlendirildi. CIA tarafından desteklenen
gizli servis BND 1970’li yıllarda Kızıl Ordu Fraksiyonu
(RAF) üyelerine düzenlenen operasyonların ve dört RAF
liderinin Stammheim Cezaevi’nde kurşuna dizilmesinin
baş sorumlusuydu.
l CIA’nın
alt birimlerinden biri olan OPC tarafından organize
edilen AVUSTURYA Nazileri ise devletle tamamen
işbirliği halindedirler. Eski SS subaylarının üst düzey
yönetici olduğu bu örgüt sendikacılara ve sol partilere,
yabancı işçilere karşı saldırıların baş sorumlusudur.
l Avrupa’nın
en sakin görünen ülkesi olan İSVEÇ’te Başbakan
Olof Palme’nin benzer bir Neo-Nazi organizasyonu tarafından
öldürüldüğü kesin gibidir. Suikastten sonra tanıkların
doğrudan teşhis ettiği kişilerin çoğunun eski paralı
askerler ve neo-naziler olması ve bunlardan eski bir
İngiliz lejyonerinin geçtiğimiz yıllara kadar Kıbrıs
Bayrak Radyosu’nda “çevirmen” kadrosunda çalışması hiç
rastlantı değildir.
l İşçi
sınıfı tarihinin en büyük ayaklanmasına ve en kanlı
katliamına 1871 Komün günlerinde sahne olan FRANSA
ise sömürgelerinde uyguladığı yüz kızartıcı suçlarla
anılır. Alman işgalinden büyük ölçüde komünist direnişçilerin
sayesinde kurtulan Fransa, daha sonra ABD’nin açık desteğiyle
sağcı yönetimlerin kapısını aralamış ve bu arada sömürgecilikten
hiç vazgeçmemiştir. Büyük bir yenilgiye uğradığı 1954’e
kadar Vietnam’a kan kusturan, Cezayir’i kana bulayan
Fransa, 1968’lerdeki gösterilerde kendi halkına karşı
da acımasız davranmış, Paris sokaklarında yine devrimcilerin
kanını akıtmıştır. Bütün bu saldırganlığın başını ise
bizzat devlet tarafından kurulan OAS isimli katiller
örgütü çekmiştir. Fransa bugün hâlâ Afrika ve Uzakdoğu’dan
elini çekmiş değildir.
lİNGİLİZ
emperyalizmi bütün dünyanın en iyi bilinen sömürgeci
gücüdür. Şimdilerde eski gücünü yitirmiş gibi görünse
de “üstünde güneş batmayan” imparatorluk olarak tanımlanan
İngiltere, Hindistan’dan Güney Afrika’ya dünyanın dört
bir yanında sayısız katliama ve soyguna imza atmıştır.
Son dönemde de Amerikan emperyalizmin en sadık müttefiki
olarak görev yapan İngiltere, bütün haydutluk ve katliam
savaşlarında bizzat yer almaktadır.
l Neredeyse
yüz yıldır İngiltere’nin işgali altında olan İRLANDA
ise Avrupa’nın kanayan yarasıdır. İngiliz işgaline karşı
mücadelenin başladığı ve IRA’nın kurulduğu ilk günlerden
beri, İngiliz devleti, zaman zaman yerli işbirlikçilerini
de kullanarak İrlanda’da sayısız suç işlemiştir. 1916’da
Paskalya Ayaklanması’ndan sonra IRA kurucusu James Conolly
ve 12 arkadaşını kurşuna dizen İngiltere, sonraki yıllarda
faşist işbirlikçilerini de kulanarak yüzlerce yurtsever
İrlandalıyı katletti. Ölüm oruçlarında yaşamını yitiren
Bobby Sands ve dokuz arkadaşının da dahil olduğu 3 binden
fazla kişi İrlanda için savaşırlarken öldürüldüler.
Ki bunların çoğunluğu, “Kanlı Pazar” katliamında olduğu
gibi sivil insanlardı.
lEsas
olarak kendi hatalarının sonuçlarını yaşayan ama bu
arada emperyalist kampın gizli servislerinin komplolarına
da hedef olan eski sosyalist ülkeler de, reel sosyalizmin
çöküşünden sonra büyük bir yıkım içine gömülmüşler,
kapitalist sisteme dahil olmanın bedelini çok ağır ödemişlerdir.
RUSYA İçişleri Bakanlığı verilerine göre, tutuklanan
Rus gençlerinin sayısı 1990-1997 arasında üçte bir oranında
artarak 200 bin kişiyi geçmiştir. St. Petersburg’da
3 bin, Moskova’da ise 6 bin çocuk sokaklarda yaşamaktadır.
Eski sosyalist ülkeler böylece önceki yıllarda tanık
olmadıkları sosyal faciaları son on yılda yaşadılar.
Batı’ya eklemlenen DEMOKRATİK ALMANYA, MACARİSTAN,
BULGARİSTAN, ROMANYA ve ÇEKOSLAVAKYA gibi ülkeler,
kısa sürede kapitalizmin “normal” sonuçları olan yoksulluk,
fuhuş ve açlıkla tanıştılar; mafya tarafından soyup
sovana çevrilmeyi öğrendiler. ARNAVUTLUK gibileri
ise dışa verdiği kaçak göç yüzünden neredeyse nüfusunun
yarısını kaybetti.
B) Kuzey Amerika
l KIZILDERİLİ
KATLİAMI, ABD’nin kuruluşundan çok önce başlayan
insanlık tarihinin en ağır suçlarından biridir. Ta Kolomb’un
kıtaya ayak bastığı günden beri başlayan katliamlar
zincirinin Kuzey’deki ayağı da Güney’den hiç aşağı kalmaz.
Bir zamanlar nüfusu 30-40 milyonu bulan Kızılderililerin
sayısının bugün 2-3 milyona düşmesi bunun en açık kanıtıdır.
Sömürgeci beyazlar tarafından mahvedilen doğa dengesi
yüzünden hastalıklardan, açlıktan ölen milyonlarca Kızılderilinin
yanında beyazların ayak bastıkları her toprak parçasından
sürülen bu insanlar yüz yıl boyuncu sistematik katliamlara
uğradılar. Korkunç bir asimilasyon politikasıyla, sahtekârlıklarla
adım adım sürülen Kızılderililer, yıllar boyunca toplama
kamplarına ya da kimliksizliğe mahkûm edildiler. Amerikan
demokrasisi denilen şey, böylece yaklaşık 30 milyon
yerlinin katledilmesi üzerine kuruldu.
l SİYAHLARA
KARŞI UYGULANAN KÖLECİLİK ise belki şimdi tarih
kitaplarında kalmış gibidir ama bu kanlı tarih unutulmamıştır.
Yüzbinlerce Afrikalı’nın köle gemileriyle ABD’ye taşındığı
bu dönem, ABD’nin ekonomik zenginliğinin de aslında
ilk temelini oluşturur. Onbinlerce kölenin açlıktan,
hastalıklardan ve işkenceler yüzünden öldüğü bu dönemden
sonra ilk siyah hareketleri başladığında ise ortaya
çıkan Ku-Klux-Klan linçleri işin başka bir cephesidir.
1800’lü yıllardan bugüne dek süren Amerikan linç geleneğinde,
onbinlerce siyah, yakılarak, asılarak öldürülmüş, bu
arada kısırlaştırma gibi iğrenç ırkçı yöntemler de uygulanmıştır.
Öyle ki, salt 1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin
siyah linç edilerek öldürülmüş, 1970’lere kadar siyah
kadınların %24’ü, PortoRiko’luların %35’i kısırlaştırılmıştır.
Aynı süreçte suikastlerle öldürülen Martin Luther King
gibi siyah önderler ve Kara Panterler’in katledilen
militanları da bu arada anılmalıdır
l 2 Şubat
1848’de Meksika’ya ait Teksas, Arizona, California gibi
sekiz kentin işgal edilerek ABD toprakları haline getirilmesi
de ABD tarihinin utanç sayfalarından biridir. Giderek
bu topraklar üzerinden eski sahiplerini kovan Amerikalılar,
zaman zaman çıkan ayaklanmaları da 1957’de olduğu gibi
kanla ve tutuklamalarla bastırmışlardır. Bu arada Meksika’nın
büyük kızılderili uygarlığı talan edilmiş ve bu kültür
neredeyse tamamen yok edilmiştir.
l İŞÇİLERE
YÖNELİK SALDIRI VE KOMPLOLAR, ABD tarihinin unutulamaz
bir parçasıdır. Sonradan 1 Mayıs gününün mücadele günü
ilan edilmesine neden olan 1886’daki 6 işçinin öldüğü
gösteri ve 8 işçi önderinin idam edilmesi bunun en bilinen
örneğidir. Daha sonra sendikaları satın alarak, işçi
sınıfını susturmaya çalışan Amerikan burjuvazisi, bunun
yetmediği yerde de, idamlar ve katliamları devreye sokmuş,
büyük tutuklamaları arkası arkasına geliştirmiştir.
Örneğin sadece 1937’deki Chrysler ve General Motors
grevlerinde mafya ve polisin saldırılarında 98 işçi
öldürüldü. İşçi sınıfı hareketini her zaman acımasız
bir baskı altında tutan ABD, Sacco ile Vanzetti isimli
iki işçinin idamında olduğu gibi binbir türlü komployu
kullandı. MacCarthy kampanyası sırasında ise binlerce
Amerikalı tutuklandı ve mahkemelerde yargılandı. 1953’te
“ajanlık”la suçlanan komünist Julius ve Ethel Rosenberg
çiftinin idamı ise tam bir yüz kızartıcı suç olarak
ABD tarihine geçti.
C) Güney Amerika
l Kolomb’un
karaya ayak bastığı gündenberi devam eden KIZILDERİLİ
UYGARLIKLARININ YOK EDİLMESİ, dünya tarihinin en
trajik olayıdır. Açgözlü İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin
Güney Amerika’daki katliamlarının kesin rakamlarını
tahmin edebilmek bile mümkün değildir. Sayıları milyonlarla
ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla
yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden
gasp ettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam
olarak bilinmemektedir.
l 1831’den
beri ABD’nin gizli işgalini yaşayan ARJANTİN’deki
1976 faşist cuntası, Latin Amerika tarihinin en kanlı
cuntalarındandır. İlk günden beri ABD tarafından tanınan
ve desteklenen General Videla cuntası, ilk anda 1300
kişiyi katlederken, daha sonraki yıllarda 30 binin üzerinde
devrimciyi, sendikacıları ve işçi önderlerini “kayıp”
etmesiyle ünlüdür. “Kayıp” ilan edilenlerin çoğunun
ordu helikopterlerinden denize atıldığı ve hatta bu
insanların çocuklarının bile evlatlık olarak satıldığı
sonraki yıllarda açığa çıkmıştır.
lBOLİVYA’da
ise sadece 1947-1952 arasında çoğu madenci ve tarım
işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından
katledildi. Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda
ölen Bolivyalıların sayısı ise onbinlerle ifade edilmektedir.
1980 yılına gelinceye kadarki tarihinde tam 189 hükümet
darbesine tanık olan Bolivya’da katledilen insanların
sayısını tutmak neredeyse imkânsızdır. Üniversite bombalamaktan
köy yakmaya kadar her türden cinayet yolunu kullanan
Bolivya cuntalarının hepsi de ABD ve CIA desteklidir.
Ama herhalde bu cinayetlerin en önemlisi büyük devrimci
Che Guavera’nın 1967’de CIA ajanları ve Bolivya ordusunun
kasapları tarafından yaralıyken kurşuna dizilerek katledilmesidir.
l CIA
destekli 1964 darbesi BREZİLYA’nın tarihindeki
en kanlı olaylardandır. Üç-dört yıl içersinde cuntanın
ABD ile işbirliği yaparak kurduğu “Ölüm Filoları” ikibinden
fazla kişiyi katletmiştir. 1968’de efsanevi gerilla
önderi Carlos Marighella’nın öldürülmesi de Brezilya
oligarşisinin sabıkalarındandır. Her zaman faşist rejimler
altında yaşayan Brezilya, bugün dünyanın en çok yoksulluk
çekilen ülkeleri arasındadır ve her gün ortalama bin
çocuğun öldüğü Brezilya kentlerinde polisin de sokak
çocuğu avlayarak katlettiği son yıllarda açığa çıkmıştır.
lEL
SALVADOR, Latin Amerika’nın cinayetler ülkesi olarak
ün yapmıştır. Daha 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları
sırasında 15 binden fazla insanı katletmekle işe başlayan
El Salvador kasapları, 70’li yıllara gelindiğinde tam
bir kıyım makinesi olarak iş görmüşlerdir. Özellikle
1979 yılından sonra CIA tarafından faşist ARENA partisiyle
birlikte oluşturulan ölüm mangaları, toplam 70 bin devrimci
ve yurtseveri katletmiştir. Binlerce çocuk ve köylü
de bu rakkamın içindedir. Öyle ki, sadece 1981’de ölüm
mangaları içlerinde rahiplerin de bulunduğu 12 bin kişiyi
öldürdüler. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların
durduğu ve birçok katliama da bizzat katıldıkları ise
resmi belgelerle kanıtlandı.
l Bütün
tarihi cuntalar ve 1931’de olduğu gibi köylü katliamlarıyla
(30 bin ölü) geçen GUATEMALA’nın yaşadığı en
korkunç dönem 1954’teki ABD işgali ve cuntası dönemidir.
United Fruit Company adlı ABD tekelinin desteğiyle toparlanan
paralı askerler ve ABD yeşil berelilerinin yaptığı müdahaleden
bu yana devam eden faşist cuntalar sırasında toplam
200 binden fazla insan katledildi. Sadece 1986 yılı
içersinde öldürülen işçi, köylü ve devrimci sayısı 18
bindir.
lKOLOMBİYA’daki
manzara ise tam bir faciadır. 1948’de United Fruit Company
ve Standart Oil’in siparişiyle CIA’nın Kolombiya devlet
başkanı Gaitan’ı öldürmesiyle başlayan cuntalar dönemi
aynı zamada cinayetler dönemidir. 1948 ile 1957 arasındaki
cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957 ile1963 arasında
ise 20 binden fazla insan öldürüldü. Amerikan çıkarları
uğruna yapılan bu katliamlara gerilla savaşıyla karşılık
veren Kolombiya halkı, bugün hâlâ ABD ordusunun katliamlarıyla
karşı karşıyadır.
l 1898’deki
ABD işgalinden 1959’a dek kukla hükümetler tarafından
yönetilen KÜBA, 1959’da Fidel ve Che önderliğindeki
gerilla güçlerinin iktidarı ele geçirmesiyle emperyalist
boyunduruktan kurtuldu. Bu süre içinde sadece Batista
cuntası 60 bin Kübalının hayatına mal oldu. Ama Küba,
kurtuluş gününden sonra da emperyalizmin saldırılarından
nasibini aldı. 1962’de sosyalizmi yıkmak için yapılan
Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığa uğramasından
sonra da yüzlerce suikast planı ve provokasyon birbirini
izledi. Her yönden başlatılan ambargo ise bugün hâlâ
devam etmektedir.
l MEKSİKA’nın
tarihi ABD’nin saldırganlığının tarihidir aynı zamanda.
Daha 1848’de topraklarının büyük bölümünü ABD’ye kaptıran
Meksika, yerli kültürünün ve bütün maddi zenginliklerinin
yağmalandığı yüzyıl boyunca ayaklanmalarla sarsıldı.
1909’da Zapata ve Panço Villa’nın önderliğinde başlatılan
köylü ayaklanmalarının bastırılması ABD’nin doğrudan
askeri müdahalesi sayesinde bastırılabilmiş ve Zapata
ile Villa çeşitli tuzaklarla katledilmiştir. O gündenberi
cuntalar ve sık sık taraf değiştiren hükümetler tarafından
yönetilen Meksika 1994’ten bu yana Zapata’nın mirasını
sahiplenen Zapatist Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) başlattığı
gerilla hareketiyle sarsılmaktadır.
l NİKARAGUA’nın
acılı günleri 1885’te Amerikalı korsan Walker’in bölgeyi
işgal girişimiyle başladı. 1894’ten sonra ise artık
Nikaragua tam bir ABD eyaleti haline getirilmişti. Bütün
zenginlikleri ABD tarafından denetleniyor ve oradan
yönetiliyordu. 2 Mayıs 1926’da “yoksulların generali”
Sandino’nun önderliğinde başlayan anti emperyalist direniş,
Sandino’nun ABD uşağı Somoza tarafından tuzağa düşürülerek
katledilmesine dek sürdü. Aynı anda Sandino’nun kampları
da basılarak üçyüz insan bir anda kurşuna dizilmişti.
Bu noktadan sonra Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden
biri olan Somoza’nın diktatörlüğü başladı. CIA ajanı
olan Somoza, ülkeyi 1979’da iktidardan alaşağı edilene
kadar kan ve dehşetle yönetti. Bu süreçte kurulan Sandinist
Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN)’ye karşı yapılan operasyonlarda
binlerce yoksul köylü ulusal muhafız denilen katil çeteleri
tarafından öldürüldü. Bu süreçte bizzat CIA ajanlarının
yönettiği işkencehaneler tam kapasite çalışarak binlerce
insanı katletmişti. Ama FSLN’nin iktidarı ele almasından
sonra da emperyalizmin komploları bitmedi. Devrim gününden
1985’e kadar geçen sürede Miami’de örgütlenen kontra
çetelerinin saldırılarında 11 bin Nikaragualı yaşamını
yitirdi, ülke ekonomisi sabotajlarla mahvedildi ve böylece
silahla kazanılmış olan devrimin seçim sandıklarında
terkedilmesinin zemini hazırlandı.
l 1780’de
ünlü Kızılderili önderi Tupac Amuru’nun katlindenberi
PERU’da da cinayet makineleri hiç boş durmadı.
1968’den en son diktatör olan Fujimori’ye dek her zaman
baskı ve zulümle yönetilen Peru’da sadece 1980’den bu
yana 30 bin kişi işkenceler ve kurşuna dizmeler yoluyla
öldürülmüştür. 124’u Lurigancho, 118’i El Fronton cezaevinde
olmak üzere yüzlerce devrimci tutuklunun kurşunlanarak
öldürülmesi Peru oligarşisinin en kirli işlerindendir.
Aydınlık Yol ve Tupac Amuru Devrimci Hareketi (MRTA)
örgütlerinin başlattığı gerilla savaşı süresince Fujimori
diktası, en kanlı cinayetleri işlemiştir. Özellikle
MRTA’nın düzenlediği Japon Büyükelçiliği’nin basılması
eylemi sırasında düzenlenen operasyonda gerillaların
öldürülmesi son dönem devrimci tarihinin canlı anılarındandır.
lŞİLİ
ise artık dünyadaki birçok insan tarafından faşist Pinochet
cuntasının marifetleriyle tanınmaktadır. ABD kökenli
çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT) siparişi üzerine
CIA tarafından tasarlanan darbe 1973’te general Pinochet
tarafından gerçekleştirildi ve darbenin ilk gününde
başta solcu başkan Allende dahil olmak üzere toplam
35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna dizmelerle
katledildi, binlerce insan sakat bırakıldı, binlercesi
“kayıp” edildi. CIA’nın bizzat katıldığı ve planladığı
bu darbe sonrasında bütün sendikalar, partiler kapatıldı,
ülke baştan başa işkencehaneye döndürüldü. Buna karşılık
Şili cuntası ABD ve IMF’den tarihin en yüksek yardım
ve kredilerini aldı. Ancak buna rağmen Pinochet döneminin
sonunda Şili ekonomisi tam bir harabe halindeydi.
l Tupamaros
gerilla örgütüyle başa çıkamayan ABD işbirlikçilerinin
düzenlediği 1973 cuntasından sonra URUGUAY tam
bir cehenneme döndürüldü. Bu dönemde her 54 Uruguaylıdan
biri tutuklandı. Diktatörlük binlerce insanı işkenecelerden
geçirerek katlederken ABD’nin tavsiyesiyle Tupamarosların
lider kadroları uzun yıllar boyu en katı tecrit koşullarında,
hücrelerde tuttu.
l Aynı
şekilde VENEZUELA da CIA operasyonlarının deneme
laboratuvarı yapıldı. Petrol üretimi bakımından önemli
olan Venezuela ABD’nin güneydeki yatırımlarının %66’sını
barındıran ülke olarak her zaman cuntalar ve faşist
yönetimlerin elinde olmuştur. Bu ülkedeki en küçük bir
ulusal hareket bile her zaman kanlı bastırma harekâtlarıyla
karşılanmış, Douglas Bravo’nun başını çektiği gerilla
hareketleri köylülere yapılan katliam seferleriyle bastırılmıştır.
l ABD’nin
arka bahçesindeki ülkelerden HAİTİ de en kanlı
kıyımlardan nasibini aldı. Yalnızca 1915’teki ABD işgali
sırasında birkaç günde 3 bin 500 kişi öldürüldü. Daha
sonra ABD işgali resmen bittiğinde de kıyımlar bitmedi.
ABD destekli cuntalar boyunca 1957’den 1971’e kadar
Haiti’de 26 bin kişi öldürüldü.
lPANAMA
Kanalı ise daha kazılırken 28 bin can almıştı. Her zaman
kukla hükümetler tarafından yönetilen Panama’da basit
öğrenci gösterileri bile her zaman en vahşi kurşuna
dizmelerle cezalandırıldı; çünkü ABD için kanal stratejik
bir anlam ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda, 1990’da
uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet
başkanı Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi ise
tam bir komedi olarak nitelendirildi. Müdahaleye bahane
teşkil eden Noriega’nın eski bir CIA ajanı olması, ABD’nin
uyuşturucu piyasasındaki rolünü açığa çıkarmıştır.
l 1979’da
iktidara gelen sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek
devrildiği GRENADA Adası işgali ise ABD’nin bölgede
işlediği en son suçlardan biridir. Pervasızca gerçekleştirilen
bu işgal sonucunda ABD Grenada’yı 1985’e kadar işgali
altında tuttu.
D) Afrika
l Emperyalist
sömürgeciliğin en büyük acılarını çeken şüphesiz Afrika
kıtası olmuştur. Yüzyıllardır işgal altında tutulan,
sömürülen ve baskı altında tutulan Afrika’nın çektiği
acı emperyalist aşamayla birlikte daha da artmış, başkaldırdığı
her noktada ise kirli savaşın en acımasız yöntemleriyle
karşılaşmıştır. 1950’lerde Afrika madenlerinin ve diğer
zenginliklerinin %60’ından fazlası emperyalistlerin
elindeydi, bütün kaynakları vantuzlanan kıta insanları
ise açlık ve sefaletin pençesindeydi. %99’a yakın bir
bölümü okuma yazma bilmeyen bu dev kıtanın insanları,
nasıl doğup nasıl yaşadıklarının bile farkına varmadan
ölüp giderken emperyalist şirketler kasalarını doldurmaktaydılar.
O kadar ki, uyanan Afrika, topraklarından sömürgecileri
kovduktan sonra bile açlık ve sefaletin pençesinden
kurtulamadı.
l Uyanışın
ilk ve en tutarlı sembollerinden biri ANGOLA’ydı.
Portekiz sömürgecilerine karşı mücadeleyi başlatan MPLA’nın
haraketi Salazar diktasının en acımasız işkence ve saldırılarıyla
karşılaştı. Buna rağmen iktidarı alarak işgalcileri
kovan Angola halkı, bu kez de ABD komplolarından kurtulamadı.
1976’daki zaferden sonra CIA güdümlü kontra örgütlerinin
saldırıları 300 bin Angolalının ölümüne neden oldu,
80 bini ise sakat kaldı.
l BATI
SAHRA’da 1973’te mücadeleye başlayan POLİSARİO gerillaları
da karşılarında aynı güçleri, binlerce ABD ve Mısır
askerini buldular. Zengin fosfat yataklarına sahip Sahra,
emperyalistler için vazgeçilmezdi ve bu nedenle işkence
tezgahlarını Batı Sahra’ya kurmakta gecikmediler.
l 1830’da
Fransa işgaliyle başlayan acılar CEZAYİR halkının
yakasını hiç bırakmadı. Petrol ve maden yataklarıyla
bütün emperyalistlerin iştahını kabartan Cezayir, 1832-39
arasında Abdülkadir Cezayiri önderliğinde ilk direnişine
başladı. Yedi yıl içersinde binlerce ölü, sömürgeciliğin
Cezayir’e armağanıydı. Daha sonra, sadece 1945’teki
Sedif ayaklanmasında 45 bin ölü sayılabildi. 1954’te
bağımsızlık hareketi yeniden başladığında bu kez sahnede
Fransız İstihbarat örgütü OAS’ın işkencehaneleri ve
suikastleri vardı. 1954-1962 arasındaki tablo korkunçtu:
1.5 milyon ölü, 2 milyon 800 bin tutsak... Bağımsızlıktan
sonra ise bu kez şeriatçılarla hükümetin organize ettiği
kontra örgütler arasındaki iç savaş 100 bin Cezayirlinin
canına mal oldu.
l 1891’den
sonra Fransız sömürgesi olan ÇAD da aynı kaderi paylaştı.
1961’den sonra başlayan bağımsızlık savaşına karşı gerçekleştirilen
ABD-Fransız işbirliği binlerce ölüye mal oldu. Yeraltı
zenginlikleri yağma edilen Çad, daha sonra da ABD güdümlü
Habre cuntasıyla karşı karşıya kaldı ve bugün hâlâ ABD’nin
egemenlik alanı içinde.
lETİYOPYA
ise aşağı yukarı ne kadar sömürgeci güç varsa, Osmanlı
dahil, ülkesinde gördü ve hepsi tarafından da ayrı ayrı
sömürüldü. 1930’da kukla kral Selasiye iktidar olduğunda
da bir şey değişmedi. En önemlisi de açlık hiç azalmadı;
emperyalistlerin yoksulluğa mahkûm ettiği Etiyopya halkı
sadece 1973’teki kıtlıkta 100 binden fazla insanını
açlığa kurban verdi.
lGANA’da
da bağımsızlık hareketi emperyalizm tarafından hoş görülmedi.
Kwame Nkrumah’ın başlattığı bağımsızlık hareketini bastırmak
için bütün kaynaklarını kullanan CIA 1966’da askeri
bir darbe düzenledi ve Nkrumah’ı deviren cuntacılar
ABD tekellerinin oyuncağı olarak hüküm sürmeye başladılar.
l Başka
bir Portekiz sömürgesi olan GİNE’de büyük devrimci Amilcar
Cabral önderliğindeki devrimci hareket, onun öldürülmesine
karşın başarıya ulaştı ve demokratik bir halk cumhuriyeti
kuruldu. ABD ve NATO’dan aldığı yoğun askeri desteğe
rağmen Portekiz, devrimci güçlerin karşısında düzenlediği
katliamlarla bile tutunamadı.
l Emperyalizmin
asıl yüz karası ise şüphesiz bölgedeki en kanlı diktatörlük
olan ırkçı GÜNEY AFRİKA’ydı. Emperyalizmin bu
ülkede işlediği suçların hesabı bile tutulamaz. Nüfusun
%90’ı Afrikalı-siyah olduğu halde beyazların vahşi diktası
altında bu ülkede kurulan sömürü ağı emperyalistler
için öylesine önemlidir ki, yıllar boyunca bu dünyanın
en gerici rejimine bütün dünya kapitalizmi destek vermiştir.
Neredeyse kölelik koşullarında elmas madenlerinde çalıştırılan
siyahlar ise her ayaklanma girişimlerinde vahşi katliamlarla
karşılaşmışlardır. Mücadele boyunca yüzlerce devrimci
önderi katleden ırkçı rejim, Nelson Mandela’yı da 27
yıl hapiste ABD desteğiyle tutabilmiştir. Başlıcaları
Soweto ve Sharpeville’de gerçekleşen onlarca katliamda
sayısız çocuk, kadın ve sivilin kanına giren ırkçı rejim,
yönetiminin son anına dek ABD ve NATO’dan tam destek
aldı.
l Eski
bir İngiliz sömürgesi olan KENYA da yeni-sömürgeciliğin
çürütücü etkisinden nasibini aldı. 1950’lerde Jomo Kenyatta’nın
önderliğinde kazanılan “bağımsızlık” bu bakımdan bir
anlam ifade etmedi. Onca mücadele ve katliamlardan sonra
gelen istikrarsız hükümetler kaosunda Kenya, IMF reçetelerini
uygulayan yoksulluk içindeki bir ülke olarak kaldı.
l Birçok
parçaya ayrılarak sömürgeciler arasında paylaşılan KONGO’nun
en büyük parçasını elinde tutan Belçikalılar başka emperyalistlerden
hiç farklı değillerdi. 1960’ta sağlanan bağımsızlıktan
sonra beceriksiz Belçikalıların yerini alan ABD danışmanları
ise kanlı yüzlerini hemen gösterdiler. Bizzat ABD elçisinin
de katıldığı bir komployla devrimci güçlerin efsanevi
lideri Patrice Lumumba, önce işkencelerden geçirildi,
sonra kafasına kurşun sıkılarak öldürüldü ve asit kazanında
eritilerek cesedi yok edildi. Zengin maden yataklarının
sahibi Kongo, daha sonra ABD işbirlikçisi Çombe ve daha
sonra Mobutu ülkeyi IMF’nin kölesi yapmakta büyük başarı
gösterdiler.
l Daha
1920’lerden itibaren bağımsızlık mücadelesine başlayan
ve 60’larda Mondlane ve Samora Machel’in önderliğinde
FRELİMO cephesini kurarak gerilla mücadelesine başlayan
MOZAMBİK halkı, sömürgecilerden kolay kolay kurtulamadı.
Onbinlerce insanın öldüğü savaştan sonra bağımsızlığa
kavuştuklarında ise sosyalizm yolunda ilerleyeceklerini
açıkça söyleyen Frelimo önderleri birer birer katledildi.
Özellikle Samora Machel’in devlet başkanı olduktan sonra
uçağına bomba konularak öldürülmesi CIA’nın Afrika’daki
en kirli işlerindendir.
l Aynı
şekilde bağımsızlık yolunda ilerleyen ZİMBABWE
de bir dizi katliam ve cinayetle durdurulmak istendi.
Gerillalar bağımsızlığı sağladıklarında ilk yaptıkları
iş ise ülkeyi ilk sömürgeleştiren Cecil Rhodes’in adından
gelen Rodezya ismini Zimbabwe olarak değiştirmek oldu.
l 1980’de
iktidara gelen ve ABD’ye sıcak davranmayı reddeden Doe
yönetiminin CIA darbesiyle devrilmesi ve devlet başkanının
CIA ajanları tarafından kurşunlanması LİBERYA’da
olup bitenleri anlamak bakımından iyi bir örnektir.
l LİBYA
ise bilindiği gibi İtalyan sömürgecilerinin elinden
yıllar boyunca zulüm çektikten sonra bağımsızlığa kavuştuğunda,
bu kez de dünyanın jandarması ABD’nin elinden kurtulamadı.
Her fırsatta bir bahane bularak Libya topraklarını bombalayan
ABD jetlerinin dışında CIA’nın en yoğun komplo uyguladığı
alanlardan biri Kaddafi’nin ülkesi oldu.
l Geçmişten
beri stratejik konumu nedeniyle sömürgecilerin aralarında
paylaşamadıkları bir coğrafya olan SOMALİ, 80’li
yıllarda Sovyet etkisi altında kalmasının bedelini 90’lı
yıllarda ödedi. 1992-1994 arasında bölgedeki istikrarsızlığı
bahane eden ABD, 28 bini kendi ordusundan olmak üzere
50 bine yakın bir güçle Somali’yi işgal etti. Somali
halkının her anti-emperyalist kıpırdanışını baskı ve
terörle ezen işgalci güçlerin bu süreçteki en iyi kullandığı
araçlardan biri ise Türk ordusu olmuştur.
E) Doğu ve Güney Asya
l ÇİN
tarihini emperyalizmin suçları bakımından özetleyebilmek
ve emperyalizmin ülkeye verdiği zararları sayılarla
ifade edebilmek mümkün değildir. Sadece afyon savaşları
boyunca 1840’larda yapılan katliamlar ve Çin’in bir
afyonkeşler ülkesi haline getirilmesi bile tarihin en
ağır suçlarındadır. Çin’in defalarca işgal edilmesine
tarih boyunca katılan ABD, 1900’deki Boxer Ayaklanması
sırasında da yedi emperyalist ülkeyle birlikte Çin’i
işgal eden ve şehirleri topçu ateşiyle mahveden güçtür.
Daha sonraki Japon işgalini silah yardımıyla destekleyen
ABD, nihayet Çin Mao önderliğinde emperyalist boyunduruktan
kurtulduğunda da boş durmadı. Bu kez de Taiwan adasındaki
işbirlikçileri aracılığıyla Çin Halk Cumhuriyeti’ne
karşı provokasyonlarını sürdürdü. Bütün bu tarih boyunca
emperyalistler tarafından katledilen Çinlilerin sayısı
ise diğer ülkelerde olduğu gibi binlerle değil, ancak
milyonlarla ifade edilebilektedir.
l İlk
başlarda Hollanda sömürgesi olan ENDONEZYA ise
daha sonra 5 ayrı emperyalist gücün işgalini tattı ve
en sonunda ABD sömürgesi haline getirildi. Siyasi tarihi
boyunca ABD uşaklığı eden diktatörlerin, general bozuntularının
pençesinde yaşayan Endonezya’nın en trajik olayı, şüphesiz
1965’te gerçekleşmiştir. Suharto başkanlığında CIA ajanı
generaller cunta yaptıklarında tarihin en büyük katliamına
imza attılar. 5 ay içinde CIA’nın bilgileri ve bizzat
katılımıyla bir milyondan fazla komünist ve sol sempatizan
katledildi. Devlet güçlerinin yanında gerici sivil katillerin,
islamcıların da kullanıldığı bu katliam insanlık tarihinin
yüzkarasıdır. Daha sonrası ise tam bir yeni-sömürge
felaketidir; yoksulluk, birbirini izleyen cuntalar,
katliamlar... Ülkesini ABD’ye satmış olan bu katiller
sürüsü, halkın sık sık gerçekleştirdiği ayaklanmalara
rağmen hâlâ iktidarlarını sürdürüyorlar.
l DOĞU
TİMOR da ABD’nin Endonezya’yı kullanarak yarattığı
katliam alanlarından biridir. Endonezya tarafından 1975’te
işgal edilen Doğu Timor, başlattığı bağımsızlık savaşı
boyunca akla sığmaz katliamlarla tanıştı. Toplam ölü
sayısının 200 bine ulaştığı bu büyük kıyımı gerçekleştiren
birliklerin ABD ve İngiliz ortak yapımı olan bir kontr-gerilla
eğitim programı çerçevesinde eğitildikleri açığa çıktı.
Bugün hâlâ aynı birlikler, cinayetlerini sürdürüyorlar.
l Sömürgecilik
dendiğinde dünyada ilk akla gelen ülke olan HİNDİSTAN
ise özellikle İngiltere tarafından yüzyıla yakın bir
süre baskı altında tutuldu. Yıllar boyunca süren bağımsızlık
mücadalesi sırasında öldürülen onbinlerce insanın dışında
daha sonraki kışkırtılmış din savaşları dönemi korkunç
katliamlara sahne oldu. İngiliz “böl-yönet” taktiğinin
kurbanı olan Hint halkı, salt Pakistan ayrılığı döneminde
200 binden fazla ölü verdi. Bu korkunç din boğazlaşması
bugün hâlâ devam etmektedir.
l 1898’de
ABD tarafından işgal edilen FİLİPİNLER’de ABD
generali Smith’in emri “yakın, yıkın, hapsetmeyin, on
yaşından büyükleri öldürün” idi. Sonraki yüz yıl boyunca
ABD ve işbirlikçileri hep bu emre uydular. Yüzbinlerce
ölüden oluşan Filipinler tarihi, Marcos gibi kanlı diktatörler
ve diğer işbirlikçiler tarafından yürütüldü. ABD’nin
bölgedeki en sadık müttefiki olan Filipin yöneticileri
DB ve IMF bütçesinden her zaman en yüksek rakamları
aldılar. Buna karşın Filipinler Asya’nın en yoksul ülkelerinden
biri olmaya devam etti.
l 1970-1975
arasında ABD ve işbirlikçi Güney Vietnam tarafından
işgal edilen KAMBOÇYA ise en büyük can kaybını
ABD bombardımanları sırasında verdi. 600 bin insanın
öldüğü bu bombalamalar sona erdiğinde ülke bir harabe
haline dönmüştü.
l KORE,
Türkiye’de de iyi bilinen katliam alanlarından biridir.
Sosyalizmi seçen Kuzey Kore’ye karşı başlatılan ABD-Güney
Kore harekâtına Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir
dizi işbirlikçi ordu da katıldı. 1950’de başlatılan
bu korkunç savaş sona erdiğinde savaştan önce 100 bin
ölü vermiş olan sosyalist Kore yine dimdik ayaktaydı
ama 200 bin insanını kaybetmişti. Üstelik bu süreçte
Türkiye gibi ülkelerin ordularından da çok ağır kayıplar
verilmiş, yoksul insanlar yerini bile bilmedikleri bir
ülkede ABD çıkarları için kırdırılmışlardı.
l VİETNAM
ise hem dünyanın en büyük kahramanlık destanlarından
biridir hem de ABD emperyalizminin suç dosyasının en
ağır klasörlerinden birini oluşturur. Yüzyılın başından
beri devam eden ve önce Fransızları, sonra da dünyanın
en büyük ordusuyla üstlerine gelen ABD emperyalizmini
hezimete uğratan Vietnam halkı, bütün bu savaşlar boyunca
akıl almaz kıyımlara uğradı. 500 binlik ABD ordusu ve
birbuçuk milyonluk işbirlikçi Güney Vietnam ordusu,
bütün teknolojik olanaklarına karşın Vietnam halkını
yenemeyince büyük bir soykırıma başvuruldu. Tarihin
en büyük hava bombardımanı yıllarca Vietnam’da vurulmadık
tek bir metrekare alan bırakmadı. 1963-1973 arasında
öldürülen sivil Vietnamlı sayısı 4.5 milyon kişiydi.
l ABD
bombardımalarının etkisi bakımından LAOS da Vietnam’la
aynı kaderi paylaştı. Laos, bağımsızlık savaşı sırasında
toplam 2 milyon ton ABD bombasını topraklarında gördü,
ki bu, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda atılan toplam
bomba sayısından daha fazlaydı.
F) Ortadoğu
l Ortadoğu
emperyalizm için her şeyden önce petrol demektir; ama
petrolün de ötesinde dünyanın bu en sıcak bölgesinde
egemen olmak, politik olarak halkları sindirmek çok
önemlidir. Bu amaçla Türkiye dahil onlarca Ortadoğu
ülkesini baskı altına alan ABD, bölgede bir dizi askeri
üs oluşturmayı baştan beri amaçlamış ve başarmıştır.
Özellikle İsrail ve Türkiye gibi iki tane sadık bekçi
köpeği aracılığıyla bölgeyi denetlemek isteyen ABD emperyalizmi,
tarih boyunca bölge halklarına karşı büyük suçlar işlemiştir.
l Özellikle
FİLİSTİN yalnızca Ortadoğu’nun değil, dünyanın
kanayan yarasıdır. 1947’de kurulan İsrail devletinden
sonra Filistinliler sürgün edilirken, İsrail ABD toplam
dış yardımının neredeyse yarısını alıyordu. Böylece
bölgede bir bekçi köpeği haline getirilen İsrail, 50
yılı aşkın bir süredir onlarca katliama imza atmış bir
“terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte ve topraklarını
her gün büyütmektedir. Ama aslında Filistinli katliamları
İsrail’den de önce başlamıştır. Bu katliamların en büyüğünü
1936 yılında İngiliz yönetimi sırasındaki genel grevde
olmuştur. 1939 yılında ayaklanma bastırıldığında 40
bin Filistinli öldü. 20 bini tutuklandı ve 110 Filistinli
de asıldı. ABD’nin uşağı Ürdün Kralı’nın 19 Eylül 1970’de
yaptığı katliam ise “Kara Eylül” diye bilinir. Filistin
kamplarını yoğun top ateşine tutan Ürdün, bu kıyımda
30 bin kadar Filistinliyi öldürmüştür. İsrail ve bölgedeki
işbirlikçilerinin katliamları ise sayılacak gibi değildir.
Bunların en büyüklerinden birkaçı, Ocak 1976, Haziran
1976’daki Tel Zaatar karantina göçmen kampları katliamı
ve 17 Eylül 1981’deki Sabra ve Şatila "göçmen kampları"ndaki
katliamlardır. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgalinin
bilançosu ise 17 bin 500 ölüdür.
l ABD’nin
bölgeyi denetim altına almak için uyguladığı politikalardan
biri de tamamen kendi inisiyatifinde kurdurduğu işbirlikçi
Arap rejimleridir. Halklarını koyu bir şeriatçı baskı
altında tutan SUUDİ ARABİSTAN, BAHREYN, KUVEYT, KATAR,
ÜRDÜN, vb. gibi Arap rejimleri, sırf jeopolitik
konumlarından ötürü ayakta tutulmakta ve ülkelerinde
işledikleri bütün insanlık suçlarına göz yumulmaktadır.
l 1953’te
petrolleri ulusallaştırmak isteyen Musaddık’ı askeri
darbeyle deviren CIA, İRAN halkının başına Şah
Rıza’yı bela ettiğinde bir katliamlar döneminin de kapısı
açılmıştır. Yaklaşık 10 bin ABD’li danışmanın kuklası
olan Şah döneminde onbinlerce devrimci, ilerici öldürüldü.
Bölge petrolünü elinde tutmak isteyen ABD, Şah’ın işkencehanelerine
en büyük desteği verdi. 1979’da Şah, 20 milyor dolarlık
varlığıyla ABD’ye kaçtığında geride bir harabe kalmıştı
ve bu harabe de daha sonra iktidarı alan Humeyni güçleri
tarafından tam bir gericilik kalesine dönüştürüldü.
l IRAK
ise bölge ülkeleri içersinde son dönem ABD saldırganlığından
en çok zarar gören ülkedir. 200 bin insanın öldüğü Körfez
Savaşı ve sonra çoğu çocuk 1.5 milyon Iraklının öldüğü
ambargo dönemi bunun en açık örneğidir. Ama Irak olayı
bu son olayla açıklanamayacak kadar karışıktır. Daha
yüzyılın başında “böl-yönet” politikasıyla bölge ülkelerinin
sınırlarını cetvelle çizen emperyalizm, bugünkü despotik
yönetimlerin başlıca kaynağı olmuştur. Halkların özgür
iradelerini hiçe sayarak bölgede bir sürü kerameti bilinmez
Emirlik ve Şeyhlik kuran, bölgeyi halk yönetimlerinden
uzak tutmak için “yeşil kuşak” projesiyle islami yönetimleri
teşvik eden ABD, sonuçta ortaya böyle bir diktalar manzarası
çıkarmıştır. Kürt halkının kanlı katili Saddam ile ABD
bombardımanları arasında ezilen ise yoksul Irak halklarından
başkası değildir. Kaldı ki, Halepçe’de kullandığı ve
bir anda binlerce Kürdü öldüren Hardal Gazı’nı da Saddam
daha önceden kendisine verilmiş ABD yardımları sayesinde
yapabilmiştir.
l Ancak
Irak rejiminin katliamları KÜRDİSTAN sorununun
yalnızca bir bölümünü oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağılmasından sonra Ortadoğu’yu yeniden biçimlendiren
emperyalist merkezler ve gerici bölge rejimleri, bu
ülkeyi dörde bölerek kendi aralarında paylaşmışlar ve
böylece bugün hâlâ devam eden bir trajedinin temelini
atmışlardır. Açıkça paylaşılan mezapotamya, her parçasında
ağır bir sömürüye uğramış, Kürt halkı bir dizi katliama
uğramıştır. Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ve Dersim isyanları
sırasında gerçekleşen ve onbinlerce Kürdün ölümüyle
sonuçlanan katliamlar, Halepçe katliamı ve son 15 yılda
devam eden savaşın kirli cinayetleri bunun en açık örnekleridir.
l Ortadoğu
bölgesinin en acılı coğrafyalarından biri olan TÜRKİYE
ise 1 Mayıs 77 provokasyonu gibi örnekler bir yana,
yalnızca CIA tarafından organize edilen cuntalar gözönüne
alındığında bile emperyalizmin ağır suçlarını görmemiz
mümkündür. Bilindiği gibi 12 Mart 1971 cuntası, yalnızca
devrimci hareketin en değerli kadrolarını katletmekle
kalmamış, işçi hareketini ve kitlelerin muhalefetini
de ezmiştir. Yaklaşık 600 bin insanın işkencelerden
geçirildiği ve yüzlerce insanın işkencelerde katledildiği
12 Eylül 1980 darbesi ise adeta bir önceki darbenin
yarım bıraktıklarını tamamlamıştır. 60 kişinin idam
edildiği bu darbe, aynı zamanda cunta düzenini kalıcı
kılacak düzenlemeler yaparak bugüne dek devam eden boğucu
bir baskının temellerini atmıştır. 12 Mart’ı CIA’nın
organize ettiği bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İ. Sabri
Çağlayangil tarafından açıklanmıştır. 12 Eylül’deki
CIA tezgahı ise zaten hiçbir zaman gizlenmemiştir. 12
Eylül sonrasında ABD desteğiyle güçlendirilen kontr-gerilla
örgütlerinin yirmi yıldır işledikleri cinayetler, her
geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır.
l KIBRIS’ın
yüzyıldır uğradığı işgaller ve işlenen savaş suçları
da bölgedeki insanlık suçlarından bir başkasıdır. 74’te
başlayan Kuzey’deki fiili işgal durumu ise artık Kıbrıs
Türklerinin demokratik örgütleri tarafından tepkiyle
karşılanmaktadır. Ve elbette işin bu yanı, sorunun yalnızca
bir bölümünü oluşturmaktadır. İşin öteki yakasında ise
yine CIA tarafından tezgahlanan Yunan Papadapulos cuntasının
destekleyip geliştirdiği EOKA-B faşist örgütünün kanlı
cinayetleri vardır. Makarios yönetimini deviren Sampson
cuntasının Yunan cuntası tarafından organize edildiği
daha sonradan açığa çıkmıştır.
YENİ DÖNEMDE
EMPERYALİZM
1990’lar sonrasında başlayan yeni süreçte ise emperyalizm,
dünya halklarına saldırılarını en üst dereceye sıçratmıştır.
Reel sosyalizmin çöküşü koşullarında kapsamlı bir değişikliğe
uğrayan dünya manzarası üzerinde, esasen 1980’lerden
itibaren tezgahlanan restorasyon programı hayata geçirilmiş,
sermayenin yeniden üretiminin önündeki bütün siyasal,
ekonomik, devletsel, vd. engellerin parçalanmasını,
bütün toplumsal ve uluslararası ilişkilerin buna uygun
olarak yeniden kurulmasını hedefleyen bu program, kendi
mantığı gereği dünya halklarına yeni bir saldırı dalgası
anlamına gelmiştir.
90’lardan sonra emperyalist sistemin egemen gücü olan
ABD emperyalizmi, siyasal alanda "Yeni Dünya Düzeni",
ekonomik alanda ise "Küreselleşme" söylemi
ile kendi programlarını devreye sokmaktadır.
"Yeni Dünya Düzeni" söylemi reel sosyalizmin
çöküşüyle ortaya çıkan tablonun ABD emperyalizmi eliyle
ve onun hegemonyasını her alanda kuracak ve kurumsallaştıracak
biçimde inşasını ifade etmektedir.
“Küreselleşme” ise neoliberal politikaların 1990’lardaki
ifadesidir. Kapitalist sistem, böylece IMF ve Dünya
Bankası faaliyetlerini tüm dünyaya yayarken, GATT yeniden
yapılandırılarak DTÖ’ye dönüştürülmüş, MAİ ve MİGA gibi
neoliberalizmi kurumsallaştıran yeni anlaşma ve örgütlenmeler
yaratılmıştır.
Bütün bunlar pratikte dünya halkları için yıkım, yoksulluk
ve zulüm anlamına gelmiştir. Kültürel, sosyal ve her
türden insan ilişkilerinde ise on yılı aşkın sürecin
bilançosu tek kelime ile yıkımdır.
Emperyalist politikaların yarattığı büyük yoksulluk
ve bunun yarattığı fiziki yıkımla birleşerek emekçilerin
dünyasını her yönden vurmuş ve enkaza dönüştürmüştür.
İşçi sınıfı ve tüm emekçi kesimler yeni sömürü modelinin
vahşi uygulamaları ile derin bir yoksulluğa itilmişlerdir.
Yoksulluk, sosyal hakların ve örgütlenme zeminlerinin
yok edilmesi ve çalışma koşullarının esnek üretim modeliyle
olağanüstü ölçülerde kötüleştirilmesi ile emekçiler
tüm kazanılmış haklarını kaybetme noktasına doğru sürüklenmektedirler.
Tüm kapitalist sistemde emekçilerin ulusal gelirden
aldıkları paylar büyük bir hızla düşmekte, tarihin en
eşitsiz gelir dağılımları gerçekleşmektedir. Büyük orandaki
kalıcı işsizlik oranları ile yüz milyonlarca emekçi
ölümün kıyısındaki sefil bir yaşama mahkum edilmektedir.
Irak: Kanlı Bir İşgalin Panoraması
Peki, bütün tarihi boyunca kan ve zulüm saçan emperyalizm,
bugün hangi yüzle “adalet” ve “demokrasi”den söz ediyor?
11 Eylül’ü bahane ederek Afgan ve Irak halkının başına
bomba yağdıran ABD emperyalizmi, gerçekten “iyiyle kötünün
karşı karşı karşıya geldiği” bir dünya manzarasında
nerede duruyor? 11 Eylül gününden beri durmadan “adalet”ten
bahseden ABD, emperyalizmin bütün dünyada işlediği suçlarını
böyle demogojilerle gizleyebilir mi?
Irak’ta olanları artık herkes biliyor... “Kitle imha
silahları” masalının arkasında kocaman bir boşluk olduğu,
asıl hedefin hem aykın bir sesi kesmek hem de petrol
kaynaklarına el koymak olduğu çoktandır anlaşılmış durumdadır.
Afganistan: Eski Ajanların
Tasfiyesi
Öte yandan, ta 1839’daki İngiliz işgalinden beri Afgan
halkının başına bütün belaları açan da emperyalizmdir.
1970’lerde SSCB’nin etkisi ve desteğiyle kurulan Afgan
Halk Partisi yönetimini devrirmek için binlerce “mücahidi”
besleyip büyüten de onlardır. CIA’nın milyarlarca dolar
harcayarak Afganistan sınırında kurduğu kamplarda “eğitim”
gören Usame Bin Ladin, aynı kamplarda dünyanın her tarafından
gelen islamcı gençleri eğitmiş ve bu süreçte Hollywood
filmleri Taliban savaşçılarını kahraman olarak sunmuşlardır.
Bu arada CIA gelmeden önce Pakistan’da eroin kullanıcı
sayısı sıfır iken, 1979-1985 arasında bu sayı sıfırdan
birbuçuk milyona çıkmıştır. Pakistan-Afgan sınırındaki
eroin pazarı 100-200 milyar dolarlıktır ve bu para mücahit
yetiştirilmesi için harcanmıştır.
1990’lara gelindiğinde ise yeni dünya düzeni içinde
artık bu sıkılmış limonlara ihtiyaç yoktur. Reel sosyalizmin
çöküşünden sonra durum değişmiştir ve artık yeni bir
hegemonya biçiminin temelleri atılmaktadır.
Kanayan Yara: Filistin
Yeni dönemin saldırganlığının bir başka somut ifadesi
Filistin’dir.
28 Eylül 2000’de, Lübnan Kasabı Ariel Şaron’un provokasyonu
ile başlayan ikinci intifada, daha ilk günlerinden itibaren
yüzlerce ölü pahasına yürümüştür.
İsrail bölgedeki devletlerden herhangi biri değildir.
O, emperyalizm tarafından bölgedeki devrimci uyanışı
ezmek için kullanılan bir kontr-gerilla üssüdür. Bush
tarafından ilan edilen “şer cephesi”nin çökertilmesi
planında İsrail’e düşen görev ise Filistin’deki devrimci
potansiyelin ezilmesidir. Yalan ve demogoji üzerine
kurulu “barış” süreci böylece çökmüş ve İsrail, yine
tamamen ABD’nin onayı ile Filistin tarihinin en büyük
işgal harekâtlarından birini gerçekleştirmiştir. “Geri
çekilme” yalanlarına rağmen daha çok uzun süreceği şimdiden
belli olan bu operasyon, binlerce Filistinli’nin ölümüne
neden olmuştur.
Türkiye oligarşisi ise bu savaşın tarafıdır.
ABD’nin en sadık müttefiki olarak İsrail ile birlikte
Ortadoğu halklarının başbelasıdır. Türkiye oligarşisi,
halkların özgürlük ateşi karşısında İsrail ve ABD ile
bir bütündür ve İsrail ile “terör ortağı”dır. Ülkemizde
yapılan bütün pis işlerin, faili meçhullerin, kontra
faaliyetlerinin arkasında İsrail ve MOSSAD’ın olduğu
artık Susurluk silahları dosyasıyla da sabittir.
Latin Amerika’da kanlı saldırı
Aynı süreçte, Kolombiya’da “barış görüşmeleri”nin askıya
alınması ve ordunun genel harekâta başlaması da rastlantı
değildir. Ülkenin üçte birine yakın bir bölümünün FARC
ve ELN gerilla örgütleri tarafından kontrol edilmesini
uzun süredir içine sindiremeyen ABD’nin talimatıyla
harekete geçen Kolombiya ordusu, bu yılın başlarında
gerilla bölgesine girdi. Gerillanın “başkenti” sayılan
San Vicente dahil bütün alana yayılan ordu ve sivil-faşist
katliam çeteleri, temizliğe başladılar.
Beklendiği gibi gerillanın buna karşı tepkisi, sayıları
19 bin savaşçıyı bulan güçlerini dağlara çekmek ve uzun
süreli bir mücadeleye hazırlanma taktiğine yönelmek
oldu. Bu arada ordu, yedeğinde paramiliter katil sürüleriyle
birlikte bölgeye girmişti ve bu, uzun yıllardır devam
eden gerilla egemenliğinde yerel düzeyde yönetsel organizasyonlarda
örgütlenmiş olan halk kitleleri açısından kan banyosu
anlamına geliyordu.
Venezuela: Farklı olanı yok
et!
Venezuela’daki darbe soytarılığı da bu bakımdan tarihsel
öneme sahiptir. Darbenin başarıya ulaşmamış olması esasen
çok önemli değildir; asıl önemli olan bu olayın emperyalist
hegemonya stratejisi içindeki tipik yeridir.
Emperyalist haydutların baskılarına boyun eğmeyen ve
Küba’yla yakın ilişkiler kuran Venezuela’nın Chavez
yönetimi, CIA destekli bir grup asker tarafından devrilmiş,
ancak daha sonra halkın desteği karşısında ordu güçleri
saf değiştirmişlerdir.
Ezilen halklar kazanacak
Bu kirli operasyonun bölgedeki en önemli iki aktörü
ise İsrail ve Türkiye’dir. Bir yandan Kasap Şaron yönetimindeki
İsrail, Filistin direnişini kırmaya ve bölgeyi ABD için
güvenilir kılmaya çalışırken diğer yandan da Türkiye
Orta Asya’ya kadar uzanan bir yelpaze içinde ekonomik
ve askeri taşeronluk görevini üstlenmektedir.
Bütün bu gelişmeler, bölge halklarınının dayanışma ve
mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu bize bir kez
daha göstermekte, bölgenin devrimci çemberinin bir an
önce yaratılması ihtiyacını ortaya koymaktadır. Devrimci
güçler artık sıradan bir “savaş karşıtlığı” ile yetinemezler;
bunun ötesindeki devrimci görevler kendisini dayatmaktadır.
Bunlardan en önemlisi de Ortadoğu bölgesini emperyalizmin
rahatça at oynatabildiği bir yer olmaktan çıkarmak,
bunun için de öncelikle Türkiye özgülünde yeni bir devrimci
çıkış yaratmaktır. Önümüzdeki ertelenemez görev budur.
Ancak böylece ABD emperyalizmi gerçekten ciddi biçimde
geriletilebilecektir.
Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi!
Yaşasın Ortadoğu Halklarının
Devrimci Dayanışması!
Gelecek Ellerimizdedir!
|