CIA’nın paralı köpeklerinin o ünlü fotoğrafı
gururla basına dağıttıkları günlerden bu yana
38 yıl geçti… Bir masanın üzerinde, uzun sakallarıyla,
düşmanıyla hâlâ alay eder gibi gülümseyen o adam
ve çevresinde, marifetlerini sergilemek isterken
kazdıkları kuyuya düşen katilleri. Tam da öyle;
kazdıkları kuyuya! Öldürdükleri adam, Ernesto
Che Guevara, yattığı yerde o kadar heybetlidir
ve o kadar rahattır ve çevesindekiler o kadar
küçük ve o kadar siliktirler ki… Bir fotoğraf,
devrime ancak bu kadar hizmet edebilir!
O günden bugüne, bütün kara çalmalar, bütün azizleştirip
içini boşaltma girişimleri, sağından solundan
yapılan bütün o çarpıtmalar, hiçbiri hiçbir şeyi
değiştiremedi. 38 yıl sonra, hâlâ dünyadaki milyonlarca
insan ondan derin bir sevgi ve saygıyla söz ediyor;
milyonlarca insan onu hâlâ emekçiler ve yoksullar
ordusunun başkomutanı olarak görüyor. Ve gün geçtikçe
o, artık bütün yerel sınırlardan kurtuluyor, ezilen
halklar açısından tam anlamıyla evrensel bir olgu
haline geliyor. Brezilya’nın teneke mahallelerinde
olduğu kadar Güney Kore’nin işçi gösterilerinde
de resimleri bir bayrak gibi dalgalanıyor; ya
da örneğin kilometrelerce uzaktaki bir devrimci
önder, FHKC kurucusu George Habbaş, şehit düşmüş
olan çok sevdiği bir yoldaşından söz ederken “Gazze’nin
Guevara’sı” diyor onun için...
Bütün bunlarda, garip, Marquez’in romanlarına
özgü büyülü bir şey varmış gibi görünüyor.
Oysa her şey ne kadar açık ve yalın! “Hâlâ temiz,
taze bir sabah kadar duru bakışlarını çok iyi
anımsıyorum; ancak bir şeye yürekten inanan insanlar
böyle bakarlar…” Ünlü gazeteci-yazar Eduardo Galeano
yıllar sonra onunla karşılaşmasını anlatırken
bunları söylüyor. Böylece, “büyü” sanılan şeyi
de açıklamış oluyor aslında.
İşte bu, tam da bugün “Che olma”nın anlamını tartışırken
ilk üstünde duracağımız şeydir. Yürekten inanan
insanın duru bakışları… 2000’lerin henüz yavaş
yavaş aydınlanmaya başlayan karanlığı içinde şafağın
ilk ışıklarına doğru yürürken, yalnızca Che üzerine
değil, Che olmak üzerine de düşünüyoruz. Ve ilk
rastladığmız şey, işte bu duru bakışlar oluyor.
Duru bakışlar, açıksözlülük ve kuşku nedir bilmeyen
bir devrim samimiyeti. Öyle “yapsam mı yapmasam
mı” değil; “şu gün hele bir geçsin yarına bakalım”
da değil; “birkaç yıl şuralara takılalım, sonra
köşeye bir dükkan açarız” hiç değil. İşçilikte
iki tür çalışma biçimi vardır, bilinir. Biri yevmiyelidir,
diğeri ise götürü iş! Yevmiyeli iş bellidir, kaç
gün çalışırsan o kadardır; bir işi “götürü almak”
ise, bitirinceye kadar çalışmak anlamına gelir.
Che’ninki biraz ikincisine benzer; o emperyalizmin
dünyadan silinmesi ve halkların zulümden kurtulması
işini “götürü” almıştır; hem de ömürboyu!
Yani Che olmak, her şeyden önce büyük ve kuşkusuz
bir inanç ve istikrardır. Küba Ekonomi Bakanlığı
görevinden ayrılıp önce Kongo, sonra Bolivya yollarına
düşmesi kimilerinin sandığı gibi ne maceracılıktır,
ne de başına buyrukluk ya da “iktidar sorumluluklarından
hoşlanmamaktır.” Böyle düşünenler her şeyden önce
onun bakanlık sürecini hiç izlememişler ve işine
nasıl tutkuyla sarıldığı konusunda hiçbir şey
okumamışlardır. Küba ekonomisini yönetmek, hiç
de sanıldığı gibi onun “serüvenci ruhu” nun üzerine
dar gelmiş bir elbise değildir. Tersine, sosyalist
ekonomiyi “bu işten iyi anlayan iktisatçılara
bırakma”nın ne kadar kötü bir fikir olduğunu kanıtlayan
bir örnektir onun bakanlık yılları. Devrimci ekonominin
ancak devrimciler tarafından doğru yönetilebileceğinin
kanıtıdır Che. Vu kuşkusuz, 90’ların büyük fırtınası
sırasında bu ada yine de ayakta kalabildiyse,
bunda Che’nin klasik Sovyetik yöntemleri dışlayan
tarzının bugünlere kadar akıp gelen etkisi vardır.
Yani karşımızdaki olay, Fidel’le onun arasında
bir çelişki keşfetmek için yıllardır çırpınanların
sözünü ettiği gibi sıkıcı görevlerden bunalmış
bir adamın kendini sokağa atması değildir. Havana’da
şeker kamışı kesip ekonomi üzerine genelgeler
hazırlayan adamla Bolivya ormanlarında gerilla
örgütleyen adam aynı kişidir.
Ve aslında, bir anlamda, onun dağlara doğru yönelmesi
de, sosyalizme bakışının doğrudan bir sonucudur.
Kongo’dan sonra geldiği Prag’da yaptığı gözlemleri
Fidel’e aktarırken vardığı sonuç tam böyledir.
Ancak başka devrimler ve başka zaferler yoluyla
bütün bu çürümüşlüğün savrulup atılabileceğini
ve her yeni devrimin bir öncekini garantiye alacağını
düşünmektedir.
Bolivya üzerine bugüne kadar çok şey söylendi,
bundan sonra da söylenebilir. Gerilla hareketi
ve genel olarak sınıf mücadelesi hiçbir zaman
düz bir çizgi izlemez. Bazen çok kritik noktalar
vardır; Ekim devriminde de vardır, başka zamanlarda,
başka yerlerde de vardır. Bir kırılmaya uğrarsınız;
seçtiğiniz yol stratejik olarak çok doğru olduğu
halde bu başınıza gelebilir. Bir taktik hata,
gerilla kolunun yanlış bir güzergah seçmesi bile
buna yol açabilir, hatta siz hiçbir somut hata
yapmadığınız halde dışsal koşullar aleyhinize
gelişebilir. Bütün bunlar yaptığınız işi bir macera
haline getirmez ya da şöyle söyleyelim, Lenin’in
1917’de atlayıp Rusya’ya gelmesi de “postunu tehlikeye
atmak” anlamında bir “macera”dır.
Che, budur işte. Che olmak böyle bir şeydir. Devrim
denilen şeye, ezilenlerin o büyük bayramına uçsuz
bucaksız bir inançla bağlanmak ve bütün ömrünü
bu iş için ortaya koymaktır. Ne arabaya kenardan
omuz vermek, ne de yalnızca “garantili” durumlarda
inisiyatif alan sinik küçük burjuvanın ahlaki
düşkünlüğüne teslim olmak…
Che olmak, devrimin sorumluluğunu üstlenmektir!
***
“Herkes gibi başarmak istedim. Ünlü bir tıp bilimcisi
olmanın hayalini kurdum; insanlığa yardımı dokunabilecek
bir şeyler -fakat, bana kişisel zaferler kazandıracak
şeyler- keşfetmek için durmaksızın çalışmanın
hayalini kurdum. Ben de, tüm hepimiz gibi, içinde
bulunduğum ortamın çocuğuydum.
Mezuniyetten sonra, özel sebeplere ve belki de
karakterime bağlı olarak, Amerika’yı baştan başa
gezmeye başladım, ve Amerika’nın tamamıyla tanıştım.
Haiti ve Santa Domingo dışında, diğer tüm Latin
Amerika ülkelerini bir şekilde ziyaret ettim.
Seyahat ettiğim koşullar sayesinde, önce bir öğrenci
sonra da bir doktor olarak, yoksullukla, açlıkla
ve hastalıkla yakından tanıştım; parasızlık yüzünden
bir çocuğu tedavi ettirememekle; sürekli açlığın
ve eziyetin kışkırttığı ve bir babayı oğlunun
ölümünü önemsiz bir kazadan saymasına vardıran
şaşkınlıkla tanıştım. Ve o anda, benim için, ünlü
olmak yada tıp bilimine çok önemli katkılarda
bulunmak kadar önemli şeyler olduğunu fark etmeye
başladım: o insanlara yardım etmek istiyordum.”
Bu kadar açık ve somut…
Uzun yolculukların ardından annesine “artık ben
San Carlos’un (Karl Marks) yolundayım” diye yazdığında
tam bu noktadadır. Ne mekanik bir keskin politik
hava ne de sulugözlülük… Ama çok kesin olan şey,
onun bütün dünyanın ezilenleriyle kurduğu bu olağanüstü
duygusal bağdır. “Ezilen insanların acısını duymak”
diye tanımladığı şey tam da budur. Bu, komşusunun
bebesinden habersiz tuzu-kuru postmodern solcunun
anlayamayacağı kadar basit ve yalın bir şeydir.
Devrimcilik, salt duygusal bir “kurtarıcı-mesihlik”
işi değildir evet, ama öte yandan o, kurşun askerleri
oynatıp zaferler kazandığınız bir oyun da değildir.
Gerçek hayatın içinde, gerçek insanlarla yürürken
yaptığınız bir iştir o. Yoksulluk içinde acı çeken
milyonlarca insanın kaderini değiştirmekten söz
ediyorsanız eğer, bu, sizin de onlarla aynı acı
hamurunde yoğrulduğunuz anlamına gelir. Yani Marks’ın
Kapital’inde matematiksel modellerle anlatılan
artı-değer yalnızca “karşılığı ödenmemiş işgücü”
değildir; o aynı zamanda alınteri çalınan insanın
evine götüremediği süt şişesi, yağmurda çatısından
içeri damlayan sudur. Tekelci kapitalizmin nasıl
oluştuğundan ekonomi-politiğin diliyle söz edebilirsiniz
örneğin; ama aynı zamanda sözünü ettiğiniz şey,
yoksulluk ve ilaçsızlık yüzünden ölen milyonlarca
insanın geride bıraktığı ucsuz bucaksız acıdır.
Ya da konut sorunundan söz ediyorsanız, sokakta
yaşayan milyonlarca insanın titreyen gövdelerini
anlatıyorsunuz demektir. Ve devrimcilik, bütün
bunları içinde duymaktır; yalnızca acı da değil,
bütün bu zulmü yaratanlara karşı derin bir tiksinti
ve nefret duygusu da tamamlar düşüncelerinizi.
2000’lerin vahşi dünyasında Che olmak, işte bu
acı ve nefret duygularının karışımıdır aynı zamanda…
***
Kalıpların dışına taşmak ve başına buyrukluk..
Son yıllarda devrimci harekete şu kadarcık katkısı
olmayan yeni Oblomov’lardan ne kadar çok duyduk
bu sözleri... Che’yi tanımlamak için hep bu sözlere
başvurdular ve her zaman da bu sıfatları kendi
tembellik ve kaçkınlıklarını meşrulaştırmak için
kullandılar.
Kaskatı Marks, Lenin, Stalin, Mao ve hatta Fidel…
Ve onların karşısında hiçbir şeyi ve hiçbir kuralı
takmayan Che… Böyle bir tablo çizdiler bize ve
hiç sıkılmadan dünyanın en iyi, en disiplinli
örgütçüsünden “örgüt-karşıtı” bir figür yaratmak
istediler.
Sözünü ettikleri Che hiç var olmadı aslında. Öyle
biri hiç yaşamadı. Gerçek Che ise, tuzu-kuru solcularımız
ister beğensin ister beğenmesin, son derece disiplinli
bir parti militanından başkası değildi. Savaş
Anıları’nı şöyle bir karıştırmak zahmetine katlanan
herkes, onun en sıkı gerilla disiplinini -kendisi
dahil herkese- nasıl uyguladığını, hainlerin cezalandırılmasından
ekmeğin bölüşümüne kadar her konuda sağlam bir
proleter ahlak ve disiplinine sahip olduğunu görürler.
Che, örgüttür, plan, program ve sistemli çalışmadır.
Onda bir “başına buyrukluk” ve “aykırılık”tan
söz edilebilirse eğer, bu aykırılık düzen karşısında
alınmış bir tutum olarak vardır. Gerçekten de
Che, düzenin bütün bağlarından, bütün gerici alışkanlık
ve zaaflarından kendini kurtarmış, onunla tümüyle
cepheden hesaplaşmayı göze almış bir kişiliktir.
Hiçbir düzen bağı, statükoculuğun hiçbir biçimi
onun özgürlük için savaşma tutkusunun önünde engel
değildir; o bütün bu engelleri her şeyden önce
zihninden silip atmıştır ve bu anlamda gerçekten
de zamanımızın en özgür adamıdır. Çünkü özgürlük,
duvarına astığı Che posteriyle avunan eskimiş
devrimcilerin düşündüğünün tersine, bugünün lanetli
dünyasından kendini kurtarmak ve onunla savaşmaktır.
Ve bu özgürlük-özgürleşme duygusu Che’de kendisini
devrimci kolektif, yani örgüt içinde ifade eder,
onun dışında, ona karşıt bir yerde değil.
Öte yandan, evet, Che soğuk yüzlü revizyonist
parti bürokratlarının karşısında da aykırıdır.
90’larda yaşanan büyük felaketin hazırlayıcıları
olan reel sosyalizmin bürokratlarından tiksindiği,
onların devrimci özü boşalmış ruhlarından uzak
olduğu doğrudur. Ama zaten, yalnızca Küba devrimi
değil, aynı dönemde gerçekleşen bir dizi devrim
bu “aykırı”lığın eseri değil midir? Dünyanın bütün
sömürge ve yeni-sömürgeleri volkanlar halinde
kaynaşırken “barış içinde bir arada yaşama”, “barışçıl
geçiş” edebiyatı yapan bu küflenmiş partilerle
ipleri koparan devrimci önderler ve partiler olmasaydı
son elli yıl içersindeki devrimlerin hangisi gerçekleşebilirdi?
Bu yüzdendir ki işte Che olmak, düzen ve onun
soldaki çürümüş uzantıları karşısında “aykırı”
olmaktır. Ve bu aykırılık, en sıkı disiplinli
parti militanlığıyla asla çelişmeyen bir şeydir.
Çünkü gerçek özgürlük, ezilen halklar için savaşmakta
gösterilen azim ve disiplinle elde edilebilecek
bir şeydir.
***
Ve nihayet Che, belli bir zaman dilimine ve yerelliğe
sığmayan bir olgudur.
Her tarihsel süreç, bir öncekini içerir ve onu
aşar. Bu, dünya kapitalist sisteminin ilişki ve
çelişkileri bakımından olduğu kadar devrimci hareket
bakımından da böyledir. Dolayısıyla, çağlardan
ve dönmlerden söz ederken devrimci önderler arasında
hiyerarşik sıralamalar yapmak, ustalık-çıraklık
tartışmaları açmak doğru değildir. Tarihsel süreçler,
kendisine katkı yapacak devrimci önderleri ortaya
çıkarır ve onlar olgulara köklü şekilde müdahale
eden insanlar olarak tarihe geçerler. Bu yüzden
zaman zaman yadırganırlar ve suçlanırlar. II.
Enternasyonal’in yaşlıları nasıl Lenin’i garipseyip
onda hep bir Narodnik görmüşlerse, kendine özgü
bir yol izleyen Mao da aynı yadırgamaya uğramıştır.
Aynı şekilde Küba’nın açtığı ve Che’de cisimleşen
yol da kendi bakımından sosyalist hareketin yüz
elli yıllık tarihinin içinde önemli bir katkıdır.
Dönemler kapanır, dönemler açılır ve devrimci
hareket yoluna böyle bir akışkanlık içinde devam
eder. Ve her dönemeçteki yenilenme çabası, kabuk
değiştirmek istemeyen eski statükocu anlayış tarafından
suçlanır.
Ama bazen, Che gibi bir olgu, ait olduğu varsayılan
döneme sığmaz, oradan taşar daha ileriye, geleceğe
doğru akar. Hem yerelliği aşar, hem de zamanı…
Che, işte asıl bu yüzden son derece önemlidir.
Gerçekten de kaba bir bakışla 1960’lara ait olduğu
düşünülebilecek olan -ki böyle düşünenler hiç
de az değildir- bir devrimci önderin tarihsel
dönemeçleri atlayarak bugün daha fazla parlayan
bir kutup yıldızı haline gelmesi, hatta bir vakitler
kendisini türlü yollarla eleştirenleri de etkisi
altına alarak sürüklemesi rastlantı olmasa gerektir.
Bu, popülerlik-karizma gibi kavramlarla da açıklanamaz.
Asıl mesele şudur: Ernesto Che Guevara, Marks-Engels
ve Lenin’den başlayarak akıp gelen bir devrimci
profilini kendi kişiliğinde yaratıcı bir biçimde
yeniden üretmiş ve böylece salt yerelliğe ve belli
bir zamanın ihtiyaçlarına değil, evrenselliğe
denk düşen bir devrimcilik tipini inşa etmiştir.
Devrimci iradeyi kendi kimliğiyle bütünleştirilmesinden,
pratik bir reel sosyalizm eleştirisi anlamına
gelen sosyalizm anlayışına ve yeni insana bakışına
dek birçok alanda yarattığı özgünlük, onu günümüze
dek güçlü bir kişilik olarak taşımıştır ve geleceğe
de taşıyacaktır. Bu anlamda onun bugüne dek gelen
ışığının yalnızca bir kahramanlık öyküsüne dayandığını
düşünmek ciddi bir yanılgıdır.
Ve hiç sakınmaksızın diyebiliriz ki Che, önümüzdeki
sürecin oluşacak olan, oluşmakta olan yeni devrimci
kadro ve devrimci önder tipinin somut bir örneği
olacaktır. Marksizm-Leninizmin zengin tarihi içersinde,
ancak o tarihle birlikte kavranılabilecek olan
bu devrimci örnek, yeni kuşakların mücadelesinde
daha da zenginleşerek yeniden üretilecektir, üretilmektedir.
Bu bakımdan son olarak diyebiliriz ki, 2000’lerde
Che olmak, asıl bu gerçekliği kavramak, onun geride
bıraktığı muazzam zenginliği yeniden yeniden ele
alarak ileriye taşımaktır.
***
Devrimci sosyalizm, bunu gerçekleştirme yeteneğine
sahip tek akımdır.
…
|